Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

ÇATLAKLI EV

Diğer Yazılar

KAMBUR

O GECE

Esra Gürel Şen
Esra Gürel Şen
1959 Yılında Kütahya’da dünyaya geldim. İlk, Orta ve Lise öğrenimimi aynı şehirde tamamladım. Üniversiteyi şu anda Anadolu Üniversitesi olan Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisi Kütahya Yönetim Bilimleri Fakültesinde okuyarak 1981 yılında bu okuldan mezun oldum. Yirmi yıllık devlet memuriyeti görevimi 2004 yılında emekli olarak tamamladım. Emeklilik sonrası hiç ara vermeden Kosgeb’ te uzman ve çeşitli özel şirketlerde Kalite Yönetim Temsilcisi olarak çalıştım. 2017 yılının Ekim ayında çalışma hayatımı noktalandırdım. Ankara’da ikamet ediyorum, evliyim ve iki kız çocuğum var. Kendimi bildim bileli okumak ve yazmak benim için vazgeçilmez bir uğraş oldu. Şiirlerle başladığım yazı macerama öykülerle devam ettim. Polisiye öyküler yazmayı özellikle çok seviyorum. Son olarak bir ailenin çatısı altında toplanmış kadınlarının 1890’lı yıllardan 2000’li yıllara uzanan hayat maceralarını içeren bir roman tamamladım. Zaman zaman yazdığım öyküler çeşitli internet sitelerinde yayınlandı ancak benim de arzum elbette yazdığım öykü ve romanların kitap halinde okuyuculara ulaşması. Bundan sonra da ömrüm yettiği sürece okumaya, yazamaya ve üretmeye devam edeceğim.

Neden yattığımı hatırlamıyorum ama tavandaki çatlakları gördüğüme göre yatar pozisyonda olmalıyım. Kuşa benziyor çatlak. Gagası bile var, daha önce hiç görmemiştim. Çatlaklı ev, duvarlarından sesler gelen tuhaf ev. ‘Lanetli.’ Öyle demişti biz taşınırken alt kattaki komşu. Cadı gibi bir şeydi zaten, gözleri bir tuhaf bakıyor, ağzından hiç düzgün laf çıkmıyordu. Çok kızmıştı karşı komşum Türkân teyze. “ Saçmalama Hasibe? Ne laneti, ne biçim konuşuyorsun öyle?” diye paylamıştı kadını, oysa o hiç aldırmamış, “ Niye saçma olsun Türkân abla?” deyip bana ve anneme dönmüş, kendine göre belki gerçek, belki değil bir hikâye anlatmaya koyulmuştu. Oysa bizim çok da umurumuzda değildi söyledikleri. Derdimiz nikâha kadar evi yerleştirip oturulacak hâle getirmekti.

Sigaradan kalınlaşmış sesiyle, “Buraya hep yeni evliler taşındı, aynı sizin gibi,” diye anlatmaya başladı alt kat komşumuz. Biz, benim çeyizlerimle dolu kolileri açmak için eğilip doğrulurken o da nereye gitsek peşimizden geliyordu.

“İlk gelenler üç ay oturdu, oturmadı. Vallahi komşum, oğlanın babası kadar edepsiz bir adam görmedim daha önce. Zavallı kızı döve döve hastanelik etti kaç kere. Ne kendisi buradan çıkardı ne de karısı. Oğlan zaten pısırığın tekiydi, zavallı kız az çekmedi. En sonunda bir gün hem kadın hem adam, kör olasıcalar, kızın üzerine yürümüşler yine, kız da n’apsın? Elindeki ekmek bıçağını geçirivermiş kaynanasına. Yukarı bir çıktım ki her yer polis kaynıyor. Kızcağızı attılar hapse, o mendebura hiçbir şey olmadı, bir ay yattı hastanede, çıktı. Olan, buranın ev sahibine oldu. Bütün parkeler kan olmuş, hemen temizlenmediğinden ahşap iyice çekmiş kanı, çıkmadı lekesi. Hepsini söktürüp yeniden yaptırdı. Günlerce kan koktu bu oda. Ay ne kadar kötü oluyor anlatamam, benim evden bile duyulurdu. Neyse cancağızım, daha sonra tutanlar da yeni evliydi, tıpkı sizin gibi. Hoş, siz daha evli değilsiniz ama burada oturacağınız zaman yeni evli olacaksınız. Ay! Lafı ne kadar uzattım, onlara da yaramadı bu ev sizin anlayacağınız. İki sene ya durdular ya durmadılar, kız karnı büyüyünce hamileyim sanmış şaşkın, meğer hastalıkmış içinde büyüyen. Altı ay içinde gencecik kadın, ağzından burnundan kan gele gele giriverdi mezara. Yine kan oldu yani evin her yeri. Aman komşum, evlerden ırak olsun, pek zor valla genç ölümü. Anası babası perişan oldu, kocası deliye döndü. Onun için diyorum, insaniyet namına; bak kızım, başka ev bulursanız hemen çıkın buradan, sizin de başınıza kötü bir şey gelmesin. Ben biliyorum bu evin neden böyle lanetli olduğunu da, şimdi Türkân abla iyice kızar, söylemeyeyim artık.”

“E, bu kadarını söyledin, onu da söyle de bilelim madem, böyle yarım bırakma,” dedi annem kadına. Sesindeki ince alayı ya anlamadı ya da anlamazlıktan gelip iştahla başladı anlatmaya Hasibe. Bu arada Türkân teyze hakikaten kızdı, bir iki kendi kendine söylendi fakat kadının aldırmadığını görünce evine geçti. ‘Bari duymayayım,’ dedi herhâlde kadın.

