Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

DEDEKTİF DERGİ KİTAP KULÜBÜ

Diğer Yazılar

Gamze Yayık
Gamze Yayık
Gamze Yayık. 1972 yılında doğdu. Babasının memuriyeti nedeniyle Türkiye’nin farklı şehir ve okullarında süren eğitimi, Dokuz Eylül Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden 1994 yılında mezuniyetiyle son buldu. İşsiz bir mühendis olarak başladığı yetişkinliğini Ying Yang mahlasıyla DivxPlanet sitesinde polisiye dizi ve filmlere gönüllü altyazı çevirmenliği, altyazı editörlüğü yaparak geçirdi. En büyük tutkusu olan kitaplardan ve okuyup öğrenmekten asla vazgeçmedi. İzmir’de yaşıyor. Halen Handan Gökçek’in “Yaratıcı Yazarlık” Atölyesi’nde polisiye okuma tutkusunu yazma uğraşına çevirmeye çabalayan bir öğrenci.





Bu sayıdaki toplantımız için Türkiye’nin büyük yazı ustası Çetin Altan’ın “Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri” kitabını seçtik. Altı Dedektif Dergi yazarının katıldığı toplantıdan hem okur hem de yazar olarak keyif aldık. Sözü uzatmadan Derin Gezmiş’in sunumunu yaptığı dördüncü kulüp toplantımızın sadeleştirilmiş metnini sizlerle paylaşmak isteriz.  Kitabı okumak isteyen okurlar için sürpriz bozan uyarısı vererek başlayalım. Keyifli okumalar.


Derin Gezmiş: Kitabımızın ilk basımı1985 yılında Özgür Kitap’tan çıkmış. Elimde Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri’nin 1998 İnkılap Kitabevi basımı bir nüshası var. Kapağı oldukça sade. Ne yalan söyleyeyim ilk basımın silah ve dudak izli kapağını daha çok sevdim.

DEDEKTİF DERGİ KİTAP KULÜBÜ 1

Çetin Altan, 1927 İstanbul doğumlu. Galatasaray Lisesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, yazar, gazeteci, köşe yazarı, oyun yazarı, siyasetçi. ‘Enseyi karartmayın’ sloganıyla tanınan Çetin Altan roman, oyun, mizah, fikir, inceleme ve gezi yazısı türlerinde eserler vermiştir. İlk kitabı olan Üçüncü Mevki yazarın tek şiir kitabıdır. Elli yılı aşan yazı hayatına on dile çevrilmiş kırk dört kitap, otuz beş bin köşe yazısı sığdıran Altan, Dünya tarihinde en çok yazı yazan elli kişi arasındadır. Yazar, edebiyatçı köşe yazarı kuşağının son temsilcisidir. Altan 2015 yılında, seksen sekiz yaşındayken aramızdan ayrıldı.

Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri ilk olarak Çetin Altan’ın Milliyet gazetesi pazar köşesinde tefrika halinde yayımlanmış, okur tarafından ilgiyle karşılanınca kitap olarak basılmıştır. Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri, emekli bir gemi telsizcisinin başından ve de zihninden geçen olayları anlatan, birbirine bağlı öykülerden oluşan bir nevi roman. Hikâyenin geçtiği dönem 1980’li yıllar, ev telefonları kullanılıyor. Mekân, genel olarak Rıza Bey’in kendi evi ya da dolaştığı dış mekânlar.

Ana karakterimiz ‘ufak tefek’ Rıza Bey, polisiye hikayeler yazmayı seven altmışlarında bir adam. Evinde İsveç saboları giyiyor, demli çay içmeyi seviyor ve ocakta hep taze çayı var benim gibi. Yıllarını gemi seferlerinde geçirmiş, pek sosyal bir insan değil, karısını kaybetmiş, yalnız başına yaşıyor.

Ferhunde Hanım, yalnız yaşayan, hayatı ve Rıza Bey’i çok seven bir kadın.

Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri’ni kısaca anımsayalım. Ufak tefek Rıza Bey bir polisiye öykü kitabı yazmaya karar verir, plan yapar. Bazı polisiye yazarları bunu unutur ama Rıza Bey gerektiği gibi planlı, programlı bir yazar.

Rıza Bey ilk hikâyede, yük gemisinde bulunan bir kadın cesedinin gizemini çözmeye çalışırken gerçek hayatta ilk aşkına ait udun esrarını çözer.

İkinci öyküde, Rıza Bey kurgu hikayesini düşünür, yılbaşı gecesidir, yalnızdır. Okurun desteğiyle öyküsünü ilerletir.

Üçüncü öyküde, evindeki eski bir resmin, rahmetli eşinden kalan mektubun ve babasının yadigarı sigara tabakasının esrarını çözmeye çalışır. Unutmadan söyleyelim öykülerde hep tanrısal bir anlatıcı var.

Dördüncü öyküde Rıza Bey, kırk yıllık arkadaşını ziyarete gider, ancak eski dostu aniden ölür. Kahramanımız bu ani ölümün arkasındaki gizemi çözmek için çalışır.

Beşinci hikâyeyi anlayan varsa bana da anlatsın. (Gülüşmeler) Rıza Bey 31 Aralık 1984 gecesi bir şeyler yaşıyor, mahalleye bir hırsız dadanıyor ama tanrısal anlatıcı bu hikâyede uyuyakalmış sanırım. Bu öyküyü anlayamadım.

Altıncı öyküde, Rıza Bey’in hikayelerini okuyan bir okur, kahramanımızı arayıp işlediği iki cinayetin sırrını çözmesini ister. Ancak suçunun ispatlanamayacağını iddia eder.

Yedinci hikâyede Rıza Bey dört haftada, dört daire soyan hırsızın peşine düşer.

Sekizinci öykü, kırk beşindeki Senuhi Bey’le altmışını geçmiş Dilruba Hanım’ın ‘ava giderken avlanılır’ kıssalı, hindistan cevizi ve incir tadındaki hikayesi.

Dokuzuncu öyküde, bir apartmanın çatısında sırtından bıçaklanarak öldürülen genç bir adamın cinayetini çözüyoruz. Anlatıcı yine tanrısal bakış açısıyla anlatıyor.

Rıza Bey’in üst kat komşusu, onuncu öyküde evinde akıl almayacak şekilde vurularak öldürülüyor. Kahramanımız ilk kez tanrısal anlatıcının yardımı olmadan, bir dedektif gibi araştırarak cinayeti çözüyor.

Rıza Bey, tavuk ve çiçek yetiştirmek için aldığı tarlada çalışırken bir kafatası ve el kemiği bulur. On ikinci öyküde, bulduğu kemiklerin gizemini çözmesini söyleyen tekerlemelerle yazılmış ilginç bir mektup alır. On üçüncü öyküde ise, Rıza Bey bulduğu kemiklerin esrarını çözmeye çalışırken bir mafya grubunu ve bir katili ortaya çıkarır. Bu üç öykü birbirine bağlıydı.

On dördüncü öyküde Rıza Bey, geride ipucu bırakmayan cinayet öyküleri yazmaya niyetlidir. Yine her şeyi bilen tanrısal anlatıcı çıkıyor karşımıza.

‘Doktor sat savur’ karısının kilolarıyla dalga geçiyor; “Seni Ankara’ya götürmek isterdim ama uçağın dengesi bozulur…” İz bırakmadan işlenen bir cinayet… on beşinci öykü güzel bir hikayeydi, katil bir kondisyon bisikleti.

Rıza Bey, eski pembe seri romanlardan esinlenerek Şerminlerin ve Nejatların olduğu bir polise hikâye yazmaya çalıştığı bir gece, Ferhunde Hanım’dan bir telefon alır. Bu öyküde Rıza Bey hemen kadının evine koşuyor, sanırım pembe bir aşk doğuyor.

