ECİNNİ

Diğer Yazılar

ÖLÜMCÜL KADIN

KİM OLMAK İSTERSEN

YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

Emel Aslan
Emel Aslanhttp://www.onkajans.com/emel-aslan/
Yazar, çevirmen ve editör. 1975 yılında Antalya’da doğdu. ODTÜ’de Çevre Mühendisliği okudu. Uzun yıllar Ankara’da özel sektörde farklı disiplinlerde çalıştıktan sonra 2008 yılında kurumsal hayata veda ederek güneye doğru yepyeni bir hayata uçtu. Serbest çevirmenlik yapmaya başladı, yazı-çizi işlerine bulaştı. Ankara’da 2011-2013 yılları arasında yayımlanan Mahalle Baskısı adındaki kültür, sanat, edebiyat ve eğlence dergisinin kurucusu, editörü ve yazarlarından biriydi. ODTÜ Yayıncılık için çeşitli kitaplar çevirdi. ONK Ajans’a bağlı olarak Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları ve özel tiyatrolar için tiyatro oyunları çevirmeye ve yazmaya başladı. Bir gün yolu Türkiye’nin ilk ve tek polisiye e-dergisi Dedektif ile kesişti ve kendini suç, gizem ve gerilim öyküleri yazarken buldu. Dedektif Dergi ve Herdem Kitap / Polisiye Serisi için editörlük yapmaya başladı. Türkiye Polisiye Yazarları Birliği (POYABİR) üyesi oldu ve Türkiye’nin önde gelen polisiye yazarlarıyla birlikte birçok kolektif öykü seçkisinde yer aldı. Yazarın öyküleri, deneme ve incelemeleri Dedektif Dergi’de ve çeşitli öykü seçkilerinde düzenli olarak yayımlanıyor. Türkçeye kazandırdığı tiyatro oyunları sahnelenmeye devam ediyor. Artık yılın büyük bölümünü güney kırsallarında, küçük bölümünü ise Ankara’da geçiriyor. Yazmaya, çevirmeye ve düzeltmeye aklı yettiğince devam etmeyi planlıyor.

“Hoca’nım, emin misiniz?” diye sordu kır saçlı, sarı bıyıklı Muhtar, şüpheci bakışlarını Şevval’in hüzünlü ışıltılar oynaşan gözlerine dikerken. “Zordur buralarda yaşamak, şehir hayatına benzemez. Hele ki o evde… Eli yüzü düzgün başka bir yer mi baksak size?”

“Eminim Selman Bey,” dedi Şevval, elli yılın yorgunluğunu çerçevesine sanat eseri gibi işlediği bakışlarını yere eğerken. “Başka çarem de yok işin açığı. Yeni bir ev tutacak durumda değilim. Hem anneannemin yadigârıymış orası. Annem son zamanlarında biraz bahsetmişti…”

“Allah rahmet eylesin, çok üzüldük duyunca. Benden birkaç yaş ufaktı Gönül. Gencecikti buralardan gittiğinde…”

Başını usulca salladı Şevval. “Dostlar sağ olsun.”

“Anneniz neler anlattı size? Ev hakkında yani.”

“Fazla bir şey değil, bölük pörçük. Bahsetmek bile istemezdi. ‘Uğursuz o ev,’ der dururdu. Aklı gidip geliyordu.”

Dalgın bakışlarla tabakasından biraz tütün çıkarıp alışkın hareketlerle tombul bir cigara sardı Muhtar.

“Uğursuz demek az kalır. Anneanneniz Gökgöz Ana değişik bir kadındı. Çok işler açtı başımıza.” Kalın, nasırlı parmaklarıyla cigarasını yakarken derin bir nefes çekip gözlerini Şevval’in gözlerine dikti yine. “Gözlerinizi ondan almışsınız.”

“Öyle diyorlar, evet.”