“Buranın sahibi bu daireyi kardeşinden gasp etmiş. Miras düşmüş onlara burası ama büyük olan, yani sizin ev sahibiniz Latif Bey, allem kallem edip bir numaralar çekmiş, kardeşini borçlu çıkarıp konuvermiş evin üzerine. Meğerse anaları, bu evde küçük kardeşin oturmasını vasiyet etmişmiş. Hani, onun olmasın ama o ikamet etsin, kira filan da vermesin istemiş kadın. Küçük oğlanın pek durumu yokmuş sizin anlayacağınız fakat bu Latif Bey evi böyle yalan dolanla alınca küçük kardeşi borçların altından kalkamamış. Hapse filan girmeyi de kendine yedirememiş, atıvermiş kendini trenin altına. İşte böyle, o yüzden bu evde oturanlar iflah olmuyor, adamın ahı var bu evin üzerinde, benden söylemesi…”

“Yeter artık Hasibe! İç kararttın vallahi, senin evinde işin yok mu? Rahat bırak insanları.” Geldiğini görmemiştik Türkân teyzenin, hepimiz şaşırdık. Kadının suratından daha fazla dedikoduya müsaade etmeyeceği belliydi. Bir hışımla girmişti içeriye. Hasibe, yaşlı kadınla mücadele etmektense burnunu büküp, “İyi madem, hadi hoş geldiniz,” deyip kıvrılıverdi merdivenlerden alt kata. O gidince Türkân teyze, anneme ve bana dönüp, “Siz Hasibe’ye bakmayın, olayları büyütmeye pek meraklıdır. Anlattıkları hep dedikodu, aldırmayın,” dedi. Aldırmamıştık zaten. Birkaç kötü olay üst üste denk gelmişti o kadar. Birkaç dakikada söylenenleri unutup çeyiz yerleştirmeye devam ettik.

Şimdi düşünüyorum da, belki de unutmamalıydık, belki de aldırmalıydım Hasibe’nin söylediklerine. Sebep belki de bu evdi gerçekten. Yoksa bu kadar güzel başlayan bir şey, böylesine kalpten yaşanan sevgi…

Şöyle bir baktığımda anlamsız geliyor tüm bu yaşadıklarım. Böyle olmamalıydı, hiç böyle hayal etmemiştim hayatımı. Babam sebep bunlara, onun bana olan katıksız güveni beni bu noktaya getirdi. Yok canım, şimdi ne diye alıyorum adamcağızın günahını durup dururken? O da annem de bana yardımcı olmak için çırpınmaktan başka ne yaptılar bugüne kadar? Nasıl sevinmişlerdi üniversiteyi kazandığımda. Sebep bu ev, muhakkak bu lanetli ev beni bu hâle getiren. Hasibe haklıydı, onu dinlemeli, bu evi tutmamalıydık. Susadım, bugün hiç su içmedim galiba.

Tembel bir öğrenciydim ben lisedeyken. Ders çalışmaktansa gülüp eğlenmeyi daha çok severdim. Zavallı babacığım, benim bir yeri tutturabileceğimi hiç ummuyormuş demek ki İşletme Fakültesi’ni kazanınca o kadar sevindi. Dünyanın en önemli okulunu kazandığımı sanmıştım.

“Hangisine gideceksiniz? Burada iki tane üniversite var,” demişti bizi getiren otobüsün muavini.  Anadolu Üniversitesini bölüp kırpıntılarından üçüncü bir üniversite çıkarmamışlardı henüz. Bursa’dan geliyorduk ve yabancı olmanın çekingenliğiyle sormuştu babam, okula nasıl gidebileceğimizi. İçinden kocaman bir nehir geçen bir kent Eskişehir. En azından dört sene burada olacağım. Heyecandan kıpır kıpır yüreğim, eğitim güzel de, ya yaşayacağım macera? O hepsinden harika olacak. Tek başıma olacağım bir kere. Her şeye ben karar vereceğim. Ne yiyeceğim, ne zaman yiyeceğim, ne giyeceğim ve gece ne zaman döneceğim, kaçta yatıp kaçta kalkacağım, hepsi benim kararım olacak. Özgürüm. Üniversiteyi kazandım ve özgürüm artık.

Babamın, “Anadolu Üniversitesi,” diyen gururlu sesini duyduğumda aklım bambaşka yerlerdeydi. Yurt olmamıştı fakat apartlar var demişti bir akrabamız. Onun oğlu da okumuş burada, oradan biliyor. Elimizde adresler, kocaman bir bavul ve annemin ne olur ne olmaz, yanınızda bulunsun diye elimize tutuşturduğu bir yiyecek çantası ile düşmüştük yollara babamla. Böyle söyleyince de sanki günlerce yolculuk yapmışız gibi oldu. Alt tarafı iki saatlik bir otobüs yolculuğu yaptığımız, yolda mola bile vermedi otobüs.

Otogarın önünden bindiğimiz taksiyle doğruca okula gittik. Gerçekten çok güzel bir kampüs alanı var Anadolu Üniversitesi’nin. “ODTÜ’ye benziyor,” dedi babam. Kendisi, övünmek gibi olmasın, bir dönem orada okumuş, sonra yapamayıp öğretmenliğe girmiş.  Okul güzeldi de dersler nasıldı bakalım. Dikkatli olmalı, rehavete kapılmamalıydım. Önceliğim hep derslerim olmalıydı. Okulu gezerken babam yanımda konuşup duruyordu. Hani derler ya bir kulağımdan giriyor ötekinden çıkıyor diye, tam o hâldeydim. Babacığım bana öğütler vermeye çalışırken ben nasıl arkadaş edineceğim konusunda dertlenmekle meşguldüm. Kalabalıktı okul, kayıt zamanıydı. Benim gibi yanında biriyle gelenler olduğu gibi yalnızlar da vardı, hatta çoğunluktaydılar. Melisa, canım arkadaşım, onunla ilk kez orada karşılaştık. Babam kaydı nerede yaptıracağımızı öğrenmek için gördüğü ilk güvenlikçi ile konuşurken usulca yanıma yaklaştı.