Takip eden öyküde Ferhunde Hanım’la romantik bir akşam yemeğinde buluşan Rıza Bey, yine ilginç bir gizemi çözüyor. Genç bir dul hanıma musallat olan umacılar, yatak odası duvarında asılı bir ayna ve ergen bir oğlan…

On sekizinci öyküde Rıza Bey’e içinde kuru kafa olan bir paket gelir. Rıza bey bu garip hediyeyi bir kenara bırakıp polisiye bir film izlemeye dalar. Filmin finalinde kuru kafa, mâni söylemeye başlar.

Bir diğer öyküde Rıza Bey, karısına ve üvey oğluna kalan mirası ele geçirmek için cinayet planlayan kumarbaz Zamkinoz Ekrem’in macerasını yazıyor. Ekrem ava giderken avlanacaktı ama katil üşengeç çıktı.

Yirminci öyküde, Rıza Bey, ilk öykü kitabı Maviye Boyanmış Islık’ın basım sürecini, okur ve yakın dostlarının iğnelemelerini anlatıyor.

Takip eden öyküde Ferhunde Hanım, hayranlık duyduğu Rıza Bey’den bir tanıdığı adına yardım ister.

Yirmi ikinci öyküde karakterimiz, masa altında birbirine dokunan ayakların olduğu bir fotoğraf karesini inceleyerek ani iki ölümün esrarını çözüyor.

Rıza Bey, Ferhunde Hanım’la on beş günlük bir Ege tatiline çıkar. Sicilya mafyası kahramanımızı kaçırır. Ancak Rıza, James Bond’a taş çıkaracak bir düzenle kurtulur.

Sıradaki öyküde yazarımız yeni kitabını yazmak için tekneyle tatile çıkmış, ne büyük saadet… Yazdığı hikâye bir kadının cinayetini üstlenen yüz kör adam hakkındadır. ‘Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık’ modunda başlayan öyküde, kıyıya yaklaşan motordan ateş ediliyor, bir kadın ölüyor, iki kardeş aynı adama âşık oluyor.

Yirmi altıncı öyküde araları açık iki ortaktan biri öldürülür ve tabanca diğer ortağın evinde bulunur. Rıza Bey bir sorgu yargıcının isteği üzerine dosyayı inceler. Arsen Lüpen’e selam…

Rıza Bey’in kitabını okuyan bir cinayet zanlısı ondan yardım ister.

Yirmi sekizinci macerada eski bir köşkte tek başına yaşayan İsmet Hanım, Rıza Bey’e balkondaki iki iskemlenin anlaşılmaz bir şekilde her gece içeri taşındığını anlatır. Elbette kahramanımız bu gizemi akıl ve mantık yoluyla çözer.

Üç geminin mors alfabesiyle verilen bir şifre kaydetmesi üzerine olayın esrarını çözmek Rıza Bey’e düşer. Otuzuncu öyküde anlarız ki bu şifreli mesaj dostlarının ona yolladığı sürpriz bir düğün davetiyesidir.

Birkaç kelimeyi not almışım. Biri, vodvil. Çok hareketli, eğlenceli bir konusu olan, şarkılara yer veren hafif güldürü demekmiş. Orostopolluk da diğeri. Alçakça, kurnazca, hile, kalleşlik dalavere demek.

Kitap, edebi açıdan elbette tatmin edici. Zengin dili, yüksek hayal gücü, usta işi anlatımıyla okuması keyifli. Polisiye açıdan değerlendirmek gerekirse, polisiye ve gizem yazarı Gencoy Sümer, Çetin Altan’ın polisiye hikayelerinin bugün yazılanlardan fersah fersah ileride olduğunu söylüyor. Hazır kendisini burada yakalamışken sebeplerini öğrenmeyi umuyorum.

