“Bekçisi filan yok muymuş bu inşaatın?” diye sordu Amirim.
“Yok yahu, ne bekçisi,” diye karşılık verdi Olay Yeri İnceleme Şubesi’nden Oktay Komiser. “Uyanığın biri milletten paraları toplamış, göstermelik birkaç kat çıkmış, sonra topuk. Koydunsa bul herifi.”
“Dört tane koca blok. Her birinde yüze yakın daire olmalı. Epey bir insanın canını yakmış herif.”
Son nefesini çektiği sigarasını yere atarak üzerine bastı Oktay Komiser. “Dün gece de birinin canı fena yanmış burada.”
Oktay Komiser önde biz arkada inşaatın bodrum katına indik. Olay Yeri Şubesi’nin elemanları beyaz tulumları içinde çalışıyorlardı. Bir sütunun dibinde sırt üstü yatan cansız bedeni işaret etti Oktay Komiser. “Fena hırpalamışlar adamı. Önce iyi bir marizlemişler, sonra da bıçaklamışlar.”
Elli yaşlarında gösteren, kır saçlı bir adamdı maktul. Yüzü aldığı darbelerle tanınmaz hale gelmişti. Vücudunun çeşitli yerlerinde bıçak yaraları vardı.
“Üzerinde epey çalışmışlar adamın,” dedi Oktay Komiser.
Maktulün yanı çömelen Amirim, “Öyle görünüyor,” diye mırıldandı.
“El ve kollarındaki bıçak yaralarına bakılırsa epey mücadele etmiş,” dedim.
“Sanmıyorum,” dedi Amirim. “Pek savunma yarasına benzemiyor bu izler. Adama eziyet etmek için kesmişler gibi sanki.”
“Öğrenmek istediği bir şeyler mi vardı acaba?” dedim. “İtiraf almaya mı çalıştı?”
“Mümkündür,” diye cevap verdi Amirim ayağa kalkarken. “Üzerinden kimlik çıktı mı?”
Elindeki kanıt torbasını uzattı Oktay Komiser. “Mücahit Durmuşoğlu. Elli iki yaşında. Ankara doğumlu.”
“Başka bir şey?”
“Yok. Cüzdan, anahtar, telefon, sigara, çakmak filan.”
“Etrafta sopa filan olmadığına göre suratını yumrukla dağıtmış olabilirler. Yüzündeki yaralarda, dişlerinde katilin ya da katillerin dokusu olabilir.”
“Tüm yaralardan örnek aldık.”
“Cesedi bulan çocuklar?”
“Korkudan ölmüş garipler. Birini anasıyla evine yolladım. Daha büyük olan babasıyla ekip otosunda.”
Savcının ve adli tabibin gelmesini beklerken çocuk ve babasıyla konuştuk. Çocuk oyun oynarken bodruma indiklerini, cesedi görünce korkup kaçtıklarını söyledi. Bir koşu eve gidip babasına haber vermiş. Babası önce çocuğa inanmamış, inşaata gelip de cesedi görünce karakolu aramış.
Adli Tabip cinayet saatinin gece 22.00 ile 01.00 arasında olabileceğini söyledi. “Vücuttaki diğer yaralar ölümcül değil. Adam kalbinden bıçaklanana kadar hayattaymış.”
***
Mücahit Durmuşoğlu on altı yıl hapis yattıktan sonra üç ay önce tahliye olmuştu. Cezaevine girme nedeni cinayetti. Mahkemede, öldürdüğü şahsı tanımadığını, aralarında herhangi bir husumet olmadığını, kendisine küfür ettiği için cinayeti işlediğini söylemişti.
Adli Tıp Kurumu’nda kocasının kimliğini teşhis etti Gülsüm Durmuşoğlu. “On iki yıllık evliyiz. Evlendiğimizde Mücahit cezaevindeydi. Konu komşu araya girdi, ‘İyi insandır, bir cahillik yaptı, birkaç seneye çıkacak,’ dediler. Görüş gününde götürdüler yanına beni, konuştuk, anlaştık. Yaptığı şeyden pişman olduğunu, affetmesi için her gün Allaha yalvardığını söyledi. Çıkalı üç ay olmuştu daha. Bana verdiği bütün sözleri tuttu, bir gün olsun ibadetini aksatmadı. Belediyede işe yerleştirdi büyüklerimiz onu. Geçinip gidiyorduk, kim ne istedi ki Durmuş’umdan?”