“Siz de mi kayıt için geldiniz?”

“Evet, İşletme Bölümü’ne.”

“Ben de. Aynı bölümdeyiz demek. Benim adım Melisa.”

“Ben de Dila, çok memnun oldum. Yalnız mısın?”

“Tek geldim…”  Konuşacaktı belki daha ama babam geldi. Kayıt yaptırılacak yeri öğrenmişti. Melisa’ya meraklı gözlerle baktı. Onları tanıştırdım. Bu derli toplu kız babamın da hoşuna gitmişti, onu da yanımıza aldık ve kayıt yaptırmaya birlikte gittik. O andan sonra yanımızdan hiç ayrılmadı Melisa. Dört yıl boyunca da hep yanımda olacaktı.

Onu da dinlemedim. Kimseyi dinlemedim, sanırım mantıksız olan bu. Ben öyle biri değilim aslında, insanları dinlerim ama bunda dinlemedim. Çok susadım ben, su içmeliyim, içim yanıyor. Belki bir şeyler de yerim. Karnım acıktı.

Bu uğursuz evin beni ferahlatan tek yeri Porsuk’u gören mutfak penceresi. Porsuk, şehrin ortasından salına salına geçen nehir. Boyuna takılan kolyeler gibi renk renk köprülerle süslenmiş, üzerinde gondollar yüzen nehir. Melisa, ben ve babam apart bulmaya gitmeden önce bu güzel nehrin kenarında bir kafede oturduk. Melisa da ilk defa geliyordu Eskişehir’e. Üçümüz de manzaraya hayran kalmıştık. Sanırım o an hayatımın kalanını bu şehirde geçirmeyi ilk defa diledim.

Şehrin üç köşesinde üç ayrı üniversite var ama öğrencinin kalbi, şehrin merkezinde Bağlar denilen semtle Adalar denilen nehir kenarında atıyor. Benim de dört yıl boyunca günlerim hep buralarda geçti. Kalabalık bir arkadaş grubum vardı, Anadolu Üniversitesi’ninse bir sürü kulübü. Ben içlerinden dans kulübünü seçtim. Çocukluğumdan beri çok severim dans etmeyi. Babaannem, “Bu kız göbek ata ata dansöz olacak sonunda başımıza,” derdi. Bana kalsa olurdum fakat mümkün mü? Koskoca Karakacak ailesinin kızı dansöz olacak; görülmüş şey değil. Dansöz olamayacağım kesindi ama bu dans edemeyeceğim anlamına gelmiyordu. İlk seneki acemiliğim geçince kulübün içinde sivrildim. Birbirinden zorlu üç gösteri hazırladık ve hepsinde dans ettim. Bachata benim en başarılı olduğum danstı. Dominik Cumhuriyeti’nden kalkıp bizim güzel Eskişehir’imize kadar yayılmış bu dans beni adeta büyülüyordu. Aşk ve tutkunun vücut bulmuş hâliydi, erkek ve kadın müziğin o nefes kesen ritimleriyle bir bütün oluyor ve sihirli bir şeye dönüşüp uçuşuyorlardı. Bense adeta aşkın içinde kayboluyordum. Turnelere de gidiyorduk. Çok eğleniyorduk dersem haksızlık yapmış olurum; çok değil, acayip eğleniyorduk. Bachata ile kanım kaynıyordu ama babama söz vermiştim, derslerimi aksatamazdım. Şimdi düşününce nasıl yaptığıma akıl erdiremiyorum ama hepsine yetişiyordum bir şekilde. Of! Ne yesem acaba? Çok acıktım.

Biz daha ilk seneden itibaren üç arkadaş birlikte ev tuttuk. Melisa, Sinem ve ben. Üçümüz mezun olduğumuz son güne kadar birbirimizden hiç ayrılmadık. Sonra mezun olduk ve hepimiz kendi hayatlarımıza gidip kaybolduk. Neyse, şimdi bunu düşünmek istemiyorum. Ben onlara baktıkça evin çatlakları büyüyor sanki, üstüme üstüme geliyor ev. Başka şey düşünmeliyim. “Başka şeyler düşün Dila, öğrencilik yılları güzeldi. Orada kal.”

Şunu hatırladım bak şimdi. Ben biraz kurnazdım galiba, derslere oturup kendim hiç çalışmazdım. Çalışkan arkadaşlarım vardı çünkü. Genellikle sınavlardan bir hafta önce bir kafe bulur, orada takılmaya başlardık. Eskişehir’de kafeden bol ne var? Hep üst katları olur bu kafelerin, çıkardık üst kata, sererdik defterleri kitapları. Benim o güzel çalışkan arkadaşlarım hem kendileri çalışır hem de bana anlatırlardı.  Çok arkadaşım vardı benim, danstan, okuldan, arkadaşlarımın arkadaşlarından. Şimdi neredeler? Ne oldu o hayata bilmiyorum. Mantıklı gelmiyor, bazı şeyler oturmuyor yerine. Böyle olmamalıydı. Bu evin alttan alta insanı çürüten bir yapısı var. Rutubet de yok ama beni çürüttü. Duvarları, kapıları hatta pencereleri bile hiç dost olmadı benimle, hiç şöyle candan bir evlik yapmadı bana. Beni sevmedi bu ev. Dünden kalma dolma olmalı dolapta. Alıp yemeliyim. Karnım çok aç, yemem lazım. Dolma nerede? Allah Allah, gözümün önünde dolmalar uçuşuyor ama dolmanın kendisi nerede?