Gencoy Sümer: Vodvil kelimesini daha önce duymamış olmana şaşırdım. Artık kullanılmıyor çünkü Türkiye’de pek oynanmıyor. Böyle oyunlar olsa bile, oynansa da vurgulanmıyor. Haldun Dormen, Tevfik Gelenbe vodvil oynadı. Sahnede sürekli koşuşturmaca olur, biri girer biri çıkar. Adam diğerinin karısıyla beraberdir, kadın kocasından gizlemeye çalışır falan. Bulvar tiyatrosudur, ama hareketlidir. İçinde şarkılar, türküler olur. Bu kitapta başka ilginç kelimeler de var. Mesela mayna, bir gemicilik terimi ama kitapta argo olarak kullanılmış. Çok mersi tabirine şu ana kadar bize gelen öykülerde rastlamadım, ben de hiç kullanmadım. Aslında dilimize yerleşmiş bir kelimeydi, kullanırdık eskiden.

Derin Gezmiş: Kitap 1985 yılında yazılmış, o dönem insanlar kullanıyormuş demek ki. Ben bu tür kelimeleri çok önemsemedim, yazar 1927 doğumlu, eski bir dili var tabii ki.

Gamze Yayık: Muhtemelen Fransızcanın Türkçe üstüne olan etkisi o dönemde daha kuvvetliydi, şimdi daha çok İngilizce etkisindeyiz. Bay bay diyoruz mesela. Mersi sözcüğünü kibarca teşekkür etmem gerektiğinde kullanıyorum ben.

Gencoy Sümer: Kitabı yıllar önce okumuştum. Tekrar okuyunca başka şeyler keşfettim. İlk okuduğumda çok beğenmiştim, şimdi yine beğendim ama bu sefer kusurlarını da gördüm. Yazar birçok kelimeyi yanlış kullanmış ya da yanlış ifade etmiş ve bunlar ciddi bir editör kontrolünden geçmemiş. Çetin Altan yazdı diye düzeltmek istemediler herhalde. Çetin Altan’ın kendi tarzı var tabii, o stile müdahale etmek istememişlerdir belki.

Yazar, eski bir İstanbullu, ilk hikayesi Kozyatağı’nda geçer, gerçekten Kozyatağı’nda bir konakta doğmuş, büyümüştür. Eski bir İstanbul çocuğu, beyefendi bir adamdı. Hoş sohbetti, kıranta gezerdi. Bazı hikayelerin kendi hayatıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü kaybettiği eşiyle ilgili anılarını okumuştum, sonra tekrar evlendi. Bu ayrıntılar biraz Rıza Bey’in hayatına benziyor.

Derin, anlayamadım dediğin beşinci öyküde aslında bir metafor kullanmış. Yeni gelen yılı bir hırsız yapmış. Yeni sene eskisinden günleri çalıyor. Kitaptaki hikayeler aslında gazetede pazar eğlencesi olarak yayımlandı. Sonra çok tutulup sevilince haftanın birkaç gününde çıktı. Sonra iş ciddileşti. İşte bu nedenle bazı öyküleri çok uyduruk gibidir. Bazen hızlı yazmış, bazen de bayağı üzerine düşünmüş taşınmış. Tefrika olduğundan fazla tekrar var hikayelerde, çünkü bir yere kadar yazıyor, orada bir kanca atıp bırakıyor. Üç gün merakla bekliyor okur, sonra yeni öyküde hatırlatıcı cümleler kuruyor mecburen.

Onuncu öykü neydi? Bir hatırlayalım, evet pencereden giren kurşun öyküsü…Bu bir tür kapalı oda öyküsü, imkânsız cinayet hikayesi. O bakımdan da ilginç aslında. Yazar hemen hemen polisiyenin bütün konseptleriyle ilgili yazmış. Çetin Altan’ın dili çok renkli, alegorik. Metafor kullandığı için çok güzel benzetmeler var; “içinde dikenli bir ukte kalmış” mesela “fındık kurdu bir kızla çıkmış.”

Derin Gezmiş: “Kezzap kezzap dökülüyordu.”

