GÖRDÜĞÜN, DUYDUĞUN, DENEYİMLEDİĞİN HER ŞEY İLLÜZYONDUR. TEK GERÇEK SENİN İÇİNDEDİR.
Başak Sayan son romanı Nigâhdar ile okurlarına tadına doyum olmayan tarihi bir seyahat yaptırıyor. Gerçek olaylardan esinlenerek yazılmış olan Nigâhdar romanı iki ayrı zamanda ilerliyor. Onuncu yüzyılda, Abbasi İmparatorluğu döneminde yaşamış olan Sufi Hüseyin Bin Mansur ‘un, bilinen adıyla Hallâc-ı Mansur’un hayat felsefesi ve öğretileri günümüzde işlenen bir cinayete ışık tutuyor. Tasavvuf ile polisiyenin zekice harmanlandığı, Tanrı kavramının bilimle, tasavvufun fizikle iç içe geçtiği, gizem ve heyecanın son sayfalara kadar devam ettiği kurgunun derin araştırmaların eseri olduğu daha ilk sayfalarda anlaşılıyor. Romanın son sayfalarına gelindiğindeyse, mucizelere inandıracak kadar olağanüstü bir ilhamın ürünü olan Nigâhdar’ın nasıl oluştuğunu açıklayan bir teşekkür yazısı karşılıyor okuru.
Ayrıca güçlü kurguyu daha da güçlü hale getiren ve yazarın diğer romanlarında da sıkça kullandığı betimlemelerin okuyucuyu derin bir hayal aleminde yolculuğa çıkartacağı kanaatindeyim. Hayal gücünün sınırlarını zorlayan, yazarın kalemini daha da çok sevmeme neden olan bu betimlemelerden birkaç örnek vermeden duramayacağım. “Kızıl bir pençe gibi alçalan güneş; uyuyan bir canavarın soluğunda kaybolmuş şehir; zümrüt gibi parlayan gözler; dişsiz bir hayvan gibi saldıran soğuk; gümüş bir tepsi gibi parlayan ay; buzdan gözyaşları gibi gökyüzünden süzülen kar taneleri; bembeyaz bir battaniyenin altında kalmış şehir; yerini kış denizlerinin soluk maviliğine bırakmış alacakaranlık; yıldızsız bir gece kadar kara gözler; hayalet gibi şehrin üzerine çöreklenmiş sis; göz kamaştırıcı, sivri bir hançer gibi şehrin kalbine oturtulan gökdelen; buzdan bir çekiç gibi vuran soğuk…” Bakın, gördünüz mü? Şu bir kaç cümleyle sizin de zihninizin derinliklerinde kocaman bir dünya oluştu bile, değil mi?
Romanlarının hepsininde geçtikleri dönemin siyasi olaylarına cesurca değinen yazar, Nigâhdar romanında da yakın geçmişte ülke siyasetinde meydana gelen olayları arka planda okura sunmuş. Bu durum kurguyu daha gerçekçi bir hâle getirip zenginleştirmiş.
Başak Sayan Nigâhdar romanında tasavvuf ilmine ve dinler tarihine oldukça geniş bir yer ayırmış. Maneviyatı yükselten satırlarda okuru tasavvuf felsefesi hakkında bilgilendirirken hiç sıkmadan kurgunun içine çekmeyi de ustaca başarmış. Okurken bu ilmin etkisine girmemek mümkün değil. Öğrenirken büyük keyif aldığım bu bilgileri sizlerle de paylaşmak isterim.
DİNLER TARİHİ
İnsanoğlunun din kavramı ile tanışması ihtiyaçtan doğmuştur. Yerleşik hayata geçen insanlar gündelik hayatlarında karşılaştıkları sorunlardan sonra başlarına gelen afetlerin yüce bir güç tarafından yönetildiğine inanarak, bu güce kurbanlar sunarak, saygılı olarak onun gazabından korunacaklarına, mahsullerini yerle bir eden afetlerden kurtulacaklarına inanmışlardır. Gelişen toplumlarda din kavramı daha organize bir hal alarak din ile alakalı çeşitli kural ve ritueller oluşturulmuştur. Din yeryüzünde insanların bir arada yaşamalarını sağlayan en önemli etken olmuştur. Tarihi kalıntıların anlattıklarına göre organize din kavramı yerleşik hayatta oluşan zaruretten doğmuşsa da, Tanrı kavramı bundan çok daha öncesine dayanmaktadır.