Okulun son yılı dans festivalini biz düzenledik. Pek çok üniversiteden gruplar geldi. Üç gün boyunca müzik ve dans şehrin her yerindeydi. Onu o festivalde tanıdım. Pırıl pırıl üniforması, sıcacık bakan gözleri, etrafına yaydığı o güven enerjisiyle beni alıverdi kendimden. Bachata’nın etkisi miydi bilmiyorum ama âşık olduğumu anladığımda daha iki gündür tanışıyorduk. O da beni sevdi, eminim sevdi, sevmemiş olamaz. Sevmese böyle olmazdı, sevmese biz olmazdık. Dolma, neredesin? Seni yiyeceğim dolma…

“Çok acele karar veriyorsun,” dedi Melisa. Endişelendiği zaman hep kaşlarını çatar, iki kaşının arası derin bir oyukla kısılırdı.

“Yapma kaşlarını öyle, yüzün kırış kırış olacak,” dedim gülerek.

“Dalga geçme Dila, burada ciddi bir şey konuşuyorum. Anlıyorum, arkadaşsınız, ona âşık oldun, birlikte iyisiniz fakat evlenmek ne ya? Daha okul bitmedi!”

“Bitti sayılır, şunun şurasında bir ay var yok. Mezun olduğumu biliyorum.”

“Peki, Bachata ne olacak? Hani İstanbul’daki dans okuluna gidecektin, Anadolu Ateşi’ne girecektin, bir sürü hayallerin vardı, onlara ne oldu?”

“Yandı bitti, kül oldu gittiii! Aşk ateşinde eridi hepsi canımın içi. Zaten benim dans okuluna filan gitmeme babam asla izin vermezdi ki Melisa. Hayal kuruyordum sadece bir tanem. Ben artık Ersin’le olmak istiyorum. Onunla bir hayat kurmak, onunla yaşlanmak istiyorum.”

“Yaşlanmayı düşünmek için biraz erken değil mi? Daha yirmi üç yaşındasın.”

Her zaman olduğu gibi yine haklıydı Melisa, daha yirmi üç yaşındaydım fakat Ersin, “Evlenelim,” dediği zaman o kadar mutlu olmuştum ki anlatamam. Belki dans ederken biraz… Tamam tamam, itiraf ediyorum dans ederken de çok mutluydum ama bu başkaydı. Bir yuva kuracaktık, bir evimiz olacaktı. Sadece benim ve Ersin’in yaşayacağı bir ev. Kendi zevkimize göre döşeyecektik evimizi. Elimizle seçecektik mobilyalarımızı. Şöyle modaya uygun, minimalist, İskandinav tipi. Renkli koltuklar, sarı mesela ya da toz mavisi, yere şu kıvırcık tüylü halılardan sereceğiz, eskitilmiş ahşaptan yemek odası, pencerelerde de stor perde. Hayal etmesi bile içimi bir hoş ediyor, çok güzel olacaktı, emindim, çok emindim. Neyse, dolma yoksa biz de ekmek yeriz. Biraz da peynir, olur olur, güzel olur.

Her şey bir hayal perdesinin arkasında yaşandı bitti sanki. Mezuniyet balosunun olduğu hafta sonu Ersin’in abisi ve yengesi ile tanıştım. Çok tatlı insanlar, beni de çok sevdiler. Yaz sonunda romantik bir düğünle evlenip balayına çıkmıştık bile. Evimizi İskandinav mobilyalarla döşeyememiştim ama olsun, kayınvalidemin bir akrabasından almıştık mobilyalarımızı. Ödemesi kolay olacaktı. Yere de Ersin’in annesinin evinden getirdiği bir halıyı serdik ama düğünde o kadar çok eğlendik ki. Ersin’e ikimiz Bachata yapalım dedim ama o bu dansı biraz edepsizce buluyor, bu düşüncesine çok güldük. Biz de “Seni seviyorum,” şarkısı eşliğinde vals yaptık. Neden bilmiyorum ama ne zaman bu şarkıyı duysam mideme bir kramp giriyor.  

Çok çalışıyor Ersin. Polis sonuçta, çok çalışması normal. Bazı geceler ya hiç gelmiyor ya da geç saatlerde geliyor. Ben iş arıyorum, aynı zamanda KPSS’ye hazırlanıyorum. Temizlik hastası oldum çıktım. Evde can sıkıntısından ha bire cam siliyorum, yer siliyorum. Haftada bir kayınvalidemlere gidiyoruz, onun dışında görüştüğümüz kimse yok. Mezuniyetten sonra arkadaşlarımın çoğu gitti Eskişehir’den. Burada kalanlarla ise ben görüşmüyorum. Ev işleri, yemek, çamaşır derken zaman bulamıyorum, bir de sınava hazırlanıyorum. Hem Ersin de pek hoşlanmıyor yanımda o olmadan gezmemden. Haklı, ben de onun bensiz gezmesini istemem doğrusu. Bachata mı ne oldu? Yapıyorum canım! Evde kimse olmadığı zaman müziği açıp bir güzel dans ediyorum kendi kendime sonra da çok gülüyorum hâlime.  Bachata tek kişilik bir dans değil ki. Ekmeği yemeliyim. Çıtır çıtır taze ekmek, arasına peynir, mis gibi kokar, çok severim.