Kadını evine bıraktıktan sonra komşularıyla görüştük. Adamın üç aydır kimseyle dalaşmadığını, evinden işine işinden evine bir yaşam sürdüğünü öğrendik. İzin günlerinde de on yaşındaki oğluyla birlikte vakit geçirdiğini, kimseye bir zararı olmadığını söylediler.
Çalıştığı ilçe belediyesine gittik. Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nde sözleşmeli personel olarak çalıştığını söylediler. Parklara, bahçelere çiçek dikiyor, bakımını yapıyorlarmış. Amirleri ve arkadaşlarıyla konuştuk. Kendi halinde, işinde gücünde bir adam olduğunu söylediler.
“Cezaevinde de uslu durmuş, belaya bulaşmamış,” dedim Merkeze dönerken.
“Öldürdüğü adamın ailesine bakalım,” dedi Amirim.
***
Mücahit’in öldürdüğü Turgut Aynacı’nın biri kız biri erkek iki çocuğu vardı. Filiz Aynacı otuz, Fatih Aynacı otuz beş yaşındaydı. Filiz mimar, Fatih inşaat mühendisiydi. İki kardeş babalarının kurmuş olduğu inşaat şirketini yönetiyorlardı.
Gaziosmanpaşa’da, bahçe içinde üç katlı bir villayı ofis olarak kullanıyorlardı. Fatih Aynacı bizi ikinci kattaki odasının kapısında karşıladı. Üzerinde benim iki aylık maaşımla alamayacağım şık bir takım elbise vardı. Eli yüzü düzgün, bebek yüzlü denen adamlardandı. Odasına girince kanepede oturmuş, telefonuyla meşgul olan kadını tanıttı: “Kardeşim Filiz.” Filiz’le memnun oluştuk. Fatih, cam masasının karşısındaki deri koltukları gösterdi oturmamız için. Cinayet Büro’dan geldiğimizi öğrenince merakla yüzümüze baktı.
“Mücahit Durmuşoğlu,” dedi Amirim.
Fatih’in yüzü karardı, kaşları çatıldı. “Evet,” dedi. “Babamın katili.”
“Öldürüldü,” dedi Amirim.
Fatih’in yüz kaslarında bir rahatlama oluştu. “Üzüldüğümü söyleyemeyeceğim.”
“Cezaevinden çıktığını biliyor muydunuz?”
“Avukatımız bilgilendirmişti.”
“Hak ettiği gibi bir ölüm olmuştur umarım,” dedi telefonunu kurcalamaya ara veren Filiz.
“O adam sadece zavallı bir maşaydı,” dedi Fatih. “Mahkemede de söyledik bunu ama dinletemedik.”
“Babanızı kendisine küfür ettiği için öldürdüğünü söylemiş,” dedi Amirim.
“Babam öldürüldüğünde on dokuz yaşındaydım ve o güne kadar ağzından kötü bir söz çıktığını duymadım. Ne bize ne de başkalarına karşı. Durup dururken bu adama neden küfretsin! Babam park yerinde arabasına doğru giderken çarpışmışlar da, adam özür dilemiş ama babam küfretmiş de, o da sinirlenip çekmiş silahı vurmuş da… Bir sürü palavra. Bu adama para verip öldürttüler babamı.”
“Mücahit’in kiralık katil olduğunu mu iddia ediyorsunuz?”
“İddia etmiyorum, eminim bundan. O gün de emindim, şimdi de eminim. Asıl suçlular, azmettirenler hiç ceza almadı.”
“Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?”
“Öldürülmeden önce tehdit ediliyordu babam. İncek tarafları o zamanlar yeni yeni imara açılıyordu. Babam o bölgede yapılacak yatırımların önemini anlamıştı. Satışa çıkarılan bir hazine arazisinin ihalesine girmeye hazırlanıyordu. İşte o zaman tehdit telefonları gelmeye başladı.”