Yıllarca ihtiyaçları doğrultusunda çeşitli tanrılara (güneş tanrısı, gök tanrısı, savaş tanrısı) tapan insanlar, ne olmuştur da tek tanrı inancına geçmişlerdir? Antik Mısır’ın firavunlarından olan Akhenaton, asıl adı Amenhotep, tarihte tek Tanrı inancını ortaya atan ilk kişidir. Tahta geçtiğinde diğer tanrılara tapınmayı yasaklamış ve tek Tanrı olduğunu, kendisinin de onun elçisi olduğunu bildirmiştir. Bu durum, dönemin Firavundan sonra gelen en önemli söz sahibi kişilerince, yani rahiplerce hiç hoş karşılanmamıştır. Tek Tanrı inanışı yüzünden, ellerinde tuttukları, Firavunları bile dize getirebildikleri güç yok olmak üzeredir. Bunun üzerine Akhenaton, hâlâ nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde ortadan kaldırılmış, yerine oğlu Tutankamon getirilmiştir. Oğlu babasının ardından yine çok tanrılı eski sisteme geri dönmüştür. Daha sonra gelen Firavunlar Akhenaton’un varlığını tarihten silebilmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Ancak silinmeye çalışılan tek Tanrı’ya inanış yıllar sonra Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’le tekrar vücut bulmuştur. Ancak günümüzde dünyaya hakim olan tek tanrılı inanışlarda da bazı insanlar dualarını Tanrı yerine azizlere, rahiplere, evliyalara, ermişlere sunmaktadırlar.
TASAVVUF İLMİ
Tasavvuf ilmi insanoğlunun göremediği gerçekleri anlama yoludur. Hakikati anlama yolu her dinde vardır. Tasavvuf hal işidir tarif ile anlaşılması mümkün değildir, bunu ancak yaşayan bilir. Hakikati anlamak beş duyuyla mümkün değildir. Bunu her canlı anlayamaz. Anlatabilmek için işaretlere sembollere başvurulur. Ancak sembolleri algılama ve yorumlama da çeşitlidir. Hakikati anlamaya çalışmak sadece tasavvuf ilmiyle olabilir. İlahi sırlara ait bilgilere ancak Tanrı’nın bahşettiği ilham ile erişilir. Tasavvufa göre insan iyi ve kötünün, aydınlık ve karanlığın vücut bulmuş halidir. Bir insanı iyi ya da kötü yapacak hammadde içindedir.
İnsan nefsini öldürmeden Hakk’ı bulamaz. Ölmeden evvel ölmesi gerekmektedir insanın ancak o zaman içindeki gerçek beni keşfeder. Sadece gerçek beni keşfeden insan hakikati anlayabilir. Bunun için de teslim olmalıdır. Kişiyi kendi aldatmacaları ve kendi nefsi dışında kimse engelleyemez.
Tasavvuf felsefesine göre merkezde Allah vardır. O merkeze ulaşmak için doğruluk denizini aşmak gerekmektedir. O öyle bir denizdir ki, kişi öğrendiği bilgilerle merkezde kendisinin olduğunu zannettiği anda doğruluk denizinde boğulmaktan başka çaresi kalmaz. Kendi nefsinin esiri olup çıkar. Nefsini yenebilen insanoğlu rabbini fark ettiği anda en dıştaki sezgi dairesine adım atmış demektir. Rabbini hissetmeye, onun yolunda yürümeye, onu aramaya başlamıştır. İhtiyacı olan tek şey benliğini bırakmasıdır. Ancak o zaman Rabbine yaklaşır.
Varlığın tasavvufta dairesel bir yapısı vardır. Buna göre en dıştaki daire Zahir’dir. Beş duyuyla algıladığımız dünyadır. Canlı cansız tüm varlıklar bu dairede yer alır. İkinci daire Batin’dir yani görünen anlamların dışında daha derin anlamların bulunduğu yerdir. Üçüncü daire Lev-i mahfuz’dur; insanlığın başına gelebilecek olan her türlü bilgiyi kapsar. Ortadaki nokta tanrının ifadesidir.
Tasavvufta bahsedilen dört ulu kapı insanın hakikate ulaşma yolunda uğradığı manevi kapılardır. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat. Marifet kapısına kadar ilim öğrenerek gelebilen insan oraya ulaştığında bilgiler artık ilimle değil ilhamla gelir. Bunu da ancak, örneğin peygamberler gibi arınmış kişiler başarabilir.