Muhtar kararsız bakışlarla bir müddet daha tarttı karşısındaki üzgün ve yorgun kadını: Aralarına sim rengi teller takılmış gibi duran kuzguni siyah saçlar, kocaman gök mavisi gözler, önüne eğdiği upuzun kara kirpikler, gençliğinde porselen berraklığında olduğunu belli eden bembeyaz bir ten…

“Bakın Hoca’nım, belli ki anneniz size her şeyi detaylıca anlatmamış. Ben size açık açık söyleyeyim de sonra neden demedin olmasın. Benim rahmetli babam muhtardı o zamanlar. Gökgöz Ana olmadık işler etti, büyüler, tılsımlar üfledi, pis kokulu kazanlar kaynattı o evde. Ecinniyi, periyi, bilumum uhrevi mahlûkatı musallat etti başımıza. O hayattayken de korkudan yaklaşamazdık hiçbirimiz, göçüp gittikten sonra da kolay kolay yanaşamadık oraya. ‘Cinli ev’ diye çocuklar bile bahçesinde oynamaz. Yıllardır boş, virane durur. Ha yıkıldı, ha yıkılacak. Ana nurlara karıştıktan bir süre sonra anneniz kiraya verelim diye ısrarcı oldu. Yıllar içinde tek tük talibi de çıktı, çıkmadı değil. Amma velakin hiçbiri dayanamadı, birkaç aya kalmadan kaçıp gittiler. En nihayetinde o evceğiz kalakaldı öyle bir başına, sahipsiz. Daha hâlâ bazı geceler cinler şenlik eder bahçesinde, sesleri gelir ta kulaklarımıza kadar, kargalar dört döner tepesinde. İtler, kuşlar, kediler bile adım atmaz bahçeden içeri, girenler de ölüverir hiç sebepsiz. Ne iştir, nasıl bir lanettir, biz anlamadık. Hocalara okuttuk, zemzem sularıyla yıkattık, büyüyü bozmak için ne derlerse yaptık, çare bulamadık.”

Uzun kirpiklerini yerden kaldırdığında çelik ışıltısı yerleşmişti gözlerine Şevval’in.

“Ben böyle şeylere inanmam Selman Bey. Köy hayatının zorluklarının farkındayım ama alışırım, dert değil. Dediğim gibi, şu anda başka çarem yok. O yüzden siz boş verin bu eski hikâyeleri, bana evi gösteriverin de işe güce başlayayım bir an önce.”

Bakışları bir anda katılaştı Muhtarın. Bu şehirli kadınların da dili pabuç kadardı maşallah. Konuştuklarını kimse duydu mu diye şöyle bir etrafına bakındı. Ahali kendi hâlinde çayını içiyor, kâğıdını, tavlasını oynuyordu. Açık televizyonun uğultusuna zarların, pulların sesleri karışmıştı.

“Valla siz bilirsiniz Hoca’nım. Günah benden gitti o zaman. Buyurun gidelim,” dedi sandalyesini gürültüyle geriye iterken. Muhtar önde, Şevval arkada çıktılar köy kahvesinden, arkalarında meraklı bakışlar bırakarak.

***

Köy meydanından epeyce uzaklaşmışlardı. Evlerin giderek seyrekleştiği tepenin eteklerine doğru seri adımlarla ilerlediler. Kahvedeyken iyice ısınan elleri ve yanakları buz kesti Şevval’in, kaşkolünü sıkıca doladı boynuna.

Dumanı tüten son evi de geride bıraktıklarında artık dayanamayıp sordu Şevval. “Daha gelmedik mi?”

“Az kaldı. Hemen şuradan dönünce. Civarda başka ev yoktur,” dedi Muhtar yandan manidar bir bakış atarken. Adamın, içinden “Ben sana demedim mi?” dediğini duyar gibi oldu Şevval. Kuyruğu dik tutmaya çalışarak Muhtarın peşi sıra nefesi kesilmemiş gibi yürümeye devam etti. “Arabanız vardır inşallah,” diye devam etti Muhtar. “Yoksa çok zorlanırsınız.”

“Eski bir kamyonet aldım,” dedi Şevval. “İhtiyaçlarımı tespit edeyim, taşınırken getireceğim.”

“Kamyonet iyidir, bu yollara ancak o dayanır.”

Nihayet uzaktan çatısı göründü meşhur viranenin. Hayatında yeni bir sayfa açacağı yer burası mıydı cidden? Bir an içi ürperdi. Muhtar’ın dediği kadar vardı doğrusu; tepesinde çığlık atan kargalar uçuşuyor, bahçesindeki ağaçların dalları kurumuş uzuvlar gibi sallanıyor, kararmaya yüz tutmuş puslu havanın kasvetiyle iyice ürkütücü görünüyordu ev, tıpkı filmlerdeki gibi. “Uğursuz ev, ha?” diye geçirdi içinden, bu yaşına kadar bir kez olsun gelip de görmediğine hayret ederek. Annesi buraya bir daha adımını atmadığı gibi ne yapmış, ne etmiş, kızını da uzak tutmuştu kendi doğup büyüdüğü topraklardan. Ama hayat işte, bir şekilde savurmuştu Şevval’i köklerine doğru. Hiç yüzünü görmediği, adı bile anılmayan bir baba, rüya gibi başlayıp kâbusa dönen bir evlilik, şiddet eğilimli bir koca, zorlu bir boşanma süreci, uzaklaştırma kararları derken çok sevdiği öğretmenlikten bir an önce emekli olup şehirden kaçmak zorunda kalmıştı. Yapacak bir şey yoktu; böyle olması gerekiyorsa böyle olacaktı. Ahlanıp vahlanacak, bunalımlara girip birinin kendisini düştüğü yerden kaldırmasını bekleyecek değildi. Kendi başına ayakta durmak zorundaydı, her zaman olduğu gibi.

Bahçenin ha yıkıldı ha yıkılacak gibi eğreti duran kapısı, kalın tellerle sımsıkı tutturularak kapatılmıştı. “Açık olsa ne olur, olmasa ne olur,” diye geçirdi içinden. Sanki çalınacak hazine vardı ya bu mezbelelikte… Bahçe bakımsızlıktan kırılıyordu. Her yeri insan boyu yabani otlar sarmıştı. Tarihi eser gibi görünen bir su kuyusu çarptı gözüne. Bahçenin etrafını çevreleyen taş duvar ve tel örgüler ise bahçenin genelinin aksine bir hayli sağlam görünüyordu, tamirat görmüştü belli ki. “En azından listeden bir iş eksildi,” diye sevindi Şevval. Zaman sıkıntısı yoktu, ama hemen her şeyi tek başına yapması gerektiği düşünüldüğünde iş gücü ve bütçe bakımından durumu pek de parlak sayılmazdı.

Her tarafı dökülen ahşap evin kapısını gıcırtılar eşliğinde açtı Muhtar. Yıllardır özenle örülmüş örümcek ağları iki yana ayrılarak karşıladı onları. Elektrik düğmesini çevirdi fakat ışık yanmadı. “Elektrik bağlantısı yoktur şu anda,” diye açıkladı durumu. “Son kiracılar çıktığında kapattırmışlardı. Sizin aboneliği kendi üzerinize almanız gerek. Suyu da şimdilik şu kuyudan temin edersiniz, köyümüzün suyu güzeldir. Su şebekesi bağlantısı biraz zaman alıyor.”

Evin içi de dışı gibi feci durumdaydı.  Attığı her adımda ahşap döşemeler gacırdıyor, evi kendilerine mesken tutmuş fare ve böcekler sağa sola kaçışıyordu. Bir zamanlar içinde birilerinin yaşadığına ihtimal vermek hayli güçtü. Ciddi bir temizlik, tamirat ve tadilat gerekiyordu. Her köşeyi dikkatle inceledi Şevval, yapılacakları elindeki küçük defterine tek tek not etti. Kolları sıvayacak, burayı yaşanır bir yere dönüştürecekti. Bitmiş hâlini düşününce gayriihtiyari gülümsedi. Hiç de fena olmayacaktı sanki. Nihayet tünelin ucunda biraz ışık görünüyordu. Muhtarın bir an önce oradan çıkmak isteyen sabırsız vücut dili, daha fazla oyalanmasına müsaade etmedi. “Tamamdır,” dedi. “Ben göreceğimi gördüm. Gidebiliriz. Çok teşekkür ederim, size de zahmet verdim.”

