Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Elçin Poyrazlar ile Röportaj

Diğer Yazılar

Özlem Solak
Özlem Solak
Özlem Solak ile Kusursuz Polisiye Yoktur! Bu köşede incelenen, yorumlanan tüm polisiye kitaplar bizzat tarafımca okunmuş olup, sizler için özene bezene kaleme alınmıştır. ”Polisiye edebiyat seviyor ama başlayamıyorum, şimdi hangi polisiye romanı okusam, polisiye kitap önerisi istiyorum” diyen herkesi dedektif dergideki yazılarıma bekliyorum. Samimiyet ve içtenlikle yazdığım yorumlar eşliğinde, birbirinden kıymetli yazarların kitaplarını incelemek, polisiye romanlar hakkında bir fikir edinmek isterseniz ben burada olacağım. Sizlerden gelecek değerli görüşlerin her hakkı ayrıca saklıdır. Dedektif dergiyi ve beni izlemeye devam ediniz. Keyifli okumalarda buluşmak dileğiyle.

Bursa’da doğan Elçin Poyrazlar, ODTÜ İşletme Bölümü mezunudur. Belçika’da Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler üzerine yüksek lisans yapmıştır. Yine aynı şehirde ekonomi-politika doktorasını yaparken gazeteciliğe başlayan Poyrazlar, uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi’nin önce Brüksel ardından da Washington temsilcisi olarak görev almıştır.

Timeout, Huffington Post, Vocativ ve BBC gibi yabancı kuruluşlarda gazetecilik yapmıştır. 2016 yılında İngiltere Polisiye Yazarlar Derneği’nin (CWA) üyesi olmuştur. Türkiye’de de, Polisiye Yazarlar Birliği’nin (POYABİR) kurucularındandır. Poyrazlar Brüksel, Washington, Londra’dan sonra şimdi Madrid’de yaşıyor, Cumhuriyet gazetesinde kadın hakları, politik kültür ve sanat üstüne düzenli olarak köşe yazıları yazıyor. 

İlk polisiye romanı, 2014 yılında çıkan ‘’Gazetecinin Ölümü’’ dür.

İkinci polisiye romanı, 2016 yılında yayınlanan ‘’Kara Muska’’ isimli kitabıdır.

Üçüncü romanı ise, 2018’de çıkan ‘’Mantolu Kadın’’ adlı eseridir.

 

**Elçin Hanım, 22. sayımızda sizi ağırlamaktan dolayı mutluyuz. Bahsettiğimiz üzere, 10 parmağında 10 marifet olan, başarılı bir kadınla söyleşi yapmanın keyifli ve bir o kadar da heyecan verici olduğunu öncelikle paylaşmak isterim.

Yanılmıyorsam, siz daha önce İngiltere’de yaşıyordunuz, şimdi de İspanya’da yaşıyorsunuz. İspanya ne yazık ki bu durumdan oldukça kötü etkilenen ülkelerden biri.. Bir dönem iş için Barcelona’da kalmıştım, İspanyollar oldukça sıcakkanlı, eğlenmeyi ve hayatı seven insanlar. Taşıdıkları tipik Akdeniz özellikleri ile bize benzediklerini düşünüyorum. Peki, bu durumun en canlı şahitlerinden biri olarak siz oradasınız, ülkenin genel durumundan bize bahsedebilir misiniz?

Oldukça sıkı 2 aylık bir karantina döneminin ardından İspanya da aşamalı normalleşmeye geçiş yaptı. Hem hastalığın yayılma hızında hem de can kayıplarında önemli bir düşüş görülüyor. Ülkenin bazı bölgelerinde küçük esnaf işbaşı yaptı ve 10 kişiye kadar ufak çaplı sosyalleşmelere izin veriliyor. Ancak salgından en kötü etkilenen bölgelerinden biri olan Madrid için henüz bu geçerli değil. Günlük yaşantımız, çocukların, yaşlıların ve yetişkinlerin bir araya gelmemesi için yürüyüş ve spor faaliyetlerine yönelik vardiyalara bölündü. Ülkede ihtiyatlı bir iyimserlik havası var. Yine de morallerin bütünüyle iyileştiğini söyleyemem. İspanya pek çok yer gibi hazırlıksız yakalandı virüse. Ayrıca sadece burayı değil tüm dünyayı bekleyen ekonomik zorluklar önümüzdeki dönemde yeni kaygıların yaşanacağını da işaret ediyor.