Sufizmde sayısal ifadeler vardır. Sıfır yaratandır, ne varlıktır, ne yokluktur. Hiçliğin ifadesidir. Sıfırdan yansıyıp aleme vücut veren birin doğuşuyla kainattaki ilk nefes doğar. İki ise birin ters yansımasıdır, zıtlığı temsil eder.
Tasavvufun kuantum teorisiyle de, insanı hayretlere düşürecek kadar çok ortak noktası vardır. Sufilerin dünya görüşleri kuantum fiziği kurallarıyla benzerlik gösterir. Hallâc-ı Mansur felsefesine göre tek hakikat tanrısal özdür. Her form bu özün bilgilerini taşır. Soyuttan somuta geçiş yaparken ilahi özünden uzaklaşan varlık genişleyip yayıldıkça netliği azalır, titreşimleri kabalaşır ancak titreşimi değişse de öz bilgisi içinde saklıdır, hiç kaybolmaz. Yaratılan her varlık ilahi noktadan kopmuş birer parçadır ve özlerinde O’nun izlerini taşırlar. İlahi noktadan uzaklaşan öz aslını unutur. Unutsa da bu bilgi onun içinde hep vardır. Tanrı en büyük hatırlatıcıdır. Hatırlatma eylemini seçilmiş kişiler sayesinde yapar. Seçilmiş kişi hatırlayan kişi demektir. Titreşimleri değişse de içinde saklı olan Tanrısal Öz su yüzüne çıkmış kişilerdir. Hallâc-ı Mansur’un “Ene’l Hak” sözü aslında her insanın içinde Tanrıdan bir parça taşıdığını anlatma çabasıdır. Aslında noktadan kopan her parça bütüne bağlıdır. Ene’l Hak (Ben Tanrıyım) sözü Kuantum Fiziği ile birbirini tamamlayan bir sözdür. Hallâc-ı Mansur’un bin yıl önce dile getirdiği bu öğretide olduğu gibi Kuantum dünyasında da bir kopuş mümkün değildir. Parçalara ayrılmış bir atomun çekirdeğine yapılacak bir müdahale diğer parçalarında aynı etkiye uğramış gibi davrandığını göstermiştir. Her parça görünmez bağlarla birbirine bağlıdır. Parçalar bütünün bilgisini taşır. Kuantum dolanıklık ilkesi denen bu kural evrenin yaradılış kuralıyla tıpatıp aynıdır. Üstelik bu, tasavvufla kuantum fiziğinin benzerliklerine sadece ufacık bir örnektir.
NİGÂHDAR ROMANINDA ANLATILAN HALLÂC’I MANSUR KİMDİR?
“BENİ GÖREN TANRIYI GÖRÜR, TANRIYI GÖREN İKİMİZİ BİRDEN GÖRÜR” – Hallâc-ı Mansur –
Nigâhdar romanının iki ayrı bölümünden birini oluşturan bölümde Abbasi İmparatorluğu döneminde yaşamış olan Hüseyin Bin Mansur ‘un hayat hikayesi ile tanışıyoruz. Hallâc-ı Mansur’un, sadece hayat hikayesinden değil, felsefesinden öğretiler de barındıran bu bölümlerin hemen hemen hepsi gerçekten yaşanmış. Nigâhdar romanında Hallâc-ı Mansur ‘un hayatını anlatan hikayeyi kısaca aktarmaya çalışacağım.
Hüseyin Bin Mansur dokuzuncu yüzyılın sonlarında İran’ın Beyzâ bölgesinde el-Tur’ da doğmuştur. Büyük bir islam sufisi olan Hallâc-ı Mansur spiritüalist bir yazar ve mistik bir şairdir. Hasta insanları iyileştirebildiği rivayet edilir. Hallac ismi babasının mesleğinden gelmiştir. Yün eğiren kişi demektir. Çocuk yaşta babasıyla çeşitli şehirlerde dolaştıktan sonra Irak’ın Vasit şehrine yerleşmiş oradaki ünlü bir Kur’an okuyucuları okulunda okumuş ve on iki yaşındayken Kur’an’ı hatmetmiş, hafız olmuştur. Çocuk yaşta çevresindekilere Allah’ın gönderdiği Kur’an ayetlerinin gerçek mesajını anlatmasıyla üne kavuşmuştur. On altı yaşına geldiğinde eğitimini tamamlamış, İran’ın Tüster şehrine gitmiştir. Orada Şeyh Sehl Tüstirî’nin müridi olmuştur. Tüstirî’den iki yıl boyunca öğrendikleri onun kalbindeki hakikat ateşini yaksa da içinde hep bir eksiklik hisseder. On sekiz yaşındayken Tüsterî’den el alıp sufilik hırkasını giydiğinde, içindeki boşluğu ve hakikat arayışını orada kalarak dolduramayacağını anlar ve bu da onu başka şehirlere ve başka Şeyh’lere iter. Son durağı, bulunduğu coğrafyada altın değerinde olan Bağdat şehridir.
