“Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük narçiçekleri ürperirken”
Ahmet Telli
Bir zamanlar ölüm kokuyordu Ankara. Hukuk fakültesinde öğrenciydim ben. Bitirip hâkim ya da savcı olacaktım. Belki de ünlü bir avukat. Büyük hayallerle girdiğim fakültede işlerin öyle olmadığını anlamam uzun sürmedi. Önlem aldık kendimizce. Artık ben yoktu, biz vardık. Ve biz günden güne eksiliyorduk. Arka sokaklar insan yutuyordu durmadan. Ne ölen belliydi ne de öldüren. Faili meçhullerin, kara cinayetlerin ve amansız aşkların üçgeninde bir yaşam mücadelesiydi verdiğimiz. Hal böyle olunca bizler de kendi çapımızda önlem almıştık. Kod adlarımız, şifreleme metotlarımız, örgütlü yürüyüşümüz vardı. Bir de Ankara’nın ayazına inat sevdalarımız…
Gizli kod; “Yarın saat 13.00’te komitemiz var. Yeri biliyorsun.” diye emir telakki eden bir haber yollamıştı yârin elinden. Tam açık etmemişti durumu, yeri de. Zannımca basılma ihtimaline karşı bir önlem almıştı! Şimdiki gibi değildi ki. Telefon, internet, sosyal medya yok. Sağ sol davalarının ayyuka çıktığı bir zamandan bahsediyorum. Kurunun yanında yaşın cayır cayır yandığı bir demden…
Ankara Hukuk Fakültesi’nin kampüsünde meydan savaşı yaptığımız bir günün akşamında Ayşan getirmişti mektubu. Yaralanmıştım o gün. Polis copu yemiştim sırtımdan. Vücudumun kara topraklarına simsiyah morluklar musallat olmuştu. Tenim esmer olduğundan belli olmuyordu izi. Ağrısı her tende aynıdır elbet! Acıyordu, sızlıyordu durmadan. Ayşan’ı görünce ağrıyı unutmuştum. Gül yüzüne karşı gülücükler peydahlanmıştı kalbimde. Ayakkabısının içinden çıkarıp uzatmıştı mektubu. Camın kenarına bıraktım ilkin. Güldü Ayşan. “Neden oraya koydun?” dedi. “Yeni bir ayakkabı almanın zamanı gelmedi mi?” dedim. Gülüştük. “Koku yapmayan ayakkabı alacak param mı var benim!” diyen Ayşan’ın tatlı sözleriyle sürdü muhabbetimiz. “Belki de postacı olmayı bırakırsın,” dedim. Güldük tekrar. Kahkahalarımız Ankara’nın ayazına karışıp gökyüzünün karanlığında kayboldu. Çok soğuk Ankara. Üşümüyoruz biz. İnadına çay içiyoruz.
Kaçak çay demledim. Gevrek keteler koydum çayın yanına annemin ellerinden. Tek şeker katardı çaya Ayşan, bense kıtlama içerdim. “Dersler nasıl gidiyor?” dedi, “Molotof kokteyl yapmayı öğrendim. Bir de biber gazına karşı gözlere limon sürmenin iyi geldiğini…”, “Deli” dedi önce, “Onu demiyorum. Fakülte derslerini soruyorum?” diye devam etti. Güldük tekrar. “Bilmem!” dedim. Bilmiyordum. Hem derslere de girmiyordum artık.
“Muhtemeldir bu şehirden ya bir hukukçu çıkarım ya da bir ölü!” dedim. Sustuk. Ve gece sustu. İlerledi gece. Çok soğuk gece. Ankara üşüyor. Üşümüyoruz biz. İnadına çay içiyoruz. Ahmet Arif kokuyor şiirlerimiz. Sohbetimize, dizimize kadar çektiğimiz boz ayılı battaniye de eşlik ediyor. Elektrik sobasına asılı bira kutusuna durmadan su katıyoruz. Kaçak kaçak tütüyor elektrik sobası. Tütün sardık kaç kere. Ülkeyi baştan ayağa demir ağlarla ördük. Gülüşlerimize devrimcilik kattık. İsyan gibiydi sözlerimiz. Hayallerimiz sigara dumanından sapsarı olmuş perdelere merhem oldu. Hayallerimiz okyanus ötesi, Ağrı Dağı’ndan uzun hayallerimiz… Ah hayallerimiz!
“Ne düşünüyorsun?” dedi Ayşan.
Ülkeyi mi, gençleri mi, geleceği mi, sağı mı, solu mu? Hiçbirini belki de.
“Bir tek seni düşünüyorum! Sadece seni,” diyemedim, “Yarınki komiteyi…” diye geçiştirdim.
