Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Öykü: Kırmızı Gerdanlık – Bölüm 2 – Final

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Esra Gürel Şen
Esra Gürel Şen
1959 Yılında Kütahya’da dünyaya geldim. İlk, Orta ve Lise öğrenimimi aynı şehirde tamamladım. Üniversiteyi şu anda Anadolu Üniversitesi olan Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisi Kütahya Yönetim Bilimleri Fakültesinde okuyarak 1981 yılında bu okuldan mezun oldum. Yirmi yıllık devlet memuriyeti görevimi 2004 yılında emekli olarak tamamladım. Emeklilik sonrası hiç ara vermeden Kosgeb’ te uzman ve çeşitli özel şirketlerde Kalite Yönetim Temsilcisi olarak çalıştım. 2017 yılının Ekim ayında çalışma hayatımı noktalandırdım. Ankara’da ikamet ediyorum, evliyim ve iki kız çocuğum var. Kendimi bildim bileli okumak ve yazmak benim için vazgeçilmez bir uğraş oldu. Şiirlerle başladığım yazı macerama öykülerle devam ettim. Polisiye öyküler yazmayı özellikle çok seviyorum. Son olarak bir ailenin çatısı altında toplanmış kadınlarının 1890’lı yıllardan 2000’li yıllara uzanan hayat maceralarını içeren bir roman tamamladım. Zaman zaman yazdığım öyküler çeşitli internet sitelerinde yayınlandı ancak benim de arzum elbette yazdığım öykü ve romanların kitap halinde okuyuculara ulaşması. Bundan sonra da ömrüm yettiği sürece okumaya, yazamaya ve üretmeye devam edeceğim.

İSKENDERİYE

 

Karaya ayak basar basmaz yaptığı ilk iş bir hamam bulmak oldu. Antik çağdan kalma olduğu her halinden anlaşılan eski hamamın sıcaklığında sere serpe yıkanırken yan kurnadaki adam ile sohbete daldılar. Abdül yaşlı denizcinin İskenderiye feneri için anlattıklarını sordu yeni ahbabına. Adam gülümsedi, “Bir zamanlar bu yıkandığımız hamamların külhanlarında yüz binlerce kitap yakılmış. Benim bildiğim İskenderiye’nin laneti sadece denizkızlarına ait değil, o kitapların ve ilminde lanetine uğramış bir şehirdir. Bu şehre sahip olan herkes ondan bir şey götürmüş. Kimi fenerini yıkmış, kimi kütüphanesini yaktırmış, kimi de kalesini bombalamış ama öyle yosma bir şehirdir ki bu İskenderiye çektiği her acıdan sonra apayrı bir cilveyle kalkar yerden ve yine yürekler almaya devam eder. Ben buralıyım yıkılsa da, yakılsa da başka yere gitmem,” dedi.

“Öyleyse ben de doğru yere gelmişim. Benimde böyle her şey rağmen yeniden doğacak bir güce ihtiyacım var. Burası tam da onu bulacağım yer gibi görünüyor.”

Hamamdan sonra yeni ahbabından edindiği yol tarifi ile yine tarihi ama yenilenmiş bir han buldu. Hanı ararken gördüğü bir mintancıdan temiz kıyafetler aldı. Hancının hanımına kirli çamaşırlarını yıkaması için verip kendisi yatağın yolunu tuttu.  Sallanmadan, içi dışına çıkmadan rahat bir uykunun kollarına kendini bıraktığını zannederken iblisleri peşini bırakmıyordu. Kan ter içinde uyandığında gecenin çoktan yarılanmış olduğunu fark etti fakat sabaha daha çok vardı. Yeniden uyumaya cesaret edemedi, odadan çıkıp Hanın bahçesinde gezinmeye başladı. İlerde asma ağacının altına konulmuş kütük taburelerden birinde siyahlar giymiş bir adam gördü. Biraz çekinerek yanına gidip Allah selamını verdi ve bir kütüğe de o oturdu. Adam selamını aldı fakat yüzüne bile bakmadı.

“Hayrola pirim, sana bir kötülüğümüz mü dokundu da yüzümüze bile bakmazsın?” dedi sitemle

Adam yine yüzüne bakmadan, “Biz insanın yüzüne değil içine bakarız. Sana da baktık gördük,” dedi. Abdül kızmıştı delimiydi neydi bu adam böyle gece gece.

“Bana baksana sen hacı. Ne demek istiyorsan açık söyle ben öyle afili laflardan anlamam. Varsa bir derdin bilelim?”

Abdül’ ün bu sert çıkışı üzerine adam birden ona döndü simsiyah gözlerini kocaman açarak bakmaya başladı, “İşte içinde olan bu. Gör.”

Adamın gözlerinin birinde morarmış suratıyla Safinaz Hanım, diğerinde ipte sallanan bedeniyle Rüstem Bey vardı. Adam gözlerini kırptı şimdi birinde Tayfa Başı sırtından akan kanla duruyordu karşısında, diğerinde her bir lalesinden kanlar damlayan gerdanlık. Abdül dehşet içinde kalmıştı, birden adam değişti gemideki iğrenç dişli sarımsak kokulu yaşlı adam beliriverdi karşısında.

“Kanla alınan kanla verilir Abdül. Kefaret gerek kefaret, kefaret, ke…”

Çılgın bir haykırışla yerinden fırladığında ayağı yorgana takılıp tepetaklak yuvarlandı. O zaman anladı rüya görmekte olduğunu. Uyuyamayınca bahçeye çıkmak istemişti ama demek ki çıkamadan tekrar uyumuştu. Hanın beş günlük parasını peşin ödemişti o yüzden hancının sesi çıkamıyordu ama Abdül’den hiç memnun değildi. Adam hiç uyumuyor gibiydi uyursa da zaten ya çığlıklarla ya homurtularla inletiyordu hanı. Beş günün sonunda Abdül’ün çıkınını koyuverdi kapının önüne. Böylece handan da kovulmuş oldu. Elinde kıymetli torbası sırtını yıkık dökük İskenderiye kütüphanesinin duvarlarına verip sahil boyunca amaçsız yürüdü. Parası da azalmıştı, ya bir iş bulmalı ya da tez zamanda buralardan gitmeliydi. Sahildeki kayalıkların üzerine oturup denizin üstüne inip çıkan kuşları seyretti bir müddet. İkide bir kafasındaki takkeyi çıkarıp kel kafasını kaşıyordu. Elinde salladığı takkesini kararlı bir şekilde kafasına geçirdi. Madem kefaret gerekiyordu öyleyse o da kefareti ödeyecekti. Ölenleri geri getiremeyeceğine göre, gerdanlığı satacak parasıyla fakirlere yardım edecekti. Bu fikir içini rahatlattı. Safinaz Hanım’ı öldürdüğü o meşum geceden beri ilk defa kalbinde huzuru duydu. İskenderiye kütüphanesinin arka sokağında bir kuyumcu görmüştü. Adımlarını hızlandırıp hedefine doğru yürüdü.