“Estağfurullah,” dedi Muhtar, “görevimiz” der gibi başını eğerek. “Bu akşam bizim bahçedeki küçük barakada misafir edelim sizi, bu saatte yola çıkmayın.”

“Siz beni ilçeye giden minibüslere kadar bırakın yeter,” dedi Şevval. “Oradan sonra başımın çaresine bakarım. Yolum uzun. Bir an önce eve döneyim, eşyalarımı da toplayıp geleyim. Yapacak çok iş var.”

“Siz bilirsiniz,” diyerek boynunu büktü Muhtar. Israr etmeyecekti bu değişik kadına. Aynı, anneannesinin tekinsiz hâli vardı onda da. “Mesafeyi korumak iyidir, neme lazım,” diye geçirdi içinden.

***

Şevval tam üç gün sonra, kasası tepeleme eşya dolu eski Ford kamyonetiyle köye tozlu bir giriş yaptı. Bitli tavuklarla kaburgaları çıkmış enikler önünden sağa sola kaçıştılar. Başörtülerinin ucuyla ağızlarını kapatan kadınlar, çocuklarını eve doğru çekiştirdiler. Erkekler oturdukları yerden dik dik bakmakla yetindiler kamyonet kullanan bu şehirli kadına.

Haftalarca durmaksızın çalıştı Şevval. Oldum olası becerikli kadındı, işten kaçmazdı. Kendi elleriyle yapabileceği ne varsa yaptı; çaktı, kırdı, döşedi, zımparaladı, boyadı, ovdu, temizledi, temizledi… Kendi boyunu aşan işler olduğunda –tam da tahmin ettiği gibi– köylüden hiçbir yardım göremedi. Kimse o uğursuz eve adım atmak istemiyordu. Türlü bahanelerle ayak diriyorlar, uzak duruyorlardı. Sadece bazı akşamlar bir-iki kadın gizlice ona yemek getirdi. “Gökgöz Ana’nın ruhuna gitsin,” dediler, çanakları verip hemen uzaklaştılar. Olsundu. İlçeden usta getirdi birkaç kez, büyük işleri de böylece halletti.

Nihayet tüm işleri bitirdiğinde bahçesindeki yabani otları temizlemiş, oturmak için küçük bir çardak dahi inşa etmiş, su kuyusunu faaliyete geçirmiş, evini tamir etmiş, boyamış, yerleştirmiş, sobasını kurmuş, çiçekli perdelerini asmış, halılarını sermiş, yaklaşmakta olan baharı dört gözle bekler olmuştu. Şubatın sonlarıydı artık. Tepelerdeki karlar erimeye, cemreler düşmeye başlamıştı. Martın sonuna doğru bahçesine dikeceği yeni ağaçlarda, sebzesini yetiştireceği bostanındaydı aklı.

Gündüzleri zaman çok hızlı geçiyor, hemencecik akşam oluyordu. Kırsalda yapılacak iş çoktu, evin derdi, eksiği bitmezdi. Kuru gıda alışverişini genelde ilçeden topluca yapıyor, süt, yumurta, tereyağı, mevsimlik sebze gibi ihtiyaçlarını köyden karşılıyordu. Ekmeğini kendi mayalar olmuştu. Akşam olunca sobasını yakıyor, yemeğini erkenden yiyor, ya radyosunu açıp bir şeyler dinlerken örgü örmek, kolye dizmek gibi el işleriyle uğraşıyor ya kitap okuyor ya da bilgisayarını açıp cep telefonunun kısıtlı internetini kullanarak dizi/film izliyordu. Gece çok geçe kalmadan yatmayı alışkanlık edinmişti. Malum, gün erken başlıyordu kırsalda yaşarken. Doğa bir şekilde kendi içsel döngüsüne uyduruyordu insanı. Şehir hayatının alışkanlıkları yavaş yavaş geride kalıyor, yeni düzeni oturmaya başlıyordu günler geçtikçe.