 

**Elçin Hanım, bu salgının ortasında kalmak neler hissettirdi size, korku ve umutsuzluğa kapıldınız mı, öyle anlar geldiyse bunu nasıl aşabildiniz, bu süre içinde günleriniz nasıl geçti? Artık insanlar artık ruh sağlıklarından endişe eder hale geldiler. Korona yüzyılın en kötü kâbusu oldu. Bir şekilde atlatmaya çalışacağız lakin biraz zaman alacak gibi görünüyor.

Öncelikle Türkiye’deki sevdiklerim ve ailem için endişe yaşadım. Yolların ve sınırların kapanması bende bir savaş hali duygusu yarattı. Ama konvansiyonel bir savaş değil bu elbette. Adımınızı dışarı attığınızda gözle görülmeyen, nereden saldıracağı belli olmayan sinsi bir düşmanın yarattığı tehlike ve tehdit halinden söz ediyorum. Ve bununla en iyi şekilde mücadele etmenin yolu da eve kapanmak ve ellerimizi bolca yıkamak idi. Ne kadar absürt değil mi? Ama bir o kadar da gerçek. Ben gazetecilik ya da yazarlık yaparken zaten evden çalıştığım için günlük yaşantımda olağanüstü bir değişiklik yaşamadım. Ama herkes gibi kişisel hayatımız, geleceğimiz, gezegenin içinde bulunduğu durumla ilgili sıkça hem kendimi hem de var olan yönetimleri sorguladım. Yeni bir dünyanın doğuşuna tanık olan virüs mahkumları olarak görüyorum hepimizi.  

**Umarım bu durum kısa sürede geçer ve yine bir etkinlikte okurlarla buluşursunuz. Peki, biraz da güzel şeylerden bahsedelim o halde. Siz hem Türkiye’de hem de İngiltere’de polisiye yazarlar birliği üyesisiniz. Hatta POYABİR kurucularından da birisiniz. Arada nasıl bir fark var peki, yani her iki ülkeyi bu anlamda karşılaştıracak olursak..

İngiltere’deki Polisiye Yazarları Birliği (CWA) elbette engin bir suç edebiyatı geçmişini ve başarısını temsil ediyor. Hatta İngiltere’de bundan daha da önce, 1930 yılında Agatha Christie, Dorothy L. Sayers ve G.K. Chesterton gibi yazarların kurduğu Detection Club hâlâ varlığını sürdürüyor. Bu kulübün üyeleri akşam yemeklerinde bir araya gelerek birbirlerinin eserlerine, yazma yöntemlerine destek olur hatta polisiye yazma kurallarını belirlerlerdi.

Temelde yazar derneklerinin amacı da budur. Yazarların birbirlerini desteklemesi, yazdıkları türün geliştirilmesi ve sevdirilmesi, okurlarla daha çok buluşma, yeni yazarların teşvik edilmesi ve genel anlamda dayanışmadır. Türkiye’de bu tür bir oluşum için geç bile kalındığını düşünüyorum ben. Algan Sezgintüredi ile birlikte kurduğumuz POYABİR’in Türkiye’nin suç edebiyatına, polisiye yazarları ve okurlarına büyük katkı sağlayacağına inanıyorum.

 

**Son kitabınız  “Mantolu Kadın” da, kadına şiddet ve aile içi psikolojik şiddet konularını işlediniz. Bu konu, özellikle ülkemizde bir hayli hassas tartışmalara neden oluyor. Kadın cinayetlerinin önüne bir türlü geçemiyoruz, bu konuda sınıfta kalan ülkeler arasında olduğumuzu düşünüyorum. Siz bir yazar, bir kadın ve bir anne olarak Türkiye’de kadının nasıl temsil edildiğini düşünüyorsunuz?

Kadın hakları meselesinde berbat bir durumda olduğumuzu düşünüyorum. Ülkenin kuruluşundan bu yana kadınlara sağlanan temel hak ve eşitlik fırsatlarının her geçen gün baltalandığını, kadınlara karşı bir ‘cinsiyet savaşının’ en üst düzeyde yürütüldüğünü görüyorum.

Kadın ve genç kızlara annelik, ev hanımlığı ve arzu nesnesi dışında bakamayan, erkeklikten türeyen iktidar kavgasını, kadınları ezmek ve yok etmek üzerinden tanımlayan yaygın bir kafa yapısı ve bunu destekleyen siyasi bir akım var Türkiye’de.