 

 

KUYUMCU SIMON

 

Yahudi kuyumcu Simon o gün çok sinirliydi. Aslında öyle çabuk kızan bir adam değildi ama bugün çırağı onu deli etmiş sonunda kovup kurtulmuştu fakat bu kızgınlığını geçirmemişti. Çırağına yaptıramadığı işi kendisi yapıyor olmaktan rahatsız, elindeki çalı süpürgesini dükkanın kayrak taşı döşeli tabanına hırsla sürtüyor temizlemekten ziyade tozları oradan oraya savuruyordu. Kendi kendine söylenirken birden dükkanın küçük kapısından gelen ışık kesildi. Öfkeyle kafasını kaldırdığında kapıyı tamamen kaplayacak cüssede bir adamın kendine bakmakta olduğunu gördü. Osmanlı leventlerine benzettiği adama biraz ters ama çekinerek ne istediğini sordu.

“Sen kuyumcusun değil mi?”

Simon başıyla evet anlamında bir işaret yaptı. Korkmuştu. Sakın bu adam onu soymaya gelmiş olmasın?

“Ne istiyorsun?” dedi bozuk bir Türkçe ile sesi titrek çıkmıştı deminki öfkesinden eser yoktu şimdi.

Abdül küçük dükkanda bir adım daha attı ortada duran küçük konsolun üzerine torbasından kirli bir kese çıkarıp bıraktı, “ Bunu satmak istiyorum.”

Simon rahatladı, yüzüne sakin bir gülümseme yerleşti. Bu adam ticarete gelmişti. Doğrusu ticaret onun bu dünyada en iyi yaptığı işti. Konsolun arkasına geçip kesenin ucu boncuklu bağcığını çözdü içindekini konsolun üzerine döküverdi. Gördüğü şey karşısında bir hayret nidası atmaktan kendini alamadı.

“Ya Rabbi. Musa aşkına bu nedir?”

“Görmüyor musun gerdanlık işte! Kaça alırsın bunu?”

“Ah bilmem ki! Böyle bir şeyi ömrümde ilk defa görorum.”

“İyi sen almayacaksan ver başkasına götüreyim,”  gerdanlığa uzandı Abdül fakat Simon bırakmadı.

“Dur hele be adam. Hemen celallenme. Bir bakalım hesap yapalım demi ama. Hesapsız olmaz bu işler. Sen hele bir otur. Ben sana bir nane çayı yapayım. Bak benim çayım çok hususidir ha. Herkeze yapmam bilesin.”

Abdül adamın gösterdiği o ana kadar görmediği köşedeki küçük sedire oturdu. Biraz sonra eline porselen bir fincanda yeşil bir çay tutuşturulmuştu. Kuyumcu gerdanlığı eline aldı evirdi çevirdi. Gözüne bir şey takıp taşlarına tek tek baktı sonra kesenin içine geri koydu. Elinde çay fincanı küçücük sedirde ayaklarını büzüştürerek oturmak zorunda kalmış Abdül’e gizemli bakışlarla baktı. Abdül sonunda dayanamadı fincanı yere sertçe koyup ayağa kalktı.

“E, kuyumcu efendi şimdi sadede gel. Bu gerdanlık kaç para eder?”

Simon o gerdanlığın kaç para edeceğini gerçekten bilmiyordu ama çok para edeceğini biliyordu. Abdül’ün heybeti karşısında kendi küçük bedeni çok aciz durduğundan daha fazla uzatmadan, “Bin altın,” deyiverdi. Sonrasında sıkı bir pazarlık başladı. Doğrusu Abdül’ de kolay lokma değildi dört bin altın istedi. Sonunda iki bin beş yüz altın da anlaştılar. Abdül bir nane çayı daha içerken kuyumcu Simon dükkanın arkasında turşu küpünün içine sakladığı altınlardan birazını getirdi. Abdül’ün önünde tek tek saydı. Abdül altınları para kesesine doldurdu helalleşip ayrıldı dükkandan.

Sanki sırtından okkalarca yük kalkmış gibi hissediyordu. Soluğu yakınlarda ki bir kahve de aldı. Türk kahvesini içip yanında İskenderiye usulü yapılmış şırayı yudumlarken bir bahçıvan arandığından söz edildiğini duydu. Kulak kabarttı ve neresi olduğunu öğrenip yola düştü. İskenderiye’ nin çıkışında bir beyin evinde büyük bahçenin bakımı için bahçıvan aranıyordu. Hemen talip oldu. Birkaç gün denemek kaydıyla işe aldılar. Bir hafta sonra ise ona bahçede bir yer vermiş ve bahçeyi ona teslim etmişlerdi bile. Gerdanlıktan kazandığının çoğunu evsiz barksız kalmış fakirlere dağıttı. Gece kabusları git gide azaldı nihayet huzur içinde çalışarak yaşamaya başladı. Kurtulmuştu, ya da o öyle sanıyordu.

Kuyumcu Simon, Abdül gittikten sonra uzun müddet elinde gerdanlıkla oturdu. Tekrar tekrar inceledi. Ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Gerdanlığı yeniden ucu boncuklu kesesine koyup altınlarını sakladığı turşu küpünün içine koydu. İyi bir müşteriye en az on bin altına satabileceğini biliyordu.

Yıllar geçti ama gerdanlığa değerini verecek zenginlikte ve zevkte bir müşteri çıkmadı. Bu arada İskenderiye İngiliz dolmaya başlamıştı. Her milletten insan vardı ama Süveyş Kanalı’nı zapt etmiş olan İngilizler bu güzel Mısır şehrini sayfiyeleri haline getirmişlerdi. Mısır sözüm ona hala Osmanlı’nındı ama aslında içinde hüküm süren İngilizlerdi.

Simon’un yeni yetme kızı Elizabeth son zamanlarda süsüne düşmüştü. Sabah giydiğini akşam giymez eline koluna bilezik ayağına halhal takar olmuştu. Saçlarını İngiliz kadınlarından gördüğü gibi kıvırıyor, başörtüsünü çoktan atmış, yanaklarına allık basıp kokular sürünüyordu. Annesinin ve teyzelerinin zaman zaman sertleşen tembihleri bir kulağından girip bir kulağından çıkıyordu genç kızın.

“Bu kız bir an önce evlenmeli,” dedi bir gün büyük teyze.

“ Evet,” diye onayladı ablasını küçük teyze, “Başına bir iş getirecek sonra Salomon’da almayacak bunu. Ne yapıp edip bir an önce evlendirin bence.”

Simon’un karısı Hannah’da ablalarına hak veriyordu ama Salomon’un babası drahoma istediğinden Simon düğüne bir türlü yanaşmıyordu. Onları daha çocukken nişanlamışlardı. O zaman hiç drahoma lafı edilmemişti şimdi kayınpeder edepsizlik edip para istiyordu. Simon buna karşı çıkıyor, drahoma parasını kolaylıkla ödeyebilecekken ayak sürüyordu. Hannah artık onun kızını evlendirmek istemediğini düşünmeye başlamıştı.

