Bir polisiyeyi kötü yapan nedenleri objektif biçimde tanımlayabilir miyiz?
Gencoy Sümer’e göre işlevsiz unsurlara yer verilen polisiyeler kötüdür. Yaprak Öz, çok fazla ayrıntı, upuzun cümleler ve çekirdek karakter grubu dışında kafa karıştırıcı başka karakterlerle dolu kitapları kötü polisiye sayar. Suphi Varım için kurguda şiddetten başka şey bulunmayan, rasyonalite yoksunu polisiyeler, mesnetsiz metafizik temalarla okuyucunun zihnini uyuşturan, okuyucuya sadece vakit geçirtmek için kaleme alınmış sabun köpüğü kurgular kötü polisiyedir. Ercan Akbay kötü polisiyelerin her sayfada takıldığını, okurun konsantrasyonunu bozduğunu, ardında çözümsüz soru işaretleri bıraktığını, okura yarım kalmışlık duygusu yaşattığını düşünür.[1]
Bana göre iyi ya da kötü nitelendirmeleri son kertede kişiden kişiye değişir. Çünkü beğenilerimiz eninde sonunda özneldir ve içinde bulunduğumuz şartlara, hatta ruh halimize göre bile değişebilir. Okumakta zorlandığım, bazen de yarım bıraktığım kimi polisiyelerin çok beğenildiğine, ödüller aldığına şahit olmuşluğum vardır; demek ki bana hitap etmeyen bir kitap bir başkası için son derece iyi yazılmış bir polisiye olabilir.
Türkçeyi düzgün kullanmak, imla ve yazım kurallarına uymak gibi her türden metnin olmazsa olmazı hususlara dikkat edilmeyen polisiyelerin kötü olduğunda –yazarı dışında– herkes mutabık kalacaktır elbette. Ancak suçun gerekçesinin ve yönteminin inandırıcılığı, sağlam bir muamma, tıkır tıkır işleyen bir kurgu ve sürprizli çözüm gibi objektif görünen kriterlere herhangi bir polisiye kitapta ne ölçüde riayet edildiği hususunda polisiyeseverler büyük ihtimalle farklı görüşlere sahip olacaklardır.
Bu sayımızda verilecek cevapların kişisel görüş ve beğenilere dayanacağının farkında olarak Dedektif Dergi yazarlarına beğenmedikleri polisiyeleri sorduk.
SABRİ SAYDAM: İki kez başladığım ama ikisinde de en fazla 30 sayfa okuyabildiğim bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Adı Yeniçeri Ağacı, Jason Goodwin yazmış, Fethi Aytuna çevirmiş, bir Osmanlı Polisiyesi olarak lanse ediliyor, 2016’da Pegasus Yayınları’ndan çıkmış. İkinci kez başlarken, ilk yarım bırakmamı kafamın karışıklığına bağlamıştım ancak tekrarında yine aynı hüsran. Garip bir Türkçe, kötü bir anlatım ve polisiyenin o ilk sayfalarda insanı içine çekiveren büyüsünden yoksunluk. Bence çeviri kurbanı olmuş bir eser. Hayatımda yarım bıraktığım ilk ve son polisiye.
GAMZE YAYIK: Doğrusu dergideki görevim gereği haddinden fazla kötü polisiye öykü okuyorum. Kitap ve film seçerken zamanın kıymetli olduğunu düşünerek ya güvendiğim birinin önerdiği yahut yorumlarının geneli olumlu eserleri tercih ederim. Böylece kötü şeyler okumaktan/izlemekten kaçınmış olurum. Yine de yanılıp satın aldığım, okuyup beğenmediğim, yarım bıraktığım kitaplar oldu. En son okumaya çalıştığım kitap Jorge Semprun’un Neçayev Dönüyor romanı. Dâhil olduğum kitap kulübünde tartışmak için okumak zorundayım. Bu zorunluluk olmasa “yarım bırakılanlar” listeme girerdi. Gerçi siyasi bir polisiye olması kitabın suçu değil.