Galiba evlendikten dokuz, on ay kadar sonraydı, inanmayacaksınız ama kocamın beni ne kadar çok sevdiğine bir kez daha tanık oldum. Daha önceden bilmiyor muydun, diyeceksiniz. Biliyordum fakat o gün bana sarılınca, hele o acıyan başımı ovalayıp göğsüne yaslayınca, “Pişman,” dedim kendi kendime. Bursa’ya gitmek istemiştim. Kuzenim evleniyor, ben de bulunmak istiyorum düğünde. Çok ısrar ettim, başının etini yedim Ersin’in, sonunda kızdırmayı başardım. Tokadı yedim tabii. O şiddetle kafamı dolaba çarptım, çok acıdı.

Çok acıdı, hiç bu kadar acı hissetmemiştim daha önce. Sanki kalbim yırtıldı, içim kanadı ama beni seviyor, seviyor beni. Öf nereden geldi bu anı şimdi aklıma? Acıdıysa acıdı. Hem bu ev, işte bu ev gülmüştü bana o zaman. Nefret ediyorum bu lanetli evden. Karnım aç benim. Canım çok fena tatlı çekiyor, puding olacaktı, puding yapacağım ben, inşallah süt vardır dolapta.

Kolumun kırıldığı gece karşı komşudan rica ettim beni hastaneye götürmesini. Kemiğin kırılırken çıkardığı sesi duydunuz mu hiç? Çok tuhaf, sanki bir dal kırılıyor gibi. O gece de benim kol kemiğimle birlikte sanki yeryüzündeki tüm ağaçların dalları kırıldı. Vallahi abartmıyorum, seslerini duydum, acılarını hissettim. Şimdi ne zaman kırık bir ağaç dalı görsem aynı acıyı yeniden duyuyorum. “Biliyorum,” diye seslenmek istiyorum ağaca. “Canının ne kadar çok acıdığını biliyorum.”

Ersin, ben yere düştükten sonra hep yaptığı gibi kapıyı çarpıp çıktı gitti. Komşudan yardım istememe de kızacak eminim fakat kolum o kadar acıyor, o kadar acıyordu ki kımıldatamıyordum. Duramadım, çaldım kapılarını. Karşı komşum Türkân teyze ile Arif amca sağ olsunlar, arabalarıyla götürdüler beni Tıp Fakültesi’ne. Sabaha kadar başımda beklediler. Kolum alçıya alınıp eve dönerken Türkân teyze şefkat dolu bir sesle, “Kızım bu kırık nasıl oldu? Bak biz bazı sesler duyuyoruz sizden. Çok rahatsız oluyoruz, eğer bir sıkıntın varsa bize söyleyebilirsin,” dedi.

“Yok bir sıkıntım,” dedim. Hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Öyle utandım ki ufacık kaldım sanki arabada. Yüzlerine bile bakamadım teşekkür ederken. Kapıyı açtığımda Ersin evdeydi. Onu görünce Arif amca da benimle girdi içeri. Düştüğümü, kolumu kırdığımı ve beni nasıl hastaneye götürdüklerini anlattı. Ersin bir teşekkür bile etmedi adama, sadece, “İyi,” dedi. O zaman daha çok utandım. Keşke gelmeseydi eve. Bu ev, bu kötü ev hiç olmasa keşke.

Ersin seviyor diye alıştım muzlu pudinge. Ben kakaolusunu severdim oysa. Her şey, her şeyim onunla değişti zaten. Canım o kadar çok bir şeyler yemek istiyor ki sanki kırk yıl aç kalmış gibiyim.  Şu fotoğraftan gülümseyen gelinlikli kız benim. Ben aslında başka bir model beğenmiştim, omuzlarımı açıkta bırakan, ama annemle kayınvalidem ille de bu olsun diye ısrar ettiler, ben de onları kıramadım, kabul ettim. Ersin nasıl da yakışıklı. Yanımda fidan gibi duruyor. Her zaman çok yakışıklıydı benim kocam. Bürolarının kıdemli amirleri yeniden evlenmeye karar verince çok sevinmişti. O düğüne giderken lacivert takım elbisenin içinde nasıl da havalıydı. Kocaman kır düğünü yaptı İhsan abi, ben beş aylık hamileydim o düğünde. Ya, bir bebek bekliyorum. Bu çok heyecanlı bir şeymiş, söylerlerdi de inanmazdım. Ersin mi? O da heyecanlıdır herhâlde. Bana bir şey söylemiyor, çok çalıştığından eve sinirli geliyor akşamları. Her şey düzgün olsun istiyor. Yemek onun sevdiği olacak, televizyonda spor programı izlenecek, her şey o ne derse öyle olacak, aman neyse, bir bebek bekliyorum artık, çocuk doğunca değişecektir eminim. Sonuçta bebek sadece benim değil ki. Ben anne olacaksam o da baba olacak. Bu her şeyi değiştirip güzelleştirecek işte. Kolaymış böyle düşünmek. Hep kolayına kaçmışım zaten. Tıpkı şu hazır pudingler gibi. Aç paketi, dök tencereye, koy sütü, karıştır. Nasıl yapacağım diye düşünmen gerekmiyor.

İhsan abinin düğününde üç yıldır evli olduğum kocamın, mesaiye kalmasını gerektirecek bir işi olmadığını öğrendim. Meğer benim kocam sekiz, beş saatleri arasında çalışan masa başı memuruymuş. Bunu Ersin’e soramadım. Geceleri gelmiyor ya çoğu zaman, ben onu işte sanıyordum hani? Şimdi nerede olduğunu bilmiyorum artık. Soramadım, yani soramam çünkü hamileyim. Allah korusun, tekmesi karnıma filan gelir, çocuğuma bir şey olursa kendimi affedemem sonra.