Günlerden bir gün telaşla dükkandan içeri girdi Hannah. Halbuki Simon, ailesinin dükkana gelmelerini yasaklamıştı. Hele kadınlar hiç gelemezlerdi. O yüzden Hannah’ın gelişinde uğursuz bir şey olduğunu anladı. Karısı içerdeki müşterinin gidişini bekledi sonra feryatlar içinde dövünerek kızlarının evden kaçtığını haber verdi. Üç gün önce teyzeme gidiyorum diye evden çıkmış ama bir daha gelmemişti. Hannah onu teyzesinde sanıyordu bugün kardeşi gelince onda olmadığını öğrenmiş dehşete kapıldığından ne yapacağını bilemeyip buraya gelmişti. Simon önce karısını sakinleştirdi. Bu elbette kabul edilemez bir durumdu. Elizabeth uzaktan akrabaları Salomon ile evlenecekti daha bebekken kararlaştırılmıştı bu. Başkası kabul edilemezdi. Karı koca bir müddet ne yapacaklarını konuştular. Hannah kızın nereye kaçmış olabileceğini bilmiyordu iki koldan araştırmaya başladılar. Akşama doğru Elizabeth’in bir arkadaşının ağzından kaçırmasıyla onun Edward isimli bir İngiliz teğmenle görüştüğünü öğrendiler. Simon karısını eve gönderip kendisi İngiliz garnizon komutanlığının yolunu tuttu. Orada öğrendiklerinin utancı herhalde bir ömür ona yeterdi.

Elizabeth, Edward’a kaçıyorum diye garnizona gelmişti ama İngiliz komutanı Albay Forester’i görünce Edward’ı unutuvermişti. Ayran gönüllü kız daha akşam olmadan komutanın evine yerleşmiş çoktan adamın koynuna girmişti bile. Albay Forester aylardır karısını görmüyordu. Bekarlıktan bunaldığı bir sırada kendi ayağıyla gelen böyle güzel bir kısmeti karısı aklına geldiğinde vicdanı titrese de kaçırmadı. Karısını seviyordu ondan asla vazgeçmezdi ama çok uzun zamandır yalnızdı ve yalnızlığını gidermek için malum kadınlara gitmekten iğreniyordu. Böyle güzel ve sadece kendine arkadaş olacak bir metres çok işine gelmişti. Simon hadiseyi öğrendiğinde ne yapması gerektiğini bilemedi. Çünkü kızı Albayı bırakmak istemiyor Albayda kızından vazgeçmiyordu. Sorun genç teğmen olsa bir şekilde evlendirir en kötü biraz dedikodu malzemesi olurlar ama atlatırlardı fakat evli bir adamın metresi olmak kabul edilemezdi. İskenderiye’de Yahudi toplumunun sadık bir üyesinin kızı böyle bir çılgınlık yapsın, affedilir şey değildi. Hemen toplumdan dışlanırlar bütün müşterilerini kaybeder ve diğer çocukları evde kalırdı. Elizabeth’in eve dönmesi ve bu konunun hiç ortaya çıkmaması gerekiyordu. Albayla yanlarında Elizabeth olmadan konuşmak istedi.

Kızı oflaya puflaya yanlarından çıkınca, “Sayın Albay Forester, bir erkek olarak sizi anlıyorum,” diye söze başladı, “Yabancı bir ülkede hiç alışık olmadığınız bir iklimde ağır sorumluluklar yüklenmek üstelik birde ailenizden, eşinizden uzakta olmak eminim çok zordur. Kendinizi ne kadar yalnız hissettiğinizi tahmin edebiliyorum. Aslında bu yalnızlığı gidermek için kızımı seçmenizden gurur duyabilirdim fakat evlisiniz ve benim kızım henüz çok genç. Sizden rica ediyorum lütfen onu bırakınız. Yoksa hiç istemediğim bir şeyi yapıp karınıza bir mektup yazacağım ve sizin burada yalnızlığınızı gidermek için neler yaptığınızı anlatacağım.”

“Beni tehdit mi ediyorsun?”diye kükredi Albay.

“Ne münasebet efendim, sadece bir anlaşma yapabileceğimizi söylüyorum. Kızıma ve burada olanların hiç yaşanmamış kabul edilmesine karşılık bende sessizliğimi ve saygıdeğer eşinize vermeniz için eşsiz bir mücevheri size vereceğim. Ne dersiniz?”

Albay, Simon’un sakin tavrından etkilenmişti. Bu küçük kızla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki? Eninde sonunda bırakacaktı. Karısının bu olaydan haberdar olduğunda ne kadar üzüleceğini ve evliliklerinin nasıl bir yara alacağını düşününce Simon’un teklifini kabul etti. Elizabeth’in gözyaşları ile kalbi parçalansa da kızı babasıyla gönderdi.

Simon kızını eve getirdi ve odasına sokup kapıyı üzerinden kilitledi. Alt katta tedirginlikle bekleyen Hannah’a, “Kızı bir daha yalnız başına evden çıkartmayacaksın. Evde olduğu zamanda kimseyle görüşmeyecek,” emrini verip çıktı.

Dükkanına varınca hiç oyalanmadı. Turşu küpünün içindeki gerdanlığı alıp garnizonun yolunu tuttu. Nedense o gerdanlığı aldığı günden beri içinde hep kötü bir şeylerin olacağı hissiyle geziyordu ve olmuştu işte. Daha kötüsü başlarına gelmeden hiçbir zaman değerinde satamayacağını bildiği bu gerdanlığı Albay’a vererek ailesini, onurunu ve işini kurtarmış olacaktı. Bu hepsinin hayatları demekti ve bundan daha yüksek bir fiyat düşünemiyordu. Albay, Simon’un kırmızı keseden çıkarıp uzattığı gerdanlığı görür görmez Elizabeth’i unutmuştu. Bu kraliçelere layık bir mücevherdi ve karısı onun gönlünün kraliçesiydi. O gece gerdanlığa bakarak içkisini yudumlarken karısını İskenderiye’ye çağırmaya karar verdi.

Simon, uykusuz geçen bir gecenin sabahında kimseye bir şey söylemeden Salomon’un babasına gitti. Bu evlilik bir an önce gerçekleşmeli kızının marifetleri duyulmadan bu işi halletmeliydi. Drahoma ödemek istemiyordu eğer Yakop inat ederse bugüne kadar dostlukları şerefine sakladığı bir gerçeği ona karşı kullanmaktan çekinmeyecekti artık. Önceleri kızını düşündüğü için drahoma istemelerini bahane ederek uzak durduğu bu evlilik şimdi ailesinin adının korunması için şarttı.

Salomon’un babası,  ailelerine ait zahire dükkanın da bir iskemlenin üzerine oturmuş dişlerini karıştırıyordu. Simon’u görünce ona da bir tabure işaret etti. Simon oturdu. Selam ve hal hatır faslını çabuk geçip konuya balıklama daldı.

“Yakop, düşündüm taşındım ve madem bir söz verdik bu çocukları daha fazla uzatmadan evlendirelim diyorum ne dersin?”

“İstediğim drahomayı verecek misin?”

“Hayır. Elbette vermeyeceğim ama sende istemeyeceksin yoksa oğlunun sünnetinde bir kaza olduğunu ve Salamon’un erkek olmadığını söylerim. Asla evlenemez.”

“Bu doğru değil. Simon bunu yapamazsın.”

“Yaparım çünkü kaza gerçek. Sünnetçi ölürken bana itiraf etti Yakop. Her şeyi biliyorum.”

Yakop kıpkırmızı kesildi. Yanaklarının iki yanında sallanan buklelerini çekiştirip, burnunu çekti.

“Peki, sen bunu bildiğine göre kızının oğlumla evlenmesine nasıl izin veriyorsun?”

