“Iphone düşünüyor musunuz amirim?” diye sordu Aykut ceplerini karıştırırken. Birkaç dakika daha aradıktan sonra, paketi evde bıraktığına ikna oldu. “Bir sigara salsana Cengiz.”
Elimdeki Camel paketini Aykut’a atıp amirime döndüm. “Bence boş verin Iphone’u. Dünyanın parası… Daha ucuz yollu bir şey buluruz.”
“Ucuza kapatsak iyi olur, başka taksitler de var. Aksi zamanda bozuldu telefon,” dedi Başkomiser. Gazetesini katlayıp, bir sigara da o yaktı.
Baharın gelişini iyice hissettiğimiz, sıcak bir gündü. Ortalık durgundu. Merkezde, tutanaklarla uğraşıyorduk. ‘Acaba Helin müsait midir?’ diye düşündüm. Arayıp aramamakta kararsız kaldım. Sıkboğaz etmekle, boşlamak arasındaki ince çizgide yürümeye çalışıyordum. Tam elim telefona gitmişti ki gelen ihbar, mesainin erken bitmeyeceğinin haberini verdi.
“Subaşı mahallesinde cinayet ihbarı. 207 no’lu…”
Otoparka doğru yöneldiğimiz sırada, bir ihbar daha aldık.
“Bahçelievler’de, Migros karşısındaki…”
İkinci anons, planları değiştirmişti. “Aykut, sen yanına bir adam al. Migros’un oraya gidin,” dedi Başkomiser arabayı çalıştırırken. “Biz de Cengiz’le Subaşı Mahallesine geçelim. Sonrasında haberleşiriz.”
***
“Siktir lan, bu ne böyle…” dedim cesedi görür görmez. Başkomiserin de şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Yaşlı kadın, ellerinden duvara çivilenmiş hâlde önümüzde duruyordu. Olay Yeri İnceleme’den Kemal, elindeki kağıtlarla yanımıza geldi.
“Selma Mağrur. 68 yaşında. Burası kendi eviymiş. Boynundan zehir enjekte edilmiş. Boğuşma izi yok.”
“Kapıda zorlama var mı?”
“Yok, amirim. Kadın, muhtemelen kendi açmış kapıyı.”
“O zaman tanıdık olma ihtimali yüksek,” dedim maktulü incelerken. “Ama çivileme olayı işi başka bir boyuta taşıyor.”
“Ayrıca, bir de not bırakmış.”
Notu Başkomisere uzatıp işine geri döndü Kemal. Siyah bir kağıdın üzerine, beyaz boyayla yazılmıştı:
Çocuk büyüdü. Öğrendi.
“Ne şimdi bu? Ne anlatıyor burada?”
“Bilmiyorum Cengiz. Kadını araştırmamız lazım. Ailesi, akrabaları… Bir de komşulardan bir şey gören var mı öğrenelim.”
Komşularla konuşmak için apartmanı dolaşmaya başlayacakken Aykut aradı.
“Alo?”
“Olay çok farklı Cengiz. Çivilemişler adamı.”
“Hassiktir… Burada da kadını çivilemişler. Not falan var mı peki?”
“Var ama bir bok anlamadım yazılandan. ‘Çocuk öğrendi. Unutmadı.’ yazıyor.
“Amirime haber vereyim…”
***
Bir saat sonra, toplantı odasında yerlerimizi almıştık. Başkomiser, sigarasını yakıp, olay haritasını çizmeye başladı. “Önce Selma Mağrur’u konuşalım. Komşulardan bir şey öğrenemedik. Akrabalardan bir şey çıktı mı Cengiz?”
“Kocası birkaç sene önce ölmüş. Bir kızı var, Banu ismi. Trabzon’da yaşıyor. Ona da henüz ulaşamadık.”
Sigarasını küllüğe bastırıp, paketten bir tane daha çıkarttı Aykut. Ardından, aldığı notları açtı.
“Diğer maktulün adı da Fikri Zihni. 78 yaşında, eski marangozmuş. Aynı şekilde zehir enjekte edilip sonra da çivilenmiş duvara. Oğluna haber verdik. İlk uçakla gelecek Antalya’dan. Ha bir de, tahmini cinayet saatinden biraz önce postacının girdiğini görmüşler apartmana. Onu da araştırmak lazım.”
