29 Aralık 2022, Perşembe, 11.45
İki el silah takırdadı. Bora kendini binadan dışarı attığı gibi defalarca sökülüp yeniden yapılmış olan eğri büğrü kaldırım taşlarının üzerine kapaklandı. Kesik kesik soluyarak ciğerlerine temiz hava doldurmaya çalıştı. Sağa sola bakındı, bekleyen kimseyi göremedi. Polis burada durmasına izin vermemişti, Allah bilir o da ilk konuştukları gibi iki arka sokakta bekliyordu onu. Hemen toparlanıp koşmaya başladı. “Allah kahretsin! Kahretsin!” diye kendi kendine bağırırken kenardaki çöp konteynerine gürültüyle çarptı. Gündelik hayatın sıradan uğultusu içinde bomba düşmüş gibi bir etki yaratan bu ses, kaldırımda işine gücüne yürüyen herkesi bir anda olduğu yere mıhladı. Korkuyla açılmış bakışların üzerine kilitlendiği tekerlekli konteyner caddeye doğru ağır ağır, gıcırtılar çıkararak sürüklendi. Bora acı fren sesleri eşliğinde güçlükle duran araçların önünden topukları kıçına vura vura geçip karşıdaki ara sokağa daldığı esnada elinde hâlâ sımsıkı tuttuğu silahın farkına vardı.
“Hasiktir!”
Koşmaya devam ederken panikten elinde eldiven olduğunu unutup, silahın kabzasını üstüne başına yarım yamalak sürerek silmeye çalıştı ve yanından geçmekte olduğu apartmanın pislik içindeki bakımsız bahçesine fırlattı. Silahın düştüğü noktadaki birkaç kedi korkuyla sıçrayarak sağa sola kaçıştı.
Gözyaşlarına hâkim olamıyordu artık. Küfürler savurarak ağlarken bir sis perdesinin ardından bakıyordu üzerinde koştuğu kaldırım taşlarına. Sokağın tenha olduğunu fark edince kafasına geçirdiği kar maskesini çıkarmayı akıl etti, biraz olsun nefes alabilmek için. Terden kafasına iyice yapışmış olan esnek kumaşı sökmeye çalışırken sözleştikleri sokağa neredeyse gelmişti. Şu caddeden karşıya geçip ilk köşeden sağa dönmesi yeterliydi. “Ulan, orada da olma, var ya!” diye öfkeyle tısladı dişlerinin arasından. Recep orada değilse ne yapacağı hakkında zerre fikri yoktu. Bu seçeneği düşünmek bile istemiyordu.
Yola adımını attığı anda son hızla gelen bir taksi fren yapmaya dahi fırsat bulamadan, dümdüz çarptı Bora’ya. Çarptığı gibi de frenin keskin cayırtısı çınladı yola bakan tüm pencerelerde, yanmış lastik kokusu sardı havayı. Bora bir anda metrelerce havalandı ve havada öylece asılı kaldı. Bedeni yerçekiminden kurtulmuş, tüy gibi hafiflemişti. Gökyüzünde bir kuş olmuş uçuyor, kendi gövdesini yukarıdan başka bir gözle izliyordu sanki. Camları tuzla buz olmuş taksinin zeminde bıraktığı siyah fren izlerini, çevreden kazayı görüp olay yerine üşüşen insanları, yerde yatan bedeninin çevresinde giderek genişleyen kan gölünü seyretti sakince. Daha az önce iliklerine kadar hissettiği korku, panik ve endişeden eser kalmamıştı. Dört bir yanı saran ağaçların dallarına, güneş altında ışıl ışıl oynaşan yapraklara, gökyüzündeki pamuksu bulutlara, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara çevirdi sonra bakışlarını. İçi huzurla doldu. Dünyanın renkleri ne kadar güzel ve parlaktı; her şey ne kadar net ve berraktı aslında. Hayatın anlamını çözmüş olmanın verdiği bilgelikle gülümseyerek süzüldü ve uzaklaşıp gitti…
29 Aralık 2022, Perşembe, 11.46
Recep bir gözü saatte, bir gözü sokağın köşesinde beklerken yine farkında olmadan elini ağzına götürmüş, etleri kıpkırmızı olmuş tırnak diplerini kemiriyordu. Şimdiye işin bitmesi gerekirdi. “Bir beş dakika daha,” dedi kendini teskin etmek için. “Beş dakika daha bekler, giderim.”
Park ettiği sokak, hayli tenhaydı. Ana caddeden normal bir hızla, duraklama yapmadan geçmiş, aralardan dolaşıp bu sokağa sapmıştı. İlk konuştukları gibi yol kenarında bekleyip polisin dikkatini çekmenin âlemi yoktu şimdi. Minibüsü önüne park ettiği, camında “Sahibinden Kiralık” yazan dükkân bir süredir boş duruyordu. Sahibi olacak dallama kim bilir ne kadar para istiyordu ki halen tutulmamıştı. Her şeyin fiyatı uçmuş gitmişti. Pek çokları için bir ev veya dükkân sahibi olmak şöyle dursun, kiralamak bile uzak bir hayaldi artık. İnsanlar markete-pazara gitmeye korkar olmuşlardı, geçim derdi dağları aşmıştı. Gerçi Recep alışkındı yokluğa. Varlığın ne olduğunu hiç bilmemişti ki eksikliğini hissetsin… Yiyecek ekmek bulamadığı zamanlar çok olmuştu. Hatta bir keresinde yakalanmıştı yiyecek çalarken de, içeri bile girmişti. Çok yatmasa da siciline işlenmişti bu ceza. Görüntüsü zaten ofsayttı. Hâliyle geçici işler haricinde geçim yolu bulamıyordu bir türlü. Mahalleliden ara sıra gelen ufak tefek yardımların azalmasından anlıyordu, herkesin durumunun iyice kötüye gittiğini.