“Drahomasız sadece Salomon’la evlenebilir. Ayrıca ben kızımın işini bileceğine inanıyorum. Eminim birçok çocukları olacaktır.”

“Ya benim şerefim ne olacak?”

“Ya öyle, ya böyle karar senin Yakop.”  Bunları söylerken ayağa kalktı, Yakop’a arkasını dönüp mercimek çuvallarından birinin içine elini soktu bir avuç aldı.

“Bu mercimek güzelmiş. Bana bundan bir çuval gönderirmi…” Sözünü tamamlayamadan kafasına inen taburenin şiddetiyle yere savruldu Simon. Ne yapıyorsun demeye kalmadan Yakop ağır cüssesiyle göğsünün üzerine oturuvermişti. Elleri bir pençe gibi boynunu sardığında Simon’un ağzından köpüklü bir suyun dışında bir şey çıkmadı. Biraz debelendi fakat Yakop ellerini çekmedi sıkmaya devam etti. Çok geçmeden Simon’un cılız bedeni Yakop’un altında cansız kalıvermişti. Yakop bir robot gibi doğruldu dükkanı kapatıp tabureyi Simon’un başucuna getirdi. Oturdu, hiç hareket etmeden ve gözlerini yerde yatan arkadaşının mor suratından ayırmadan saatlerce öylece durup gece olmasını bekledi. Karanlık çöküp sokaklardan el ayak çekilince oturduğu yerden kalktı Simon’u sırtladı. Sessiz adımlarla aşağıda denizin anaforlar oluşturduğu dik kayalıkların ucuna geldi. Hiç tereddüt etmeden Simon’la birlikte aşağıya atlayıverdi.

 

ALBAY FORESTER’İN KARISI         

Albay John Forester yaşadığı bu garip maceradan şahane bir gerdanlığa sahip olarak çıkmıştı. Bu olay ona karısına nasıl ihtiyaç duyduğunu göstermiş başka üst düzey komutanların ailelerini İskenderiye’ye getirttiklerini bildiğinden kendiside karısına bir mektup yazıp yanına çağırmıştı.

Albay Forester’in karısı Nina kocasından gelen mektubu aldığında hem çok sevindi hem de endişelendi. O da kocasının yanında olmayı isterdi ama çocukları ne olacaktı. Birmingham Mosoley’de ağaçlıklı bir caddenin kenarına sıralanmış birbirinin benzeri üç katlı sıra evlerden birinde alt kattaki oturma odasında çocuklarının okuldan dönmelerini beklerken  aşçı aynı zamanda hizmetçi Sophie’nin  yapmış olduğu  elmalı turtanın  kokusunu içine çekip çocuklar gelince hep beraber çay içmek için masayı hazırlamasını emretti. Kendisi de koltuğa oturup kocasının özlem ve aşk dolu mektubunu belki onuncu kez okumaya başladı.

Ne olur aşkım gel ve beni bu adı sensizlik olan cehennem azabından kurtar. Onuncu evlilik yıldönümümüzü burada İskenderiye güneşi altında birlikte kutlayalım. Sana ihtiyacım var. Diğer komutanlar eşlerini kollarına takıp önümden geçerlerken sensizlik benim kalbimi acıtıyor. Lütfen gel.”

Kocası böyle sesleniyordu mektupta. “Oh John!” diye inleyerek mektubu göğsüne bastırdı gözünden damlayan yaşı bluzunun bileğinden çıkardığı mendile silip uzaklara daldı. İki yıla yakındır birbirlerini görmemişlerdi, o da çok özlemişti sevgili kocasını. Şu anda en kıymetli hazinesi o mektuptu, mektubu koynuna kalbinin üzerine sakladı. Hanımının üzüntüsünü fark eden Sophie sebebini öğrenince çocukların teyzeleri Alice’nin bu duruma çözüm olabileceğini söylediğinde Nina’nın kalbinde bir umut ışığı yandı.

Elmalı turta etrafında neşeli bir beş çayı seremonisi geçirirken çocuklarına babalarının isteklerinden bahsetti. Babalarından sonra annelerinden de ayrılacaklarını öğrenen iki oğlan önce hüzünlenseler de onlara bakmak için teyzeleri Alice’in gelebileceğini öğrenince sevindiler. Alice kafa dengi bir kadındı. Katı kuralları yoktu ve çocuklarla çok iyi anlaşıyordu. Çocuklarının olumlu tepkisi üzerine kardeşine yazan Nina birkaç gün sonra onu elinde valiziyle kapısında görünce kocasına kavuşmak için hiç bir engelinin kalmadığını anlayıp sevindi.

Yaklaşık bir buçuk aylık birkaç vasıta değiştirdiği zahmetli bir yolculuğun sonunda bir akşamüstü İskenderiye Limanına yanaşan buharlı gemiden başında üstü güllerle kaplı kocaman şapkası, kravatlı beyaz bluzu ve düğmelerle süslü uzun siyah etekliği ile iniverdi. John Forester karısını hasretle kucakladı. Kavuşmuş olmak ikisini de çok mutlu etmişti. Önceden garnizonda kalmakta olan Albay Forester karısının yanına geleceği haberini alır almaz bir ev tutmuş her zaman büyük bir bahçe isteyen karısına sürpriz yapmak için evin kocaman bir bahçesi olmasını özellikle istemişti. Birkaç yerli hizmetçi bir İngiliz uşak ve aşçı ile bir de bahçıvan gerekliydi. İngiltere’de olsa Albay maaşıyla bunları gerçekleştirmesi oldukça zor olabilirdi ama burada İskenderiye’de her şeye ulaşmak daha kolaydı. Karısının gelişine o kadar sevinmişti ki hiç tereddüt etmeden bahçıvanlığı konusunda methini duyduğu Abdül’ü çalıştığı yerde aldığının iki misli maaş vererek kendi evine transfer etti. Abdül’de kendisi için söylenenleri boşa çıkartmayıp Nina Forester gelmeden bahçeyi cennete çevirdi. Gemiden inip eve geldiğinde karısının oradan oraya koşturarak bir çiçekten diğerine gitmesini Albay memnuniyetle izledi. Doğrusu Abdül maaşını fazlasıyla hak etmişti.

Elbette sürprizler bununla bitmiyordu. Evliliklerinin onuncu yılını kutladıkları akşam evlerinin verandasına hazırlanmış şık ve romantik sofrada mutluluklarına kadeh kaldırdıktan sonra Albay karısının önüne boncuklu kordonla büzdürülmüş kırmızı bir kese bıraktı. Nina şaşırdı. Keseyi açıp içinden çıkan muhteşem gerdanlığı görünce attığı çığlık hizmetçinin verandaya dalmasına sebep oldu. Karı kocanın hararetli öpücüğünü görünce de utanarak geri gitti. Kocasının boynunu okşayarak taktığı gerdanlığın üzerinden elini çekemiyordu Nina.

“John, harika bir şey bu! Kesesi bile ne kadar orijinal. Baksana üzerindeki desene ne kadar değişik, kırmızının tonlarında hareler var üzerinde. Çok teşekkür ederim canım. Beni çok mutlu ettin,” derken o kırmızı harelerin sebebinin Tayfa Başının kanı olduğunu elbette tahmin bile edemezdi.