Arkadaşı Okan’ın hanımı çok tatlı bir kadın, bizi onlara çağırdı. Gitmeyiz tabii, nereye gittik ki şimdiye kadar, ama o ne bilsin, iyi niyetle çağırdı kadın. O da ev kadınıymış ama kocası izin günlerinde evin ve çocukların bütün yükünü alıp onu özgür bırakıyormuş. O da arkadaşlarıyla buluşuyor ya da ailesinin yanına gidiyor, bir şeyler yapıyormuş işte. İki çocukları var bu arada. Çocuklarını çok seviyormuş Okan, sık sık onları gezmeye, tatile götürüyormuş, akşamları da hep evdeymiş. “Genellikle televizyon karşısında uyuyakalıyor ama ben fındık fıstık getirip uyandırıyorum,” diyor gülerek anlatırken Okan’ın karısı. Üstelik Okan, bir Yunus polis. İşlerinin ne kadar ağır olduğunu anlata anlata bitiremedi hanımı. Ersin gibi masa başı polisi değilmiş yani. Her gün bir sürü suçluyla karşı karşıya geliyormuş sokaklarda. İşi bitti mi soluğu doğruca evinde alırmış. Onlarsız hiçbir şey yapmazmış. Biraz çok mu konuşuyor bu kadın, başım ağrıdı. Şimdi de birlikte seyrettikleri filmlerden dizilerden bahsediyor. Biz daha hiç birlikte televizyon seyretmedik desem yeridir. Evliliğimizin ilk aylarında belki ama inanın onu bile hatırlamıyorum artık. Ersin evde olduğu zamanlarda spor programı seyreder, bense genellikle odamda olurum. Onu rahatsız etmem. Tavandaki çatlak iyice büyüdü. Sıva yaptırmak lazım. Ne yaptıracağım ya sıva filan. Kötü bir ev zaten, çatlaklı, lanetli. Pis kokuyor, kan kokuyor, ne kadar temizlesem çıkmıyor koku. Yedim mi pudingi ben? Hatırlamıyorum. Yedimse de doymadı karnım. Hâlâ çok açım.

Hamile olduğumu öğrenince, annem yanıma geldi. Birkaç gün kaldı benimle. Neyse, Ersin pek bir şey demedi, bir iki homurdandı o kadar. Sırtımdaki bereleri görünce annem anladı, çok üzüldü. Ben, beni de alıp gitmeye kalkacak filan zannettim fakat o, “Evlilik hayatı, olur böyle şeyler, fazla üzerinde durma,” dedi.  “Kıskanır erkek kısmı, huysuz olur, hem vurmak için mutlaka el gerekmez kızım, dille de pekâlâ vurulabilir kadına. Baban pek ustadır bu işte. Elini de dilini de pek güzel kullanır yeri geldiğinde. Sabret, geçer inşallah.”

Babam, benim pamuk kalpli babacığım? Yok canım, olmaz öyle şey, inanmam. Kaynar kaynar yiyeceğim seni puding, ocaktan iner inmez, daha dumanın tüterken yiyeceğim, yakarsan yak. Tahammülüm kalmadı artık.

Hamile kalınca benim KPSS hayal oldu, zaten çalışmamı istemiyordu Ersin, ona da gün doğdu. Çocuk için alınması gereken şeyler var, bunu ona söylediğimde bu işle annemlerin ilgilenmeleri gerektiğini söyledi. “Torunları değil mi, yapacaklar tabii,” dedi. Şaka yapıyor sandım. “O zaman seninkiler de yaparlar artık, ama biz neler alacağız?” dedim gülerek. Cevap kapıyı vurup dışarı çıkması oldu. Allah’ım, kime ne diyeceğimi bilemiyorum, bebek karnımda altı aylık oldu ve ben daha hiçbir şey hazırlayamadım. Geçen gün eltim geldi, kendi çocuklarının eski bebeklik eşyalarını getirmiş. “ Bunlar böyledir Dilacığım, bir şey yapmazlar, aklın varsa yün filan bul da kendin ör bir şeyler. Annene de söyle bolca bez alsın yoksa almaz bunlar, kalırsın ortada,” dedi. Almadı Ersin gerçekten. Çocuğu için hiçbir şeye özenmedi. Yatağını babam aldı, üstünü başını annem. Neredeyse bir yıllık bez getirdiler Bursa’dan, ben de bana verdiği harçlıktan artırıp aldığım yünlerle birkaç şey ördüm. Bebek doğduktan sonra takılan birkaç altını bozdurup bebek arabası almak istedim, sonucu kızımın yanında yaralarım berelerimle ağlaya ağlaya geçirdiğim üç gün oldu. Öyle ya, benim elim kolum var, çocuğumu taşımaya yaramayacaklarsa ne işe yararlar değil mi?

Kızım var benim, İpek’im. İpek gibi teni, ipek gibi saçları olduğu için İpek dedim ona. Ersin, ismine hiç karışmadı. Belki erkek olsa bu konuda bir fikri olurdu ama kız olunca bir şey demedi. Kızım doğunca yalnızlığım biraz olsun geçer sandım fakat öyle olmuyormuş. Şimdi kızımla birlikte yalnızım artık. Dünya yüzünde sadece ikimiz var gibiyiz. Doğumdan sonra arada bir geldiği eve neredeyse hiç uğramaz oldu Ersin. Masraflarımız var. Kirayı ve faturaları ödüyor sanıyordum ama elektriğimiz kesilince anladım ki ödemiyormuş. Ev sahibini aradım korka korka, üç aydır kiranın da yatmadığını öğrendim. Babam imdadıma yetişti. Onlara her şeyi anlattım. Bursa’ya gelmemi istiyorlar ama ben burada kalmak istiyorum. Annemin anlattıklarından sonra babamla aynı evde yaşamak düşüncesi, ne bileyim korkutuyor beni. İlk zamanlar annem yardım ediyordu fakat Bursa’ya dönmeyeceğim deyince o da yardımı kesti. Babam izin vermiyormuş. Birkaç kez kayınvalidemle konuştum. Bana sadaka verir gibi market alışverişi yapıp geldi. Eltim geliyor arada, her gelişinde iki kilo süt getiriyor. Anlamıyorlar, benim süte ya da sadakaya ihtiyacım yok. Benim çalışmaya ve kızımla kendime bakmaya ihtiyacım var. İş bulurum, ne iş olursa yaparım ama çocuğumu bırakacak kimsem yok. Evdeki lüzumsuz eşyalardan bazılarını spotçulara sattım. O kadar az para ettiler ki. Benim aç kalmam önemli değil, İpek ne olacak? Ona süt lazım, mama lazım, bez lazım.