Kadın meselesi ailesel ya da toplumsal bir mesele kapsamına hapsedilmek ve üstü kapatılmak isteniyor. Bu ‘kadının yeri aile içidir, sorunlar da aile içinde çözülür’ mantığının tehlikeli bir uzantısı. Kadına karşı sistematik bir kıyım olduğu sürece, kadın meselesi siyasi bir meseledir ve ülkenin en önemli sorunlarından biridir.

Mantolu Kadın domestic noir türünde yazıldı. Bu, kadın kahramanları merkezine alan ve onları sadece kurban edilmiş, vahşet objesi olarak yansıtmayan romanlar. Kadın meselesi siyasi olduğu sürece aslında bu tür de siyasi polisiyeye girebilir.

 

**Ne yazık ki televizyon dizilerinde ve sosyal medyada da aile içi psikolojik şiddet ve kadına şiddetin olumsuz yansımalarını görüyoruz. Bu sosyal yaraya adeta köz basılıyor, sizin de bu sorunu son kitabınızda yazmaya iten ne oldu, etkilendiğiniz bir olay var mıydı?

Doğrudan etkilendiğim bir olay yok. Ancak gazetelerin üçüncü sayfa haberleri hep dikkatimi çekerdi. Sansasyon, şiddet pornosu, gözü bantlı genç kızlar, taciz, tecavüz ve ‘düşen’ kadınlar olurdu bu sayfalarda. Gazetenin bunlara bir sayfa ayırması ve kullandığı eril dil adeta tecavüze uğrayan ve cinayete kurban giden kadınları suçlu göstermek için vardı. Yüzlerce vahşet, içinde kadın olduğu için okurların gözünde ‘hafiflerdi’. Ve biz bu kadınlara bakarak ‘Aman iyi ki bizim başımıza gelmedi’ derdik. Mantolu Kadın da bu tür bir trajedinin romana yansıması. ‘İyi kısmet’ için hayatını askıya alan genç bir kadının kendisiyle hesaplaşması. Üçüncü sayfaya ‘düşen’ kadınların aslında ülkenin yaygın kafasının kurbanları olmalarının romanı. Hiçbir teslimiyetin cezasız kalmayacağının romanı.

 

**“Gazetecinin Ölümü” isimli ilk kitabınızda gazeteci karakter Selin, gözüpek ve cesur bir kadın imajı çiziyor okurlara. Siyasi komplo ortasında öldürülen bir gazeteci ve bu cinayeti çözmeye çalışan muhabir Selin’in sürükleyici macerasını okuyoruz. İkinci kitabınız ‘’Kara Muska’’ da ise, yine bir siyasi polisiye öyküsü işlemişsiniz. Ana karakter Selin ile bu defa istihbaratçılar, cihatçılar ve devlet içi hesaplaşmalarla örülü muhteşem bir maceranın içindeyiz. Siz uzun yıllar diplomasi alanında gazetecilik yaptınız. Uluslararası diplomasiye oldukça hakimsiniz, romanlarınızı da bu etkiyle yazdığınızı söyleyebilir miyiz?

Elbette. Yazarlığın en önemli özelliklerinden biridir bu. Bildiğin şeyi yazmak. Öte yandan tutku duyduğunuz, sevdiğiniz, öfkelendiğiniz, okuduğunuz ve yaşadığınız şeyler üstüne de yazabilirsiniz.

Ben gazeteciyken roman yazmaya başladığım için bu doğal geldi bana. Casusiye (espionage) en sevdiğim türlerin başında geliyor. Ya da siyaseti eleştiren kara romanlar. Yurtdışında uzun yıllar gazetecilik yapmamın faydasını çok gördüm. Siyasi arka plan dışında eskiden haber için ulaştığım gizli kaynaklarımı bu sefer romanlarımdaki olay örgüleri ya da farklı bağlantılar için aradım. Hepsi de heyecan duyarak bana destek çıktı.

**İlk romanınızda Selin, idealist, hırslı ve kahraman bir gazeteci rolünde. İkinci romanınızda ise bu etki yerini buhran ve iç hesaplaşmalara bırakıyor. İdealizminden de pek eser kalmadığını görüyoruz. Peki, neden böyle bir değişim içine girdi Selin? Yoksa hızla değişen dünya için onun da mı pek umudu kalmadı?