Abdül yeni hanımından çok memnundu. Kadının daima gülümseyen yüzü bahçeye olan merakı ve sevecenliği sayesinde aralarında sessiz bir dostluk başladı. Aynı dili konuşmuyorlardı, ama çiçekler, toprak ve iyi niyetin kelimelere ihtiyacı yoktu. Günler geçtikçe Abdül’ün bağlılığı arttı.  Nina ona İngilizce, Abdül’de Nina’ya Türkçe öğretmeye başladı. Yabancı bir ülkede, hiç alışık olmadığı bir iklimde kocası dışında kimseyi tanımayan kadın Abdül’ün arkadaşlığından memnundu.

İskenderiye’ye geleli neredeyse on yıl olmuş, elli yaşını çoktan geçmiş Abdül bir kadınla beraberliği hiç düşünmemişti bile. O kendi yalnızlığına razıydı fakat kaderin cilvesiyle karşısına çıkan bu dili başka dini başka üstelik evli kadına farkında olmadan tutuldu.  Beklentisi yoktu, onun kocasına olan sevgisini görüyor buna saygı da duyuyordu elbette ama Nina’nın bir gülücüğüne bütün İskenderiye’yi feda etmeye hazırdı.

Yılbaşı akşamı ılık bir rüzgarın estiği bu güzel Akdeniz şehrinde İngiliz Garnizonu bir balo tertiplemişti. Batan güneşin esrarlı kızıllığında beyaz güllerle süslü beyaz elbisesinin kat kat eteklerini sürüyerek merdivenlerden inen Nina’dan gözlerini ayıramıyordu Abdül. Bukleler halinde topladığı kızıl saçları alnına dökülen perçemle ikinci bir güneş gibiydi. Aniden esen yaramaz rüzgar, hınzır bir üfleyişle Nina’nın omuzlarına örtüp göğsünü kapattığı şalını açıverdi. Abdül neye uğradığını şaşırdı. Satıp kurtulduğunu düşündüğü o lanetli kırmızı gerdanlık sevdiği kadının boynunda yıldızlarla yarışırcasına parlıyordu. Gördüğü bu manzara estetik açıdan muhteşem olsa da Abdül daha fazla ayakta kalamadı, kalbini sıkıştıran eski bir korkuyla ayaklarının altındaki toprağa çöküverdi. Ne Albay ne de karısı onun buhranını fark etmediler. Geceki eğlenceye geç kalmamak için kendilerini bekleyen faytona binip garnizonun yolunu tuttular.

Kabuslar geri gelmişti. Bu sefer rüyaları işlediği cinayetlerle değil Nina ve gerdanlık ile doluydu. Her gece kan ter içinde uyanıyor Nina’yı gerdanlıktan nasıl kurtaracağını bir türlü bulamıyordu. Karı kocanın evde olmadıkları bir akşam gizlice eve girdi her yeri karıştırdı fakat gerdanlığı bulamadı. Merakı bir ay sonra evde verilen bir davette giderilecekti.

Evlerinde verdikleri davete İskenderiye’nin kalburüstü insanlarının neredeyse tümü gelmişti. Abdül bahçede ağaçların arasına gizlenerek daveti daha doğrusu sarı elbisesi ve kırmızı gerdanlığı ile misafirlerini ağırlamaya çalışan Nina’yı seyrediyordu ki davetlilerin arasında kendilerine Osmanlı diyen fakat İngilizlere yalakalık yapanları görüp tiksindi.

“Ben kötüyüm, cinayet işledim tam üç can aldım ama bunlar benden de kötü,” diye söylendi kendi kendine.

“Albayın karısının boynundaki gerdanlığı gördünüz mü Sami Paşa? Saraylılara layık bir şey, bir sümüklü İngiliz Albayının hanımında ne geziyor acaba?”

Duyduğu sesle irkilen Abdül uzaklaşmaya fırsat bulamadı. Türk oldukları konuşmalarından anlaşılan iki adam bahçeye çıkmış bir yandan ağızlıklarına taktıkları sigaralarını içiyorlar bir taraftan gecenin dedikodusunu yapıyorlardı.  O da kendi elleriyle diktiği şimşir ağaçlarının arasına gizlenip istemeden konuşulanlara kulak misafiri oldu.

“Ben de şaşırdım ama aile yadigarı olabilir mirim.”

“Valla ailelerinin öyle bir gerdanlığa sahip olacak asalette olduğunu hiç sanmıyorum. Hem biliyor musunuz Paşam?  Albay bu gerdanlığı komutanlıktaki odasında İngiliz devletine ait bir kasada saklıyormuş. Bu bence sadece etki yaratabilmek için düzenlemiş bir komplo.”

“Haklı olabilirsiniz Hamit Bey. Akıllarınca bakın ey Osmanlı bizim basit bir Albayımızın karısında bile böyle gerdanlıklar var oysa siz bizden aldığınız borçlarla geçiniyorsunuz demek istiyor olabilirler.”

“Öyle olduğuna pek ihtimal vermiyorum efendim ama bence de bir güç gösterisi bu. Mamafih bize karşı değil, Süveyş’te hak iddia eden Fransızlara karşı.”

İki adam komplo teorilerini konuşarak uzaklaşırken Abdül’ün dünyası bir kez daha karardı. Gerdanlığı ele geçirmesi imkansızdı artık. İngiliz garnizonuna girse bile o kasayı asla açamazdı.

Endişeleri devam etse de Nina ile geçirdiği zamanlar o kadar değerliydi ki bunları kuruntularıyla ziyan etmemeye karar verdi Abdül. Bahçe her geçen gün biraz daha güzelleşti. Ta ki; İstanbul’ un işgal edildiği haberinin geldiği, o kara güne kadar. Çünkü o günü, bütün İngilizler gibi Albay Forester ve Nina’da coşkuyla kutladılar.  Gramofonlarında şarkılar, marşlar çaldılar, şampanya patlatıp şerefe kadeh bile kaldırdılar. Oysa Abdül uzun süreden beri ilk defa memleketi ve İstanbul için gözyaşı döktü. İlk kez o gün sevdiği kadının işgalci, kendisinin ise esir olduğunu fark etti. Bu ona karşı olan duygularını değiştirmedi ama kalbini fena acıttı.

İşgal haberinin üzerinden bir ay bile geçmemişti ki bu kez gelen başka bir haberle yeniden sarsıldı Abdül. Albay Forester’in İstanbul’a tayini çıkmıştı. Yani gidiyorlardı. Nina gidiyordu. Kırmızı gerdanlık gidiyordu.

Bir geminin küpeştesinde sakin denize bakarken boynunda gerdanlıkla yanına geliyordu Nina. Ona sevgi dolu gözlerle bakıp tam elini uzatırken birden fırtına çıkıyor ve tıpkı Tayfa Başının düşerken çıkardığı gibi bir ses çıkararak Nina’da denize düşüyordu.  Bağırarak uyandığında daha sabah olmamıştı. Her gece böyle rüyalar gördüğünden doğru dürüst uyuyamıyor bu da sağlığını etkiliyordu. Nina eşyalarını toplamıştı, Abdül ayrılık vaktinin çok yakın olduğunu biliyordu. O kadar üzgündü ki içinden bahçeye bakmak bile gelmiyordu. Albay Forester’in onu,  İskenderiye’nin meşhur balzamik sirkesinden almaya gönderdiği gün daha önce çalıştığı evde uşaklık yapan bir arkadaşına rastladı. Onun İstanbul işgal altındayken ben burada duramam diyerek İstanbul’a gideceğini öğrenince Nina’ dan ayrılmasını gerektirmeyecek bir fikir geldi aklına. Eve dönüşünde aldığı sirkeyi teslim etmek için Albay’ın çalışma odasına gitti.