Bir eli viteste, diğer eli direksiyonda, motor rölantide, kalbi ağzında, beklemeye devam etti. Sıkıntıdan karnı kıvrım kıvrım ağrıyor, mesanesi sıkıştırıyordu. Yurt yıllarından kalma tatsız bir refleksti bu. Ne zaman strese girse boşaltım yolları topluca harekete geçerdi. Artık kendini kontrol edebiliyordu çok şükür, fakat küçükken bakıcılardan az sopa yememişti bu yüzden. Beklediği sokağı dik kesen tam önündeki caddeden bir taksi geçti son sürat. İçinden “Çüş!” demeye kalmadan keskin bir fren sesi doldurdu kulaklarını. Yüreği ağzına geldi. Birilerinin cadde üzerinde o tarafa doğru koşturduğunu gördü. Bağırtılar giderek yükseldi. Bir şeyler oluyordu. Gitmeli miydi? Yerinden kıpırdamasa daha iyiydi sanki. Karar veremedi. İçinden bir ses dürtmeye devam ediyordu. Uzaktan da olsa bir göz atsa mıydı acaba? Burnunu çekip koluna sildi. Kontağı kapattı, anahtarı üzerinde bıraktığı minibüsten inip temkinli adımlarla caddeye yaklaştı. Köşeyi dönmeden önce kafasını uzatıp neler olup bittiğini anlamaya çalıştı.
Taksi birine çarpmıştı anlaşılan. Bir sürü insan toplanmış bağrışıyordu. “Ambulans!” diye haykırdı biri. “Aradık çoktan! ” dedi bir başkası. “Gitmiş bu çocuk, yazık…” dedi diğeri. Taksici, aracının yanında yere çömelmiş, başını ellerinin arasına almış, bembeyaz bir suratla ve donuk bakışlarla oturuyordu. Dizleri titremeye başladı Recep’in. Yavaşça yaklaştı kalabalığa doğru. Dikkat çekmeden aralarına karıştı. Başını uzattı. Korkudan altına kaçıracak gibi oldu yine. Gözlerine hücum eden yaşları kimse görmesin diye hemen geri çekildi, uzaklaştı kalabalıktan. Hengâmeden, kimse onun farkında değildi. Hızlı adımlarla gerisin geri minibüse doğru yürüdü. Direksiyona oturduğu anda daha fazla engel olamadı kendine, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Kontağı çalıştırdı ve yavaşça, dikkat çekmeden oradan uzaklaştı.
29 Aralık 2022, Perşembe, 12.25
Tayfur Başkomiser, maktulün başına tek dizini kırıp çömelmiş, elindeki kalemle dürterek sağını solunu inceliyordu. Sabah kahvaltıda yediği gözlemenin maydanozu dişine takılmıştı. Diliyle kurcalayıp duruyor fakat bir türlü çıkaramıyordu. “Yavaş ye Tayfur, yavaş!” diye çemkirmişti yine karısı. “Peşinden atlı kovalamıyor.” Hiç istifini bozmadan tıkınmaya devam etmişti Başkomiser. “Ben kalabalık ailede büyüdüm Neriman. Hızlı yemezsen aç kalırsın.”
Yerde yatan çocuğun yaşam ışığı çoktan sönüp gitmiş gözlerinde şaşkın bir ifade takılı kalmıştı.
“Yazık,” dedi kısık sesle. “Çok da gençmiş. Kimlik çıktı mı?”
“Hayır Amirim, üzerinde hiçbir şey yok,” dedi genç komiser.
Maktulün başından çıkarılıp yanına bırakılmış olan siyah kar maskesini kalemin ucuna taktı. “Bunu kim çıkardı?”
“Biz çıkardık,” dedi tepesinde dikilmekte olan sağlık görevlisi. “Belki hayattadır, müdahale ederiz diye. Ama maalesef.”
“Görünenin dışında bir şey var mı?”
“Yok. Kalbinden tek kurşun yemiş, anında gitmiş.”
“Güvenlik vurmuş, öyle mi?” Başıyla az öteyi işaret etti Başkomiser.
“Evet Amirim, merkeze götürüyorlar şu anda,” dedi genç komiser.
“Çocuğun üzerinden çıkan silah?”
“Sahteymiş Amirim.”
“Hay salak!” derken eliyle yerden güç alarak ayağa kalktı Başkomiser. Kemerinin üzerinde katmerlenen göbeğini aşarak ovuşturdu ağrılarına bir türlü derman bulamadığı dizlerini. “Kilo vermen lazım,” diye yinelemişti doktor son görüşmelerinde. “Yediklerine dikkat edeceksin. Bol bol yürüyeceksin, bedenini taşıyamıyor artık bu bacaklar.” İçinden bir “Hadi oradan!” çekmişti doktora Başkomiser. Tam da öğle yemeğine çıkmak üzereyken gelmişti ihbar. Gözünün önünde dumanı tüten bir kelle paça uçuşuyordu hâlâ, kokusu burnuna geldi. Şu ilk bilgileri toplasın, hemen seğirtecekti en sevdiği çorbacıya. İki gün sonra yılbaşıydı. Karısı ültimatom vermişti. Yeni yıl itibariyle diyete girecek, şu fazla kilolarını verecekti. “Artık hamur işlerine, yağlı ballı yemeklere paydos! Bundan böyle bol bol sebze yiyeceksin Tayfur Efendi!” Sıkıntıyla ofladı.