Ben Selin Uygar romanlarını bir üçleme olarak tasarlamıştım. Ve Selin her macerasında biraz daha dönüşecekti. Aynı karakterle romanlar yazıldıkça kahramanın gelişmesini, değişmesini daha ilginç ve gerçekçi buluyorum. Yıllarca aynı karakterin hiç etkilenmeden hatta yaşlanmadan bir sürü macera yaşaması mekanik geliyor bana. Oysa roman karakterleri de değişebilir. Çünkü yaşadıklarımız bizi dönüştürür, ikilemlerimiz, inandıklarımız, dertlerimiz değişir. Daha kötü, daha iyi, daha sıkıcı ya da daha deli olabiliriz. Selin’in son macerasını yazmadan önce Mantolu Kadın bir anda kafamda belirdi. Öyle canlıydı ki onu yazmak istedim. Şu sıralar Selin Uygar beklemede. Bir gün onu da saklandığı yerden çıkarmayı düşünüyorum.

 

**Peki, Selin karakteri nasıl ortaya çıktı? İlham kaynağınız oldu mu? Selin’i yaratırken nasıl hayal ettiniz?

Öncelikle hep bıyıklı, orta yaşlı, erkek dedektiflerden sıkıldığım için bir kadın dedektif yaratmak istedim. Amatör dedektif olsa, o kadar da soruşturmaya hakim olamasa, elindeki araçlar sınırlı olsa diye düşündüm. Gazetecilik de bazen benzerlik gösterir dedektiflikle. Bir haberin kokusunu aldığınızda, onu deşmek, açığa çıkartmak için ince bir araştırma yapmanız gerekir. Kaynaklarınızı, belgeleri, bilgileri kullanırsınız. Haber yapmak heyecan vericidir. Hele hele o haberi ilk siz duyuruyorsanız… Bir gazetecinin cinayet karşısında nasıl işleyeceğini de görmek istedim Selin’le. Kimileri bu karakterin bana dayandığını düşünüyor. Sizi temin ederim ben o kadar cesur değilim.

 

**Elçin Poyrazlar için gazetecilik mi polisiye roman yazarlığı mı? Tercih etmeniz istenseydi bu hangisi olurdu?

Umarım bu tercihi hiçbir zaman yapmak zorunda kalmam. Çünkü gazetecilik benim için çok değerli. Şu anda Türkiye’de gerçek anlamıyla gazetecilik yapamıyoruz. Yapanların ya para cezası, ya hapis, ya da ölümle tehdit edildiğini biliyoruz. İşini iyi yapanlar sistem dışına itilirken havuz medyası siyasi bir propaganda aracı olarak işliyor. Doğru habercilik bir ülkenin demokrasi kıstasıdır.

Romancılık ise bambaşka bir tutku. Orada sizin yarattığınız dünyanın gerçekleri ve kuralları var. Sizi özgürleştiren, içine girdiğinizde heyecan veren, son noktayı koyduğunuzda hevesle okurla buluşmasını beklediğiniz olağanüstü bir serüven. Sürekli kafanızda dolanan öyküleri ve karakterleri artık taşıyamaz olduğunuzda kağıda dökerek kurmaca dünyada yaşama hali ve kaçışı.

İkisi de beni besliyor, elimden tutuyor, seçemem. 

 

**Özellikle son yıllarda polisiye roman üzerine bir hayli kitap basılıyor. Yabancı polisiye romanların yanında, yerli polisiyelerimizde hatırı sayılır bir yükseliş görüyoruz. Siz bu yükselişi nasıl buluyorsunuz, sizce yerli polisiye romanlar gün gelip, yabancı kitapların önüne geçebilir mi?

Umudumuz bu yönde. Elbette dünyadaki polisiye eser sayısı bizdekinden çok fazla. Yerli polisiyecilerin bu işi iyi yapamadığına yönelik kanı da oldukça tuhafıma gidiyor. Çok iyi polisiyeler var bizde. Hem edebiyat işçiliği hem de kurmaca anlamında üstün örnekler çıkıyor.

Eğer bir polisiyecinin elinden çıkmamışsa yerli polisiye dizilerde mantık hataları ve zaman uyumu gibi sorunlar olduğunu görüyorum. Aslında yerli romanlardan uyarlama olsa çok daha ilgi çekici ve başarılı diziler çıkabilir ortaya. Çünkü senarist olmak polisiyeci olmak demek değildir. Polisiye yazmak sadece yazıdaki beceriyi değil, olay örgüsünde, araştırmada, gerilimde ve çözüm noktasında sıkı bir birikim ve deneyimi de gerektirir.