“Efendim sizden bir şey rica etsem münasebetsiz mi davranmış olurum acaba?”

Albay Forester şaşırdı ama renk vermedi, “Elbette Abdül Efendi eğer yapabileceğim bir şeyse neden olmasın?”

“Ben İstanbul’a gitmek istiyorum efendim. İçim memleketimin hasretiyle yanıyor. Lütfen beni de götürün. Yaşlanıyorum ve bundan sonrasını İstanbul’da yaşayıp orada ölmek istiyorum.” Albayın düşünceli gözlerle kendisine baktığını görünce ikna edebilmek için devam etti, “Arzu ederseniz orada da bahçıvanınız olurum ya da ne isterseniz onu yaparım. Anladığım kadarıyla İstanbul’a ilk defa gideceksiniz benim memleketim orası. Her yerini karış karış bilirim. Size çok faydam dokunabilir.”

“Abdül, İstanbul’a gitme arzunun bizim tarafımızdan zapt edilmiş olmasıyla bir ilgisi var mı?”

Şaşırma sırası Abdül’deydi. Öyle bir cevap bulmalıydı ki Albay onu götürmeye razı olsun. Sonunda başını önüne eğerek, “Evet,” dedi, “Memleketim işgal altında esir yaşarken burada hür olmak ağırıma gidiyor efendim. Ben de orada olmalıyım onların başına ne gelecekse benimde başıma gelmeli.”

“Siz Türk’ler tuhaf adamlarsınız ama dürüstlüğün için teşekkür ederim. Ne yapabileceğime bakacağım ama sanırım bahçıvanımız olarak seni yanımızda götürebiliriz. Buna Nina’da memnun olur. Yine birlikte cennet bahçeler yaparsınız artık orada.”

“Benim kimsem yok efendim. Siz bana burada aile oldunuz. Bende sizden ayrılmak istemem. Çok teşekkür ederim.”

Bir hafta sonra İstanbul’a gitmek için eşyasını toparlarken olanlara inanamıyordu Abdül, “Hem Nina’dan ayrılmıyorum hem İstanbul’a dönüyorum. Bundan daha iyisi olamazdı,”derken yüzündeki ifadeye mutlu bile denebilirdi.

 

DİRENEN İSTANBUL

İngiliz bandıralı buharlı bir geminin güvertesinden İstanbul’u gördüğünde gözlerinden akan yaşlara engel olamadı Abdül. Yaşlandıkça duygusal olmuştu galiba fakat İstanbul’u çok özlediği de bir gerçekti. Göklere uzanan zarif minareler, Galata Kulesi sanki ona, “Hoş geldin,” der gibiydiler. Geminin üstünde çığlıklarla uçuşan martılar bile gülümsemesine sebep oluyorlardı. Yüzünü boğazın rüzgarına bırakıp yüksek sesle İstanbul’a seslendi, “Ey güzel şehir, ey aziz İstanbul, evim… Nihayet sana döndüm.”

Galata’da Haliç’in mavi sularına komşu, kocaman bahçesi olan güzel bir eve yerleştiler. Her şey İskenderiye’deki gibi huzurluydu fakat tek fark İstanbul’un artık bıraktığı İstanbul olmayışıydı. Bahçede çalışırken kendisi hissetmese de evden dışarı çıktığı anda işgalin etkileri her yerde görülüyor her köşede ya bir İngiliz, ya bir Fransız askerine rastlanıyordu.  Şehrin telaşı bitmemişti ama mutluluğu bitmişti sanki. İnsanlar dünya durdukça duracağına inandıkları payitahtlarının düşman çizmeleriyle çiğnenmesine dayanamıyorlardı.

“Benim iki oğlum da Çanakkale’de kaldı,” dedi gittiği kahvede bir adam, “Ne oldu şimdi? Onlar İstanbul’a bir şey olmasın diye öldüler, İstanbul’un sahipleri onların şehit bedenlerine basıp İstanbul’u bu gavurlara veriverdi. Olan işte bu efendi. Bu!”

Kahvenin arka masalarından bir genç birden ayağa fırlayıp bağırmaya başladı.

“Kimsenin kimseye bir şey verdiği yok. İstanbul bizim, onu kimseye yar etmeyiz. Elbet geri alınacak. Korkma amca, oğullarının kanı bize emanet. Asla yerde bırakmayız.”

Abdül şaşırmıştı. İngiliz ve Fransızlar İstanbul’u işgal etmişlerdi etmesine ama gördüğü kadarıyla şehri teslim alamamışlardı. İstanbul direniyordu. Gittiği her kahvede Anadolu’da başlayan bir direnişten ve Mustafa Kemal adlı bir Paşadan söz ediliyordu. Gençlerin gizli gizli Anadolu’ya geçip bu direnişe katıldıkları da söylentiler arasındaydı.

Albay Forester ise siyasilerin geçici dedikleri ama kendilerinin kalıcı olmasını istedikleri işgal ile bu kadim şehri nihayet tekrar Hıristiyan egemenliğine alabilecek olmanın sevinciyle var gücüyle çalışıyor kendisine verilen görevleri kusursuz yerine getirmek için uğraşıyordu. Tek sıkıntı kendilerine Kuvayi Milliye’ci diyen direnişçilerdi. Albayın mükemmel Türkçesi nedeniyle ona verilen görevi bu asileri yok etmekti ancak bugün direnişçileri düşünmek istemiyordu doğrusu çünkü General Milne onu evinde verdiği bir partiye davet etmişti. İlk defa bu kadar üst düzey birinden böyle bir davet alıyordu.

“Bu gece çok güzel olmalısın hayatım. Mutlaka gerdanlığını tak, bu davet çok önemli.”

Albay çok heyecanlıydı. Kolay mı? Hayranı olduğu ve İngiliz gazetelerinin İstanbul Fatihi olarak lanse ettikleri General’in evine gidecekti. Nina’da kocasının heyecanına katıldı ve özenle hazırlandı. Kapıya gelen kapalı faytona binerken boynundaki kıymetli mücevher görünmesin diye şalına sıkı sıkıya sarılmıştı.  İstanbul’un Arnavut kaldırımı döşeli sokaklarından ilerlerken bir ses duydular, arabacı atların yularını çekerek zor bela durdurdu arabayı.  Ne olduğunu anlamak için kapıyı açtıklarında karşılarında eli silahlı üç Türk genciyle burun buruna geldiler. “Ne oluyor?” demeye kalmadan o silahlardan biri yüzlerine uzandı,

“Arabadan hemen inin!” diye bağırdı içlerinden biri. Karı koca çaresiz yavaş hareketlerle indiler. Arabacı çoktan toz olmuştu. Albay korumaları ya da emir eri olmadan sokağa çıktığına bin pişmandı şimdi. Oysa General Milne’ye işini çok iyi yaptığını sokakların ne kadar güvenli olduğunu göstermek istemişti.

