Bu sayıdaki röportaj konuğumuz, okurlarımızın polisiye öykü ve incelemelerinden yakından tanıdığı, Zehirli Kalem Ödüllü yazarımız Ramazan Atlen…
Merhaba sevgili Ramazan! Yayın kurulu üyesi, editör ve yazar olarak emek verdiğin Dedektif Dergi sayfalarında seni bu kez röportaj konuğu olarak ağırlıyoruz. Okurlarımıza seni biraz daha yakından tanıtalım. Tıp doktoru olduğunu biliyoruz. Mesleğini seviyor musun? Mesleğinin yazın hayatına katkıları oldu mu? Olduysa, ne şekilde?
Merhaba Emel, doğrusu tıp fakültesini idealist bir şekilde seçmedim. Liseyi bitirdiğimde ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Beni tıbba yönlendiren ailem oldu. Okula başlar başlamaz bu işin bana göre olmadığını anladım; sık sık dersten kaçıp kitapçılara ya da sinemaya gidiyor, sabahtan akşama bir odada kitap okuyabileceğim bir işte çalışmayı hayal ediyordum. Mesleğimin bana daha uygun düşen alanlarına yönelmeyi zaman içinde öğrendim. Kişilik olarak masa başında çalışmaya, sakin işlere daha yatkınım. Bu bakımdan şimdilerde yaptığım işyeri hekimliğini daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.
Polisiye yazmaya başladıktan sonra mesleğim gereği edindiğim bilgilerin ve bulunduğum ortamların gerek hikâye fikirleri bulma gerekse yazma sürecinde lazım olan bilgileri edinme konusunda bana tahmin edemeyeceğim genişlikte imkânlar sunduğunu gördüm. Tıp doktorluğu deyim yerindeyse hayatla ölüm arasında bir meslek. Bu da polisiye yazarken farklı bir kazanım ya da bakış açısı sağlıyor insana.
Yazma serüvenin ne zaman, nasıl başladı? Polisiyeye yönelmen nasıl oldu? Dedektif Dergi’nin 2020 yılında ilk kez düzenlediği Zehirli Kalem Polisiye Öykü Yarışması’nda kıl payı farkla ikinci, 2021 yılındaki ikinci yarışmada ise birinci olmuştun. Neler hissettin? Beklediğin sonuçlar mıydı? Üzerinde ne gibi etkileri oldu?
Üniversite yıllarında otobiyografik hikâyeler yazıp yakın arkadaşlarımla paylaşıyordum. Yıllar sonra Arnaldur Indridason’un hem heyecanlı bir polis soruşturması hem de çocuk sanatçıların yaşadığı sorunlara dair derinlikli bir öyküsü olan “Sesler” romanını okuyup çok etkilenince benzeri romanları aramaya başladım. Polisiye okumaya devam ettikçe bu türde yazmaya karar verdim. Birkaç öykü ve roman denememin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine birkaç sene boyunca polisiye roman çevirisi yaparak yazma tutkumu tatmin etmeye çalıştım. Dedektif Dergi ekibine katılmam beni yeniden yazmaya teşvik eden bir ortam sağladı. Zehirli Kalem Öykü Yarışması’nda dereceye girmeyi beklemiyordum aslında. Sonuçları öğrendiğimde çok sevindim ve sonrasında bundan aldığım cesaretle daha özgüvenli, daha disiplinli bir şekilde öykü yazmaya gayret ettim.
Yedi öyküden oluşan ilk öykü kitabın “Tabutumdan Bakarken” geçtiğimiz yıl sonunda Herdem Polisiye etiketiyle okurlarla buluştu ve polisiye edebiyatımıza yepyeni bir özel dedektif kazandırdın: Hüseyin Kalander. Kimdir bu Kalander? Nasıl biridir? Bu karakteri çizerken esinlendiğin kimse oldu mu, gerçek hayattan veya edebiyat dünyasından?
Hüseyin Kalander’in pek öyle sözü edilecek, öne çıkan, sivri tarafları yok. Geleneksel polisiyelerdeki dedektifler gibi çok zeki biri değil ya da sert polisiyelerdeki dedektifler gibi kavgacı, mücadeleci bir yönü de yok. Sanırım yaşadığı bir olay yaşamını tamamen değiştirdi; mesleğini bırakınca kendisini amaçsız bir yaşamın içinde buldu ve hasbelkader özel çalışmaya başladı. Karakteri oluştururken gerçek hayattan ya da edebiyattan doğrudan esinlendiğim biri olmadı ama sevdiğim dedektiflerden esintiler vardır muhakkak.