 

**Sizce bir polisiye yazarı, yazdığı kitap sayısına göre mi yoksa kitabının çok satmasına göre mi değerlendirilmeli?  Malum, artık herkesin kitap yazma ve yayınlatma hevesini düşünecek olursak.. Yani her çok satan polisiye romanı ve yazarını, çok iyi edebiyatçı olarak görmeli miyiz?

Bence polisiye yazarı her yazarda olduğu gibi, eserine göre değerlendirilmeli. Kitap sayısı ya da satış sayısı bir yazarın ya da eserinin değerini belirlemez. İyi polisiyede iyi bir kurgu, iyi bir gerilim, tatmin edici bir son ve esaslı bir dil olmalıdır.

Parası olan herkes elbette kitap yazdırabilir ve bastırabilir. Ama bu onların edebiyatçı ya da yazar olduğunu göstermez. Piyasanın olumlu ya da olumsuz tepkisi de yeterli değildir bunu anlamada. Yazdığınız o eser kalıcı mıdır? Doğru tepkileri alıyor mudur? Sizce yeterince okura ulaşmış mıdır? Siz o eseri para, şan, şöhret için mi yazıyorsunuz yoksa sizi dürten bir öyküyü anlatmak için mi? Her yazar kitaplarından kazandıklarıyla geçinmeyi arzular ancak bugünün piyasasında bunun çok istisnai durumlar dışında mümkün olduğunu sanmıyorum.

Özetle ne çok satmak ne de az satmak iyi edebiyat için kıstas olabilir.

 

**Edebiyatın belirli kural ve teknikleri var, ve çoğu da bir romanın olmazsa olmazları arasında diyebiliriz. Peki, polisiye roman yazmanın olmazsa olmazları neler? Belirli kuralları var mıdır, nelere dikkat etmek gerekir?

Ben edebiyatın kurallara bağlı olmaması gerektiğini düşünüyorum. Aksine ne kadar yerleşik kural ve beklentiler yıkılırsa o kadar yaratıcı ve taze eserler ortaya çıkar. Oğuz Atay Tutunamayanlar’ı yazdığında pek çok yayınevi basmaya yanaşmamıştı örneğin. Edebiyat incelikli bir dille öykü anlatıcılığıdır ve onu nasıl yapması gerektiğine yazarın kendisi karar verir.

Polisiyeye gelecek olursak, türü gereği okur belli beklentiler içine girer. Bir cinayet, gizem bulmaca ya da maceraya dalarak olayın çözümüne odaklanır. Polisiyede ‘bir cinayet olmalı, polis soruşturması olmalı, katil anlatıcının kendisi olmamalı, çözüm tesadüfi olmamalı’ gibi bazı eski kurallar elbette var.

Ama günümüz polisiyesi artık çok katmanlı ve oldukça geniş. Bir cinayet olmadan, bir çiftin arasındaki tuhaf gerilimle bile bir polisiye roman yazılabilir. Polisiyeyi diğer romanlardan ayıran elbette ‘suspense’ dediğimiz merakta bırakma, gerilimli atmosferi yaratmadaki beceridir. Okuru ilk sayfalarda yakasından yakalayıp onu yarattığınız dünyaya çekmek ve kitap bitene kadar orada tutmaktır aslolan.

Ben şahsen cinayet ya da büyük devletlerin suçları üstüne okumak ve yazmaktan hoşlandığım için şimdi yazdığım polisiyeleri yazıyorum. Bir insanın diğer insanın hayatı üstüne hakimiyet kurma kibri, iktidar zaafı ve intikam güdüsü, felsefi olarak ilgimi çekiyor.

Polisiye insan psikolojisinin en derin meselesini irdeler. Çünkü insan evladı binlerce yıldır öldürüyor ve binlerce yıl daha öldürecek.

 

**Siz başarılı ve deneyimli bir gazetecisiniz, mesleğiniz gereğince de polisiye durumlarda konuya olan hakimiyetiniz, romanlarınızda ön plana çıkıyor. Romanlarınızın konusunu oluştururken sizin de yardım aldığınız hususlar oldu mu?

Elbette. Bir roman tek başına yazılmaz. Öykü sizin kafanızda belirir, olgunlaşır ve pişer ama o süreçte hem duygusal hem de entellektüel olarak başkalarına ihtiyaç duyarsınız. Biriyle konuşurken, bir film izlerken, haberlere bakarken öykünün başka bir tarafı ‘beni de yaz’ diye sizi dürter. O fikir sizi dürterken sizde de sorular oluşur. Bir kadın nasıl cinayet işler diye soru gelebilir örneğin. Erkeklerin işledikleri cinayetlerden farklı mıdır? Ya da zehir kullanacaksanız, o zehrin etkisi ne kadar sürede ortaya çıkar? Yavaş yavaş öldürmek mümkün müdür gibi. Tüm bunlar öykünün araştırma sütunlarını oluşturur.

Öykü piştikçe notlar alarak bu soruları ve danışacağım kişileri bulmaya çalışırım. İstanbul cinayet büroda çalışmış eski emniyet müdürü Mesut Demirbilek, ülkenin farklı illerinde görev yapmış emniyet müdürü Mehmet Geçer, adli tıp uzmanı Prof. Dr. Nevzat Alkan gibi çok değerli kişiler sorularıma yanıt verme inceliğini gösterdiler. Bunun dışında Londra’da Kings College’da çalışan adli tıp araştırmacısı Dr. Leon Barron’dan zehir üstüne bilgi almıştım.

Kara Muska için ismini paylaşamayacağım bir MİT görevlisi de cihatçı hücreler konusunda bana destek sağlamıştı. Mantolu Kadın için de psikiyatr ve doktor arkadaşlarıma danıştım.

 

 

**Peki, polisiye romanlarda şiddetin dozu ne olmalı, daha doğrusu şiddetin de bir dozu olmalı mı? Ne kadar şiddet, o kadar polisiye diye düşünen, ama şu an ismini zikretmeyeceğim yazarlarımız var. Sizce de öyle midir?

Bu bir tercih meselesi. Kimi yazar ve okurlar ‘gore’ denilen bu aşırı şiddet dozunu seviyor olabilir. Tarantino’nun filmleri de o kadar kanlı ve abartıdır ki şiddet parodisine dönüşür. Şiddet ile polisiye eşit demek değil elbette. ‘Cozy’ olarak tanımlanan şiddet dozu çok az, olayın bulmaca yanına ağırlık veren, benim şefkatli polisiye diye tanımladığım türler de var. Agatha Christie bunların en tanınmışıdır.

Ben şiddeti gerçek hayattan ayırmadan kullanma taraftarıyım. Okuru ne pamuklara sarmak ne de onları terörize etmek gibi bir amacım var. Eğer bir ülkede bir erkek bir genç kıza tecavüze kalkışıp sonra bileklerini kesip sonra onu canlı canlı yakıp yol kenarına atma vahşetini gösteriyorsa, bunu polisiyede kullanmanın bir sakıncası olmadığını düşünüyorum. Vahşet edebiyattan ya da sanattan gelmez. Vahşet gerçek hayattadır.

 

**Yurtdışında yaşıyorsunuz ve yabancıların Türk polisiye yazarlarına, hani genelleyecek olursak da Türk yazarlarına bakış açısı nasıl? Bizim yazarlarımızdan bildikleri var mı mesela?

Türk yazarlarına ve Türk edebiyatına belirli bir bakış söz konusu bile değil. Çünkü bilmiyorlar. Orhan Pamuk ve Elif Şafak dışında- edebiyat dünyası hariç- küresel okur kitlesinin Türk yazarlar konusunda bilgisi neredeyse yok denecek kadar az. Eğer bilen çıkarsa Türk edebiyatıyla özel olarak ilgilenen biridir. Polisiyede ise durum daha da vahim. CWA toplantılarına gittiğimde Türkiye’den bir yazarın katılması tanıştığım insanlarda şaşkınlık yaratmıştı. ‘Türkiye polisiyesi nasıl, çok eser var mı’ gibi sorularla karşılaşmıştım. Türkçeden İngilizceye çevirilerin çok az olmasında da bunun payı var elbette.

 

**Yabancı yazarlar demişken, Elçin Poyrazlar’ın okumayı en sevdiği yabancı yazarlar kimler?

Ben tam bir Patricia Highsmith hastasıyım. Müthiş bir yazar. İnanılmaz bir gerilim atmosferi yaratıyor ve oldukça da mizahi bir stili var. George Simenon bambaşkadır gözümde. Sade, net, vurucu ve minicik romanlarla bizi alt üst eder.

Yenilerden Gillian Flynn, Tana French, Robert Galbraith takma ismiyle J.K. Rowling. Rowling’in son romanı beni çok şaşırttı. Tam bir polisiye yazarı kalemi var onda. Kate Atkinson, Karin Slaughter, Dorothy L. Sayers’ı unutmayayım.