Sıradan bir ilçenin sıradan bir mahallesindeki sıradan bir bankanın aşırı sıradan bir şubesinde akla hayale gelmeyecek bir gün yaşanıyordu. Pırıl pırıl temizlenmiş kaymak gibi parlayan beyaz seramik zemin, henüz yirmisine basmamış görünen gencecik bir çocuğun kanıyla yıkanmıştı. Tüm banka çalışanları ve olay esnasında şubede bulunan vatandaşlar dehşet içinde memurlara ifade vermeye devam ediyorlardı.
“Tek miymiş?”
“Biri daha varmış Amirim. O kaçmış… kaçmasına… da…”
“Eeee?”
“Sanırım onu da bulduk. İki sokak ötede. Araba çarpmış.”
29 Aralık 2022, Perşembe, 14.45
İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde sıra dışı bir yoğunluk vardı. Normalde boş oturuyor değillerdi elbet ama bu küçük ilçede karşılaşılan vakalar daha ziyade birbirini tekrar ederdi. “Ne baktın” kavgaları, “keçin tarlama girdi/tavuğuma kışt dedin” çatışmaları, namus ve miras cinayetleri, ödenmeyen borçlar, basit dolandırıcılıklar… Banka soyma girişimi gibi organize bir suçla ilçe tarihinde ilk kez karşılaşılıyordu.
Ağzında kürdan, damağında bol sirkeli ve sarımsaklı kelle paçanın enfes tadıyla ağır ağır masasına yerleşen Başkomiser, okkalı bir kahve söyledi. Dişindeki maydanoz hâlâ çıkmamıştı.
“Getirin bakalım,” dedi elemanlarına. “Neler buldunuz?”
Genç komiser, elindeki dosyayla gelip oturdu amirinin karşısına. Başkomiser parmaklarını yalaya yalaya dosyanın sayfalarını çevirirken anlatmaya başladı:
“Amirim, bankada vurulan şahsın adı, Toprak Kunduracı. Henüz 19 yaşındaymış. Isparta’da Su Ürünleri’nde okuyormuş. Herhangi bir sabıka kaydı yok. Kendi hâlinde, düzgün bir çocuğa benziyor.”
Çocuğun fotoğrafına gelince, durdu Başkomiser. Duru bakışlı, temiz yüzlü bir oğlandı. “Ortağı?”
“Onun adı da Bora Kunduracı,” deyip sustu genç komiser.
Kaşlarını kaldırıp ona baktı Başkomiser. “O da mı Kunduracı? Taksit taksit anlatmasana evladım, akraba mı yani bunlar?”
“Bora, Toprak’ın ağabeyiymiş Amirim. 23 yaşında. Bu sene Antalya Hukuk’tan mezun olacakmış çocuk. Onun da sicili tertemiz. Kaçarken silahı bir bahçeye fırlatmış, sahte tabii. İki sokak ötede de taksi çarpmış, şans işte. O da sizlere ömür…”
Bora’nın resmini de inceledi Başkomiser uzun uzun. Kaşları ve gözleri birbirine ne çok benziyordu ağabey ile kardeşin. Yakışıklı çocuklardı.
“Allah Allah… Ne olmuş da sapıtmış bu çocuklar böyle? Durduk yere banka mı soymaya kalkar insan? Hem de oyuncak silahla. Nasıl olmuş olay?”
“Tanık ifadelerinde hepsi var Amirim. Bu ikisi üzerlerinde motorcu kıyafetleriyle, kafalarında kar maskeleriyle müşteri gibi şubeye girmişler. İçerisi sakinmiş, üç-dört müşteri ancak varmış. Sıra numarası almışlar. Hemen ardından da silahlarını çıkarıp bağırmaya başlamışlar. Filmlerdeki gibi işte, ‘Bu bir soygundur, kıpırdamayın, yere yatın!’ falan. Herkes dediklerini yapmış. Ama güvenlik görevlisi cesur davranmış, çat diye çekmiş vurmuş birini. Diğerine de ateş etmiş ama kaçırmış. ‘Öldürmek niyetinde değildim, sadece etkisiz hâle getirecektim,’ diyor. Şu anda gözaltında.”
“Bir şey çıkmaz ondan. Nefsi müdafaa sonuçta. Adam işini yapmış.”
“Milletin gözünde masumların canını kurtarmış bir halk kahramanı oldu bile. Herkes ondan bahsediyor.”
“Te Allah’ım,” diyerek kafasını büktü Başkomiser. “Herkesin ifadesi aynı mı? Dikkat çeken bir şey var mı?”
“Yok Amirim. Herkes aynı şeyi söylüyor. Olay bu şekilde cereyan etmiş.”
“Nerede oturuyormuş bu çocuklar? Anaları babaları var mı?”
“Bozdoğan mahallesinde Amirim. Babaları yok, geçen sene vefat etmiş. Anneleriyle oturuyorlar.”
“Haberi var mı analarının durumdan?”
“Olmaz mı Amirim? Burası küçük yer. Haber anında uçmuş. Perişan hâlde kadıncağız. Konuşmaya gittik ama sinir krizi geçiyordu. Hastaneye kaldırdılar. Evde dikkat çeken bir şey yoktu. Sıradan, düşük gelirli bir aile evi. Çocukların cep telefonları odalarındaydı. Kapatıp evde bırakmışlar.”