Romandaki hikaye Hallâc’ın Bağdat şehrine gelmesiyle gelişir.
Hallâc-ı Mansur şehre ayakbastığı andan itibaren en yakın dostu haline gelen Ebubekir Şıblî sayesinde Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî ile tanışmıştı. Şeyhin öğretileri Hallâc’ın gözünde çok değerli bilgiler olsa da Cüneyd-i Bağdâdî ile fikir ayrılığına düştükleri bir çok mesele vardı. Tasavvuf ilmi Bağdat şehrinde çok hoş karşılanan bir ilim değildi. Takipçilerine sapkın, hatta zındık gözüyle bakanlar vardı. Cüneydi’ye göre tasavvuf ilmi kapalı kapılar ardında konuşulmalıydı. Zira diğer insanların onları anlayabilecek mertebede olmadıklarına inanıyordu. Bu bilgileri anlayacak eğitimi olmayanlarca yanlış anlaşılıp bu yüzden otoritenin hışmına uğramaktan korkuyordu. Kentteki tüm sufiler ve dervişler ilimlerini kapalı kapılar ardında konuşurlardı. Bu durum Hallâc-ın hayat görüşüne tersti. O, yüreğindeki tüm bilgileri bütün insanlığa yayma ateşiyle yanmaktaydı. En yakın dostu ve kendisi gibi Cüneyd-i Bağdâdî’nin müritlerinden olan Ebubekir Şıblî onu bu görüşten uzaklaştırmak için çok uğraşmış hatta “Ben ve Hallac aynı şey idik; beni divaneliğim kurtardı, onu aklı batırdı,” sözünü söylemiştir.
Hallâc-ı Mansur’un sıklıkla dile getirdiği sözler halk ve ulema arasında huzursuzluklara sebep oluyordu. Zenci köleler haklarını talep etmek için ayaklanmışlardı. Bunlara Karmati denilen bir grup köylünün de katılmasıyla isyanlar büyüyordu. Hallâc-ı Mansur’un bu kişilerin isyanlarını haklı bulması, bu duruma sıcak bakması ve bu konuda da sarf ettiği sözler onu Abbasi imparatorluğu’nun halifesi Muktedir Bi’llâh ile karşı karşıya getirmişti. Ancak Muktedir çok hastaydı ve bu gidişle ağabeyi ile aynı kaderi paylaşacak ve genç yaşında bu hastalık onu yok edecekti. O sırada, devleti yıkmak için isyancıları kışkırtmak gerekçesiyle tutuklu olan Hallac sayesinde hastalıktan kurtulmuştu. Bu durum halifenin Hallâc-ı Mansur’a sempati duymasını sağlamıştı.
Her geçen gün hakikat arayışında, öğrendiği bilgilerle ruhunu doyurmaya çabalayan Hallac için vakit yerinde durma vakti değildi. Vakit Rabbine ulaşmanın yollarını aramak için uzak ülkelere gitme vaktiydi. Bu uğurda ailesini bile geride bırakıp yollara düştü. Dolaştığı her ülke ona yeni şeyler öğretmişti. Gezdiği yerlerdeki halkın İslam’a girmelerinde etkili oldu. Çin’in ve Hindistan’ın din bilginleriyle yaptığı sohbetlerle onların düşüncelerini öğrenmişti. Bu öğretilerden anladığı kadarıyla bütün dinler aynı denize dökülen nehirlerdi. Tüm dinler Hakk’a giden yollardı. Hindistan seyahati hayatının dönüm noktası olmuştu. Oradan döndüğünde var olan her şeyin Allah olduğuna, Allah’tan olduğuna inanmış bunu yaymıştı.
“Yeryüzündeki her şey O’nun bir parçasını taşır. Var olan yalnız Allah’tır. Gözün gördüğü her varlık O’nun tezahürüdür. Tek gerçek Bir’dir ve çokluk bu Bir’in farklı yansımalarıdır. Her şey ve herkes Allah’ın bir parçasıdır. Gerçek benlik bu dünyaya doğan beden değildir. Her şey O’dur. Ben O’yum (Ene’l Hak).” Hallâc-ı Mansur öğretilerini kaleme aldığı kitabı, Kitâbü’t-Tavasin’den başka bir çok risaleler yazmıştır. Ancak kırk dokuz adet olduğu sanılan bu risalelerin hepsi kayıptır.