Generale, “Sokaklar artık tamamen bizim kontrolümüzde öyle ki bakın ben eşimle birlikte sizin davetinize alelade bir faytonla, korumasız olarak hiç çekinmeden geldim efendim,” diyecekti ama maalesef sokaklar onun düşündüğü gibi onların hakimiyetinde değildi anlaşılan.

“Ne istiyorsunuz?” dedi Albay.

“Seni istiyoruz” dedi yine aynı genç, “Arkadaşlarımızı tutuklattın. Onları ölüme mahkum ettiler şimdi onları serbest bıraktıracaksın yoksa seni de şu yanındaki hanımı da öldürürüz.”

Bunu derken elindeki tabancayı her ikisi arasında gezdiriyordu.

“Eşkıyasınız siz. Tehditlerine pabuç bırakacağımı mı sanıyorsun ölürüm yine yapmam.”

“Demek yurdumuzu işgal eden sizler eşkıya değilsiniz ama biz onu savunduğumuz için eşkıyayız öyle mi? Hayır Albay gerçek eşkıya sizsiniz.”

Gencin öfkelendiğini ve kontrolünü kaybettiğini fark eden Albay Forester ani bir hareketle belindeki revolverini çekti. Nina arkadaki gencin silahından çıkan ateşi gördü ve ne yaptığını düşünmeden kendini kocasının önüne attı. Son duyduğu kalbindeki acı ve sevgili John’unun,  “ Nina!” haykırışı oldu. Gözleri bir karanlığa kapanırken kirpiklerinin arasından bir damla yaş süzüldü kocasının eline damladı. Albay John Forester acının verdiği kuvvetle ateşledi silahını ancak artık karşısında vurulacak kimse kalmamıştı. Üç genç, bir kadını vurmanın verdiği utanç ve görevlerini yerine getirememiş olmanın üzüntüsüyle döndüler Sarıyer’deki direniş karargahlarına.

Abdül, Nina’nın ölüm haberini aldığında onun için kamışlardan bir sepet yapmakla meşguldü. Önce inanamadı sonra kendini yerden yere vurdu. Yemedi içmedi, hasta oldu, yatağa düştü. Şu kısa ömründe iki kadın sevmiş birini kendi öldürmüş biri ise işgalcilerin günahını, canıyla ödemişti. Kırmızı gerdanlık yine yapmıştı yapacağını. Günler sonra kendini biraz toparladığında bu ölümün de sorumlusunun kendisi olduğunu düşünmeye başladı. O melun gerdanlığı bulmalı ve yok etmeliydi. Yoksa bu lanet hiç durmayacaktı.

Albay Forester, Nina’nın ölümünden sonra İngiltere’ye dönmek, karısını orada defnetmek istedi. Geri gelmeyecekti. Eşyalarını toplamasına yardım etmek için Abdül gönüllü oldu fakat niyeti yardımdan çok gerdanlığı bulmaktı. Eşyaları ayıklayıp kimini İngiltere’ye gitmek üzere ambalajlıyor, kimini burada kalmak üzere istifliyorlardı. Albay karısının eşyalarına kimsenin dokunmasına izin vermiyordu. Fakat acısını dindirmek için gece boyu içip sonra sızdığından bu fırsatı değerlendirdi Abdül. Fazla zaman kalmamıştı gerdanlığı bulmalı ve yok etmeliydi. Onun İngiltere’ye gitmesine izin veremezdi.

Nina’nın eşyalarına dokunmak kalbini acıtıyordu. Kimini kokladı kimine sarılıp ağladı fakat bir an önce gerdanlığı bulma mecburiyeti ona bu duygusallığı yaşama imkanını bile vermedi. Nihayet sandıkların birinin dibine özenle yerleştirilmiş kilitli ahşap bir kutu buldu. Kutunun kilidini açmak zor olmadı. İstediğine nihayet kavuşmuştu. İşte orada kırmızı hareli kese boncuklarıyla karşısında duruyordu. Keseyi açtı gerdanlığı son kez eline aldı. Kırmızı lalelerine yeşil yapraklarına nefretle baktı. Onu orada ezip yok etmek istedi fakat paranoyası buna engel oldu.  Kalacak bir parçanın bile tehlikeli olacağını düşünüp denize atmaya karar verdi. Deniz bu kez de kurban olarak bir iblisi alsındı koynuna. Kese koynunda evden çıktı tam Haliç kenarına gelmişti ki bir el omzundan tutup yere çalıverdi onu. Albay Forester tepesinde dikiliyordu.

“Demek bana bunu yapacaktın öyle mi Abdül? Karımın hatırasını çalacaktın benden öyle mi?”

Abdül Albayın elindeki silahı fark edince kendini topladı. Ona bir şey anlatması artık imkansızdı. Adamın gözleri deli deli bakıyor, ağzından etrafa köpükler saçılıyordu. Kontrolünü tamamen kaybetmişti o yüzden hiçbir açıklama onu kararından caydıracak gibi gözükmüyordu. Çaresiz, canını kurtarmak için saldırdı. Alt alta, üst üste boğuşurlarken elinden fırlayan kese düştü yokuş aşağı yuvarlandı, “cup,” diye bir ses çıkarıp Haliç’in sularında kayboldu. Abdül kesenin düştüğünü görünce rahatlayıp sarmaş dolaş dövüştüğü kavgayı bırakmak istedi ancak kulaklarını delen silah sesi her ikisinin de yere yuvarlanmasına sebep oldu. İlk doğrulan Abdül oldu. Albay’ın yerden kalkmasını bekledi ama Albay tıpkı karısı gibi göğsünün üzerinde kırmızı bir leke ile cansız yatıyordu. Silah sesi duyulmuş çevresi insanlarla sarılmıştı bile. Zaptiyeler ellerine demir kelepçeyi taktıklarında gideceği yerin karakol olduğunu sanırken onu Tophane Kışlasındaki İngiliz karargahına getirip bırakıverdiler. Adeta yerlerde sürüklenerek götürüldüğü hücrede İngilizlerin kendini öldüreceklerinden emindi. Sadece zamanını bilmiyordu.

“Seni neden sorgulamıyorum biliyor musun Abdül? Çünkü fark etmiyor. Albay Forester’i öldürmek için istersen bin geçerli sebebin olsun fark etmez. Çünkü O bir İngiliz subayı ve sen onu öldürdün. Bunun tek bir karşılığı var sen de öleceksin. Ancak belki bir şey yaparsan bir kurtuluş çaresi düşünebiliriz senin için.”

İngiliz karargahının sorgu odasında karşısında oturan subayın ne dediğini anlayamadı Abdül.

“Ne?”

“Sana diyorum ki bahçıvan Abdül, benim istediğimi yaparsan belki seni ölümden kurtarabilirim.”

“Nasıl olacak bu?”

“Şöyle olacak. Ben senin buradan kaçmanı ayarlayacağım. Sen buradan kaçmayı başarınca Kuvayi Milliye’ciler için bir kahraman olacaksın. Onların arasına katılacaksın. Yakın bir tarihte Anadolu’ya yine adam ve bizden çaldıkları silahları kaçıracaklar. Sen bana bu eylemin hangi gün ve nerede olacağını öğreneceksin. Eğer yapmazsan seni hemen öldürürüm. Fakat ölümün öyle kolay olmaz. Burada bir arkadaşımız var ona Katil Ned diyoruz. Konuşmayanları konuşturmakta ya da senin gibileri bizim istediğimiz şekilde öldürmekte ustadır. Bundan adeta zevk alıyor biliyor musun? Doğrusu eline düşmek istemezdim.”