Raymond Chandler, Dashiell Hammet, Philip Kerr, Robert Harris, James Ellroy, Mick Herron, Volker Kutscher, Leo Malet…Kara romancılardan vazgeçemiyorum.

Edebiyat dünyasında Graham Greene polisiye sayılmaz ama bence müthiş bir gerilim ustasıdır.

Son dönemde İskoç yazar Graeme Macrae Burnet de dikkatimi çekiyor. 

 

*Peki, bizden en çok kimleri beğeniyorsunuz?

Hem insanlığını hem yazarlığını çok sevdiğim kişiler var polisiye dünyasında. Tek tek isim vererek unuttuğum kişileri darıltmak istemem. Ama şunu söyleyebilirim. Yerli polisiye romanlar çok okunan yabancı çöp polisiyelerden kat kat daha iyi. Birisinin ismi yabancı değil diye kötü polisiye yazdığı kanısı da oldukça dar görüşlü bir yaklaşım.

Ben Türkiye’de yakın dönemde özellikle kadın polisiye yazarlar arasında şahane eserler çıkacağını düşünüyorum. Sadece popüler ve önde olana değil biraz da perde arkasında kalanlara bakmak ve iyi polisiye sever olarak dedektiflik yapmak gerekiyor.

 

**Sizi en derinden etkileyen, işte bu dediğiniz bir polisiye roman var mı?

Şimdiye kadar nefis polisiyeler okurdum. Çok kıskandığım, ‘keşke bunu ben yazsaydım’ dediğim kitaplar geçti elimden. Ama okurken beni yerimden kaldıran, uykusuz bırakan, belki de beni yazarlığa iten tek bir eser var.

O da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı. Biliyorum ‘edebiyat polisleri’ Suç ve Ceza polisiye değildir diye ayağa kalkarlar bunu duysalar. Çünkü onlara göre bu kitap ‘yüksek edebiyattır’ polisiye değil. Bence Suç ve Ceza modern polisiyenin, sosyal romanın, siyasi romanın temel taşıdır.

Bir gün yanıma tek kitap almaya zorlasalar, cebime sokacağım tek kitap odur.

 

**Bu aralar hepimiz evde olduğumuz için üretkenliğimiz bir hayli yüksek, peki, sizin yeni projeleriniz var mı, mesela Selin’in hikayelerini yazmayı düşünüyor musunuz? Dedektif Dergi’de ?

Ben polisiye öykü yazmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. Olay örgüsü, karakter, çözüm ve gerilimi kısa bir metinde anlatmak oldukça zorlayıcı. Bunu çok iyi yapan kişiler var elbette. Kaybettiğimiz Celil Oker bunlardan biriydi örneğin.

Dediğim gibi Selin Uygar şu an için beklemede. Ancak yeni bir roman üstüne çalışıyorum. Ve bu bir intikam romanı olacak.

 

**POYABİR kurucu üyelerindensiniz, önümüzdeki sene için yapmayı planladığınız proje ya da projeler var mı?

Her yıl en iyi roman için Kristal Kelepçe Ödülü vereceğiz, okurlarla bir araya gelmek için festivaller, etkinlikler, atölyeler düzenleyeceğiz. Ancak koronavirüs salgını bu yıl için projelerimizi geciktirecek gibi görünüyor. Tüm dünya gibi biz de beklemedeyiz. 

 

**Birlik çalışmalarını yurt dışından takip etmek zor oluyor mu? Nasıl vakit ayırabiliyorsunuz? Hem gazetecilik, hem yazarlık, üstüne annelik.. Sihirli değneğiniz mi var yoksa ?

Sihirli değneğim elbette yok. Ayrıca işin ağırlığı POYABİR Başkanı Algan Sezgintüredi’nin omuzlarında. Birliğin yönetim kurulundaki arkadaşlar çok emek veriyor. Ben bu yıl kendi yoğun projelerim nedeniyle yönetim kurulunda yer alamadım.

 

**Gerçekten size hayran kalmamak mümkün değil, tüm samimiyetimle söylüyorum. Özellikle kitaplarınızda işlediğiniz konular, güncel siyasi olaylarla bunları harmanlamanız.. Her yazarın harcı değil açıkçası. Başarınızın mihenk taşı ne peki? Sadece çalışmak mı?

Teşekkür ederim. Başarı elbette göreceli bir kavram. Edebiyat başarı ve para için yapılmıyor. Bir tutku, bir saplantı sizi itekliyor yazmaya. Yoksa oldukça yalnız, az takdir gören, pek de maddi karşılığı olmayan bir iş. Ayrıca yazabilmek için ailenizi, dostlarınızı, çocuklarınızı bırakıp kendi yarattığınız bir dünyaya kapanmanız gerekli.

Ama ‘yaşamak mı yazmak mı’ diye bir deyiş vardır ya…Benim yaşamım yazmak üstüne kurulu. Yazmadan yaşayamıyorum. O yüzden de başka türlüsü olmuyor.

 

**Bir polisiye yazarının, sizce en çok neye dikkat etmesi gerekiyor peki, bunu kitap yazmaya heves eden taze romancılar için sormak istedim en çok. Çünkü sizin gibi tecrübeli yazarlardan duymak isteyecekleri bir sürü ayrıntı olduğuna eminim.

İlk başta ve en birincil işi yazmak olmalı. ‘Ben bunu kuruyorum, kafamda şu var, projelerim şunlar’ demekle yazar olunmuyor. Yazarın işi yazmaktır. Bir köşeye çekilip, bir zaman ve mekan yaratmaktır. Yazarak yazar olunur. Bir de neden yazmak istediğini düşünmeli yazar adayları.

Bunu ün, prestij ve bazı kapıları açmak için mi yapıyor yoksa bunu gerçekten istediği için mi? Öykü anlatmak onun için dayanılmaz bir dürtüye dönüşüyor mu? Yazarken eğleniyor mu? O dünyada mutlu mu?

Yazmaya karar verdiğinde bunu sürdürebilecek, bir metinle aylarca hatta yıllarca yaşayabilecek durumda mı?

Yazar olacak birine ‘şöyle yazar olunur’ demeye gerek yoktur. Biri çok isterse yazar. Kimsenin ilk romanı şaheser olmak zorunda değil. Ve kimse yazar olarak doğmaz. Yazmayı gerçekten arzulayanlar ve bunun için çalışanlar yazar olur.

 

**Elçin Poyrazlar nasıl bir kadın peki, yani Selin gibi siz de cesur musunuz, hırslarınız var mı, duygu dünyanız değişken midir? Romanlarınızda kendinizi yansıttığınız oluyor mu?

Romanlarımda kendimi yansıtmam. Elbette kendimden bir şeyler vardır içinde. Tersi tuhaf olurdu. Ama bunlar hayali karakterler. Benim bir şekilde bilinçaltıma işlemiş, tanıştığım biri, duyduğum bir söz, gördüğüm bir film, ya da okuduğum bir kitaptan etkilenerek harmanladığım tamamen uydurma kişilikler.

Selin Uygar da benim gibi yurtdışında çalışan gazeteci bir kadın. Ama ben onun tersine bu tür büyük belalara girmekten sakınan biriyim. Maceraları romanlarda yaşamayı ve yaşatmayı tercih ederim.

 

**Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?

Bol bol okurum. Elbette bu bir romancının yapması gereken bir şey. Okumak hem sakinleştirir hem de besler. Korona öncesi sık sık uzun yürüyüşler yapardım. Bir diğer tutkum da şarkı söylemek. Müzik akademisine giderek caz üstüne dersler aldım Londra’da. 

 

**Gezegendeki her şey normale döndükten sonra ilk yapacağınız şey ne olacak?

İstanbul’a gelmek. O kadar yıkıma ve bozulmaya rağmen İstanbul bence hâlâ daha dünyanın en güzel kenti.

 

**Son olarak sevgili Elçin Poyrazlar, bir dilek şansınız olsaydı, bunu ne için kullanırdınız?

Yurtta ve dünyada barış isterdim. Daha eşitlikçi, daha adil ve daha refah yönetim biçimlerinin yayılmasını isterdim. Maddi hırsların ve sınıfsal statülerin değil, sanat ve edebiyatın hayatlarımızda daha fazla yer almasını isterdim.

 

**Dedektif Dergi okurları ve kendi adıma, bu güzel söyleşi için ayırdığınız zaman için size çok teşekkür ediyorum. Sevdiklerinize ve kendinize iyi bakıp sağlıkla kalın. Ve buraya yazılacak son sözü size bırakmak istiyorum.

[bctt tweet=”Yaşasın polisiye edebiyat!” username=”dedektifdergi”]

En Son Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

GECE YOLCUSU