“Sabahları arabalarımızın lastiklerini kesilmiş, kaportalarını çizilmiş, göçmüş bulmaya başladık,” diye ekledi Filiz. “Bir akşam da babamın bürosu kurşunlandı.”
“Tehdit edenlerin kim olduğunu biliyor muydunuz?”
“Aynı araziye talip olan yedi-sekiz firma vardı. Tehditlerin hangisinden geldiğini bilmiyorduk.”
İki kardeşe cinayetin işlendiğini tahmin ettiğimiz zaman aralığında nerede olduklarını sorduk. Fatih şirketten iki mimar ile birlikte bir restoranda olduğunu söyledi. Filiz ise erkek arkadaşıyla birlikte bir arkadaşlarının evindeki doğum günü partisindeydi.
Arabamıza binerken Amirim, “İkisinin de dün gece için tanıkları var,” dedi.
“Evet,” dedim, “güzel rast gelmiş.”
“Babalarının intikamını almak isteseler de bunu kendi elleriyle yapacak kadar aptal değil bu çocuklar,” dedi Amirim.
“Birini tutmuş olabilirler,” dedim. “Kiralık katil olduğunu düşündükleri biri için kiralık bir katil.”
“Mücahit hakkındaki iddiaları kafamı karıştırdı,” dedi Amirim.
“Dosyasında yazdığına göre, cinayeti işlediği silah temizmiş,” dedim. “Daha önceden herhangi bir olayda kullanılmamış.”
“Eğer gerçekten kiralıksa iyilerdenmiş demek ki. Sabıkalı silah kullansa daha önce yaptığı işler de ortaya çıkardı.”
***
Ertesi gün öğleye kadar bürodaydık. Mücahit’in dosyasını tekrar inceledik. Turgut Aynacı cinayetinden önce kayıtlara geçmiş bir vukuatı yoktu. Bizim bildiğimiz, kiralık katiller mesleğe önce ufak tefek yaralamalarla, ayağa bacağa sıkmayla filan başlarlar, sonradan cinayete terfi ederlerdi. Mahkemede mesleği sorulunca “serbest” diye cevap vermişti.
Mücahit, Turgut Aynacı’yı park yerinde öldürdükten sonra tesadüfen yakındaki bir alışveriş merkezinden çıkan, o gün izinli bir meslektaşımızın olaya müdahale etmesi sayesinde yakalanmıştı. Polis memuruyla konuşmak için nerede görev yaptığını araştırınca iki sene önce hayatını kaybettiğini öğrendik.
Öğleden sonra olay yerinden alınan kanıtlarla ilgili rapor elimize geçti. Mücahit’in yüzündeki yaralardan ve dişlerinin arasından alınan doku örneklerinden bazılarının bir başka şahsa ait olduğu ortaya çıkmıştı. Fakat elimizde bunları karşılaştıracak bir şüpheli olmadığı için şimdilik işimize yaramıyordu. Telefonundan da bir şey çıkmadı. Karısıyla ve iş yerinden birkaç arkadaşıyla yapılan görüşmelerin kayıtları vardı yalnızca.
Amirim suratı beş karış, “Fatih’le Filiz’in son üç aylık telefon kayıtları için savcılığa başvuralım,” dedi.
Öğle yemeğinden henüz dönmüştük ki telefon çaldı. Acelesi varmış gibi hızlı hızlı konuşan ve kendini Hilal Polat olarak tanıtan bir kadın, “Öldürülen tetikçi hakkında konuşmak istiyorum,” dedi. “Hangi tetikçi? Kimden söz ediyorsunuz?” diye sordum. “Mücahit Durmuşoğlu,” dedi kadın, “öldürüldüğünü az önce gazeteden öğrendim.”
“Sınırda Yaşayanlar” adlı bir Youtube kanalı olduğunu ve burada maktulle röportaj yaptığını söyleyen kadını bilgisine başvurmak üzere merkeze davet ettik.
Hilal Polat’ın gelmesini beklerken, yaptığı program ne menem bir şeymiş diye Youtube kanalını açtık.