Bir diğer yarım kalan roman, Seray Şahiner’in Hepyek kitabı. Bunun dışında kurgusu iyi bile olsa Türkçe diline ihanet eden tüm polisiye yazarlar ve romanları benim için kötü polisiyedir.
KEREM KAŞ: Aslında kötüyü seçmek her zaman zordur. Herkes iyiyi övmeyi, tavsiye etmeyi daha çok sever ama bence kötü yapılan işleri de söylemek lazım. Bu bağlamda anket bence yararlı olacaktır.
1- Daha yeni yeni polisiye okuduğum zamanlarda, lise çağlarımdaydı yanılmıyorsam, sahafta bir kitap bulmuştum. İsmi Marsyas’ın Cesetleri idi. Kitapçı arkadaş –sağ olsun sırf satabilmek için– bana bayağı bir övmüştü kitabı. Hatta kitabın kapağında birtakım anlamsız resimler vardı. Ancak ters çevirip baktığınızda anlaşılır bir resim çıkıyordu. Yazarı da sanırım Taner Ay’dı. Tarihi eser kaçakçılığı ile ilgili bir polisiyeydi. Çok da inceydi ama bu kadar saçma, bu kadar kötü bir polisiye okuduğumu hatırlamıyorum. Hatta o zamanlar neredeyse bu kitap yüzünden polisiyeden soğuyacaktım. Kitapta sadece 5 sayfa cinselliğe, daha doğrusu pornoya ayrılmıştı. Okurken utandığımı hatırlıyorum.
2- Bir diğer kötü polisiye de maalesef yine Türk bir yazara ait. Emirhan Bikeç adlı yazarın “8” adlı romanı. O kadar basit bir kurgusu vardı ki daha başından sonunu tahmin edebiliyordunuz. Hadi tamam, çok gizem olmasın ama anlatıcı o kadar çok felsefe yapmıştı ki artık şiştim diye hayıflanmıştım. En fazla 150 sayfa olmasına rağmen bir haftada zorla bitirebilmiştim.
3- Aklıma gelen üçüncü en kötü polisiye ise bitirmeyi başaramadığım tek kitap olduğu için seçtiğim Akif Pirinççi’nin Felidae adlı romanı. Bilenler bilir öldürülen bir kedi, cinayeti çözmeye çalışan da bir kediydi. Tamam sıra dışı ve enteresan bir fikir olabilir ama kediden roman kahramanı olur mu Allah aşkına… Zaten inanılmaz sıkıcı ve ağır ilerleyen bir romandı. Bitiremediğim tek roman olarak bu listeye girmeye hak kazandı.
Elbette başka romanlar da var bana sıkıcı gelen veya gizemini hemen çözdüğüm ama en kötü listeme girecek kadar da değiller. Benim sıralamam bu 3 kitapla sınırlı kalsın.
DİNÇER BATIRBEK: Kırk yıllık bir polisiye okuru olarak, okuduğum bütün kitaplara bayıldığımı söylersem kuşkusuz şuracıkta çarpılıveririm. Kiminden kör topal kurgusu ve “E beni artık,” dedirten mantık hataları, kiminden klişe “karısı terk etmiş, alkolik” karakterleri, kiminden ilk yüz sayfa bitmesine rağmen cinayetin bir türlü işlenmemesi nedeniyle beklediğim hazzı alamadığım doğrudur. Kiminin yüklemine ulaştığımda öznesini unuttuğum yarım sayfalık cümlelerine, kiminin katil hançerini tam kurbanın böğrüne saplayacakken akışı durdurup mekânın mitolojik tarihçesini anlatmaya başlayan aşırı betimleyici üslubuna, kiminin ise ilk sayfadan geldiği belli olan ters köşelerine alışamadığım da doğrudur. Bazılarını ise nedensiz sevemediğimi, yani cereyan alamadığımı söyleyebilirim. Lâkin yine de tüm bu kitaplara her zaman saygı ve hoşgörüyle yaklaşmaya çalışmışımdır, çünkü sözünü ettiğim değerlendirmelerin hepsi özneldir. Benim beğenmediğim bir kitabı, bir başka okur yanaklarından sımsıcak öpüp bağrına basabilir.