Komşularıyla ilişkisi ise bir tuhaftı. Köy halkının genelinde bir yabanilik vardı zaten, hepsi –muhtemelen yaşadığı ev yüzünden– Şevval’den uzak duruyorlardı. Kadınlar ve çocuklar gün boyu nadiren ortalığa çıkarlardı. Meydan erkeklerin hâkimiyetindeydi, özellikle de Muhtar ve tayfasının. Cehalet diz boyuydu. Öyle ki köyde okul bile yoktu. En yakın eğitim kurumu kilometrelerce ötedeki ilçedeydi. “Bu devirde olacak şey mi?” diye düşünüyordu Şevval. Belki zaman içinde güvenlerini kazanır da çocuklarla yakınlaşırsa, onlara kendi çapında öğretmenlik de yapmaya başlardı, belli mi olurdu?

Tek bir sıkıntısı vardı; daha doğrusu kendisine tam olarak itiraf edemese de tek bir korkusu: Kimi geceler uykusundan uyanmasına neden olacak kadar tuhaf sesler duyuyordu dışarıdan. Sanki birileri şenlik mi ediyordu, çalgı çengi mi çalıyordu, insan sesine benzemeyen türlü uğultular dolduruyordu kulaklarını. Kalkıp pencereden bakıyor, hiçbir şey göremiyordu. Bir-iki sefer üstünü sıkıca giyinip çıkmaya cesaret etti, o bahçeye adım attığı anda kesildi gürültüler. Bir başka gece bahçe kapısının defalarca gacır gucur açılıp kapanma sesine uyandı. Gidip baktığında kendi elleriyle sımsıkı kapattığı kapının sonuna kadar açık olduğunu gördü. Bu da yetmedi, bir gece bahçeden gelen yoğun is ve duman kokusuna uyandı. Hemen koşup da yetişesiye kadar yeni yaptığı çardağı alev alev yanmaya başladı. Kuyudan kovalarca su taşıdı da güç bela söndürdü. Kimsecikler yoktu etrafta, durduk yere nasıl yanardı güzelim çardak, aklı ermedi. Her tarafı iyice kontrol etti, hiçbir şey bulamadı. Gece uykuları bozulmaya başladı. Tedirginlik içinde kulağı kirişte yatıyor, olanı biteni zihninde makul bir zemine oturtmaya çalışıyordu.

Günler geçtikçe çektiği uykusuzluğa bir de sağlık sorunları eklendi. Sabahları mide bulantılarıyla uyanıyor, iştahı giderek azalıyor, beti benzi yavaşça soluyordu. Hâlbuki tertemiz dağ havası alıyor, doğal gıdayla besleniyordu. Gün boyu hareket hâlindeydi. Sağlığının kötüye değil, iyiye gitmesini beklerken bu yaşadığı tuhaf duruma bir anlam veremiyordu.

Köylüye bir şey soramıyordu, çünkü “Biz sana demiştik, ecinni var o evde,” deyip işin içinden çıkıyorlardı. Muhtara, “Ben böyle şeylere inanmam,” diye höt höt konuştuğu aklına geldikçe bir taraftan mahcup oluyor, diğer taraftan mantığı bu musallat masalını zinhar kabul etmiyordu. Uykusuzluktan göz altları morarmış hâlde köyde dolaşırken Muhtar ve şürekâsına denk gelirse, “Hayırdır Hoca’nım, uyuyamıyor musun yoksa?” diyerek bıyık altından gülüşmelerine maruz kalıyordu. “Yoo, her şey yolunda,” diyordu onlara kendinden emin. O da dayanamasın ve çekip gitsin diye gözünün içine baktıklarını sezebiliyordu. Her an, her dakika oraya ait olmadığını ispatlamaya çalışıyorlardı adeta. Kendisi hiç öyle hissetmese de onlar için Şevval “öteki” idi. İnsanlar kendilerinden farklı olana karşı neden bu kadar zalimlerdi? Hâlbuki bu tür yıldırma girişimlerine pabuç bırakacak biri değildi Şevval; vız gelir, tırıs giderdi. Onun nasıl bir cehennemden çıkıp bugünlere geldiğini bilmiyorlardı.