Gencoy Sümer: “Duygu uçurumlarına yuvarlandı”, “Yağmurun kırbacı camlara iniyordu”, “Gönül derinliğindeki çocukluğunu hatırladı”, “Ufukta yaklaşan güneşle uzamaya başlayan gölgeleri kısaltmaya çalıştılar.” Bunlar dikkatimi çekti. Daha çok var da artık not almadım, baktım baş edilecek gibi değil ayrı bir defter tutmak gerekecek. Polis romanı tabirini çok sık kullanmış fark ettiyseniz. Zannedersem eski dilde ‘zabıta romanı’ dendiği için böyle söylüyor. İstanbul beyefendisi olduğunu söylemiştim ondan dolayı da eski İstanbul terimlerini kullanmış.

Okurken dikkatimi çeken, kullanmadığımız veya farklı kullandığımız ifadeler oldu. Mesela ‘kapının zili çaldı’ dememiş, ‘kapının zili çalındı’ demiş. Herhalde bu daha doğru. ‘Kafayı takmak’ ifadesi yerine ‘kafayı taktırmak’ kullanmış. Bey kelimesine ek geldiğinde kimi zaman apostrof kullanmamış, bazen de kullanmış. O nedenle ben redaksiyonda bir kusur olduğunu düşünüyorum. Şu da dikkatimi çekti, ‘İtfaiye Müdürlüğü’nün levazım masasında şef yardımcısı olarak girmişti,’ demiş. Bu eski bir tabir midir, bu şekilde mi söyleniyordu yoksa bir hata mı var burada? ‘İtfaiye Müdürlüğü’nün levazım masasına şef yardımcı olarak girmişti,’ demeliydi. O yüzden daha evvel de söylediğim gibi redaksiyon iyi değil. Diyaloglar tırnak içinde değil, bu yüzden de çok büyük hatalar oluyor. Mesela bahçevan demiş. “Sinemada olduğu gibi damdan dama atlayarak kaçamazdı,” cümlesinde sinemadan kasıt aslında film. Eskiden sinemayla film aynı anlamda kullanılabiliyordu. ‘İçmeyeyim’ dememiş de ‘içmeyim’ demiş. Öykülerin biçimsel özelliklerinden bahsettik, içerik olarak bir şeyler söyleyelim.

İçerik olarak bu bir epizodik öykü kitabı, yani öyküler bölüm bölüm anlatılıyor. Birbirleri arasında ilişki olduğu gibi, bazı öykülerde bir önceki öyküye atıf var. Bazı öyküler bir önceki öykünün devamı, orada kullanılan karakter sonraki öykülerle de yer alıyor. Bazı karakterler sürekli hale geliyor. Yazar yer yer politik eleştiriler yapıyor öykülerinde. Kimi zaman eski zaman yazarları gibi, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi araya giriyor. Anlatıcı araya girip fikrini açıklıyor. Mesela on birinci öyküde bu çok belirgin. Çetin Altan’ın bir köy, şehir teorisi vardır. Belki hatırlarsınız derdi ki; “Ne zaman köylüler traktörlerinden inip duşlarını alıp akşamleyin saat beşte tenis oynamaya giderlerse o zaman Türkiye kalkınmış demektir.” Bu öyküde piyano çalan köylüyü kullanmış işte. Yurt dışından köylünün evinde piyano var. Ama Türkiye’de öyle bir şey yok. Tabii bu, çok batılı düşünen bir zihniyetin yaklaşımı. Neticede günümüz Türkiye’sinde insanlar belki tarlada işini bitirince banyolarını yapıp futbol oynuyorlardır, ne bileyim. Ama kırk sene önce öyle bir şey yoktu.

Emel Aslan: On birinci öyküden itibaren sanki birazcık tarz değişiyor. İşler karmaşıklaşıyor. Basit anlatımlı çok sade öykülerden bir anda kompleks kurgulara geçilmiş. İşin içine uluslararası örgütler girdi. Bana birazcık zorlama olmuş gibi hissettirdi. Polise hiç gitmiyor, tarlasında iskelet çıkıyor bildirmiyor, ona defter emanet eden adam ölüyor, defterde yazanları birine tercüme ettirmiyor. Birtakım mantıksızlıklar başladı on birinci öyküden sonra.