Ne var ki, elime aldığım halde okumayı başaramadığım bazı kitaplar var ki, onların sorununun son derece nesnel olduğunu söyleyebilirim: Yazarları ya da çevirmenleri maalesef Türkçe bilmiyorlar… Yazarlık ya da çevirmenlik iddiasında olan bir kişinin, her sene yazınsal bir başyapıt yayınlayarak Nobel kovalayan usta bir edebiyatçı olması gerekmiyor. Ancak temel yazım kurallarını bilmesi ve onlara uyması gerekiyor. Yazım yanlışlarıyla dolu bir kitabın kurgusunu, karakterlerini, atmosferini, üslubunu değerlendiremiyorum, çünkü o kitabı okuyamıyorum.
Yaşadığım şehir olan Ankara’da geçtiği için pozitif ayrımcılık yaparak aldığım Cem Şahin’in Gölge adlı kitabı da romanın ilk sayfalarından itibaren sağlı sollu vurmaya başlayan anlatım bozuklukları ve yazım hatalarından dolayı ne yazık ki yarım bıraktığım kitaplardan biri oldu. Yazarın emeğine elbette saygı duyuyorum ancak “Bir an bende şaşırmıştım, küçükte olsa bir itiraf beklerken” ya da “Aslı ise benim odam da uyumuştu” ve hatta “O elinde ki ne?” gibi cümleler bir süre sonra gözlerimi kanattığı için, Gölge‘yi okumaya daha fazla devam edemedim ve kitapla vedalaşmak zorunda kaldım.
Bu hikâyenin böyle sıkıcı bir sonla nihayete erdiğini ve parasını verip satın aldığım halde okuyamadığım bir kitabın peşini bıraktığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu olaydan birkaç hafta sonra, kitabın yazarını Ankara Kitap Fuarı’ndaki Kerasus Kitap standında düzenlenen imza etkinliğinde yakaladım. Kendisine kitapta çok fazla yazım yanlışı olduğu eleştirisini son derece nazik bir dille aktarma cüretini gösterince, Cem Bey “Bunlar önemsiz şeyler hocam, takılmayın bunlara…” şeklindeki beklemediğim yanıtıyla beni başarılı bir şekilde püskürttü. O an kilitlenip kendisine cevap verememiştim. Fakat yıllar sonra bugün, “Dedektif Dergi Yazarlarının Beğenmediği Polisiyeler” başlığı altındaki bu ankette kendisinin kitabını zikrederek skoru eşitlemiş bulunuyorum.
NOT: “Hiç de bile” yerine “Hiçte bile” yazan kitap yazmasın lütfen, hele polisiye hiç yazmasın. Çok istiyorsa günlük tutabilir.
İHSAN CİHANGİR: Okuduğum en kötü polisiyeler Jo Nesbo’ya aitti. Yüzeysel olması, gereksiz olaylara ve mekanlara ağırlık vermesi itici geldi hep bana. Sanki bütün bölümler yazılmak için yazılmıştı.
RAMAZAN ATLEN: 1- Uzun bir liste olacak ama karakterle özdeşleşemeyişim, konunun beni sarmaması, muammayı yeterince merak etmeyişim, hikâye ya da karakterleri gerçekçi bulmayışım, anlatımı beğenmeyişim gibi gerekçelerden herhangi biri nedeniyle okumakta zorlandıklarım ya da yarım bıraktıklarım:
Ejderha Katili (Leif G.W. Persson)
Val Mcdermid’in bütün kitapları
Julian Rathbone’un Türkiye’de geçen polisiyeleri
Son Teşebbüs (Aziz Hatman)
Ejder Cinayeti (S.S. Van Dine)
Arabesk (Barbara Nadel)
Hyde (Craig Russell)
Buz Prenses (Camilla Lackberg)
Bir Irkçının İhaneti (Rıdvan Akar)
Ölüme Bakmak (Peter James)
Karakol (Dorothy Uhnak)
Komiser Paşa (Su Turhan)
Yedi Eksi Bir (Arne Dahl)
Yüzüncü Haber (Alper Kaya)
İlk İşim Para İçin (Janet Evanovich)
Azrail Aynası (Cüneyt Ülsever)
Kumsaldaki Timsah (Elizabeth Peters)
Zehri Kim Verdi? (Agatha Christie)
Havana Körfezi (Martin Cruz Smith)
Kadın Cinayetleri (Verda Pars)
Ölülerin Fısıltısı (Simon Beckett)
Pus (Karin Fossum)
Teksas Rapsodisi (Attica Locke)
2- Çevirisinin kötü olmasıyla nedeniyle okumakta zorlandığım kitaplar:
Sırlar Şehri (Arnaldur İndridason)
Teşkilatın Gözdesi (Dominique Manotti)
Kanlı Anlaşma (Nicholas Blake)
Temas (Edgar Wallace).
ORÇUN YENİLMEZ: Gürkan Karahan’ın ilk okuduğum kitabı Dokuz Yönünde adlı eseriydi. Kurgunun genelinde aksiyon ve macera temaları zorlama hissi yaratmıştı. En beğenmediğim tarafı başkarakter Selçuk’tu. Yazar tarafından kişisel özellikleri verilen karakterin her seferinde aksi davranış sergilemesi ciddi tutarsızlıktı. Selçuk’un nasıl bir insan olduğunu anlatmak yerine sadece olaylardaki tepkilerini aktarsaydı okurun hafızasında daha sağlam temellere oturan bir karakter ortaya çıkardı. Okuduğum ilk romanı olduğu için bir şans daha verdim fakat aynı tutarsızlık Million İstanbul‘da da vardı.
İki romanda da yazar kurgunun dışına çıkarak kültürel, siyasi konularda kendi görüş ve düşüncelerine fazla yer vermiş. Bu husus bir okur olarak beni kitaptan soğutan bir olgudur. Bazı bölümlerin gereksiz uzun oluşu romandaki yüksek enerjiyi aşağı çekiyor. Özellikle Million İstanbul‘da fazlaca tarihi bilgiler yer alıyor fakat bu bilgileri kurgunun içine yedirerek aktaramamış. Ben okurken sıkıldım. Million İstanbul demişken, romanın girizgâhında cesedi bulduklarında Selçuk, ilk gözlemlerine göre cinayetin nasıl işlendiğine dair fikir yürütüyor. Fakat daha sonra tüm izlenimler unutularak yazılmaya devam edilmiş. Olaylar içinde önemli noktalardaki sorular gizem yaratılmak istendiği için cevapsız bırakılmış. Sıkı bir polisiye okuyucusunun bu kısmı pas geçtiğini sanmam çünkü biraz okuru aldatmaya gidilmiş. Bende bıraktığı izlenim bu yönde oldu.
GENCOY SÜMER: Beğenmediğim yabancı romanların başında Dashiel Hammet’ın İnce Adam’ı geliyor. İngiliz usulü polisiye yazmaya kalkışan Hammet, bence bu romanda cidden başarısız. Bu değerlendirmem birçok kişiyi şaşırtabilir ama şimdi vereceğim isim eminim daha da şaşırtıcı olacak: Agatha Christie. 100’e yakın kitap yayınlayınca aralarından bazılarının kötü olması aslında anlaşılır bir durum. Ölüm Adası, Hollow Malikanesi Cinayeti, Yılan İçini Döktü, Ölümle Randevu ve Cinayetler Oteli Agatha Christie’nin beğenmediğim romanları. Bu kitapları sıkılarak ve sırf Agatha Christie’nin hatırına okuduğumu itiraf ediyorum. Pek çok kişinin burun kıvırdığı Büyük Dörtler bile bunlardan daha eğlenceli ve ilginç bir roman bence. Ancak, Kraliçe’nin bir romanı var ki, onu beğenmediklerim listesinde özel bir yere koymam gerekiyor. Çünkü bu romanı beğenmeme sebebim diğerlerinden daha farklı ve daha önemli. Bilindiği gibi Altın Çağ yazarlarının eserlerindeki entrika oldukça şatafatlıdır. Sahneye konan bir tiyatro oyunu gibidir. Burada okurun beklentisi, komplonun gerçekçi olmamasına rağmen inandırıcı, yani mantıklı, tutarlı olmasıdır. Ne yazık ki Agatha Christie’nin Nil’de Cinayet romanında bu tutarlılık bulunmuyor. Komplo inandırıcılıktan çok uzak. Cinayetin neden daha müsait şartlar altında işlenmeyip oldukça karmaşık, zahmetli ve riskli planla gerçekleştirildiği sorusunun cevabı yok. Mezopotamya Cinayeti’ndeki zorlama bile bunun yanında daha makul kalıyor. Nil’de Ölüm, müthiş entrikasına ve finaldeki sürprize rağmen, bence Christie’nin en zayıf eserlerinin başında yer alıyor. Zaten oldukça yapay olan hikâyenin, bir de inandırıcı olamaması, bütün diğer özelliklerini gölgeliyor.