Ne bu böyle ya? Ne var ne yok bütün hayatım aklıma hücum ediyor sanki. Evet, ne olmuş yani? Kızım oldu ve kocam eve gelmiyor. Onun gelmeyişine üzüldüğümü sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bir an bile üzülmedim. Ben Ersin’i onunla evlendiğim gün kaybetmiştim zaten. Evlendiğim adamın, benim sevdiğim adam olmadığını, bana hayvanlar gibi saldırıp gözümün yaşına bakmadığı zaman kaybetmiştim. Açlığım, tokluğum, hiçbir ihtiyacım onu ilgilendirmediği zaman kaybetmiştim. Kendinden başka kimseyi sevmediğini anladığımda kaybetmiştim. Şiddeti, insan vücudunda büyük bir zevkle kullandığını gördüğümde kaybetmiştim ve işte o zaman o da beni kaybetti aslında. Kalbimi, sevgimi, ona olan inancımı. Hâlâ buradaysam kızım için, evet kızım için. Bütün duvarlardan sesler geliyor. Bu çıtırtılar kulaklarımı tırmalıyor. “İstediğin kadar çıtırda pis ev! Korkmuyorum senden!” Midem kazınıyor süt mü içsem?

Annem, babamdan saklı biraz para göndermiş. O parayla İpek’i Türkân teyzeye bırakıp pazara çıktım. Pazarda karşılaştığım İhsan abi, “Çok üzüldüm Dila, bir de çocuk olmuş. Keşke bir daha deneseydiniz çocuk için,” dedi.

“Neyi deneyeceğiz abi?”

“Evliliğinizi tabii. Boşanmasaydınız keşke,”

“Biz boşanmadık ki…”

Benden çok şaşırdı İhsan abi. Gıyabımda görülen mahkemede bulunmuş adam. Şiddetli geçimsizlikten, çocuğumun doğduğu günlerde boşayıvermiş beni Ersin meğerse. Bana sormadan, haber bile vermeden, beni kandırarak ve sahtekârlıkla. Beynimden vurulmuşa döndüm. Pazarı filan bırakıp doğruca Doktorlar Caddesi’ne gittim. Gördüğüm ilk avukat yazıhanesine girip hâlimi anlattım. Nasıl olduysa şansım bu sefer yüzüme güldü iyi bir kadın çıktı avukat. Sinir krizi geçirmenin eşiğindeydim, beni oturtup sakinleştirdi. Bilgisayardan benim nüfus kayıtlarıma girip gerçekten boşanmış olup olmadığımı araştırdı. Boşanmıştım. Hem de hiçbir şeysiz, ne bir nafaka, ne bir hak, hiçbir şey yok. Bunun nasıl olabileceğine aklım ermiyor ama Avukat Hanım’ın dediğine göre her şey sahte olarak düzenlenmiş. Sahte bir şahit, sahte bir vekâletname, sahte bir dilekçe ile namussuz bir avukat tek celsede işi bitirmiş. Hemen bir itiraz dilekçesi hazırladık ve suç duyurusunda bulunduk fakat uyardı beni iyi kalpli avukat. Uzun bir süreç olabilirmiş.

Eve geldiğimde başım dönüyordu, yatıp saatlerce uyumuşum. Ne İpek geldi aklıma ne de boşanma, sadece uyudum. Geç vakit kapının sesine uyandım. Türkân teyze kucağında ağlayan İpek’le duruyordu karşımda. Elinde de bir tas çorba.

“Ben yedirdim ama sen biraz daha ver istersen. Durmuyor artık, çok ağladı kızım, sen nerelerdeydin?”

İpek’i aldım, çorbayı aldım, yarım yamalak bir teşekkür edip kapıyı kapattım. Kafam sünger gibi, ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. İpek ağlıyor, ben ağlıyorum, sonunda zavallı çocuğum ağlaya ağlaya uyudu, ben de sızmışım tekrar. Sabah Türkân teyze yine geldi, gece İpek’in sesini duymuşlar, merak etmiş sağ olsun. Ona her şeyi anlattım; çok üzüldü, çok şaşırdı kadın. Onun verdiği akılla annemi aradım, gelip İpek’i almasını istedim. “Babanın suyuna git,” demişti Türkân teyze. “Gider kalırsın biraz Bursa’da. İşini bulup hayatını düzenleyince de ayrılırsın yanlarından. Bağlayacak hâlleri yok ya seni.”

Babama, dediklerini yapacağımı, Bursa’ya geleceğimi söyledim ancak önce şu işleri halletmem gerekiyordu. Annem ertesi günü gelip götürdü İpek’i. En azından onun için kaygılanmam gerekmiyor artık. Bir yandan evi topluyorum, bir yandan Avukat Hanım’a gidip geliyorum. Dava açmaya karar verdik. Bu işin peşini bırakmayacağım.

Dün gece Ersin’in sesiyle uyandım, geldi zannettim ama rüyaydı herhâlde. Geçen gün de sanki mutfakta dolabı karıştırıyormuş gibi geldi. Evin her yerinden sesler geliyor; çıtırtılar, insan sesleri, bazen sanki bir karanlık beni yutacakmış gibi oluyor, koşup pencereyi açıyorum. Lanetli evin laneti kusmaya başladı artık.  Dün duş alırken kırmızı akıyor gibi geldi su. Deliriyor muyum ben yarabbim?

Çok açım ben ya! Açlıktan midem ağrıyor, çok ağrıyor midem. Bir şeyler yemeliyim.

Şu fotoğraflar, en çok bu fotoğraflara kızıyorum.  Bunları toplamak zorunda mıyım? Hepsinde gülmüşüm sanki gülünecek bir şey varmış gibi. Yakacağım bunların hepsini. Bir de utanmadan gelmiş, bana onu nasıl mahkemeye verirmişim diye hesap soruyor. Gerçekten geldi değil mi o? Yine hayal görmedim yani ben? Geldi geldi, yanağımın acısı bile geldi diyor bak, kolumdaki morluklar bacağımdaki şiş geldiğini söylüyor. Boşanmış benden paşam, bitmiş o iş. Bir kuruş bile alamazmışım ondan.

“Bana vermeyeceksin zaten kızına vereceksin,” dedim.

“Ne malum benim kızım olduğu?” demesin mi?

“Sen ne diyorsun?” diye bağırdım. “O senin kızın, bunu sen de biliyorsun!”

Karşımda gülüyor, tuhaf tuhaf konuşuyor. Söyledikleri hakaret desem değil, alay desem değil, ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum.

“Bana bak Dila, senden boşandım, seni de çocuğunu da görmek istemiyorum, defol git hayatımdan yoksa seni doğduğuna pişman ederim!”

Bir yandan söyleniyor, bir yandan üzerime yürüyordu. Sonunda gövdesiyle duvar arasına sıkıştırdı beni. Kolumu sıkıyor, kolum çok acıyor. “ Neden evlendin benimle? Bunları bana neden yapıyorsun?”

“O zaman öyleydi, şimdi böyle, anladın mı? İstemiyorum artık seni. Bıktım senden! Beni kafalamak için peydahladığın o kızını da al ve defol!”

“O senin de kızın.”

“Benim değil dersem ne yapacaksın?”

“Nasıl diyebilirsin? İspatlaman lazım, DNA diye bir şey var.”

“Ohoo! Onlar sonuçlanıncaya kadar ben seni Eskişehir’e de, Bursa’ya da rezil ederim. Bütün arkadaşlarımla yattı, derim. Zaten eskiden de edepsiz edepsiz dans ediyordu, derim. O manyak baban seni n’apar bir düşünsene, alır mı evine seni? Sokaklara düşersin kızım, ben de gelir seni vurur, namusumu temizlerim. Eninde sonunda olacak olan o. ”

“Ben senin namusun filan değilim, anladın mı? Anladın mı dedim? Ben senin hiçbir şeyin değilim. Namus kim sen kimsin? Sen erkek misin ki namusun olsun? Bir kızın var senin, bir kızın. Namustan bahsediyor bir de. Sen neredesin ha? Neredesin?  Benim namusum asıl senin elinde kirlendi, benim insanlığımı kirlettin sen…”

Ne kadar bağırdım hatırlamıyorum, bağırmaktan sesim kısıldı. O bana vuruyordu durmadan, daha şiddetle, daha şiddetle. Ben de bağırıyordum daha çok, daha çok.  O vurdu ben bağırdım, o vurdu ben…

Bunlar gerçekten oldu mu? Benim bozulan beynimin halüsinasyonları mı? Algılayamıyorum. Gitti herhâlde Ersin. Onu görmüyorum, sesini de duymuyorum. Gördüğüm tek şey tavandaki çatlak, o da git gide bulanıklaşıyor sanki. Karnım çok aç, bir şeyler yemeliyim. Gözüm kararıyor açlıktan, sanki içim çekiliyor.

“Dila! Ne oldu burada kızım? Kapı açıktı ardına kadar, kavga mı ettiniz? Dila, bu kanlar ne?  Dila, Dila!”

Türkân teyze mi o? Neden ağlıyor ki? Türkân teyze, ağlama. Bak, havada uçuyorum ben. İnanamıyorum ama ayaklarım yerden kesildi gerçekten. Etrafımda tuhaf bir telaş var. Ne takıyor koluma bu kadın? Müzik sesi geliyor bir yerlerden. Tanıyorum bu sesi, Bachata bu. Karnım çok aç ve içimde Bachata çalıyor. Müziği dinlemek istiyorum, beni rahat bırakın. Müzik beni doyurur. Bırakın müziği dinleyeyim. Bırakın artık beni, gideyim bu evden.

***

“Kadını karnından iki kere vurmuş Amirim, şimdi ambulansa alındı, hastaneye götürüyorlar.”

“Mermileri buldunuz mu? Bilinci açık mıydı? Bir şey söyledi mi?”

“Karnım aç gibi bir şey söyledi fakat tam anlaşılmadı. Komşu onu bulana kadar kaç saat kalmış böyle bilmiyoruz. Mermilerin kalibresi bizim kullandıklarımızla aynı. Kocası polismiş zaten.”

“Koskoca apartmanda kimse silah sesini duymamış mı? Şu kana bak yahu! Kadının bütün kanı akmış parkelerin üzerine, bu kadar zaman kimse bir şey görmemiş mi?”

“Birisi sesi duymuş ama yolda lastik patladı zannetmiş.”

“Yaşayacak mı ne dersin?”

“Şimdi gelen mesaja göre maalesef Amirim. Yolda kaybetmiş hayatını.”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU