Filiz ojeli ayak parmaklarının ucuna basarak on santim kadar yükseldi, girişteki duvara monte edilmiş ecza dolabından sargı bezi, tentürdiyot, bir de küçük makas aldı. Tentürdiyot denilen taş devrinden kalma, anneannemin annem küçükken yaralandığı zamanlar kullandığı, canını fena acıttığını söylediği meret hâlâ hayatta mıydı? Filiz hayretimi tınmadı, siyah ojeli el parmaklarına demir makası geçirip sargı bezini göz kararı kesti, ardından o vicdansız tentürdiyodu kanayan yerin üzerine boca etti.
İçimden saydırdım. ‘Hiç insafı yok bu kaltağın, iki damla dökse yeterdi.’
Erkekliğe bok sürmemek adına gıkım çıkmadı. Cam, kolumu derin kesmişti, içimin kıyıldığını hissettim. “Yaram sızılar ey ey eyyy!” uzun havasını çığırsam yeriydi. Cüneyt Arkın bir filmde sivri uçlu hançerin ucunu kızgın ateşe tutup göğsünü delen mermiyi çıkarmıştı.
Ne erkekler var arkadaş, kan kusup kızılcık şerbeti içen!
Bazı kelimeler var, insanın beynine küçüklüğünde sülük gibi yapışır kalır, tentürdiyot da öyle. Terminatör çağrışımı yapan o adı duyduğumda annemi sorularımla bunaltmıştım. Söyledikleri hayal kırıklığı olsa da hâlâ belleğimde:
“Tentürdiyot tedavi edici olarak kullanılmaz oğlum, ondan cilt temizliği için istifade edilir.”
Ne yani, ondan istifade edilme nedeni oje temizleyicisi aseton gibi, öyle mi? Lakin tentürdiyot verdiği acıyla kendisini küçümsememi unutmamış. İntikamını aldı. Fakat şunu anlamıştım, cam kırığı yarasına tentürdiyot damlatmak hepten cahillikti, üstelik açık yaraya!
Zaten zillinin zararı anlaşıldığından tedavülden kaldırılmış. Bu kadın artık nereden bulup, ne akılla koymuşsa ecza dolabına?
Neyse, kolum ilkel bir yöntemle de olsa itina ile sarıldı, sarmalandı, bantlandı.
“Bak böyle gereksiz erkeklik numaraları çekme bir daha Arif Efendi. Hiç yakışmadı, sen varoş erkeği değilsin, tipine beyefendilik daha iyi gidiyor. Karizmatik bir duruşun var.”
Kalkıp kısa eteği içindeki kıçını sallaya sallaya mutfağa gitti, duvara fırlattığım cam sürahinin (niçin fırlattığımın önemi yok) cam kırıklarını toplamaya.
Orada söylenmesinin şekli değişti.
“Hayvan herif! Sürahiden ne istiyorsun! Annemden kalmaydı. Derin hatıraları vardı.”
Kendime gelmek için tek bildiğim yol sigara yakmaktı. Sigara ağzımda, mutfağın kapısında durup Filiz’i izledim. Diz kapakları üzerinde yerde dolanıyor, karoların üzerinde dağılmış irili ufaklı cam kırıklarını toplayıp çöp kovasına atıyordu. Eteğinin altından görünen baldırları tıpkı cam kırıkları gibi parlıyor, mutfağın penceresinden içeriye dalan esinti göğsümde dans ediyordu. Kafasını kaldırıp yüzüme gülümseyerek bakınca cinsel içerikli düşlerim kızıştı.
“Unutma, kırığın değilim! Bir daha cam eşyaları uzak duvara fırlat, hemen karşındakine değil, parçalar böyle koluna saplanıverir. Dua et gözüne çakılmadı.”
“Gözüme tentürdiyot dökmezdin herhâlde?”
Sırıttı. Sigarayı söndürüp, banyo kapısında tuvalet görevlisi gibi bekleyen elektrik süpürgesini aldım.
“Çekil oradan, elini keseceksin. Şunla ortalığı iki dakikada temizleyeyim.”
O sıra apartmanın kapısı büyük bir gürültüyle çarpıldı. İrkilen Filiz’in iri gözleri şehla bir hâl aldı.
“Kocam geldi! Çabuk, çabuk, bakma öyle salak salak, hadi hemen fırla, ikile, kaybol!”
Nereye kaybolabilirdim? Fare deliğine benzeyen kutu gibi dairenin balkonu dahi yok. Hem Filiz, demir yığını kapıyı hızla çarpan densizin kocası olduğunu nasıl anladı?
Filiz’in telaşı panik yapmama yetti. Acele etmeliydim. Ne yapabilirdim? Beynim öyle anlarda çözüm üretecek zekâda değil ki? IQ denen cibilliyetsiz şey bende 26-50 arasıymış, yani orta gerilikte. Anam okul yıllarımda ölçtürmüştü, ne maksatla yaptırdıysa?
