Bu hikâyedeki olay ve karakterlerin
gerçekle ilgisi yoktur. Kişi adlarındaki
benzerlikler tamamen rastlantıdır.
Bir yılbaşı gecesi tren karlar içindeki istasyonda sarsılarak durdu. Havaya yoğun bir su buharı püskürten lokomotifin arkasındaki yolcu vagonunun kapısı açıldı, uzun boylu, genç bir adam perona indi. Siyah paltosunun yakasını yukarıya doğru kaldırmış, geniş kenarlı şapkasını iyice öne eğmişti. Atkısı, ağzını kapatacak biçimde boynuna sarılıydı. Tedirgin bir tavırla çevresine bakındıktan sonra çıkış kısmına doğru yürüdü. Yer buzlu olduğu için adımlarını dikkatli atıyordu.
“Hiçbir şey değişmemiş,” diye mırıldandı kendi kendisine. “İstasyon binası, peron, trenler hepsi aynı. Hareket memuru bile değişmemiş. Göbeği ne bir gram eksik, ne bir gram fazla. Oysa aradan üç yıl geçti. Üç uzun yıl.”
Gecenin karanlığına soğuk bir sessizlik egemendi. Kar, ancak sokak lambalarının sarı ışığında görülebilecek kadar az yağıyordu. İçki ya da sigara satan birkaç bakkal dışında dükkânların çoğu erkenden kapanmıştı. Çarşıyı bir uçtan diğer ucuna kadar yürüdü, asfalt başına geldi. Sahile yaklaştıkça vahşi bir aslan gibi kükreyen denizin uğultusu da artıyordu. Alışkın olmayanlar için ürkütücü bir sesti bu. O ürkmüyordu ama denizi hatırlamak da istemiyordu.
‘Çabuk olmalıyım,’ diye düşündü. ‘Fazla zamanım yok. Onu bir an önce bulmalıyım.’
Çocuk bahçesinin, misafirhanenin, kışlık lokalin önünden geçti. Tenis kortunun bulunduğu alanın yanındaki sokağa saptı. Sokağın sonundaki denizi, uzun ve geniş kumsalı döven dev dalgaları şimdi daha iyi görebiliyordu.
Genç adam birden midesinin bulandığını hissetti. Ne zaman o geceyi hatırlasa böyle oluyordu. Ama artık unutmalıydı. Kafasından bütünüyle silip atmalıydı o geceyi. Herşeye yeniden başlayacaktı. Kararını vermiş, hazırlıklarını tamamlamıştı. Şöyle demişti yanından ayrılırken yaşlı amcasına: “Filyos’a gitmek ve onu görmek zorundayım.” Anlayışlı bir adam olan amcası yeğenine karşı çıkmamış ama bunun pek de doğru bir iş olmadığını içtenlikle belirtmişti.
Korkuyordu. Aslında bu, endişeyle karışık bir korkuydu ve Zonguldak’tan trene binerken başlamıştı. Hayır, hayır, gişeden bilet alırken. Biletçiye, “Filyos’a bir gidiş-dönüş,” demişti. Biletçinin aval aval kendisine baktığını görünce, “Hisarönü,” diyerek düzeltmiş, sonra, yüzünü atkısının ve şapkasının yardımıyla gizleyerek treni beklemişti. Trene binince kimsenin olmadığı bir kompartımana oturmuş, Çatalağzı’nda iki erkekle bir kadın içeri girince koridora çıkmış, pencereden dışarıyı seyretmiş ve yol boyunca girdikleri tünelleri saymıştı. Karlarla kaplı Filyos’a geldiğinde içindeki korku ve endişe daha da büyümüş, aradığı eve yaklaştıkça dayanılmaz bir hal almıştı. Şimdi ise, yüreğinin gümbürtüsü denizin sesini neredeyse bastırmak üzereydi.
Durdu, karşısındaki eve baktı. ‘Ne garip,” diye düşündü. ‘Sanki buradan hiç ayrılmamışım gibi geliyor bana. Aynı bahçe, aynı ev, aynı perdeler, aynı ışıklar. Yoksa, aradan hiç zaman geçmedi mi? Herşey birkaç gün önce mi olup bitti? Ya yaşadıklarım, ya çektiğim acılar? Onların hepsi bir rüya mıydı?”
Kısa ve dar bahçe yolundaki karlar temizlenmemişti. Yumuşak kar yığınlarının üzerinde derin ayak izlerini bırakarak eve doğru yürüdü, taş basamakları çıktı, kapıya geldi. Bir anlık tereddütün ardından zili çaldı.
Kapının üst kısmı camlıydı ve beyaz bir tülle kapatılmıştı. Hafif bir ışık tülün arkasından cama yansıdı, yaklaşan ayak sesleri duyuldu ve kapı açıldı.
Genç adam, ‘Tanrım,’ diye geçirdi içinden. ‘Sonunda onu bulabildim.’
-Öykünün tamamını GÖL KIYISINDAKİ EV adlı kitaptan okuyabilirsiniz.-