Senin öykülerinde hayranlık duyduğum, incelikli bir üslubun hâkimiyeti hissediliyor. Karakterlerin iç dünyasını ve çatışmalarını o kadar güzel yansıtıyorsun ki sakin sakin anlattığın her cinayette katilin gerekçelerini sonuna kadar anlıyoruz. Hep iyi bir gözlemci miydin? Tıpta yanlış bir alan seçtiğini düşündüğün, “Keşke psikiyatri okusaydım,” dediğin oldu mu hiç?
Güzel düşüncelerin için teşekkür ederim. Bütün kurmaca metinlerde olduğu gibi polisiyede de gerçekçilik ya da hikâyenin inandırıcılığı önemli bir mesele. Bu noktada cinayetin ne zaman ve nasıl işlendiği kadar -belki bunlardan da öte- hangi gerekçeyle işlendiği, katili cinayet işlemeye götüren süreç ve sebeplerin makul olması önem kazanıyor. Kişisel olarak her insanın uygun koşullar oluştuğunda cinayet işleyebileceğini, suç işlemekle masum kalmak arasında kıl payı bir fark olduğunu düşünüyorum. Canice dürtülerle işlenen cinayetlerdense son derece sıradan ya da düzgün bir hayat yaşayan, “iyi” insanların işleyebileceği cinayetlere ilgi duyuyorum. Katilin de bir tür kurban sayılabileceği cinayetlere. Bu yüzden yazarken kendimi katilin yerine koymaya, yaptığı eyleme hak vermesem de “Evet, ben de o şartlarda cinayet işleyebilirdim,” diyebilecek kadar onu anlamaya ve anladığımı okura hissettirebilmeye çalışıyorum… İyi bir gözlemci olma meselesine gelince, bundan emin değilim. Kişisel hayatımda fazlasıyla dalgın ve unutkan biriyim çünkü. Psikiyatri ise ruh hastalıklarıyla ilgilense de meslek pratiğinde daha çok ilaç tedavisinin ağır bastığı bir alan. Bu bakımdan insan psikolojisindeki anomalilere ilgi duysam da mesleki anlamda bana uygun olduğunu hiç düşünmedim.
Yazma ritüellerin var mıdır? Kendini ne zaman yazmaya hazır hissedersin? Yazmaya başlamadan önce veya sonrasında neler yaparsın? Kurguyu nasıl şekillendirirsin?
İşimden arta kalan zamanlarda yazabildiğim için yazma ritüellerim pek yok. Yazmadan önce hikâyeyi, karakterleri, diyalogları hayal ediyorum. Bu hayallerde çok etkileyici, beni yaz diyen sahneler yakalayabilirsem hazır hissedip başlıyorum. Başlarken cinayetin gerekçesi, yöntemi ve öykünün sonuyla ilgili bir fikir oluyor kafamda. Ama genelde yazma sürecinde daha etkileyici yeni fikirler ortaya çıkıyor ve kurgu da buna göre değişebiliyor.
Yazmak dışında İngilizceden Türkçeye polisiye roman çevirileri yaptığını biliyoruz. Bize çeviri hayatından biraz bahseder misin?
Yayınlanan beş çevirim var; Rob Sinclair’in Kızıl Kobra, Siyah Eşekarısı, Gümüş Kurt isimli James Ryker üçlemesi, Craig Russell’ın Şeytani Boyut’u, Henning Mankell’in Gülümseyen Adam’ı. Geçen yıl Ayrıksı Kitap için Nicholas Blake’in polisiye romanlarından üçünü çevirdim ve ilk defa düzenli çeviri yapmak gibi keyifli ancak fazlasıyla yorucu bir tecrübe yaşadım. Ne var ki yayın dünyasının içinde bulunduğu ekonomik koşullar nedeniyle bu kitaplar henüz basılamadı. Umarım basılırlar, aksi takdirde benim için büyük bir hayal kırıklığı olacak.
Hangisi daha keyifli veya zor? Yazmak mı çevirmek mi?
İkisinin de farklı zorlukları ya da keyifli yanları var. Kendi metnini yazarken daha özgürsün, yaratıcılığını daha iyi kullanabiliyorsun. Çeviride ise metne belli ölçüde sadık kalmak gerekiyor. Öte yandan çeviri yapmak karakterleri, kurgusu vs. hazır olan ancak kelime seçimlerinin sana bırakıldığı bir hikâyeyi yazmaya benziyor. Onun da ayrı bir keyfi ve tatmin ediciliği var. Son zamanlarda bir metnin orijinaline büsbütün sadık kalarak başka bir dile çevrilemeyeceğine, çevrilse bile iyi bir sonuç doğurmayacağına inanmaya başladım. Bu yüzden kendimi “Türkçeye çevirme” değil, “Türkçede yeniden yazma” anlayışına daha yakın hissediyorum. Bununla birlikte kendimi tam olarak çevirmen gibi görmüyorum. Hem bu işin eğitimini almadım -yani alaylıyım- hem de yalnızca polisiye romanlar çevirdim. Aslında yaptığım çeviriler polisiyeseverliğimin bir başka yüzünden ibaret. Bununla birlikte çeviri yapmanın benim için adeta bir yazma atölyesi vazifesi gördüğünü söyleyebilirim.