Elektrik süpürgesinin kablosunu atıp koşar adım kapıya çıktım. On iki katlı apartmanın birinci katı demişti, dairesini tarif ederken. Doğrusu yüksek girişti, ferforje pencerelerle mahpushane damlarını andıran küçük bir fare deliği. Ağzından köpükler saçılan, ayaklarında sivri burunlu siyah ayakkabılar, üzerinde siyah takım, beyaz gömlek, mavi yelek giyinmiş, kırk yaşlarında, pavyon fedaisi kılıklı, patlak gözlü, kel biri iki büklüm hâlde ağır ağır merdiveni tırmanıyor, bir eliyle de karnının üstüne bastırıyordu.
‘Ha s.ktir, tuttuğu yer kanıyor!’
Adam yedinci basamağın bitiminde, tam durduğum yerde, ayaklarımın yanına yığıldı.
Filiz, “Haydaaaar!” diye çığlık atarak geldi. Telaşlıydı hâliyle. Ne de olsa kocasıymış.
“Ne bekliyorsun be! Tut da içeri alalım.”
Öyle güçlü bağırmıştı ki karşı dairenin kapısı aralandı, beyazlamış dağınık saçlarıyla yaşlı bir cadı gözlerini ayırmış bize bakıyordu. Filiz, elleri belinde kadına sinkaflı bir küfür savurdu, meraklı komşu kuyruğunu kıstırıp kapısını kapamak zorunda kaldı. Haydar’ı içeri çektik.
“Bu kaltak karı şimdi acil çağrı merkezini arar, hadi elimizi çabuk tutalım.”
Ellerimizi çabuk tutup ne yapacaktık? Haydar kan kaybediyordu. Birazdan ölebilirdi. Sargılı kolumla olmamam gereken bir yerdeyim. “Oğlum, şeyine sahip olmayan kaderine razı olur,” derdi rahmetli anam. Kan, dış kapıdan fare deliğine dek slalom çizmişti. Ah şu IQ denen zırto 91-110 arasında normal bir değerde olaydı, ne cin çözümler bulurdum anasını…
O sıra Filiz cep telefonuyla birini aradı.
“Yetişin, kocam bıçaklandı, adresim, Süvari Mahallesi, Kaçamak Sokak…”
Telefondaki görevli, “Olay nasıl oldu?” diye sormuş olmalıydı ki ayrıntıya geçti.
“Biri kapı önünde kocamla tartışıp onu bıçaklamış, sonra dairemin önüne getirmiş. Komşular şahit, şimdi elinde hançer karşımda, yaralı kolunu bana pansuman ettirdi… Korkuyorum…”
‘Haydaaa, beni mi kastediyor bu orospu?’
Twist oynar hâlde kan çizgilerinin arasından fırladım, tırısa kalkmış at gibi dörtnala koştum. Her adımda tüketmiş olduğum güçten düşüp lokomotif gibi soludum. Dilim köpek gibi dışarı çıktığında soluklandım. Nereden, hangi sokak ve caddelerden bir bulvara geldiysem burnuma hanımeli kokuları geldi. Kolumdaki gereksiz sargıyı çıkardım, yakalanmama vesile olabilirdi. Adı değiştirilen Boğaz Köprüsü tüm ihtişamıyla karşımda, ışıl ışıl ışıldıyordu.
“Oğlum,” dedim kendime. “Aklını başına al, değer mi? Ne işin var elin…”
O ara, beni değiştir diye yalvarıp yakaran yaşlı, kıçında şarjla gezinen telefonum Cem Karaca’nın “Islak Islak” şarkısını çığırmaya başladı. Ekranda Selami yazılıydı. Nereden aklıma geldiyse, internetten tanıştığım Filiz’i, Selami diye kaydetmiştim. Eh, IQ’m kendi ölçüsünde bir kurnazlık sunmuştu efendisine.
“Ben Haydar. Beni kanlar içinde bırakıp kaçmaya utanmadın mı? Ölmedim zampara…”
Artık, ‘boku yedin oğlum’ demenin manası kalmamıştı. Pavyon fedaisi tipli adamdan işittiğim sözler teferruattan ibaret, enayiliğimin belgesi niteliğindeydi.
“Hadi, kadının telefonla hayali konuşma yaptığını çakmadın, bari gömleğimin altında elimde tuttuğum sulandırılmış ketçabı fark etseydin. Arif miydi adın?”
“Evet.”
“Şimdiki akıllı telefonlar harika. Anlamı nedir diye adını arama motoruna yazdım. Anlayışlı, sezgili demekmiş. Ayrıca bilen, bilgi sahibi, irfanlı… Arif olan anlarmış! Hah ha ha! Bak Arif, kulaklarını aç ve dinle; cüzdanının peşine düşecek olursan, içinden çıkamayacağın bir hikâye uydurmak zorunda kalırsın eşine ve polis teşkilatına. Anladın?”
“Evet.”
“Bu arada Filiz’in selamı var, gözlerinden öpüyor. Kafayı sürahiye takmasın diyor, artık cam kırıklarından ibaret olan sürahi, Japon pazarı malıymış… Ha ha ha…”