***

O gün yine uzak komşusu Zehraların evinin bahçesinde, sipariş ettiği sütle yumurtaları içeriden getirmelerini bekliyordu. Uykusuz bir gecenin ertesinde, ışıl ışıl bir bahar günüydü. Temiz havayı sakin nefeslerle içine çekerken incecik, vızıltı gibi bir ses duydu.

“Gökgöz’ün torunu mun sen?”

Kafasını sesin geldiği yöne çevirince hayretle bakakaldı. Kupkuru, çatlamış bir toprağa benzeyen, minnacık, zayıf mı zayıf, yaşlı mı yaşlı bir kadın, çizgi gibi kısık gözlerini dikmiş kendisine bakıyordu. Daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Zehra’nın nenesi olmalıydı.

“Evet teyze,” dedi Şevval. “Anneannemdi o benim.”

“He, bildim ben zati, benziyon,” dedi yaşlı kadın başını sallayarak.

O gözlerle o mesafeden ne görüp de nasıl benzettiğine şaştı kaldı Şevval. Gülümseyerek yanına gidip çömeldi.

“Sen arkadaşı mıydın?”

“Eh, sayılır. Çoğ yanaşamazdık emme çoğ eyi gadındı senin nenen.”

Bu sefer daha çok şaşırdı Şevval. İlk kez birinin anneannesi hakkında iyi bir şey söylediğine şahit oluyordu.

“Neler yapardı mesela?” diye sordu merakla.

“Eyiydi işte, ne bilem ben… Gızları, çocukları çok severdi, gorur gollardı.”

“Ben de çok severim, öğretmendim zaten,” dedi Şevval genişçe gülümseyerek.

Aynı esnada Zehra elinde süt ve yumurtalarla uzaktan göründü. Hızla seğirtti yanlarına. Elindekileri Şevval’e teslim edip oturduğu yerden kaldırdı yaşlı kadını.

“Ne anlatıyon yine nenem? Kafası gidiktir Şevval abla, sen onun kusuruna bakma.”

“Yok canım, ne kusuru, sohbet ediyoruz,” dedi Şevval toparlanırken.

Torununun koluna girip ağır aksak adımlarla eve doğru yürürken bir anda durdu yaşlı kadın. Ağır ağır döndü Şevval’e. “Gendine dikkat et guzum,” dedi. “Goru, golla gendini…”

Ensesinden aşağı buz gibi bir elektrik akımı geçti Şevval’in, tüyleri diken diken oldu. Zehra kahkahayı patlattı. “İlahi nene, sen ona bakma Şevval abla, ne dediğini bilmiyor.”

Şevval de güldü. “Merak etme sen, görüşürüz teyzem! Sağ ol Zehra, hadi kaçtım ben.”

***

O gece sabaha kadar uyuyamadı. Tek isteği, ellisinden sonra kalan ömrünü huzurla, kendi hâlinde geçirebilmekti. Bu başına gelenler neyin nesiydi böyle? Yaşlı kadının söyledikleri aklından çıkmıyordu. Annesinin erken yaşlarda başlayan Alzheimer’dan mustarip geçirdiği son zamanları, bir türlü tam olarak dillendiremediği çocukluk ve ilk gençlik yılları kafasında döndü durdu. İşin içinden çıkamadı bir türlü.

Ertesi sabah kalktığında kararını vermişti. Valizini hazırladı. Kimseyle vedalaşmadan evini kilitledi, bahçe kapısını sıkıca kapattı, kamyonetine atladığı gibi oradan uzaklaştı. Onun, ardında bir toz bulutu bırakarak çekip gittiğini gördüler. İki gün geçip de halen geri gelmeyince arkasından kıs kıs güldüler. Onlar demişlerdi, buraya kadardı işte. Hemencecik unuttular Şevval’i, eski düzenlerine döndüler.

***

Çok değil, beş gün sonra ufukta yeniden belirdi Şevval’in Ford’u, tozu dumana katarak. Bu sefer yalnız değildi; kasasında kocaman bir kangal köpeği vardı. “Tövbe tövbe…” diye söylendi köylüler kendi aralarında. O evde hayvan yaşamazdı. Ecinniler istemezdi. Demişlerdi de hâlbuki Şevval’e.