Kanalda ömrünün büyük bir kısmını cezaevinde geçirmiş ve koğuş ağalığı yapmış adamlardan tutun da jigololara, uyuşturucu batağında debelenenlerden tetikçilere kadar birçok insanla stüdyo ortamında yapılan ve her biri bir saate yakın süren röportajlar vardı. Çekim ve ses kalitesi gayet iyiydi.
“Bir Tetikçinin İtirafları” başlığı altında yayınlanmış olan Mücahit Durmuşoğlu röportajını açtım. Mücahit’in yüzü mozaiklenmiş, sesine ise filtre uygulanmıştı.
Hilal Polat, karşısında oturduğu Mücahit’e bu işe nasıl girdiğini, bu işi yapmanın hayatında nelere mal olduğunu, hiç tanımadığı bir insanı sırf para uğruna öldürmenin nasıl bir psikolojisi olduğu gibi sorular yöneltmişti.
Mücahit tüm bu soruları büyük bir içtenlikle cevaplamış, böyle bir hayatı seçtiği için ne kadar büyük bir pişmanlık duyduğunu hemen her sorunun cevabını verirken dile getirmişti. İlk cinayetini yirmi bir yaşındayken, soğuk, karla kaplı dondurucu bir Ankara gecesinde işlediğini söyleyen Mücahit, sık sık, “Gençler arasında para karşılığı adam vurmaya hevesli, bu yolla zengin olacağını, mafyada yer edineceğini sananlar var. Bu sevdadan vazgeçsinler, hayatlarını mahvetmesinler, bu işlerin sonu yok,” diyordu.
Video bittiğinde, “Gerçekten de pişman görünüyor,” dedim.
“Hem kendi hem de başkalarının hayatının içine sıçtıktan sonra ne boka şifa!” diyerek karşılık verdi Amirim.
Kapıdan Hilal Polat’ın geldiğini haber verdiler.
Sırtında çantası, maviye boyalı kıvır kıvır saçları ve yuvarlak tel çerçeve gözlüklerinin arkasından fıldır fıldır bakan gözleriyle içeri girdi Hilal.
“Duyunca çok üzüldüm,” dedi. “Tamam, adam ömrünü insanları öldürerek geçirmiş ama yaptıklarından çok pişmandı ve deli vicdan azabı çekiyordu. Acaba bu röportajı yapmasa mıydım, ölümüne ben mi sebep oldum diye şimdi de benim içim içimi yiyor.”
“Başından anlat bakalım,” dedi Amirim. “Nerden buldun sen bu adamı?”
“Bir gazeteci arkadaşımın fikriydi. Devlet büyüklerinden birine hakaretten üç aya mahkum ettiler çocuğu. Mücahit’le cezaevinde tanışmış. Sohbet muhabbet derken adam içini kemiren vicdan azabından bahsetmiş bir gün. Yıllarca para için birçok insanı vurduğunu söylemiş. Artık tövbe ettiğini, kendisini affetmesi için her gün yatıp kalkıp Allaha yalvardığını, cezaevindeyken evlendiğini, bir oğlu olduğunu, oğluna bir şey yapmalarından korktuğunu söylemiş. Arkadaşım bu adamın ilginç bir hikayesi olduğunu, onunla röportaj yaparsam deli tık alabileceğimi söyledi. İzini bulduk Mücahit’in. Önce yanaşmadı, sonra da ‘Belki bu işe heveslenen birkaç genci vazgeçirebilirim bu sevdadan,’ deyip kabul etti. Sonucun böyle olacağını bilseydim hiç ısrar etmezdim.”
“Senin bir suçun olduğunu sanmıyorum,” dedi Amirim. “Görüntülerden adamın kim olduğu anlaşılmıyor.”
“Bunun için gerekli her türlü tedbiri aldık, yüzünü mozaikledik, sesini değiştirdik, ama yine de bilmiyorum…”
Hilal’in harici hard diske kopyaladığı çekimin ham görüntülerini kendi bilgisayarıma aktardım. Üzülmemesini söyleyip yolcu ettik kızı.