Yerli polisiyemizde ise ne yazık ki beğenmediğim romanların sayısı epeyce fazla. Özellikle genç yazarların çoğunu gerek imla ve anlatım ve gerekse polisiye entrika kurma açısından başarılı bulmuyorum. Önlerinde kendilerini geliştirebilecekleri uzun bir zaman olması dolayısıyla, kitapları hakkında bir değerlendirme yapmanın erken olduğu kanısındayım. Ama aynı şeyi tanınmış, iyi bilinen yazarlarımız için söyleyemem. Örneğin Ahmet Ümit’in Bab’ı Esrar romanını hiç beğenmedim. Oysa Kavim ve Beyoğlu Rapsodisi gibi romanlarını büyük bir zevkle okumuştum. Bab-ı Esrar’da entrika o kadar zayıf ki polisiye bir roman mı okuyorum yoksa Konya ve Mevlevilik üzerine yazılmış bir kitap mı okuyorum bilemedim. Sultan’ı Öldürmek romanı da öyle… Entrikanın zayıflığı bir yana, polisiyenin ve aynı zamanda edebi anlatının en temel kuralının bile dikkate alınmadığı bir roman bu.
Cenk Çalışır’ın Beria romanı da beğenmediğim romanlardan biridir. Polisiye diye sunulan bu romanın polisiye ile uzaktan yakından ilgisi olmamasının bende yarattığı hayal kırıklığının bir neticesidir bu. Salt bir serüven romanı olarak ortaya çıksaydı, değerlendirmem daha farklı olabilirdi.
Sibel Köklü’nün Aşka Vakit Yok romanı da beğenmediğim kitaplardan. Muamma çok zayıf ve bir yığın gereksiz bilgiyle şişirilmiş bir metin.
Her üç yazarın çok iyi yazarlar olduğunu söylemeden geçersem doğru olmaz. Ancak bu kitaplarında polisiye bir romandan beklenen özellikler maalesef yok. Ben de konuya zaten bu açıdan yaklaştım.
DERİN GEZMİŞ: Kötü diyebileceğim polisiye romanlar, Ahmet Küçükkerniç’in Kıskaç, Şeytanın Çırağı ve Kan Sıcağı isimli romanları. Yazar hikâyesini anlatmaya akıcı ve ilgi uyandırıcı bir dille başladığı halde on sayfa sonra sanki başka bir kalem devam ediyor yazmaya. Tutarsız bir anlatım dili ve mantık hatalarıyla dolu hikâyeler çok kötüydü.
Beğenmediğim bir başka kitap da Nihal Orhan’ın Çaylak kitabı. Şahısların kişiliklerini ele geçirmiş ahlak yoksunluğunu göz önüne sermek elbette bir yazarın hakkı, belki de görevidir. Lakin ele alınmak istenilen çürümüşlük bir topluluğa mal edilirse bu maksadını aşmak olur. Nihal Orhan’ın ödüllü romanında gözler önüne serdiği birçok sahne beni aşırı derecede rahatsız etmişti.
“Artık kuru fasulye pişirmiyorum.”