Bahçeye güzel bir kulübe yerleştirdi Şevval köpeği için. “Paşa” koymuştu adını. Her gün uzun yürüyüşler yaptı onunla, bir çocukla ilgilenir gibi ilgilendi, besledi onu. Aralarında güçlü bir bağ kuruldu çabucak. Akıllı ve aşırı korumacı hayvanlardı kangallar. Bekçi olmak için yaratılmışlardı adeta. Bazı geceler yine gaipten sesler duyuyordu Şevval ama Paşa’nın havlamaları onları bastırıyor, kulağına ninni gibi geliyordu. Bu eve taşındığından beri ilk kez tam bir huzur ve güven içinde hissediyordu kendini. Kafası rahattı. Şaşırtıcı şekilde sağlığı da düzelmeye başladı. Sabah bulantıları azalarak kayboldu, biraz kilo aldı, yanakları pembeleşti. Paşa da çok mutluydu. Gün boyu bahçede koşturuyor, sağı solu eşeliyor, Şevval’le birlikte zaman geçirmeye bayılıyordu.

Şevval eviyle ilgilenmeye, orasını burasını düzeltmeye devam etti her fırsatta. Arada Zehralara süt almaya gittiğinde yaşlı neneyle karşılaşmak, onunla sohbet etmek için özel bir gayret gösteriyordu. Ne var ki yangından mal kaçırır gibi yanından kaçırıyorlardı kadıncağızı her seferinde. Geçmişin izleri onun belleğinde kalan kırıntılarda gizliydi. Bunu derinden hissediyor, parçaları yavaş yavaş birleştiriyordu.

Ta ki o sabaha kadar.

Sabah gözlerini açar açmaz bir tuhaflık hissetmişti aslında. Fazla derin uyumuştu, gece Paşa’nın havlamalarını hiç işitmediğini fark etti. Ortalık çok sessizdi. Pencereden bahçeye baktı, Paşa’yı göremedi. İçini koyu bir tedirginlik kapladı. Kalın hırkasını üzerine geçirip koşar adım bahçeye çıktı. Yoktu. Evin arkasına doğru dolandığında gördü onu. Otların arasında, hareketsiz yatıyordu koca hayvan. Koşarak yanına vardığında her şey için çok geçti. Gözleri açık, ağzında köpük, ölmüştü Paşa. Bedeni kaskatıydı.

Haykıra haykıra, ciğerleri yırtılırcasına, saatlerce ağladı. Öyle ki birkaç komşusu sesini duyup koştu geldi. Kimseyi sokmadı bahçeden içeri, teselli kabul etmedi. Nihayet göz pınarları kuruduğunda gidip depodan kazmayla küreğini getirdi. Bahçedeki dev çınar ağacının dibini, Paşa’nın sürekli eşeleyip durduğu yeri kazmaya devam etti. “Sen bırak, biz kazarız,” dedi komşuları, müsaade etmedi. Herkesi kürekle kovaladı oradan. Çaresiz, evlerine döndüler.

Neredeyse ertesi sabaha kadar sürdü köpeğini gömecek büyüklükte bir çukuru tek başına açması. Paşa’yı gözyaşları içinde toprağa verdikten sonra birkaç parça eşyasını hızlıca topladı. Kamyonetine atladığı gibi basıp gitti.

Arkasından hüzünlü gözlerle baktılar komşuları. “Ah biz ona dediydik, dinlemedi,” dediler hep bir ağızdan.

Gündelik hayatlarına döndüler.

***

Artık kimse ihtimal vermezken üç gün sonra tekrar göründü Şevval’in kamyoneti ama bu sefer dönüşü muhteşem oldu. Arkasında mavi-kırmızı çakarlı bir Jandarma aracı ve kalabalık bir Olay Yeri İnceleme ekibiyle birlikte konvoy hâlinde geldiler.

Bahçenin çevresi şeritlerle sarıldı, giriş çıkış yasaklandı, içeride çalışmalar başladı hemen. Şevval gerekli yerleri görevlilere işaret ettikten sonra Jandarma Komutanıyla birlikte uzaktan izledi olan biteni.