Gencoy Sümer: İlk öykülerinde dramatik bir hava yakalayıp bundan yola çıkarak o konseptle yazmaya çalışmış. Gizem öyküsü yazmak istemiş, yazmış da. Özellikle ilk iki, üç öykü böyle. Onuncu öyküden sonra tamamen polisiye şeylere giriyor, işte oradan atılan kurşun, mezardan çıkan iskelet, dönen dolaplar falan filan.  Ama kendi tarzı politika olduğu için ister istemez politikayla sentez yapmış, güzel götürmüş. Kitabın ortalarından itibaren biraz çalakalem yazılmış öyküler görüyoruz.

Emel Aslan: Çok fazla tesadüf olmaya başlıyor, bu yüzden öykü inandırıcılığını yitiriyor.

Gencoy Sümer: O öykü beğenmiştim, tam bir Femme Fatal, ölümcül kadın hikayesi. 120. sayfadan sonra Çetin Altan nutuk atıyor, özellikle Mandrake Kamil’le ilgili hikâyede Hayırsız Ada’da başlayan olay, Eşek Adası’nda bitiyor. Bu bir maddi hata.

Emel Aslan: Hocam bu öykülerin bazıları postmodern mi?

Gencoy Sümer: Evet, postmodern unsurlar taşıyorlar. Yazarın kendi yaşam öyküsü var, ayrıca Rıza Bey karakterinin hikayesi var. Hatta zaman zaman Rıza Bey’in öyküsüyle gerçek öykü karışıyor. Kim kahraman, kim değil, anlatıcı Rıza Bey mi Çetin Altan mı, yoksa başkası mı karışıyor.

Emel Aslan: Özellikle şu hindistan cevizi kılığıyla ilgili olan sekiz numaralı öyküye bayıldım. Not almışım, çünkü yazar bizi şüpheye düşürüyor. Siz de araştırmışsınızdır hindistan cevizi kılı böyle bir şey yapar mı diye. Meğerse uydurmuş, bizi inandırdı. Üstelik öykü içinde de uydurduğunu itiraf ediyor, bu hoşuma gitti.

Gencoy Sümer: Evet, bunlar postmodern öykünün gerekleri. Aslında polisiye olarak kusurlu öyküler bunlar. Fikir olarak iyi ama ipuçlarını vermeden, doğal şeylerle açıklamadan sadece birkaç araştırmayla olayı çözüyor. İpuçları gibi ilişkileri de okura vermiyor. Çoğu kez katiller öykünün en sonunda ortaya çıkıyor, onlar hakkında bize daha önce bilgi verilmiyor. Altan, okuru hikâyeye katmıyor. Yine de hepsi ilginç öyküler.

 Kilitli oda öyküsünü katilin son anda ortaya çıkan kişi olması dışında beğendim.

Öykülerde kullandığı isimler muhtemelen tanıdığı kişilerin adlarıdır. Kendisi Selamiçeşme ile Caddebostan arasında bir yerde oturuyordu. Mandrake Kâmil hikayesinde anlattığı koy için ‘Sahile ev falan yapılmadığından buralar peşkeş çekiliyor, mafya örgütleniyor,’ diyor. Bunu 1985 yılında söylüyor, bugün oralar tamamen beton. O koylar sahil yolu oldu, iki yüz metre dolgu yapıldı.

Hikayeleri okurken bir şeyi çok iyi gördüm. Çetin Altan bir duyguyu, çetrefil bir durumu çok güzel ifade ediyor. Neticede iyi bir yazar. O zaman okurken polisiye yönüne daha fazla ağırlık vermişim, bu sefer hataları gördüm. Yine de iddiamı sürdürüyorum, bugün polisiye yazan pek çok insan içerik açısından bu seviyede değil.