Dosyanın sayfalarını biraz daha rastgele çevirdi Başkomiser. “Anlaşıldı,” dedi. “Olan olmuş. Durum ortada. Siz bütün ifadeleri kayda geçin, tekrar bir inceleyin. Bilişim’le görüşün, şu çocukların cep telefonlarına bir baktırın bakalım, son iki haftada kimlerle konuşmuşlar. Bankanın iç kameralarını izleyin, ifadelerle tutarlı mı görelim. Dış kameralara falan da bakın, yürüyerek mi gelmişler bunlar banka soymaya. Analarıyla yarın görüşürüz. Bu çocuklar neden böyle bir işe kalkışmış, onu anlayalım bari. Atladığımız bir şey olmasın.”
“Başüstüne Amirim,” diyerek ayaklandı genç komiser. Dosyayı alıp ayrıldı Başkomiserin yanından.
Başkomiser sandalyesinde dönerek bakışlarını pencereye çevirdi. Köpüklü kahvesinden höpürtülü bir yudum aldı. Yan yana dizilmiş uzun selvi ağaçları hafif rüzgârda usul usul sallanıyorlardı. “Hanıma söyleyeyim de bir ciğer kavursun akşama,” diye geçirdi içinden.
30 Aralık 2022, Cuma, 10.00
Ekip aracıyla Bozdoğan’a doğru seyrederlerken Başkomiser ikinci zeytinli açmasını dişliyor, genç komiser ise amirine yeni gelişmeleri aktarıyordu:
“İfadelerde tutarsız bir durum görmedik Amirim. İç kameraları da civardaki kameraları da inceledik. Harbiden de sıradan vatandaş gibi yürüyerek gelmişler banka şubesine. Olay tam da tanıkların söylediği şekilde gerçekleşmiş. Onlar içerideyken dışarıda bekleyen bir araç falan görünmüyor. Trafik normal seyrinde akıyor. Nasıl kaçacaklardı acaba? Belki de araç daha uzakta bir yerde bekliyordu onları. Bora’yı iki arka sokakta bulduk ya…”
“Başka?”
“Son iki hafta içinde Toprak’ın telefonunda annesi ve ağabeyiyle yaptığı görüşmeler dışında sıra dışı bir durum yok. Bora’nın ise sık görüştüğü iki numara daha var. Bu hatlardan biri Metin Sezgin adına görünüyor. İkameti yakın mahallelerin birinde. Diğeriyse enteresan şekilde yine Bora Kunduracı üzerine kayıtlı. Faturasız hat. Şu yüklemeli olanlardan. Ama yeni alınmış bir hat değil, yıllardır kullanımdaymış.”
“Aradınız mı?”
“Aradık, ulaşılamıyor. Son sinyal verdiği yeri ve zamanı tespit etmek için Bilişim’e başvurduk ama birkaç gün sürer. Yarın yılbaşı zaten. Pazartesi ancak.”
“Ver bakayım bana o numarayı…”
Başkomiser numarayı telefonuna kaydederken Kunduracı ailesinin evine varmışlardı. Tek katlı, eskiden sarı boyalı olduğu tahmin edilen, yer yer sıvası dökülmüş evin küçük ve bakımsız bahçesi konu komşu ile doluydu. Evin pencerelerinden dualar okuyan hocanın yanık sesi yükseliyor, başları örtülü kadınlar gelenlere tepsiler içinde pide ve ayran taşıyorlardı. Kıymalı pidenin iştah açıcı kokusunu iliklerine kadar duyan Başkomiser yutkundu.
Ayakkabılarını girişte çıkarıp içeri, Feride Kunduracı’nın olduğu odaya yöneldiler. Odaya hâkim olan yoğun elem ve keder daha kapı ağzından hissediliyordu. Kadıncağızın üzüntüden rengi kararmış, başındaki işlemeli örtü omuzlarına kaymıştı. Gözleri ağlamaktan mosmor kesilmiş, dudaklarını belli belirsiz kıpırdatarak öne arkaya sallanıyordu. İki yanına oturmuş iki arkadaşı sırtını sıvazlıyor, arada bileklerine kolonya sürüyorlardı. Başkomiserle yardımcısı gelince ayaklandılar, onlara yer gösterip buyur ettiler. Hemen arkalarından elinde tepsiyle odaya giren genç bir kız, pide ve ayran ikram etti, önlerine sehpa çekip koydular.
“Feride bacım,” diye lafa girdi Başkomiser. “Çok büyük acı. Başın sağ olsun, Allah yerlerinde rahat ettirsin inşallah.”
“Sağ olun, eksik olmayın,” diyebildi kadın vızıltı gibi çıkan bir sesle.
“Seni fazla yormak istemeyiz. Birkaç soru sorup gideceğiz,” dedi Başkomiser. “Cevap verebilecek misin?”
Başını salladı kadın.
“Senin çocuklar etliye sütlüye karışmayan, okulunu okuyan, düzgün çocuklarmış. Şaştık kaldık. Nereden çıkmış olabilir bu banka soyma işi?” dedi Başkomiser, dayanamayıp uzandığı pidesinden irice bir lokma ısırırken.
“Aaaah ah!” derken sesi yükseldi, dizlerini dövmeye başladı kadıncağız. “Hep o Abidin yüzündeeen, ah çakal Abidin, Allah’ından bul inşallah!”
“Abidin kim Feride Hanım?” diye araya girdi komiser, Amiri ayran yardımıyla lokmasını yutmaya çalışırken.