“İlk nasıl fark ettiniz?” diye sordu Komutan.

“Başta anlamadım. Uykusuzluk, yorgunluk, üzerine sağlık sorunları derken benim de aklım karıştı. Sonra tesadüfen Zehra’nın nenesiyle konuşunca işkillendim. İlk iş ilçede bir doktora gittim. Sonra kuyu suyunu tahlil ettirdim. Paşa’yı sahiplendim ve basit bir gizli kamera sistemi kurdum evin çevresine.”

“Zehirliyorlar mıymış yani sizi ciddi ciddi?”

“Kuyu suyuna azar azar arsenik karıştırıyorlarmış meğer, öldürmeyecek kadar. Paşa geldikten sonra yapamadılar tabii.”

“Kayıtları izledim. Geceleri evin çevresinde dolanıp durmuşlar ama bahçeye girememişler.”

“Onun için hayvanı öldürdüler ya. O tuhaf sesler, bahçedeki yangın, hep onların işiymiş. Korkutup kaçırmak için.”

“İyi de neden?”

“Paşa’yı gömerken bulduğum kemikler söyleyecek asıl nedeni. Evde kiracı olmasını o yüzden istemiyorlardı. Bahçede köpek olmasını da. Kazar da kemikleri bulur diye…”

“Kemikler kime ait sizce?”

Bir müddet sessizce durdu Şevval. Belli bir mesafede dikilmiş, elleri ağızlarında, korku dolu gözlerle kazı çalışmalarını izleyen köy halkına göz gezdirdi tek tek.

“Gerçek sonucu DNA verecek elbet ama bence o kemikler benim anneanneme, hatta muhtemelen birden fazla kişiye ait. Teşhis için tüm köyden numune almanız gerekebilir.”

“İlçe Emniyet muhakkak dâhil olur bu işe. Ne gerekiyorsa yapılır, merak etmeyin.”

“Benim DNA’mı da karşılaştırmanızı isteyeceğim. Öncelikle de şu Muhtar ve ailesiyle. İçimden bir ses babamın bu köyden olduğunu söylüyor.”

Gözleri büyüdü Komutanın.

“Nasıl yani?”

“Korkarım ben bir tecavüz çocuğuyum Komutan. Annemin ölmeden önce bölük pörçük anlattıklarıyla Zehra’nın nenesinin söylediklerini birleştirdim. Bu köyün geçmişinde buna benzer çok olay yaşandığını zannediyorum. Belki de halen devam ediyor. Anladığım kadarıyla annem çocuk sayılacak yaşta hamile kalınca anneannem onun hayatını kurtarmak için buradan uzaklara göndermiş. Kendini de köyde istismara maruz kalan kızları korumaya vakfetmiş. Onlara kol kanat germiş, evine almış. Bir nevi kadın sığınma evi gibi sizin anlayacağınız. Köylü korksun, eve kimse yaklaşmasın diye de bu cin peri masallarını uydurmuş, salmış ortalığa. Fakat nihayetinde birileri içeri girip onu veya onları öldürmüş.”

“Sizce tüm köy bu olayı biliyor mudur?”

“Kimin, neyi, ne kadar bildiğini bilemem. Korku çok güçlü bir duygu. Onu siz çözeceksiniz.”

Kasketini çıkarıp kafasını kaşırken ofladı Komutan. “Amma çetrefilli iş. Bakalım ne kadarı gün yüzüne çıkacak.” Şevval’e döndü. “Siz de taşınırsınız buradan herhâlde.”

“Ne münasebet. Ben eğitmenim. Daha yapacak çok işim var. Bu bahçenin çocuk yuvasına döndüğü günleri de göreceğim.”

Gri kırçıllı, kuzguni siyah saçları rüzgârda dalga dalga savrulmuş, ışıklar saçan mavi gözleriyle gülümseyerek bahçesine bakarken, uzaktan izleyen köy halkı onun Gökgöz Ana olduğuna yemin edebilirdi.

Facebook Yorumları
Önceki İçerik
Sonraki İçerik
spot_img
spot_img
Suç Öykülerispot_img

En Son Yazılar