Hint seyahatinden döndükten sonra Hallâc-ı Mansur bir çok mürid toplamıştı. Etrafına topladığı insanlar çoğaldıkça dedikodular da artıyor onun insanları etkilemeyi başaran bir büyücü olduğu haberi yayılıyordu. Vaaz verirken kendinden geçerek “Ene’l Hak”, demesi, zaten Hallâc’ı yok edebilmek için fırsat kollayan Vezir Hamid Abbas’ın eline büyük bir koz vermişti. Ancak ne yaptıysa da kadılardan idam kararının çıkmasını sağlayamamıştı. Bunda Halife Muktedir’in başmabeyincisi Nasr el-Kaşuri’nin Hallac’ın tarafını tutmasının büyük rolü vardı. Yine de başmabeyinci, Hallâc’ın tutuklanmasını engelleyememişti. Uzun süre tutuklu kalan Hallac’ın ünü ve müridleri hızla artmaya devam ediyordu. Vezir Hamid için kadıları idama ikna etmekten başka çare yoktu. Nihayet sonunda Hallac’ın idamı yönünde fetvayı elde etmeyi başardı.
Günlerce şehrin ortasında çarmıha gerilmiş bir vaziyette işkence görürken en yakın arkadaşı Ebubekir Şıblî bir an bile yanından ayrılmamış, ona manevi destek olmaya çalışmıştı. Dayanılmaz işkencelerden sonra burnu, kolları ve ayakları kesilen Hallac en sonunda başı kesilerek idam edildi. Kesik başı günlerce Dicle kıyısında teşhir edildi.
Ölümünün ardından birçok İslam ülkesinde türbeleri yapılmıştır. Hallâc’ı Mansur makamı denilen bu türbelerin yedi adet olduğu söylenir. Asıl türbesi Bağdat’tadır. Ülkemizde de Çanakkale’nin Gelibolu ilçesinde bir türbesi vardır.
NİGÂHDAR ROMANININ KONUSU:
SEN NE DOĞDUN NE DE ÖLECEKSİN! BİR BEDEN OLMADIĞINI ANLADIĞINDA EN BÜYÜK HAKİKATİ KEŞFEDECEKSİN!
Başak Sayan’ın Nigâhdar romanının, Hüseyin Bin Mansur bölümleriyle dönüşümlü gelişen ikinci bölümünde günümüzde işlenen bir cinayete ışık tutuluyor. Yazarın zekice kurguladığı bu bölümlerde okuyucu Nigâhdar kelimesinin ne anlama geldiğini ve Nigâhdar’ların görevlerinin ne olduğunu öğrenmekle kalmıyor, nefes nefese bir koşuşturmacanın, şifreleri bin yıldır çözülmeye çalışılan bir bulmacanın, ardında cevapsız sorular bırakan bir cinayet soruşturmasının tam ortasında buluyor kendisini.
Columbia Üniversitesi’nde atom fiziği dersleri veren Şirin Özdemir Amerikalı bir anneyle Türk bir babanın tek çocuğudur. Kendini bildi bileli ailesiyle mesafeli bir ilişkisi olmuştur. Lise yıllarındayken babasını ve annesini kaybettikten sonra tek başına kalan Şirin, ayakta kalmayı, bir meslek sahibi olmayı başarmıştır ancak bu başarıyı elde etmek hiç de kolay olmamıştır. Yaşadığı sıkıntıları kendisine reva gören Tanrı mıdır? Tanrı kendi yarattığı bir varlığa bu kadar acıyı neden çektirir? Tanrı’ya olan bitmeyen öfkesi onu fizik okumaya ve Tanrı diye bir varlığın olmadığını bilimsel olarak ispatlama çabalarına itmiştir. Sevgilisi Amir de onun gibi bir ateisttir. Ancak Şirin kendini daha çok panteist olarak adlandırmaktadır. (Panteizm evren ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğunu savunan ve doğaüstü bir tanrıya inanmayan bir görüştür.) Türk Büyükelçiliğinden aldığı bir telefon Şirin’in tüm hayatının bir çırpıda değişmesine sebep olur. Görevli, Türkiye’deki babasının öldüğü haberini verdiğinde Şirin nasıl bir karışıklığın içine düştüğünü anlayamaz. Onun babası yıllar evvel ölmüştür zaten. Kafasında dönüp duran soru işaretleriyle İstanbul’un yolunu tutar.