“Ne diyorsun?” diye sordu Amirim. “Yayınlanan görüntülerdeki mozaikleri yok edecek, sesi normal hale çevirecek bir program var mıdır?
“Bilmiyorum ki,” diye karşılık verdim. “Bilişimci çocuklara sormak lazım.”
Bilgi İşlem Merkezine indik. Komiser Tayfun, “Bu işi yapabilecek biri varsa o da bizim Selim’dir,” diyerek pencere kenarında önündeki bilgisayarla haşır neşir olan genci işaret etti.
Adresini verdiğimiz “Sınırda Yaşayanlar” kanalını açan Selim, “Yok Amirim,” dedi. “Mümkün değil. Bizde yok böyle teknoloji, varsa ancak FBI’da vardır.”
“Tamam,” dedi Amirim. “O zaman Quantico’ya gönder, mesajın sonuna da ‘Komiserimin selamı var, acele istiyor,’ diye not düş.” Selim şaşkınlıkla yan masada çalışan Tayfun’a bakakaldı. Biz kapıdan çıkarken komiserin kahkahasını, ardından da, “İşine bak sen! Taşşak geçti Başkomiserim seninle,” dediğini duyduk.
Odamıza çıkınca Hilal’in getirdiği ham görüntüleri izledik. Dikkatimizi çeken, işimize yarayacak bir şey göremedik. Tekrar Youtube kanalını açtık. Neredeyse kare kare inceledik videoyu. Mücahit’in kimliğini açık edecek en ufak bir şey yoktu.
Videonun altına yüzlerce yorum yapılmıştı. Çoğu gençlerden olduğu anlaşılan saçma sapan, ipe sapa gelmez yorumlar vardı. Mücahit’in kahraman olduğunu söyleyen mi ararsın, kendisine tetikçi olarak iş bulmasını isteyip telefon numarasını bırakan mı…
“Bizim milletin zekâ seviyesini görmek için gazetelerde herhangi bir haberin ya da böyle bir videonun altına yazılan yorumlara bakmak yeterli,” dedim okuduklarıma inanamayarak. “Nereden çıkıyor bu kadar geri zekâlı? Gitgide de çoğalıyorlar.”
“Eskiden de çoktular,” dedi Amirim. “Sadece artık internet sayesinde seslerini duyurabiliyorlar olmayan Türkçeleriyle.”
Videonun izlenme sayısı alt yüz bini geçmişti. Yorumlarda işimize yarayacak herhangi bir şey bulamadık. Birkaç olumsuz yazı vardı fakat tehdit eden, intikam almaktan, hesap sormaktan söz eden yoktu.
Hilal, röportajın yayınlanmasından sonra birkaç kişinin kendisine mesaj atıp Mücahit’e nasıl ulaşabileceklerini sorduklarını söylemişti. Allah’tan bizde o teknoloji varmış da FBI’a işimiz düşmeden bu kişilerin IP numaralarından adreslerini tespit ettik. Bir şey çıkmadı. Mafyaya asker yazılmaya meraklı birkaç sümüklü çocuktu. Biraz gözlerini korkutup bıraktık.
Bilmem kaçıncı kere videoyu izlerken, “Dur… Dur burada,” dedi Amirim. “Beş on saniye geri al.”
Dediğini yaptım. “Duydun mu?” diye sordu. “Neremizle izlemişiz bunca zamandır! Bunu nasıl oldu da atladık!”
Neyi atladığımızı anlayabilmek için dikkat kesildim.
“Mücahit tüm röportaj boyunca yalnızca iki cinayetten söz ediyor. Mesleğe başladığı ilk cinayeti ve yakalandığı son cinayeti.”
“Turgut Aynacı.”
“Evet. Adama yapılan işkenceden bu cinayetin bir nefret cinayeti olabileceğinden şüphelenmiştik.”
“Doğru yolda olduğumuzu düşünüyorum Amirim. Adam çok kişinin canını yakmış.”
“Doğru ama adam işini iyi yapmış. Bu yıllar içinde kim bilir kaç cinayet işledi ve yakayı ele vermedi. Diğer işlediği cinayetler hakkında bilgi sahibi değiliz. Elimizde yalnızca itiraf ettiği bu iki cinayet var.”