Gündelik okumalarında tercihin yerli yazarlar mı, yoksa yabancılar mı? Öykü mü roman mı? Yerli polisiyemiz hakkındaki düşüncelerini de merak ediyoruz.
Yerli ya da yabancı yazar ayrımı yapmıyorum. Öykü ya da roman ayrımı da. Okuduğum eleştiri ve incelemelerden ya da beğenisine güvendiğim kişilerin önerilerinden yola çıkarak seçtiğim kitapları okumaya çalışıyorum. Yerli polisiyede nicelik açısından epeyce ilerleme var gördüğüm kadarıyla. Niteliğin artması için de sağlıklı, yazarlara yol göstermeyi önceleyen bir eleştiri mekanizmasının oluşması gerektiğini düşünüyorum. Bir de polisiye yazarları arasında bazı kısır tartışmalar var maalesef. Bir polisiye yazarı sözgelimi katil kim polisiyelerinin ömrünü tamamladığını, geleneksel polisiyelerin gerçekçi olmadığını iddia edebilir elbette. Ancak eleştirisini bu türde yazan yazarları aşağılamaya vardırdığında, o türün okurlarını da aşağılamış oluyor aslında. Bu gibi yaklaşımların faydadan çok zarar doğurduğuna inanıyorum. Polisiyenin tanımından başlayarak alt türlerine ve bunların noksanlarına ya da üstün yanlarına dair bol bol tartışalım elbette. Ama haddimizi bilerek ve eleştiri adabına riayet ederek.
Bu sene dördüncüsü düzenlenen Zehirli Kalem Polisiye Öykü Yarışması’nda jüri üyelerinden birisin. Dedektif Dergi için editörlük de yaptığından dolayı bolca polisiye öykü okuyorsun zaten. Polisiye bir eserde en çok nelere dikkat edersin? İyi bir eserin olmazsa olmazları nelerdir sence?
Öncelikle anlatımın asgari düzeyde iyi olması, metnin defalarca gözden geçirilip imla ve yazım hatalarının düzeltilmesi gerekiyor; yazar harika bir fikir bulmuş olsa da metin bu türden kusurlar barındırıyorsa anlamı olmuyor maalesef. Sonra karakterlerin, atmosferin, suçun gerekçesinin, yönteminin, hikâyenin gidişatının, gizemin çözümünün inandırıcılığı geliyor. Bütün bunlara ek olarak sürprizli bir son, güçlü bir alt metin de varsa bence iyi bir polisiye ortaya çıkıyor. Kişisel olarak önem verdiğim bir husus da metnin fazlalıklarından arındırılması. Bu yapılmadığında yazılanlar hantallaşıyor ve okumak zorlaşıyor. Bence edebi yazmak cafcaflı kelime yığınlarını art arda sıralamak değil. Romanlarını gözden geçirirken Georges Simenon’un yaptığı ilk iş, fazlalıkları kırpmakmış. Neleri attığı sorulunca şöyle yanıt verirmiş: “Sıfatları, zamirleri ve yalnızca bir etki yaratmak için orada olan her sözcüğü. Bilirsiniz, güzel bir cümlen mi var, at onu!”[1]. Bence iyi bir metin, yazarının tek bir kelimeyi bile atamayacağı kadar sadeleştirdiği, okuruna bunu ben de yazarım dedirtebilen metindir.
Bu sıralar nelerle uğraşıyorsun? Öykülere devam mı, yoksa roman çalışman var mı? Yeni eserine ne zaman kavuşacağız?
Bu sıralar öykü yazmaya ara verip roman yazmaya başladım. Normalde geleneksel polisiyelerin iyi örneklerini keyifle okusam da sert polisiyeleri yeğ tutan biri olarak kader insana nasıl bir oyun oynuyor ki yazdığım roman geleneksel polisiye tarzında, muamma ağırlıklı bir roman olacak gibi. Ne zaman bitirebileceğimi ben de henüz bilmiyorum.
Bu keyifli sohbet için çok teşekkürler Ramazan! Yeni üretimlerini dört gözle bekliyoruz, mürekkebin kurumasın…
Ben de bu nitelikli sorular için teşekkür ederim.
[1] İyi polisiye, iyi edebiyattır: Simenon ve Maigret Üzerine, Oğuz Eren, cinairoman.com