Yetmiş sekiz yaşındaki eski sanayici ve TÜSİAD başkanı Haydar Doğaner tarihi köşkünde öldürülmüş olarak bulunur. Başkomiser Mestan ve ekibi olay yerine geldikleri anda bu cinayetin altında görünenden farklı bir amaç olduğunu anlarlar. Oldukça varlıklı olan Haydar Doğaner evinden çok çıkan, etrafta görünen biri değildir. Bahçede bıçaklandığı anlaşılan maktul evinin salonunda bulunmuştur. Gariplikler bu kadarla sınırlı değildir. Sürünerek salona kadar gelen maktul ölmeden önce etrafında bir sürü ipucu bırakmıştır. Ancak ipuçlarının hiç biri katili işaret etmiyordur. Ölmek üzere olan bir adam geride kalanlara katili işaret etmiyorsa ne anlatmak ister? On dokuz oda ve iki salondan oluşan tarihi Cemil Molla Köşkü’nü alt üst eden katilin bir şey aradığı kesindir zira katil para edecek hiç bir eşyaya dokunmamıştır. Maktulün kucağında tuttuğu arapça yazılmış kitaptan, yere kanıyla çizdiği şekillerden ve avucundaki kağıtta bulunan esrarengiz şemadan pek bir şey anlayamayan Başkomiser Mestan, cinayet soruşturmasının ilerleyebilmesi için tanınmış yazar ve felsefeci Algan Ataman’dan yardım ister.
Algan Ataman Başkomiser Mestan’dan aldığı, Haydar Doğaner ‘in ardında bıraktığı gizemli delilleri incelediğinde, kitabın Hallâc’ı Mansur’un günümüze ulaşan tek eseri Kitâb-ût Tavâsin’in bir kopyası olduğunu anlar. Kitap arapça ve farsça yazılmıştır ancak bazı bölümlerde gizli bir terminoloji kullanılmıştır. Kitabın arka sayfasına, kullanılan mürekkepten de anlaşıldığı üzere, günümüzde eklenmiş bir yazı yazılmıştır; “Ararsan Bulursun…” Bu sözde anlatılan, aranması ve bulunması gereken şey nedir? Algan Ataman, Haydar Doğaner ‘in yere kanıyla çizdiği iç içe geçmiş daireler ve ortasında bir nokta bulunan şeklin tasavvufu işaret ettiğini, maktulün avucunda bulunan kağıttaki şemanın da şifreli bir mesaj olduğunu düşünür. Şemanın altına tersten yazılmış “Hakikati bulmak için marifet kapısından geç!” sözü neyi ifade etmektedir? Aradığı cevapları, bundan yıllar evvel bir televizyon programında tanıştığı, ülkenin en önemli tarihçilerinden ve ilahiyatçılarından olan, İstanbul Üniversitesi’nde uzun yıllar Türk-İslam Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı dersleri vermiş profesör Abdülrahim Ürgüplü’den alabileceğini düşünür. Ancak düşündüğü şeyi yapmaya fırsat bulamaz çünkü elindeki delillerin anlamlarını tek isteyen Başkomiser Mestan değildir.
Türkiye’ye geldiği andan itibaren, o zamana kadar yaşadığı hayatın koca bir yalandan ibaret olduğunu öğrenen Şirin, küçük yaşındayken kendisini evlatlık vermiş olan gerçek babasının bir cinayete kurban gittiği haberiyle sarsılır. Oysa babasına sormak istediği çok şey vardır. Neden onu istememiştir, neden evlatlık vermiştir, varlıklı biri olduğu halde neden öz kızının yabancıların elinde büyümesine izin vermiştir? Artık bu sorulara cevap verebilecek bir babası yoktur ve bir gün içinde yine kimsesiz kalmıştır. Babasına duyduğu öfkeyi yenemeyen Şirin’in tek isteği bir an önce gerekli bürokratik işlemleri halledip Amerika’ya sevgilisi Amir’in yanına dönmektir. Fakat olaylar hiç de planladığı gibi gelişmez. Bir anda kendini tanımadığı bir adamın elinde esir alınmış olarak bulur. Üstelik tutulduğu odada yalnız değildir.