“Bizim ev sahibi! 25 yıldır otururuz bu evceğizde, tek bir sefer kirasını aksatmadık. Geçen sene beyim göçüp gitti ya, bu sene gözü döndü çakalın. Kirayı üç katına çıkarasıymış. ‘Yoksa çıkın gidin evimden!’ dedi. Kontratımız, bi’ şeyimiz yok. Biz nasıl öderiz o kadar parayı? Beyimden kalma kuş kadar bir emekli maaşım var benim… Oğlanlarım da hep çalışarak okudular, sağ olsunlar, bana hiç eziyetleri olmadı… Ah benim güzel evlatlarıııım, sokaklara düşmeyelim diye kalkıştılar zaar… Ah ben nereden bileyim? Bileydim durur muydum hiç? Ne yapar ne eder engel olmaz mıydım?”
O sırada kapıda gençten, esmer, ufak tefek, kirli sakallı, paspal giyimli, mavi gözleri ağlamaktan kızarmış bir oğlan belirdi. Onu görünce ağlaması daha bir şiddetlendi Feride Hanım’ın.
“Ah Recep’iiim, gel oğlanım gel, gittiler Recep’im, bizi koyup gittileeer…”
Oturanları görünce yüreği hop etti Recep’in, karnına bir ağrı saplandı, gitmekle kalmak arasında kaldı. “Ben sonra uğrarım Feride teyze,” deyip arkasını dönmek üzereyken lokmasını ancak yutup ardından seslendi Başkomiser.
“Recep, gel oğlum, seninle de sohbet edelim biraz.”
“Gel yemeğini ye, karnını iyice doyur evladım. Oğlanlarımın yadigârısın sen bana…”
Mecburen girip sedirin ucuna ilişti Recep. Eline hemen pide ve ayran tutuşturdular.
“Aha, buncağızım da benimkilerin arkadaşı, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Kimsesizdir Recep’im, yurtlarda büyümüş. Nerde iş bulsa çalışır, orda burda yatar. Herkes sırt çevirse de benim oğlanlarım sahip çıkarlardı arkadaşlarına, öyle de merhametli çocuklardı…”
Recep buğulu gözlerini delik çoraplarının ucuna dikmiş, sessizce oturmaya devam ediyordu.
“Senin de başın sağ olsun Recep,” dedi Başkomiser. “Çok üzüldük, çok da şaşırdık. Neden yapmış olabilirler bu işi? Sana bir şey demediler mi hiç?”
Gözlerini çoraplarından ayırmadan başını iki yana salladı Recep. Genç komiser girdi araya.
“En yakın arkadaşlarıymışsın. Hiç konuşmadılar mı seninle? Belki seni de dâhil etmek istemişlerdir?”
“Yok!” dedi Recep çabucak. “Hiçbi’ şey demediler bana!”
“Tamam oğlum, korkma. Senlik bir şey yok. Olan olmuş zaten. Sebebini bulmaya çalışıyoruz biz sadece. Ev sahibiyle bir durum varmış galiba, kira zammı falan?”
“Bilmiyorum ben!” dedi Recep sertçe.
“Mürüvvetini göremedim Bora’mııın… ‘Ana hazırlan, yakında kız istemeye gideceğiz seninle,’ dediydi yavruuum…” diyerek yeniden dövünmeye başladı Feride Hanım. Recep sulanmış bakışlarını yere indirdi tekrar.
“Bir sevdiği mi vardı?” dedi genç komiser.
“Varmış, aşağı mahalleden bir kız. Çok dolanan varmış peşinde, ‘Acele edelim ana,’ der dururdu yavrum.”
“Sen tanıyor musun bu kızı Recep?” diye sordu Başkomiser.
Burnunu çekip koluna silerken “He,” dedi Recep, “Dilara.”
“Evlenecekler miydi? Onun için mi para lazımdı?”
“Bora istiyordu ama kızı bilemem. Kısmet bu işler sonuçta,” dedi Recep yere bakmaya devam ederken.
Sessizce pidelerini yiyerek biraz daha oturdular. Sonunda ayaklandı Başkomiser ile yardımcısı. Recep de kalktı, onları geçirmeye.
“Tekrar başın sağ olsun Feride bacım. Allah sabırlar versin…”
Oturduğu yerden başını sallamakla yetindi acılı kadın.
“Recep, sen cep numaranı ver bize, aklımıza takılan bir şey olursa ararız seni,” dedi Başkomiser.
“Benim telefonum yok ki,” dedi Recep utanarak.
“Nasıl yok? Telefonsuz adam mı kaldı bu devirde yahu?” dedi bu sefer genç komiser.
“Vardı da, bozuldu gitti. Yenisini de alamadım.”
“Peki oğlum. O zaman pazartesi günü muhakkak merkeze gel de yazılı ifadeni alalım. İhmal etme, e mi evladım?” diyerek omzuna pat pat vurdu Başkomiser. “Tekrar başın sağ olsun…”
“Sağ olun,” derken gözleri kızardı yine Recep’in.
Dönüş yolunda Başkomiser cebinden telefonu çıkarıp son kaydettiği numarayı tuşladı: Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz…
“Bilişim’i sıkıştır, şu numarayı hemen bugün takibe aldır,” dedi yardımcısına. “Bu hat yakında açılacak. Kim, kiminle, ne konuşacak, bir duyalım bakalım.”
Tereddütle baktı genç komiser. “Başüstüne Amirim.”
“Bu Abidin adı bana nereden tanıdık geliyor?”
“Ben de ona takıldım Amirim. Tanık ifadelerinde bir Abidin vardı. Bankadaki müşterilerden biri.” Göz göze geldiler. “Aynı kişi olabilir mi?”