Ölmekle kalmak arasında bir karardı bu Abdül kalmayı seçti.  O, mendebur suratlı İngiliz İstihbarat Subayının tertip ettiği bir oyunla bütün nöbetçileri atlatıp kaçmayı başardı. Kaçarken inandırıcı olması için ayağından vurmuşlardı.  Kaçışı İngiliz casusları marifetiyle şehirde duyuruldu.  Haberi alan Kuvayi Milliye’ciler kanlar içinde sahilde sığındığı kayık evinde onu bulup hemen sahip çıktılar. Önce saklanabileceği bir yer buldular sonra yarasını iyileştirdiler.  Abdül, güvenlerini kazanabilmek için İngiliz karargahında kendisine öğrettikleri gibi içerisi hakkında bütün bildiklerini anlattı.  Karargahın sözüm ona zayıf ve kuvvetli yerlerini çizerek gösterdi.  Kendine inandıklarından emindi. Aralarına karışıp onları yakından tanımaya başlayınca, hepsinin vatan aşkıyla yanıp tutuşan insanlar olduklarını gördü. Aralarında askerler olduğu gibi okumuşundan cahiline, cami hocasından, saraylısına kadar her çeşit insan vardı. Azim ve kararlılıklarına hayran olmuştu Abdül. Hayır, bu insanlara ihanet edemezdi ama şu İngiliz’i nasıl atlatacaktı.  Yine geceler boyu düşünmeye başlamıştı. Plan üzerine plan yapıyor fakat hiç birini beğenmiyordu. Karaköy’den İskenderiye’ye gidecek bir gemi olduğunu öğrenince İngiliz’i atlatıp bu gemiye ne pahasına olursa olsun binmeye karar verdi. Kaptanla konuştu ilerlemiş yaşına rağmen işine yarayacağına ikna etti onu ve tayfa olarak yazıldı. Geminin kalkacağı gün kimseye bir şey söylemeden sözde saklandığı evden çıktı ve limana gitmek üzere yollandı. Gemi karşısındaydı birkaç dakika sonra özgürlüne kavuşuyor olacaktı.

“Bir yere mi gidiyorsun Abdül?” Sırtında hissettiği revolverin soğukluğu duyduğu bu sözler kadar korkutmamıştı Abdül’ü. Arkasını döndüğünde yüzünde yılışık bir sırıtma ile kendine bakan İngiliz İstihbarat Subayı ile göz göze geldi.

“Ben sana ne dedim Abdül. Ya bana Kuvayi Milliye’cilerden haber getireceksin ya da seni öldüreceğim. Şimdi karar senin.”

“Bak onlar sadece memleketlerini savunuyorlar. Yerlerinde olsan eminim sende aynı şeyi yaparsın. Ne olur bana bunu yaptırma. Bırak şu gemiye binip gideyim.”

“Kararını bekliyorum Abdül.”

“Lütfen yapma. Zaten pek bir şey bilmiyorum.”

“Kararın Abdül?”

Subayın elindeki tabancanın şakası yoktu. Ona istediğini vermezse ölecekti. Bir şeyler uydurmaya karar verdi. Yalnız elini çabuk tutmalı sonrasında da karşısındaki mendeburun bir boşluğunu bulup onu alt etmeli ve gemiye yetişmeliydi.

“Tamam,” dedi, “Sen kazandın. Yarın akşam Sarıyer’de Nuri Usta’nın kahvesinin olduğu balıkçı barınağından Anadolu’ya silah ve adam geçirecekler.”

“Söylediklerinin doğru olduğunu nereden…” derken silahlar patlamaya başladı. İngiliz alnında kırmızı koca bir delikle yere uzanıverdi. Abdül bir anda Türk direnişçiler tarafından çevrilmişti.

“Sakın bir hareket yapma Abdül. Seni yakaladık,” diye bağırdı Mülazım Hasan.

“Ben bir şey yapmadım. Yemin ederim yapmadım. Ona söylediklerim yalandı. Yalandı!”

“Geldiğinden beri seni izliyorduk. Talimli askerlerin kaçamadığı o karargahtan yaşlı bir bahçıvan nasıl kaçabilir diye şüpheleniyorduk. Şüphelerimizde haklıymışız. Sen bir vatan hainisin Abdül. Yürü!”

Defalarca söyledi, direndi, yalvardı ama onlar gördüklerine inandılar. Ertesi günü üçayak bir taburenin üzerinde boynunda bir urganla dikiliyordu Abdül. Boynuna kocaman Vatan Haini yazılı pankart asılmıştı. Vatanını satanlara layık görülen son buydu. On beş yirmi kişilik bir seyirci topluluğu vardı. Kuvayi Milliye’ci birine ait Silivri taraflarında gözlerden uzak bir çiftliğin arazisindeydiler. Abdül birden seyircilerin önünde onu gördü gözlerine inanamadı. Sarı siyah iğrenç dişlerini göstererek bir şey söylüyordu.

“Kefaret.”

Çuval başına geçirildiğinde sarımsak kokusunu duyduğuna yemin edebilirdi. Ayaklarının altından tabure çekilip boşlukta sallanmaya başladığında işinin ustası cellat ipi öyle bir açıyla çekti ki Abdül ensesinin ortasında düğümü hissetti ve beyninin içinde “Tak,” diye bir ses duydu. Boynu kırılmıştı. Sonrası karanlık.

 

MÜZE

“Bak hayatım bu gerdanlığı ben çıkardım Haliç’ten.”

“Hakikaten dediğin kadar güzelmiş. Nasıl parlıyor baksana?”

“Haliç temizlenirken bulunan Bizans kalıntılarını incelemek için dalmıştık. Elimdeki ışıkta parladı birden. Ne olduğunu bilemedim. Yarısı çamura gömülmüş öylece duruyordu. Elime alınca inanamadım.”

“ Hakan’cığım, seninle gurur duyuyorum ne çok emeğin var bu işte. Sen olmasan kim çıkaracaktı onu denizin dibinden? ”

“Biliyor musun onu bulunca bir an sana getirmek istedim fakat yapamadım. Yüzyıllarca orada durmuş. Kim bilir hangi kraliçenin, hangi prensesin gerdanlığıydı? Daha fazla saklı kalmasın onu herkes görsün istedim. Yetkililere teslim ettim.”

“En iyisini yaptın canım bak yerini bulmuş işte.”

İki genç gerdanlığı bir müddet daha seyredip müzedeki diğer eserlere bakmak üzere uzaklaştılar. Cam bir muhafazanın içinde kırmızı kadife bir stantta ışıldıyordu Kırmızı Gerdanlık. Yakuttan laleler zümrütten yapraklar kendini görenleri mest ederek mağrur duruyordu.  Bir kadın, hayranlıkla baktığı cam muhafazanın altındaki plakayı yüksek sesle okudu.

“Bizans Dönemine Ait Paha Biçilemez Gerdanlık.”

Esra Gürel Şen- Ekim 2019

En Son Yazılar