Algan Ataman ile Şirin Özdemir, ısrarla Haydar Doğaner’in sakladığı sırrın yerini soran kişinin ne demek istediğini anlayamazlar. Şirin’e Nigâhdar’ın kızı olduğunu söyleyen bu adam kimdir? Nigâhdar ne demektir? Sonunda kim tarafından, hangi sebeple kapatıldıklarını bilmedikleri yerden kaçmayı başarırlar. Haydar Doğaner bıraktığı delillerle kızı Şirin’e ne anlatmak istemiştir? Şirin’i ve Algan’ı kaçıran adam hangi sırrın peşindedir? Sorularının yanıtlarını bulmak için soluğu Profesör Abdülrahim Ürgüplü’nün evinde alırlar. Şirin öğrendikleri karşısında şaşkına döner. Babası gerçekten de bir Nigâhdar’dır. Hallâc’ın ölümünden sonra oluşturulan bir tarikatın en büyük amacı, içinde insanlığın henüz yüzleşmeye hazır olmadığı, Hallâc’ı Mansur’un risalelerini korumaktır. Adına Nigâhdar denilen koruyucular tarafından sır günümüze kadar saklanmıştır. Nigâhdarlar sırrı saklamak pahasına hayatlarındaki herşeyden vazgeçmek zorundadırlar. Onlar, geçmişten günümüze gelen ve tüm dinleri derinden etkileyecek olan bu sırrın sadık bekçileridirler. Ancak bu sırrı saklayanlar kadar onu yok etmek isteyenlerde vardır. Ve yüzyıllardır onlar da sırrın peşindedirler. Çünkü sır ortaya çıkarsa, çok uzun zamandır bir üst akıl tarafından yönetilen dünya kaosa sürüklenecektir. Kayıp risalelerin ortaya çıkmasıyla, avuçlarında tuttukları ülkeleri yönetmek zorlaşacak, devletlerin içlerine sızmaları için kullandıkları tarikatlar işlerine yaramayacak, ellerindeki güç de yerle bir olacaktır. Şirin bir gün içinde öğrendiği gerçeklerle bocalarken kendini inanmadığını söylediği tanrıya dua ederken bulur. Kalbinde Tanrı’ya duyduğu öfke, yeni yeni öğrendiği Tasavvuf ilmi ve Hallâc’ı Mansur’un felsefesi sayesinde yumuşamaya başlar.
Algan Ataman ve Şirin kaçırıldıklarını Başkomiser Mestan’a haber vermeye bile fırsat bulamadan kendilerini olayların ortasında, zanlı konumunda bulurlar. Kaçırıldıkları sırada Algan Ataman’ın profesör olduğu üniversitede patlak veren protestolar kısa sürede hükümet karşıtı bir gösteriye dönüşür. Algan Ataman’ın protestoların fitilini ateşleyen kişi olduğu ve terör örgütüyle bağlantılı çalışan bir vatan haini olduğu haberi yayılmıştır. Ülkede patlak veren hiç bir olayın tesadüf olmadığını, birçoğunun çeşitli güçler tarafından kurgulanmış olaylar olduğunu, bu kişilerin ellerinde tuttukları gücü kaybetmemek için insanları piyon gibi kullandıklarını çok iyi bilen Başkomiser Mestan, yaşanan gelişmeler karşısında şaşkındır. Sadece bir cinayet soruşturmasına yardım etmesi için çağırdığı Algan Ataman nasıl olmuştur da bir terör zanlısı olmuştur? Üstelik Gelibolu’da Hallâc’ı Mansur’un türbesinde işlenen bir cinayetin de Algan Ataman ve Şirin Özdemir tarafından işlendiği ihbarı gelmiştir. Haydar Doğaner cinayeti, sandığından da zor çözülecek gibi görünmektedir.
Algan ve Şirin bir gün içinde hayatlarını değiştiren, ellerindeki her şeyi kaybetmelerine sebep olan olaylar yumağından kurtulabilecekler midir? Onlar için artık Nigâhdar’ın sakladığı sırrı bulmak ve bu sırrı bulabilmek için de Haydar Doğaner’in geride bıraktığı izleri çözmekten başka yol yoktur. Tesadüfler eseri kesişen yolları, Algan ve Şirin’i sonu belli olmayan bir maceraya iterken farkında olmadan birbirlerine duydukları hisler ikisine de çok yabancıdır. Şirin sevgilisi Amir’e karşı duyduğu suçluluk hissiyle boğuşurken Algan’da yıllar sonra tekrar bir kadın tarafından incitilmek istemiyordur. Ancak kaderin planları onların planlarıyla uyuşmaz. Aşk engel tanımaz.