“Turgut Aynacı’nın yakınları zaten şüphelimiz Amirim. Fakat ilk işinde kimi öldürdüğünü söylemiyor ki videoda.”
“Sen de armut pişsin ağzına düşsün istiyorsun. Mücahit öldürüldüğünde elli iki yaşında olduğuna göre ve ilk cinayetini de yirmi bir yaşında işlediğine göre… Bakalım… otuz bir yıl önce hangi yıldaydık? 1990 oluyor değil mi?”
“Evet de Amirim. 1990’da kim bilir kaç cinayet işlendi? Nereden bileceğiz hangisi olduğunu?”
“Ne diyor röportajda? ‘Soğuk, karlı kaplı, dondurucu bir Ankara gecesinde…’ Ankara’da karlı kaplı kaç gün oluyor ki kış boyunca? Bir iki gün yağar, bir iki gün de yerde kalır ve eriyip gider.”
Önce 1990 yılında işlenen ve faili meçhul kalmış dosyalara göz attık. On iki cinayet faillerinin yanına kâr kalmıştı. Kurbanların dördü kadın, ikisi çocuk, kalan altısı da yetiştin erkekti.
İnternette kayıt bulamayınca Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nü aradım. Birkaç saat sonra 1990 kışının hangi günlerinde kar yağmış olduğu bilgisi elimizdeydi. Bilgiyi e-postayla gönderdiklerini söylemek için telefon açan meteoroloji yetkilisi Türk polisinin böyle bilimsel yöntemlerle çalıştığını öğrenmekten gurur duyduğunu söyledi.
Elimizdeki altı faili meçhul cinayetten birisi tam da böyle bir günde işlenmişti.
Neyse ki kırk yıl öncesine kadar olan faili meçhul dosyaları bilgisayara girilmişti de arşivin tozlu raflarıyla cebelleşmek zorunda kalmadım. 1990 yılının o soğuk ve karlı Ankara gecesinde, Bahçelievler’in kafe ve barlarıyla ünlü 7. Caddesinde işlenmişti cinayet. Kırk iki yaşındaki Özdemir Sokullu, sahibi bulunduğu kafeden çıktığı sırada kimliği belirlenemeyen kişi ya da kişiler tarafından vurularak öldürülmüştü.
Omzumun üzerinden monitöre doğru eğilen Amirim, “Biri altı diğeri de on yaşında iki çocuğu varmış maktulün,” dedi. “Karısını da 1988’de trafik kazasında kaybetmiş.”
Altı yaşındaki Binnur teyzesinin velayetine verilmişti. On yaşındaki Murat’ın akıbeti ise Çocuk Esirgeme Kurumu olmuştu.
“Bak bakalım,” dedi Amirim. “Şu anda neredeymiş bu çocuklar?”
“Binnur 1995’te intihar etmiş. Teyzesinin evinde kendini asmış. Ardından bıraktığı mektupta teyzesinin kocası Bahtiyar Sağlam’ın yıllardır kendisine tecavüz ettiğini iddia etmiş.”
“Adli Tıp raporu var mı dosyada? Bak bakalım ne demişler.”
Rapor çocuğun iddialarını doğruluyordu. “Vay şerefsiz herif,” diye homurdandı Amirim. “Erkek çocuğu Çocuk Esirgemeye gönderirken kızı almasının nedeni buymuş demek. Bak bakalım içerden çıkabilmiş mi bu soysuz?”
Bahtiyar Sağlam’ın dosyasına girdim hemen. “İçeri girmemiş Amirim,” dedim.
Amirim sunturlu bir küfür savurdu. “O kadar kanıt varken serbest mi kalmış?”
“Serbest kalmamış… Adliyede öldürülmüş… Duruşma salonuna götürülürken.”
Amirim bir an duraladı. “Abisi…”
“Evet Amirim. Üç yıl ıslahevinde yattıktan sonra salıverilmiş.”
Murat Sokullu’nun dosyası epey kabarıktı. Islahevinden çıktıktan sonra da pek çok darp, yaralama, haraç alma gibi olaylara karışmıştı. Halen tutuksuz yargılandığı birkaç davası daha vardı.
Kayıtlarda görülen ikâmetgah adresine gittiğimizde kapıyı on dört-on beş yaşlarında bir delikanlı açtı. Kimliklerimizi gösterip Cinayet Büro’dan geldiğimizi söylediğimizde en ufak bir heyecan belirtisi göstermedi. Bizi salona aldıktan sonra, “Anne, polisler geldi,” diye seslendi ve masanın üzerindeki bilgisayarın başına geçti. Biz kanepeye otururken kırk-kırk beş yaşlarında, etine dolgun bir kadın elindeki beze ellerini silerek içeri girdi. Sanki kahve içmeye uğramış komşularıymışız gibi sakince karşımızdaki koltuğa oturdu. “Buyurun, sizi dinliyorum.”
Bir konuda Murat Sokullu’nun bilgisine başvurmamız gerektiğini söyledi Amirim. “Anladım,” dedi kadın. “Sabah erkenden çıktı. Bilmiyorum nerede olduğunu. Mesaiye başlamadan önce eve uğrar mı uğramaz mı onu da bilmiyorum.” Kadının bu sakin tavrının bezginlikten mi yoksa umursamazlıktan mı geldiğini anlayamadım. Delikanlı ise önündeki bilgisayarla meşgul görünüyordu ama kulakları bizdeydi. Murat’ın Maltepe’de koruma olarak çalıştığı gece kulübünün adresini aldık kadından.
Kapıya doğru yönelmiştik ki kilide sokulan anahtarın sesi geldi. Kapı açıldığında dosyasındaki fotoğrafından aşina olduğumuz Murat Sokullu karşımızdaydı. Amirimin elindeki kelepçeye şaşkınlıkla baktı.
***
“Otuz senedir doğru dürüst uyuyamıyorum biliyor musunuz?” dedi sorgu odasında. “On yaşımdan beri ilk kez bu gece rahat bir uyku çekebileceğim. Nezarethanenin tahta sırası bana beş yıldızlı otelin kral dairesi gibi gelecek.”
Eklemleri yara bere içindeki ellerini masanın üzerinde birleştirdi. “Yıllardır babamı kimin ve neden öldürdüğü soruları beni yedi bitirdi. Her şey yolunda giderken, mutlu bir şekilde yaşayıp giderken hayatımızı mahveden, bize bu kötülüğü yapanın kim olduğunu düşündüm durdum.”
“Babanın katilinin Mücahit olduğunu nasıl öğrendin?”
“Tamamen tesadüf oldu. Pavyonda beraber çalıştığım arkadaşlardan biriyle aynı cezaevinde yatmıştık birkaç ay. Telefonundan bir video izletti bana. Bizim koğuşun ağası otuz yıldan sonra tahliye olmuş, cezaevi hayatını anlatıyordu. O sırada yan tarafta birkaç video dikkatimi çekti. O gece de kapıda görevliydim, bulvardan geçen arabaları izleyeceğime videoları izlemeye başladım. Eski bir tetikçinin videosunu izlerken adam ilk cinayetini 1990 yılının dondurucu bir Ankara gecesinde işlediğini söyleyince ben de donup kaldım.”
Amirim hafifçe başını çevirip bana baktı. Yüzsüzlüğe vurup bu bakışların, “Gördün mü? Adam ilk izleyişte uyanmış olaya!” demek olduğunu anlamazlıktan geldim.
“Adamın bahsettiğinin babanın cinayeti olduğu ne malum?”
“Tamam, okuyamadık, hayatımız cezaevlerinde geçti ama biz de ağaç kovuğundan çıkmadık be Komiserim, bizim de kendimize göre bir çevremiz var.”
Gözümün önüne Murat’ın hayat arkadaşının oğlunun bilgisayar karşısındaki görüntüsü geldi.
“Kütüphanede araştırma yaptım, o tarihte Ankara’da başka bir cinayet işlenmemişti.” Hafifçe gülümsedi. “Sanırım siz de beni bu yoldan buldunuz?”
“Boş ver seni nasıl bulduğumuzu da asıl sen Mücahit’i nasıl buldun? Yüzü gizlenmiş ve sesi de değiştirilmişti.”
“Dedim ya Komiserim, bizim çevremizde de okuyup yazmış, kafası çalışan insanlar var.”
“Kafası çalışan, bilgisayarlardan iyi anlayan,” dedim.
Murat’ın da kafası çalışıyordu. “Size hiç zorluk çıkarmadan teslim oldum. Şimdi de suçumu itiraf ediyorum. Parlak bir gelecek var çocuğun önünde, onu bu işe karıştırmayın,” dedi.
“Mücahit’i öldürdüğün sırada nerede olduğunu kanıtladığı takdirde sorun yok,” dedi Amirim.
Murat rahatlamıştı. “Bu tanıdığım bilgisayar işlerinde çok iyi olmasına rağmen adamın suratındaki kırık görüntüleri kaldırmanın mümkün olmadığını söyledi. Ses konusunda da bir şey yapamıyordu. Herifi tanıyan biri belki bir yorum yapmıştır diye aşağıdaki bütün yazıları okudum, bir şey çıkmadı.”
Murat’ın sanki işlediği cinayeti değil de polisiye bir filmi anlatır gibi merak ögesini gıdıklaya gıdıklaya, tadını çıkara çıkara anlatması hoşuma gitmeye başlamıştı. Amirimin böyle lafı uzatanlara tahammül edemediğini biliyordum ama onun da sesi çıkmıyordu.
“Tam umutsuzluğa kapılmak üzerdeydim ki bu tanıdığım, videonun görüntüsünün çok kaliteli olduğunu ve bundan faydalanarak bir şey deneyeceğini söyledi.”
Amirimin patlayacağını ve “Yeter ulan, sokturtma videona da, kalitesine de… Uzatmadan anlat,” demesini bekledim ama yine sesi çıkmadı.
“Röportajı yapan kadın, adamın tam karşısında oturuyordu. Tanıdığım, kadının yakın çekim gösterildiği bir görüntüyü alıp gözlerini büyütünce gözbebeklerinde Mücahit’in yansımasını yakaladı. Görüntüyle biraz daha oynayıp netleştirdi. Babamın katili karşımda duruyordu.”
Amirim duyduklarını sessizce hazmettikten sonra, “Ee?,” dedi, “fotoğrafı eline alıp sokak sokak dolaşıp insanların yüzüne mi baktın?”
Murat’ın bu seferki gülümsemesi sanırım Amirimin bilişim cahilliğineydi. “Bir bilgisayar programı varmış. Herhangi bir fotoğrafı bu programa attığın zaman internetteki aynısını buluyormuş sana.”
“Bizdeki yüz tanıma programı gibi,” dedi Amirim bana bakarak. Başımı sallayarak onayladım. Bir yandan da Murat’ın omzuna hafif bir yumruk atıp, “Aferin lan size! Neler yapmışsınız böyle!” dememek için kendimi zor tutuyordum. Nihayet bizim de CSI dizilerindeki gibi bir katilimiz olmuştu.
“Oğlunun Facebook sayfasındaki bir fotoğrafı tanıdı program,” diyerek devam etti Murat. Oğlan babasıyla evlerinin bahçesinde çekilmiş bir fotoğraf paylaşmış ve konum bilgisini de eklemişti… Sonrası kolay oldu.”
“Adama çok eziyet etmişsin,” dedi Amirim.
“Hak etmediği hiçbir şey yapmadım,” diye cevap verdi Murat. “Her bir darbenin bir sebebi vardı. Kimi babamı öldürdüğü içindi, kimi kardeşimin tecavüze uğramasına ve ölümüne neden olduğu için, kimi çocuk esirgemede ve ıslahevinde yediğim dayaklar için… Ha, kimi de babamı öldürmesi için kimin para verdiğini söylemesi için…”
Amirim, “Azmettiricinin kimliğini öğrendin yani…” dediği anda belimdeki telsizden gelen ses odayı doldurdu: “Bütün ekiplerin dikkatine… Dikmen Caddesii, Manolya Sokak’ta cinayet ihbarı…”