Derin Gezmiş: Rıza Bey camı elmasla kesip evlere giriyor, kalem görünümlü bir tabancası var. Bir nevi James Bond’u anımsatıyor. Hikâyede işin içinden çıkamazsa tanrısal anlatıcı ipucu veriyor, okurlar kulağına fısıldıyor, böyle şeyler var. Bugün yapılsa asla ilgi ve onay görmeyecek hatta tepki görecek şeyler kullanmış yazar. Bunun nedeni, ünlü bir yazar olmasının verdiği rahatlık ve cesaret olmalı.

Gencoy Sümer: Edebiyatımızda bir polisiye geleneğimiz olmadığı için aslında gelenek şimdi şimdi oluşuyor. Çocukken Cingöz Recaileri falan keyifle okurdum ama şimdi okunacak şeyler değiller. Ben bazı hikayeleri yazarken zorlanıyorum, bu olay burada geçer mi, şu mekânda böyle bir şey olur mu diye. Çünkü bir geleneğimiz yok. Bu kitapta o geleneği oluşturabilecek özellikler var. Yani imamla, bakkalla, kapıcıyla kahramanın ilişkisi, onların bir polisiye hikâye içindeki görünümleri, oynadığı roller bize birtakım fikirler veriyor. Bu geleneği oluşturması bakımından bu kitabı değerli görüyorum.

Polisiyelerde birtakım unsurlar vardır. Dedektif olmalı, katil olmalı değil mi? Femme Fatal, egzotik ülkeler, stratejik yerlerde bulunan cesetler, zehirli içecekler vardır. Bunlar ilk defa yazıldığında, yüz sene önce ilgi çekiyordu. Ama yazıla yazıla, okur bunları öğrendi. Klişeden bahsetmiyorum, bu unsurlar kurgularda kullanıla kullanıla klişe haline geliyor. Ailevi problemi olan dedektif bir kinaye idi ama o kadar çok kullanıldı ki klişe haline geldi. Cinayetin sokaktaki kamerayla çözülmesi de öyle. Sokak kamerası hikâyede kullanıldığı vakit okur diyor ki kameralardan bir şey bulacaklar. Kamera unsuru bir kinaye, bize bir şeyi ihbar ediyor. Bir polisiye hikâyeye başlığımızda ne diyoruz? Bir dedektif var, yirmi sayfa sonra katil açığa çıkacak açıklanacak, hatta katil hiç ummadığımız biri çıkacak. Katilin ummadığımız biri çıkması da artık bir klişe haline geldi. Bunlar artık okurlara aşina geldiği için yazarlar yeni yöntemler buluyorlar. Ne yazık ki bizde bunlar yok, bunlar bizde oluşmadı. Batıda vardı, biz onlardan aldığımız geleneği sürdürüyoruz. Kendi kinayelerimiz, kendi mecazlarımız oluşmadı. Kendi klişemiz bile yok maalesef.

Gamze Yayık: Söylediklerinize birkaç şey eklemek isterim. Genel olarak kitabı beğenmekle birlikte, öykülerdeki tesadüflerin sıklığı beni rahatsız etti. Örneğin ilk öyküde Rıza Bey’in udunun dönüp dolaşıp Rıza Bey’e gelmesi, içinden not çıkması gerçeklikten çok uzaktı. Yazar daha başta bunu yapınca doğal olarak önyargıyla okudum. Bu tür tesadüflerin normalde bir polisiye öyküde olmasını istemeyiz. İçlerinde gerçekten öykü vasfı taşıyan, polisiyenin niteliklerini içeren birkaç güzel öykü vardı. Geri kalan metinlerden öykü tadı alamadım.

Gencoy Sümer: Evet onlar gazete yazısı.