Haydar Doğaner’in ölürken geride bıraktığı izlerin anlamları ne? Kahramanlarımız bin yıldır saklanan sırra erişebilecekler mi? Son Nigâhdar kim olacak? Algan Ataman ve Şirin Özdemir peşlerindeki küresel güçle baş edebilecekler mi? Gücü ellerinde tutanların hain planları ülkeyi nereye götürecek? Dost kim, düşman kim? En güvendiğin mi, en sevdiğin mi seni kötülüklerden koruyabilir? Hayatta tesadüfler mi yollarımızı birleştirir yoksa bu, ilahi bir gücün isteği midir? Ölmek bir bitiş midir yoksa yeniden başlayış mı? Tüm soruların yanıtları Başak Sayan’ın son romanı Nigâhdar’da okuyucuyla buluşuyor.
NİGÂHDAR ROMANININ KÜNYESİ:
Yayınevi: İnkılap Kitabevi
Basım Tarihi: 2019
Sayfa Sayısı: 526
BAŞAK SAYAN KİMDİR:
Asker bir baba ve öğretmen bir annenin dört çocuğundan biri olan Başak Sayan, 17 Haziran 1977’de Ankara’da doğmuştur. Küçük yaşlarında tiyatroya ve yazmaya meraklı olan Başak Sayan, okul çağında tiyatro kollarında çalışmış ve öyküler yazmıştır. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamlamıştır. Üniversite eğitimini İstanbul’da tamamladıktan sonra oyunculuk yapmaya karar vermiştir. Önce çeşitli televizyon programları hazırlayıp sunan Başak Sayan ardından pek çok dizi ve sinema projesinde yer almış ve bir gazetede köşe yazarlığı yapmıştır. Çocukluğundan beri en büyük iki hayalinden biri gerçekleşmiş, oynadığı diziler ve filmlerle başarıyı yakalamıştır. Yazmak onun ikinci hayalidir ve artık sırada o hayali gerçekleştirmek vardır.
2010 yılında yayımlanan ilk kitabı “Aşk ve Baştan Çıkarma” kitlesel etkileme metodlarıyla ilgilidir. Hemen ardından çıkan ilk romanı “Bağlanma Korkusu” ile destansı bir aşkı anlatmıştır. 2015’te raflarda yerini alan ikinci romanı “Kelebeğin Kaderi” uzun süre çok satanlar listesinde yerini korumuştur. Polisiye romana geçiş yaptığı üçüncü romanı “Ölü Kuşların Sessizliği” macera dolu bir polisiye roman olmasının yanı sıra, tıpkı “Kelebeğin Kaderi” romanında olduğu gibi, okuyucuya felsefe ve psikoloji üzerine de bilgiler vermektedir.
Başak Sayan Türk filmlerini aratmayan bir tanışma hikayesiyle tanıştığı eşi Murat Vardal ile 15 Ağustos 2015’te Washington’da evlenip oraya yerleşmiştir. Bir yıl sonra eşiyle beraber Türkiye’ye kesin dönüş yapmıştır. Mutlu evlilikleri 2017 yılında ikiz bebeklerle taçlanan çift, bebeklerine Ares ve Milan ismini vermiştir.
2018 yılında ilk çocuk kitabını yazmış “Rüzgar Olmak İsteyen Çocuk” adlı kitabıyla minikleri küçük Milo’nun maceralarıyla tanıştırmıştır. Oğlu Milan’a yazdığı bu çocuk kitabının ardından oğlu Ares için de benzer bir kitap yazmak için çalışmaları devam etmektedir.
Son romanı Nigâhdar, yazarın kendi deyimiyle, tuhaf bir anda, aniden gelen bir ilham sayesinde oluşmuştur. İki yıla yakın süren yazım aşamasında yazar binlerce sayfalık araştırma yazıları okumuş, okudukça Hallâc-ı Mansur’a olan hayranlığı daha da artmış ve bu kitabı yazmasının asla bir tesadüf olmadığını kanıtlayan olaylara şahit olmuştur. Araştırmaları sırasında Hallâc-ı Mansur’un felsefesi ve öğretisi yazarı çok etkilemiş, tüm bakış açısını değiştirmiş, düşünce dünyasında değişim oluşmuştur.
Başak Sayan’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk otobiyografik kitabı “Sen Değişirsen Her Şey Değişir” de kendi hayatının iplerini nasıl eline aldığı ve içsel yolculuğunda nelerle karşılaştığı anlatılmaktadır. Aynı zamanda yazar inancın ve düşüncelerin neler yaratabileceğini yirmi bir günlük bir çalışmayla okura sunarak, kişinin gerçek özüyle bağlantıya geçmesini sağlamayı hedeflemiştir.