“Olur mu olur… Öğren bakalım adresini, bir ziyaret edelim şu Abidin Efendi’yi. Bu arada biz de Bora’nın çok konuştuğu hattın sahibi Metin Sezgin’i bulalım, kimmiş, neciymiş, ne muhabbetiymiş bu böyle bakalım. Ha, bir de Bora’nın sevgilisi Dilara’yı görelim. Belki o bir şeyler biliyordur.”
“Hemen, hepsinin adreslerini sorduruyorum Amirim.”
30 Aralık 2022, Cuma, 11.45
“Bak sen şu işe,” dedi Başkomiser önündeki iki katlı mütevazı evin çelik kapısının ziline basarken. Tek kaşını kaldırarak karşılık verdi yardımcısı. Kapı yavaşça gıcırdayarak açıldığında arkasından gözleri ağlamaktan balon gibi şişmiş, gencecik, güzel bir kız çıktı.
“Dilara Sezgin?” dedi genç komiser.
Başını aşağı yukarı salladı genç kız.
“Kızım, biz polisiz. Müsaitsen seninle biraz konuşmak isteriz,” dedi Başkomiser. Kız tedirgin gözlerle içeri baktı. “İçerisi uygun değilse dışarı geliver iki dakika, fazla sürmez,” diyerek kızı ikna etti Başkomiser. Dilara tekrar içeri şöyle bir göz attıktan sonra kapıyı aralık bırakarak terlikleriyle evin önüne çıktı.
“Babam kızıyor da,” dedi ağlamaktan kısılmış sesiyle.
“Senin baban Metin Sezgin, değil mi kızım? Onunla da konuşacağız zaten.”
“Neden?” dedi kız korku dolu gözlerle.
“Şu ölen Bora Kunduracı, senin erkek arkadaşın mıydı evladım?”
Kısa bir tereddüdün ardından başıyla onaylayarak nemli bakışlarını önüne indirdi genç kız.
“Başın sağ olsun. Senin haberin var mıydı bu işten? Söylemiş miydi sana soygun meselesini?”
Başını iki yana salladı Dilara. “Yok. Sadece ‘hazırlan, yaza evleneceğiz,’ diyordu. Ben nasıl olacağını anlamıyordum. Para yok, pul yok. ‘Orasını bana bırak,’ diyordu.”
“Hiç mi şüphelendiğin bir durum olmadı? Hâlinde, hareketlerinde?”
Başını tekrar salladı genç kız, hıçkırırken gözlerine yaşlar doldu. “Benim yüzümden oldu… Ben acele ettirdim. Peşimde dolananlar var, dedim. Paniğe kapıldı herhâlde…”
“Babanla araları nasıldı? Konuşur, görüşürler miydi?” diyerek araya girdi genç komiser.
Gözleri kocaman açıldı kızın. “Ne münasebet! Tanışmazlardı bile. Babam onunla konuşmamı hiç istemezdi zaten. Gizli kapaklı görüşürdük hep.”
Tam da o sırada aralık kapı ardına kadar açıldı ve arkasından çam yarması gibi iri, kır saçlı, beyaz gömlekli, pala bıyıklı bir adam çıktı.
“Hayırdır beyler? Ne sorgusu bu böyle?”
“İyi günler Metin Bey. Haberiniz vardır, şu banka soygunu olayını soruşturuyoruz. Kızınıza birkaç soru sormamız icap etti,” diyerek söze girdi genç komiser.
“Kızımla ne alakası varmış o olayın? Dilara, sen geç içeri!” diye kükrerken diklendi, daha da bir devleşti adam. Kız koşar adım içeri gitti.
Başkomiser boğazını temizledi, tok sesiyle tane tane dizmeye başladı lafları. “Bak güzel kardeşim. Ölen çocuklardan birinin cep telefonundan senin numaran karşımıza çıktı. Son iki hafta içinde en çok konuştuğu kişi sensin. Tesadüfe bak ki kızın da bu çocukla özel şekilde görüşüyormuş. Hatta yaza evlenme planları yapıyorlarmış. Şimdi seni merkeze mi çekip ifadeni alalım, burada mı anlatmak istersin?”
Gözleri kısa bir ateş attı adamın, sonra çabucak alevi söndü. Püfleyerek omuzlarını indirdi. İçeri seslendi gür sesiyle: “Dilara, bize çay getir!” Bahçedeki plastik masayla sandalyelere buyur etti Başkomiserle yardımcısını.
Başkomiser çayından ilk höpürtülü yudumunu alırken Metin Sezgin anlatmaya koyuldu:
“Öncelikle şunu söyleyeyim, telefon kayıtlarındaki Bora’nın konuştuğu kişi ben değilim, kızım. O hattı Dilara kullansın diye ben almıştım yıllar önce. İsterseniz kendisine sorun. Benim kendi numaram başka, araştırabilirsiniz.” Başını hoşnutsuzlukla yana eğip o da çayından irice bir yudum aldı. “Ben artık görüşmediklerini sanıyordum. Beni ayakta uyutuyorlarmış demek.”
“Sen neden karşıydın görüşmelerine? Nesini beğenmedin Bora’nın? Okulunu okuyan, düzgün bir çocuğa benziyor.”
“Kendisi okulunu okuyor ama benim kızımın okumasını istemiyor! Geçen sene kazanamadı, bu sene tekrar sınava girecek Dilara. Bu çocuk da kafasını karıştırıp duruyor. Yaza evlilik planları yapıyorlarmış, hele hele, bak sen! Bu tipler okusa da kazmalık baki kalıyor Amirim, aldanmayın siz o modern görünüşlerine… Ben evladımı bu zibidilere karılık yapsın diye yetiştirmedim. Anasının yadigârı o bana. Okuyacak benim kızım!”
“Tek neden bu mu? Bildiğin başka bir şey mi var yoksa? Şu soygun hakkında falan…”
“Soygundan falan haberim yok benim. Ama gözüm tutmadıydı o çocuğu, doğruya doğru. Çevresi sakat, sabıkalı tiplerle takılıyor. Çabucak köşeyi dönme derdinde, uyanık biri gibi geldiydi bana, yanılmamışım demek. Bize gelmez Amirim öyleleri.”
“Eh, rahatlamışsındır artık, çocuk ölüp gittiğine göre…”
Bakışları bir anda buz kesti Metin Sezgin’in.
“O kadar da değil Amirim. Tüyü bitmemiş gencecik çocukların ölümüne sevinecek kadar insanlıktan çıkmadık, şükür. Allah kızımı korumuş, diyebilirim ancak. Şimdi üzülür, ağlar ama gençtir. Zamanla unutur. İnsan neleri unutmuyor ki…”
Çayını yutarken boğazı kavruldu Başkomiserin.
30 Aralık 2022, Cuma, 13.45
Perdesinden döşemesine her zerresine sigara kokusu sinmiş tozlu yazıhanede Abidin Çakar’la karşılıklı oturuyorlardı. Sigarasından derin bir nefes çekti altın dişli, esmer, tıknaz adam. “Ne içersiniz Amirim? Kahve söyleyeyim size?”
“Bir şey içmeyiz Abidin, konuşmaya geldik.”
“Buyurun Amirim. Ben yazılı ifademi vermiştim ama?”
“Vermiştin amma ölen çocukların senin kiracın olduğunu söylememiştin. Evden çıkarmak istiyormuşsun bir de…”
“Amirim, hem vallahi hem billahi bilmiyordum onlar olduklarını! Kafalarında maske vardı, ben ne bileyim! Vurulduktan sonra yanına varıp da bakmadım çocuğa, yalan yok. Kana bakamam ben, düşer bayılırım. Ben de sonradan öğrendim!”
“Tesadüf mü yani aynı anda bankada olmanız?”
“Tesadüftür Amirim, başka ne olacak? Benim her ay bankaya para yatırdığım gün bellidir. Kiraları toplar, doğruca şubeye giderim. Yoksa?..”
“Yoksa ne?”
“Bankayı değil de beni mi soymaktı niyeti bu hergelelerin?”
Başkomiserle yardımcısı birbirlerine baktılar.
“Kaç tane mülkün var senin? Ne kadar paradan bahsediyoruz?”
“38 tane Amirim.”
“Yuh! Bir de elden mi topluyorsun kiraları? Devletten vergi mi kaçırıyorsun ulan sen?”
“Yok yani, Amirim…”
“Kaç lira vardı üzerinde?”
“250 bin civarı Amirim.”
Başkomiserin dişindeki maydanoz o anda çıktı.
30 Aralık 2022, Cuma, 14.30
“Açgözlü pezevenk!” diye bağırdı Başkomiser arabanın kapısını olanca gücüyle çarparken. “Mali şubeye söyle, şunun hesaplarını denetime alsınlar!” Sesini çıkarmadı genç komiser. Tanıyordu bu siniri.
“Öğle yemeğini epey geçirdik Amirim. Ne yiyelim, ne istersiniz?”
Başkomiserin karısı jübile niyetine döktürüyordu son günlerde. Yeni yıl diyetine başlamadan önce Tayfur’un sevdiği ne varsa pişiriyor, tıka basa doyuruyordu kocasını. Bugün mantı günüydü.
“Ya, aslında sen beni eve bırak da öyle geç merkeze. Yeni ifadeleri dosyaya gir.”
“Dosyayı kapatacak mıyız? Durum aşağı yukarı belli gibi. Banka soygunu süsü vererek ev sahibinden intikam almak istemişler, işler aksi gitmiş.”
“Öyle görünüyor. Cin olmadan adam çarpmaya kalkmışlar. Sen yine de şu dediğim talimatları ver. İçime tam sinmeyen bir şeyler var. Bugün cuma zaten. Pazartesi tekrar duruma bakarız.”
“Peki Amirim. Siz bilirsiniz.”
Evin önünde vedalaşırlarken birbirlerine “Seneye görüşürüz,” esprisi yapmayı ihmal etmediler.
13 Aralık 2022, Salı, 14.30
Bora, Toprak ve Recep, önlerindeki beceriksizce çizilmiş krokinin üzerine eğilmiş, hararetle tartışıyorlardı.
“Ben o Abidin itine göstereceğim, o sikindirik eve 7 bin 500 lira kira istemek neymiş!” dedi Bora hırsla. “Tüm kiracılara da söyledim, ödemeyin lan dedim, sıkıyorsa çıkartsın! Kontratın varsa öyle kolay değil kiracıyı evden şutlamak. Bizim pederin kerizliği işte, lafla sözle iş yapmış zamanında.”
“Ya ağabey, bok yoluna gitmeyelim? Banka manka, bizi aşar bu işler,” dedi Toprak. Gözlerine şimdiden bir korkudur yerleşmişti.
“Beni karıştırmayın oğlum!” diye lafa girdi Recep. “Sabıkam var zaten, size bir şey olmaz, olan bana olur.”
“Lan, ne demek bize bir şey olmaz! Yakalanırsak topumuzun ebesini sikerler, boru mu bu? Ama korkmayın, hiçbirimize bir şey olmayacak.”
“Nasıl olmayacak ağabey?”
“Çünküü, bunu daha önce kimse denemedi. Hem biz aslında bankayı soymayacağız. O Abidin çakalını soyacağız.”
Toprak’la Recep tereddütle birbirlerine baktılar. Bora devam etti:
“Bakın, bir şey biliyorum da söylüyorum. Bankalarda hiçbir zaman fazla nakit tutmazlar. Hele böyle küçük şubelerde taş çatlasa 50-60 bin. Hâlbuki Abidin hıyarı öyle mi? Aylardır takipteyim. Her ayın son perşembesi, kiraları elden toplayıp bankaya götürüyor o açgözlü it. Temiz bir 200 bini var. Peşinden bankaya gireceğiz, banka soygunu gibi davranacağız, lavuğun parasını alıp çıkacağız. Tereyağından kıl çeker gibi. Kimse de bizden şüphelenmeyecek.”
“Güvenlik diye bir şey var oğlum! Öyle kolay değil o işler,” derken burnunu çekip koluna sildi Recep.
“O güvenliklerin çoğu göstermelik. Silahları dolu bile olmuyor. Olsa da kullanmayı bilmiyorlar.”
“Ne olursa olsun. Ben tekrar hapse girmek istemiyorum. Başka birini bulun araba kullanacak.”
“Lan, sanki daha iyi bir gelecek planın var da! Konuşturacaksın beni şimdi… Aç karnını doyurabilmek için salaları dinleyen, cenaze yemeklerini takip eden adamsın be! Şu cebindeki sikindirik telefonu bile zamanında ben aldım da verdim sana! İçeri girsen hiç olmazsa karnın doyar, tepende bir dam olur!”
Mavi bir alaz yanıp söndü Recep’in gözlerinde.
“Kaç para vereceksin?”
“Senin payın 25 bin.”
“Ne? Ulan o kadarcık para için o risk alınır mı oğlum?”
“Asıl riski Toprak’la ben alıyoruz be! Yakalanırsak bizim geleceğimiz yanar. Sen uzakta, arabada mal gibi bekleyeceksin. Hem benim başka planlarım da var, para lazım,” diyerek göz kırptı Bora.
“Ne planıymış o?”
“Dilara’yı isteteceğim hemen. Anama söyledim. Yaza da basarız nikâhı. Duydum ki peşinde dolananlar varmış.”
Yutkundu Recep. Yanakları pembeleşti.
“Ne diyorsunuz, tamam mı? Kıyafetleri, silahları, minibüsü ayarlıyorum o zaman. Lan korkmayın, hiçbir şey olmayacak! Bu kardeşiniz dönem sonunda mezun oluyor, artık hukuk benden sorulur,” derken kendinden emin sırıttı Bora.
1 Ocak 2023, Pazar, 15.30
“Alo?”
“Lan oğlum, ne arıyon beni pazar pazar? Yarın ofise gel, yüz yüze konuşalım.”
“Hani sadece yakalatacaktın? Neden yaptın? Neden öldürttün lan onları, çakal oğlu çakal!” [Burun çekme ve hıçkırık sesi]
“Sana icabına bakacam, dedim. Olaylar öyle gelişti.”
“Silahların gerçek olmadığını biliyordun! Bile bile yaptın, fırsat bu fırsat dedin, değil mi açgözlü köpek?”
“Eeeh, kes lan! Onu arkadaşlarını gammazlamadan önce düşünseydin, pis herif! Sen kim, bana ahlak dersi vermek kim!”
“Ben sadece hapse girmelerini istemiştim…” [Burun çekme sesi]
“Güvenlik de kahraman olmak istedi, ne yapalım?” [Sigaradan nefes çekme sesi] Hem milleti örgütlüyordu o çük kadar aklıyla, piç. ‘Ödemeyin, çıkmayın, etmeyin…’ Gördü ebesininkini.”
[Sessizlik]
“İşe ne zaman başlayacağım?” [Burun çekme sesi]
“Ortalık bir durulsun. Olay unutulsun. Bakarız.”
“Bana bak, söz verdin! Çandır’daki deponun başına koyacan beni!”
“Tamam.”
“Maaş da aylık 10 bin!”
“Lan, tamam dedik!”
“Bir de şey var…”
“Ney?”
“Dilara’yı istemeye gidecez…”
“Yok, ebesinin amı artık!”
“Şimdi değil! İşe başlayayım, façayı biraz düzelteyim, yaza doğru.”
“Oğlum, o kızı hayatta sana vermez babası…”
“Olsun. Biz isteyelim de…”
“Bakarız. Hadi kapat artık, arama beni. Bir şey diyeceksen, ofise gel.”
[Telefon kapanma sinyali]
2 Ocak 2023, Pazartesi, 12.30
Başkomiser önündeki sefer tasını hüzünlü gözlerle seyrederken çalan telefon imdadına yetişti. Zeytinyağlı karnabahar, “Haydi bak telefonuna, ben artık hep seninleyim,” der gibi kokuyordu.
“Efendim?”
“Amirim, nereden anladınız? Harbiden Recep de işin içindeymiş, sorgusu devam ediyor. Ev sahibi, azmettirmekten tutuklandı. Güvenlik görevlisi de artık biraz zor çıkar.”
“Allah insanı açlıkla terbiye etmesin evladım; insana her şeyi yaptırır, yaşamayan bilmez. İyisi mi sen gelirken bana bol soslu bir zurna dürüm yaptır, yanına acı biber de koydur. Amma sakın ha yengenin kulağına gitmesin, e mi evladım?”