Gamze Yayık: Yazarı şu açıdan takdir ediyorum. Öykülerini okurken akla Peyami Safa, Hüseyin Rahmi geliyor. Mandrake Kâmil karakteri tam Peyami Safa’nın yazabileceği bir karakter. Beni okur olarak bir Cingöz Recai macerasına götürüyor. Bunun yanında bir sürü de postmodern deneme var kitapta. Alt metin, öykü ve romanın derinliğini arttırır bu yüzden polisiyede de muhakkak olmalı diye hep söylüyoruz. Elbette polisiyede bunu yapmak kolay değil. Ama Altan siyasi göndermeleri, o günkü toplum kurallarıyla ilgili yazdıkları, coğrafi tespitleriyle bunu başarmış. Kitapta hem klasik hem de postmodern öğeler var.  Okuması zevkli, çünkü dili az önce söylediğiniz gibi tatlı. Bazı ressamlar modern çizimler yapar, anlamakta zorlanırız. Aslında sanatçı klasik de çizebilir, ama tarzı farklı çizmeyi gerektirir. Altan da ‘İstesem klasiğin âlâsını yazarım, ama ben bunu yazmayı tercih ediyorum,’ demiş bence.

Ben de birkaç kelime not almışım, mesela şandellenmek; dengesi bozulmak demekmiş, süpens; Fransızca, gerilim demekmiş. Lenduha; çok iri, kaba demek. Espanyolet sözcüğünü duymuştum anlamını bilmiyordum, kapı pencere kilit mekanizmasıymış. Zifos; Rumca çamur, cihannüma; kule taraça demekmiş.

Rıza Bey karakterini sevdim, güzel betimlenmiş, başarılı bir yaratım. Bazı öyküler sanki aceleye gelmiş, gazete yazısı olması nedeniyle kelime kısıtı var tabii. Yazarın notlarını okuyormuş gibiydim.

Gencoy Sümer: Tefrika olması bunun nedeni, evet. Tirajı yüksek bir gazetede tüm okura hitap eden bir dil tutturmak zorunda. Öykülerin açıklayıcı olması belki o yüzden olabilir. Kurşun atan dolma kalem gibi aletler kullanması da dikkat çekmek için. Ancak öykülerde başarıyla uçurum, kanca tekniklerini kullanmış. Her öykünün sonunun muğlaklıkla bitmesi gerekiyor ki okur merak etsin. Öykülerin her biri kendi içerisinde bağımsız çözülüyor ama genel bir hikâye devam ediyor. Tekrar hatırlatayım kitabın arka kapağında diyor ki, “Türk edebiyatının boş bırakılmış bir alanında Çetin Altan’dan bir hayli değişik ve özgün sayfalar okuyacaksınız. Bunu az gelişmişlikten gelişmişliğe doğru kurulmakta olan köprüde çorbada tuz benzeri iyi niyetli bir çaba olarak değerlendirmeniz dileğiyle…” Oldukça alçakgönüllü, ‘Ben de böyle ufacık bir katkıda bulundum,’ diyor.

Yeşim Yörük: Doğrusu Çetin Altan’ın Rıza Bey’ini sevdim. Kitabın sade hatta basit bir anlatım tarzı var. Kurgular yalın, çözümlemeler basit, fakat yine de çok sürükleyiciydi. Sıkılmadan okudum hepsini. Çetin Altan’ın üslubu zaten çok akıcı. Yeni nesil polisiyeye alışık olduğumuz için bize basit gelmiş olabilir öyküler.

Gencoy Sümer: En azından bunlar yerli öyküler diyebiliriz, öyle değil mi?

Yeşim Yörük: Katılıyorum zaten kullanılan dil ve kelimeler sayesinde yerli olduğunu hissediyorsunuz. Tasvirleri çok beğendim, özellikle toplumsal tespitleri ve siyasi iğnelemeleri sevdim.

Ramazan Atlen: Benim de ikinci okumuşumdu. İlk kısımları beğenerek okudum, sona doğru biraz sıkıldım. Kurmaca içinde kurmaca oluşu güzeldi. Rıza Bey hem kendi macera yaşıyor hem de polisiye öykü yazıyor. Öyküler kısaydı, nasıl diyeyim özet şeklindeydi, sinopsis gibi. Onları biraz daha öykü gibi yazsaydı iyi olurmuş.

Yeşim Yörük: Keşke kitap olarak basmaya kalktığında bir kez daha gözden geçirseymiş.

En Son Yazılar