Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Baba/6: Hükümdar Kim?

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Günay Gafur
Günay Gafur
Günay Gafur, bir kamu kurulunda danışman olarak çalışmaktadır. Evli ve iki çocuğu bulunan polisiye yazarı, 1978, Ankara doğumludur. Ankara Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümü mezunu olan yazarın Kuklacı (2012), Kâhin (2016) adlı basılı kitapları bulunmaktadır. Günay Gafur'un polisiye dergimizde yayınlanan eserlerini bu sayfada bulabilirsiniz.

“Sonunu bildiğin oyunları oynama. Kazanacağını bilsen bile!”

Alengirli laftı. Derindi. Baba söyleyince her laf devleşirdi zaten. Dört duvarla çevrili bir sonsuzluğun ortasında yaşıyorduk. Baba ve oyuncuları… Baba ve biz. Profesör, Gezgin, Gardiyan Hayrettin,  bendeniz Kâşif, ranzalar, battaniyeler, kahırla yüklü izmaritler, umut açan saksı çiçekleri, özgürlüğü fısıldayan duvarlar, sonsuzluğun sesi voltalar, dostluk kokan ince belliler… Herkes ve her şey onun kurguladığı bir sahnenin önemli önemsiz figüranlarıydı. Hepimiz onun için vardık. Dün sabahki, önceki ve daha önceki sabahlar gibi. Sanki hepimiz onun için oradaydık.

Ama bir sabah her şey değişti. Uyandım, kalktım, önce onun yatağına baktım, sonra etrafta dolanıp duran onca adama… Çişe giden, çayı demleyen, kalkar kalkmaz voltaya başlayan, ranzasına iliştirdiği fotoğrafı öpen, afyonunu patlatmak için cigara yakan tiplere… Hepimiz oradaydık. Onun için… Ama o yoktu. Yoktu işte!

Anlamıştım. Gitmişti. Gittiğini anlamak için âlim olmaya gerek yok zaten. Bakarsın, orada değilse gitmiştir. Ben başka bir şeyden, bir daha gelmeyeceğini anlamaktan bahsediyorum. Gitmek o zaman gitmektir. Geri döneceğini biliyorsan ona gitti demezsin ki. Umut dersin, nasılsa gelecek dersin. Beklersin.

Baba gitmişti. Ve bunu tek bilen bendim. Bir cigara aldım dudağıma, kibritin aleviyle cozurdattım. Dumanı önce herkesin yüzünü griye döndürdü sonra dağıldı gitti. Tıpkı Baba gibi… Git-ti!

Sakin adımlarla Baba’nın boş yatağına yürüdüm. Yastığında duran sümbül dalını alıp kokusunu derin derin içime çektim. Masada ince belliye ağzına kadar su doldurdum. Çiçeği usulca bardağın içine bıraktım. Nasıl da güzel kokuyordu namussuz… Sonra yatağın önüne geçtim ve yalı kazığı gibi öylece dikilip milletin gözünün içine baktım. Tek tek, ince ince süzdüm hepsini.

Durumun ehemmiyetini ne kadar kavramışlardı bilmiyorum. Baba’nın bir daha gelmeyeceğini duyduklarında ne yapacaklarını kestirmeye çalışıyordum. Kim üzülecek, kim korkacak, kim sevinecek ve kim benim gibi kahrolacak, gözlerinden anlamaya çalışıyordum.

Az sonra öğrenecektim. Bir fırt daha aldım cigaramdan. Mahpusa düştüğüm gün de dâhil, çektiğim en efkârlı nefesti. Öylece ayakta, babanın boş yatağının önünde cigaramı tüttürüp yüzlerine dikkatlice bakıyor oluşum bazılarını işkillendirdi. Bir bokluk olduğunu sezdiler. Ne döndüğünü bilmeseler de bir gariplik olduğunu anladılar. Ben de bunu istiyordum zaten. Önce sezsinler, söyleyeceğim şeye yavaş yavaş, içten içe yaklaşsınlar ve… Her neyse!

Orada durup koğuş arkadaşlarımı, kader arkadaşlarımı izlerken Baba’nın bana oynadığı o garip oyunu düşünüyordum. Elime silahı tutuşturduğu o günü. Ablamı parayla satan adamı ayaklarımın dibine getirip, kurbanlık koyun gibi ellerime teslim ettiği o kıyamet gününü. Silahı herifin ağzından içeri sokup bir an bile tereddüt etmeden tetiği çektiğim o günü!

Patlamamıştı. Silahtan gelen tek ses tetiğe asılınca çıkan o sikindirik “tık” sesiydi. Üst üste defalarca denemiş ve defalarca aynı sesi duymuştum. Sonra Baba’nın bir göz işaretiyle herifi apar topar yanımdan götürmüşlerdi. Nasıl da korkmuştu, nasıl da zırlayıp duruyordu orospu çocuğu.

“Aferin evlat!” demişti Baba, “Bu sınavı güzel verdin. Zamanı gelince o solucanı ezeceksin, merak etme.”

“Neden şimdi değil Baba? Madem herifi getirttin önüme kadar, madem bunca kudretin var, neden canını almamı engelliyorsun?”