İnanmadı bence. Büktü ağzını. İsmine bakmayın, İzmirliydi Ayşan! Sarı saçlarına yarenlik eden çimen yeşili gözleri vardı. Servi boylu, al poşuluydu. Güzel kızdı vesselam. Biraz da deli. Hızlı akmayadursun kanı, poşusunu başına sarıp panzer taşlardı. Meydan okurdu polislere. TOMA’lardan daha tazyikliydi inadı. İcabında tazı gibi koşardı. Nereden karışmıştı aramıza bilmiyorum! İletişim okuduğunu duymuştum, o kadar. Acayip bir kızdı. Kaçak çay içerdi, tütün kokardı ince dudakları; biz gibi Che Guevara aşığıydı. Bizden daha bizdi. Biz kokuyordu. Bizden çok biz…
“Sen ne düşünüyorsun öyle?” diye mukabele ettim.
“Bırakmayı!” dedi sakince. Sizler gibi ben de şaşırdım. Yüreğim ağzımda;“Kimi?” dedim dudağımın kenarında eğreti bir tebessümle,
“Postacı olmayı,” dedi, güldük, gülüştük. Gece çökmüş her yana. Ankara soğuk ve Ankara göz alabildiğince karanlık. Biz üşümüyoruz. Çay içiyoruz inadına. Ahmet Telli kokuyor şiirlerimiz.
Yarın bir sürü işimiz var. Çoktan geceyi de yarıladık. Kalkıp çekyatı açıyorum Ayşan’a. Gül deseninden güller seriliyor salonun orta yerine, nevresimin. Gül kokusundan mıdır bilinmez, cesaretlenip:
“Artık itiraf etmenin vakti gelmedi mi?” diyor. Susuyorum. Asi kanım, akmayı bırakıyor bir an. Ter basıyor ruhumu. “Deliler gibi beni seviyorsun!” diyor. Susarak dinliyorum onu. Ve dudaklarım susayarak dudaklarına onun… “Böyle güzel postacıya âşık olunmaz mı?” diyorum içimden. Sözler hükümsüz kalıyor! Ve de gereksiz. Sarılıyoruz oracıkta. Çoktan dönülmez bir hududu aşıyoruz. Zaman donuyor o an. Tüm kurallar, kaideler, örfler, adetler yok oluyor. Ankara donuyor. Üşümüyoruz. Ortalığı aşk alıyor. Sevdayla ısınıyoruz. Islak dudaklarımız şarkılara eşlik ediyor! Gecenin bilmem kaçıncı saatinde dışarıda kar yağıyor, bizim içimizde tarifsiz bir neşe peyda oluyor. Sel alıyor yüreklerimizi, bitik lahzalarda umut ekiyoruz durmadan.
Güneşle beraber uyanıyorum. Yatağımda yabancı bir parfüm… Çıkıyorum sokağa. Taş fırından sıcacık Kürt böreği alıyorum. Pudra şekeri katıyoruz böreğe. Ayarını kaçırıyoruz biraz. Tıpkı sevda gibi, tıpkı ayrılık gibi; belki biraz da ölüm gibi kaçırıyoruz dozunu. Bu sefer şekersiz içiyor çayını Ayşan. Bense kıtlama yapıyorum. Bitiyor kahvaltı. Elimizde çaylar balkona çıkıyoruz. Donmuş, gri bir çift balkon terliğine sıkışıyoruz üst üste. Ya da denildiği gibi can cana. Tütün sıkıştırıyoruz sözlerimizin arasına, aşka müptela dudakların merkezine. Geceden kalan sevda var dilimizin ucunda. Halen unutamıyorum olanları.
“Gitmesen olmaz mı?” diyor Ayşan. İlk kez böyle görüyorum onu. Yalvarır gözlerle konuşuyor gibi. Makul bir dayanak bulmadan ikna etmeye çalışıyor. Anlam veremiyorum.
Diz altına kadar uzanan paltolar giyip çıkıyoruz dışarı. Boz bulanık bir havada üstümüzde metal rengi bulutlarla dalıyoruz sokaklara. Akça pirinç bir karın içinden durmadan yürüyoruz. Güneş, en utangaç edalarda. Güneş, asırlar kadar uzak geliyor kulaklara. Dipsiz bir okyanus oluyor sokaklar. Daldıkça dalıyoruz derine. En çok da hayatın içindeki bilinmezliğe. Bir girdapta sürüklenip Kızılay Meydanı’na çıkıyoruz. Bakıyorum Ayşan’a. Halen gözlerinde aynı anlamsızlık hâkim. Biraz da çaresizlik. Elimi son kez tutar gibi yapışıyor. Tütün kokan ince dudaklarından:
“Bu şehirden bir hukukçu çıkmanı istiyorum.” diyor. Susuyorum. Ayrılıyorum Ayşan’dan. Biniyorum otobüse. Devrimci Gençlik Komitesi’nin 2. Olağan Toplantısı çok önemliydi. Disiplin kurulu üyesi ve daimi delegelerden biriydim sözde. Yolun bitmesine beş dakika kala otobüsümüz durduruldu. Sadece beni otobüsten indirip karakola götürdüler. Nezarethaneye atıldım o gece. Ertesi gün asılsız ihbar deyip, salındım.
O gün komiteye bombalı saldırı olmuştu. Üst düzey yönetici ve katılımcıların birçoğu ölmüşlerdi. Yaralı kurtulanlar ise hastanelerde tedavi altına alınmıştı. Durumu çok ağır olanlar vardı.
Üzülmek ve sevinmek arasında tuhaf bir yerde, olayı anlamaya çalıştım. Bilerek mi ihbar edilmiştim? Kim etmişti? Aklıma Ayşan’ın gitmemem konusundaki sözleri geldi. Ayşan’ı aramaya koyuldum. Bulabileceğim tüm yerleri aradım. Yer yarılmış da içine girmişti sanki. Son çare İletişim Fakültesine gittim. Adını söyledim. Kimse tanımıyordu. Öğrenci işlerinden sordum. “Böyle bir öğrencinin olmadığını,” söylediler. Aynı cevabı rektörlükten de aldıktan sonra Ayşan’ı aramayı bıraktım.
Belki de Ayşan diye biri yoktu. Hepsi benim kuruntumdu. Belki de o gece hiç yaşanmamıştı. Islak dudaklarımız şarkılara eşlik etmemiş, aynı yorganın altında sabahı etmemiştik. Kaçak çay içmemiştik belki de, ayın şavkı tül perdeden sızıp odanın orta yerinde arsız arsız raks ederken biz belki de hiç sevişmemiştik. Nefesi nefesime karışıp tenimde gezinmemişti belki de. Kulaklarıma, “Karaoğlan, sen acayip bir çocuksun. Seni sevmek ne güzel!” dememişti belki de. Belki de… Kim bilir?
Ansızın korkularım filizleniyor. Sonra ne kadar mektup varsa bulmaya çalışıyorum. Ne kadar yasak kitap, gazete ve kaset varsa salonun ortasına yığıyorum. Hepsini bir poşete dolduruyorum. Bunların hepsini yok etmem lazım ama nasıl? Derken kapı çalıyor. Dürbünden bakıyorum: polisler…
“Aç kapıyı yoksa kırarız…”
Arka pencereden yan apartmanın çatısına atlıyorum. Dizlerimin üstüne düşüyorum önce. Altımdaki birkaç kiremit kırılıyor. Ufak bir deprem oluyor dünyamda. Biraz sendeledikten sonra kalkıyorum. Hemen başka çatıya atlayıp ufak bir dükkânın damından arka sokağın kuytusunda, ışıktan mahrum bir köşede sızmış kar yığınlarının üzerine atlıyorum. Belime kadar sokuluyorum uyuyan karın içene. Çıkıp koşmaya başlıyorum. Tam sokağı bitiriyorken önümü polis otosu kesiyor. Yön değiştirip ara sokaklara dalıyorum. Megafondan “Durrrr! Yoksa vururuzzzz!” sesi yükseliyor.
Durana aşk olsun. Donmuş Arnavut taşlarının üzerine basa basa koşuyorum. Dudağımda ılık dumanlar yükselirken kalp atışlarım dar sokaklarda aksediyor. Aç kediler önümden kaçıp çöp bidonlarının kuytusunda gizleniyor. Nereye ve niçin kaçtığımı bilmeden karanlıkta sürükleniyorum. Bir ara ayaklarımın yerden kesildiğini, uçtuğumu hissediyorum. Sonra tekrar ayak tabanlarıma keskin taşlar nüfuz ediyor. Arkamdan korkunç sesli fenerler durmadan tenime dokunuyor. Tenimi keskin keskin okşuyor fenerler. Paslı demirlerden karanlığın ödünü koparan barutlar yükseliyor. Yükselen barutlar, güneşle beraber son kuşları uzak diyarlara gönderiyor. Sırtımdan sızan damlalar tenimin esmer toprağını yalaya yalaya ılık bir ırmak misali akıp kunduramdaki kızılca deryada son buluyor. Ankara giderek siyahlaşıp kapkara bir hal alıyor. Arka sokakların donuk bağrında yüzüstü yere kapaklanırken Ayşan’a söylediğim şu sözleri hatırlıyorum:
“Bu şehirden ya bir hukukçu çıkarım ya da bir ölü!”
Kesin!
Polis otosu duruyor. İçinden biri iniyor. Temkinli adımlarla yaklaşıyor. Tenime dokunuyor. Elleri tanıdık geliyor. Nefesi yüzümü yalıyor bir an. Ve bakışları delip geçiyor… Çok halsizim. Gözlerimde zamansız bir uyku hali. Parmaklarım avuçlarıma gizlediğim çakıyı var gücüyle onun ense köküne saplıyor. Düşüyor o da yanıma. Yan yana belki de can cana uzanıyoruz öylece. Kimse ne olduğunu anlayamıyor. Sürünüyor benden tarafa, kulaklarımda tütün kokan şu kelimeler yankılanıyor:
“Affet beni Karaoğlan. Seni sevmek güzeldi,” diyor.
Minik minik gülüyorum ben. O da gülüyor. Çok soğuk Ankara. Üşümüyoruz biz.
İnadına ölümle ısınıyoruz.