“Bir de notlar var,” dedim. “Anlamı ne sizce?”
“Birileri intikam alıyor. İki maktul arasında bir bağlantı olması lazım. Bunu çözersek gerisi gelir.”
Ertesi sabah, Fikri Zihni’nin oğlu Ferit Zihni Cinayet Büro’ya geldi. Polislikte belli bir yıldan sonra, insanların yüzündeki tekinsizliği sezebiliyorsunuz. İlk görüşte çok da sağlam bir tip olmadığını hissettim Ferit Zihni’nin.
“Allah sabır versin Ferit Bey,” dedi amirim. “Babanızın yanına sık gelir miydiniz?”
“Eee… Yani, pek sayılmaz. Eşimden boşandıktan sonra aramız açıldı biraz.”
“Çevresinde kimler vardı peki? Şüphelendiğiniz birisi var mı?”
“Mahalledeki kahveye giderdi eskiden. Onu da bırakmış dediler. Benim oğlan yazın Ordu’ya gelir, bazen uğrar yanına. Onun dışında akrabalarımızın çoğu İstanbul’da zaten. Bir düşmanı, alacaklısı da yoktu bildiğim kadarıyla.”
“Selma Mağrur ismi size tanıdık geliyor mu?” diye sordu Aykut. Ferit Zihni’nin yüzü bir anda bembeyaz oldu. Cevap vermeye çalışırken kekeleyince üstüne gittim. “Şaşırdınız sanki. Tanıyor musunuz?”
“Hayır. Hayır, tanımıyorum. Başka bir şey geldi aklıma.”
Başkomiser ayağa kalkıp, gözlerini adamın suratına dikti. “Bakın Ferit Bey, soruşturmanın gidişatı açısından çok mühim bir konu bu. Bir şey biliyorsanız söyleyin. Söylemezseniz de öğreniriz zaten, sonuç gecikir ama değişmez.”
“Gerçekten bilmiyorum. Bir şey hatırlarsam ulaşırım size.”
***
Öğleden sonra, Fikri Zihni’nin takıldığı kahveye doğru yola çıktık. Çok büyük bir mahalle olmamasına rağmen, üç kişiye sorduktan sonra ancak bulabildik. Yaş ortalamasının yüksek olduğu, merdiven altı bir yerdi. Maktulün fotoğrafını havaya kaldırıp seslendim. “Bakın buraya beyler. Fikri Zihni’yi tanıyan var mı aranızda?”
Vantilatörün yanında oturan yaşlılardan biri el kaldırdı. “He, ben tanıyorum.”
Adamı alıp, kahvenin dışında çıktık.
“Samimi miydiniz Fikri’yle?” diyerek soru zincirini başlattı Başkomiser.
“Samimiydik tabiî. Eskiden dükkanlarımız yan yanaydı. Hırdavatçıydım ben.”
“Nasıl biridir peki? Anlaşamadığı birileri var mıydı çevresinde.”
“Eskiden neşeli, hoşsohbet biriydi. Sonra oğluyla sıkıntılar yaşadı, sağlığı bozuldu. Üstüne bir de geçen sene hanımını kaybedince iyice kapandı içine.”
“Oğluyla arasında ne geçti?” diye sordum. “O kadar samimiyseniz, biliyorsundur elbette.”
Yaşlı adam başını öne eğdi. Gözleri nemlenmişti. “Şimdi nasıl anlatayım rahmetlinin sırrını size?”
Başkomiser, elini adamın omzuna koydu. “Anlat ki arkadaşının katilini bir an önce bulalım. En azından gözü arkada kalmasın.”
“Bunun oğlu, Ferit. İşi gücü serserilikti. Babası bir taksi aldı buna zar zor, sonra evlendirdiler Hatice’yle belki düzelir diye. Ferit itinde ne gezer düzelmek… Çocuğu olduktan iki yıl sonra kaçtı başka bir karıyla. Hatice kanser oldu üzüntüden. Kaçtığı karının da Banu muydu neydi ismi, orospunun teki işte o da…”
“Adı neydi dedin kadının?”
“Banu’ydu galiba.”
Maktul Selma Mağrur’un ulaşamadığımız kızının adı Banu’ydu. Bağlantıyı bulmuştuk. Ferit Zihni’yle yeniden konuşmak için yola çıktık. Daha yolu yarılamamıştık ki, telsizden bir cinayet anonsu daha geçildi.
“Gökkuşağı Sitesinde cinayet ihbarı, dördüncü bloktan…”
***
“Çocuk unutmadı. Hatırlattı.”
Yine siyah kağıda, beyaz boyayla yazılmıştı. Öncekilerde olduğu gibi, zehir enjekte edilmiş ve duvara çivilenmişti. Aykut, adamın kimliğini bulup yanımıza geldi.
“Adı Tunç Fırıldak. Spor hocasıymış. Baya güçlü kuvvetli görünüyor ama kendini savunma şansı olmamış. Demek ki katil şüphe çekmiyor. Postacı kılığında girmesi mantıklı.”
“Amına koyayım ya,” dedim sinirle. “Bir seri katilimiz eksikti. Hollywood sanki anasını satayım.”
Başkomiser gergindi. Ceketini çıkartıp gömleğinin bir düğmesini açtı.
“Patır patır öldürüyor insanları. Diğer cinayetlerle ilgisini bir an önce bulmamız lazım. Tunç Fırıldak’la ilgili her türlü kayıta bakacağız.”
Merkeze dönüp, hızla çalışmaya koyulduk. Sitenin güvenlik kamerasından adamın postacı kılığında girdiğini tespit etmiştik. Ancak yüzü net şekilde belli olmuyordu. Bilgi işlemden Tunç Fırıldak’a ait tüm belgeleri aldık.
“Yok artık,” dedi Aykut. “Tunç Fırıldak, Ferit Zihni’nin boşandığı kadınla evlenmiş. Hatice’yle…”
Kafam iyice karışmıştı. “Kadın nerede peki?”
“Bir yıl önce vefat etmiş.”
“Ferit’le yeniden konuşmamız lazım. Başka çare yok.”
***
“Çocuk hatırlattı. Öç aldı.”
Ferit’i, Gazi Köprüsü’nün altında, bıçaklanmış hâlde bulduk. Saat gece yarısını gösteriyordu. Başkomiser, öfkeyle önündeki çöp konteynırına tekme savurdu. “İki günde dört kişi öldü lan! Herif, elini kolunu sallayarak indiriyor insanları.”
“Sıradaki kişi Banu olabilir amirim,” dedim. “Bir o kaldı bu olaylarla ilgili.”
Aykut henüz yeni yaktığı sigarasını yere atıp, haykırdı. “Kafamızı sikeyim!.. Ferit’in oğlu vardı laf arasında bahsettiği. Baksanıza, tüm olayların ortasında o var. Annesi terk edildi, kanser oldu, kim bilir daha neler var bilmediğimiz.”
“Siktir lan. Zaten hep ‘çocuk’ diye bahsediyor notlarda.”
“Hemen arama emri çıkartıyoruz,” dedi Başkomiser. “Banu’ya da bir an önce ulaşalım. Trabzon Emniyet Müdürlüğü’yle irtibat kurun.”
Ferit’in oğlu Barkın Zihni’nin, iki ay önce Ankara’dan Ordu’ya uçak bileti aldığını tespit etmiştik. Bir hafta önce de araç kiralamıştı.
Geceyi, sokaklarda devriye atarak geçirdikten sonra, sabaha karşı beklediğimiz anons geldi.
“Aranan şahsın aracı, Tarım İl Müdürlüğü’nün yakınlarında görüldü. Siyah Toyota Corolla. Takipteyiz.”
Aramızda on dakikalık mesafe vardı. Ara sokaklardan hızla geçip, Hema Kafe’nin önünden anayola saptık. Siren sesleri, sabaha yeni uyanan şehri inletiyordu. Beş yüz metre sonra tarif edilen aracın arkasına takılmıştık. Vitesi beşe atıp sağ şeritten ilerlemeye başladım. Toprak yola girmeden önce yavaşlayarak ilk dönüşte frene bastım ve Toyota’nın önüne kırdım. Çarpmaya milim kala durdu. Arkasından gelen polis ekibi de kaçışını tamamen engelledi. Araçtan inip silahlarımızı çektik.
“Teslim ol Barkın! Kaçacak yerin kalmadı!”
***
“Anlat Barkın,” dedim. “Sikeyim senin yapacağın işi. Anlat çabuk.”
Barkın, uzun süre güldükten sonra, bir anda ciddileşti.
“Anlatırım. Benim saklayacak bir şeyim yok. Babam, annemi Banu denen kaltakla aldattı. Ben daha iki yaşındayken kaçtı gitti. Sonra, annemi Tunç’la evlendirdiler. O istememişti, zorladılar. Her gün dövdü orospu çocuğu, her gün… Hepsini kapının arkasından izledim. Annem dayanamadı, sonunda kanser oldu. Tedavisine bile devam edemedi doğru düzgün. Yıllarca bekledim. Eczacılık mezunuyum, zehirleri hazırlamak basit bir şeydi benim için. Planımı yaptım, sonra da öldürdüm hepsini.”
“Lan oğlum… Babanı öldürdün, Tunç’u da öldürdün. Dedeni niye öldürdün, Banu’nun anasını niye öldürdün?”
“Onlar da suçluydu. Bütün bu acılara sebep oldular, göz yumdular.”
Aykut, Barkın’ın yakasına yapışıp sarstı. “Banu nerede lan? Ona ne yaptın?”
“Kaybettiniz Komiser, bu sefer kaybettiniz. Banu, Gölköy’de toprağın altında. İlk onu öldürüp gömdüm. Bu sefer çocuk kazandı.”
***
Olayların etkisinden uzun süre çıkamadım. Bir hafta boyunca, her gece rakı içtik Aykut’la. Bu durumdayken Helin’i de arayamadım. Sonraki hafta, pazartesi günü merkeze geldiğimde Başkomiserin yüzünden düşen bin parçaydı.
“Günaydın amirim. Hayırdır, iyi görünmüyorsunuz.”
“Gel Cengiz gel.”
Sırtımda soğuk bir ürperti hissettim. Aklımdan geçen milyon tane kötü ihtimalle birlikte başkomiserin yanına oturdum. Önündeki kağıdı bana uzattı.
“Amirim,” dedim. Ellerim titriyordu. “Ben doğru mu okuyorum? Aykut, İzmir’e tayin mi istemiş?
“İstedim, kardeşim.”
Aykut elinde poğaçalarla içeri girmişti.
“Niye oğlum? Ne yapacaksın İzmir’de?”
“Yapamıyorum Cengiz, duramıyorum burada. Ev, yollar, sokaklar, büro… Her yerde Nazlı var. Tüm şehir Nazlı sanki. Bakın, siz, benim ailemsiniz. Başkomiserim babam, sen kardeşimsin. Ama olmuyor… Affedin beni.”
Kalkıp sarıldım Aykut’a. Sonra da Başkomiserim sarıldı.
“Haydi Cengiz,” dedi Aykut gözleri dolu hâlde gülerek. “Çay söyle de, yiyelim poğaçaları…”
3 YIL SONRA
Bornova’da, Aykut’un açtığı kafedeyiz. İzmir’in sıcak havası içimizi ısıtıyor.
“Gözleri aynı Zübeyde’ye benziyor,” diyor Helin, Başkomiserin kucağındaki bebeğe bakarak.
Başkomiser, Zübeyde’ye bakarak gülüyor. “Olsun, annesine benzesin.”
Koyu bir sohbet dönüyor. Laf arasında soruyorum Aykut’a, “Özlüyor musun polisliği?”
“Yok be kardeşim. Rahatım burada, işler de iyi gidiyor. Memnunum şimdilik.”
Tek katlı, şirin bir yer burası. Ahşap döşenmiş, loş bir ortam var. Kafenin girişinde oturuyoruz. Karşı duvarda, Nazlı’nın fotoğrafı bize gülümsüyor.