“Ağzınla söyledin Kaşif’im. Yemeği pişirmişim, önüne kadar getirmişim, hatta ye diye kaşığı bile ben tutmuşum ağzına. Böyle olmaz. Kendin pişirecek kendin yiyeceksin. O yemeğe sevgini mi katarsın artık, nefretini mi, sen bilirsin. Ama rahat ol! Artık tek yapman gereken ne yemek yapacağına karar vermek. Malzeme elimizde!”

Herifi götürürlerken içimde bir şeylerin eriyip gittiğini hissetmiştim. Bir garip olmuştum. Adama duyduğum kaskatı nefret miydi eriyen yoksa Baba’nın oynadığı oyunun şaşkınlığımı bilmiyorum. Ama akıp giden bir yol oluşmuştu içimde. Sonra Baba etraftaki herkesi uzaklaştırmış, baş başa kalmıştık. Kulağıma eğilmiş ve o her zamanki gizemiyle şöyle fısıldamıştı:

“Ben gidince koğuş sana emanet evlat! Benim de kendi yemeğimi pişirip yeme vaktim yaklaştı.”

“Ne yemeği, ne gitmesi? Sen ne diyorsun Baba?”

Eliyle etraftakileri işaret etmiş ve yine fısıltıyla devam etmişti:

“Şu gördüğün adamlara iyi bak Kaşif’im. Her birinin acısı öyle büyük ki… Suç işlemek zorunda kaldıkları o karanlık güne dönseler yapacakları tek şey var: O suçu yine işlemek!”

“Eee?”

“E’si şu: Burada olma sebepleri, keyfe keder değil. Her birini seçerek aldım bu koğuşa. Karıya kıza sarkıp tecavüz edenin, zevk için cana kıyanın, hırsızın, uğursuzun, onursuzun işi yok burada!”

“Tamam da Baba…”

“Kesme! Dinle hele!”

“Peki Baba.”

“Elimden geldiğince sebeplerini karşılarına çıkardım. Tıpkı sana ettiğim gibi. Acılarına ilaç olmaya çalıştım. Kimi minnet etti, kimi teşekkür etti. Kimisi de haddini aşıp acele etti, destur almadan kıydı geçti o sebebe. Amma bu güne değin ihanet eden çıkmadı. Anladın mı evlat?”

Anlamamıştım.

“Anladım Baba.”

“Bok anladın! Neyse, anlayacaksın nasılsa. Diyeceğim o ki Kaşif’im, artık kendi ilacımı içme zamanıdır. Burada, bu dört duvar arasında eşe dosta, şu garibanlara, gardiyanından hamamböceğine herkese faydam dokunur da kendime dokunmaz, bilirim. Ama artık kendi sebebimle yüzleşmeye gidebilirim. İçim rahat çünkü artık sen varsın.”

Sesim elimde olmadan yükselmişti.

“Haklısın Baba, bir bok anlamadım! Ben…”

“Şşşt, yavaş lan yavaş!”

Daha kısık sesle devam etmiştim:

“…Ben ne anlarım koğuş idare etmekten! Hem sen nasıl gideceksin, nereye gideceksin?”

Nereye ve nasıl gideceğini söylememişti tabii. Ama şunu demişti:

“Gittiğim gün yatağıma bir sümbül dalı bırakacağım. O günden sonra hüküm senindir evlat.”

“Baba, hüküm falan, deme böyle şeyler. Ne yapacağım, ne edeceğim ben?”

Hafifçe gülümsemiş sonra cevap vermişti. Dediği son şey de bu olmuştu zaten.

“Ne yapacağını diyeyim evlat, yaklaş hele… O sümbül dalını suya koy, iki üç gün daha salsın rayihasını.”

Sonra sırtımı sıvazlayıp yanımdan ayrılmıştı. Defalarca dedim yine diyorum. Esrarengiz adamdır Baba. Hayatımda tanıdığım en… Neyse…

Çoğu zaman olduğu gibi gene pek bir bok anlamamıştım Baba’nın dediklerinden. Nereye gidecekti, nasıl gidecekti, ne hesabı vardı görülecek bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı: Ablamı bir mal gibi, parayla Süleyman denen birine satan şerefsiz, Baba’nın elindeydi. Elimizdeydi. Bu şimdilik yeterdi. Nasıl becermiş, nasıl etmişti bilinmez ama Süleyman ve bu herifi bulup elinin altına getirtebildiğine göre Baba’nın gücü kudreti büyüktü. Eli kolu uzundu. Hapiste olmasa kim bilir neler yapacaktı. Hapiste olmasaydı…

“Hayırdır Kaşif, bir şey mi diyecen?”

Baba’nın gözümde devleştiği o günün hayali, Profesör’ün sesiyle dağıldı gitti. Tıpkı Baba gibi. Git-ti!

“Dikilmişsin ayakta, hepimizi kesip duruyon öyle!”

“Evet”, dedim usulca. “Diyeceklerim var. Toplaşın hele.”

Cigaramdan son bir nefes alıp ayağımın altında söndürdüm. Bir tane daha yaktım sonra. Bekledim ki herkes toplansın. Duman, gri yüzleri yaladı ve malum son gerçekleşti: Kayboluş!

“Baba gitti!” dedim yekten. “Ve bir daha gelmeyecek!”

Suratlarda gördüğüm ilk şey büyük, dağlar kadar büyük bir şaşkınlıktı. Küçülmesine izin vermeden devam ettim:

“Artık hüküm benimdir!”

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU