SHERLOCK KADAR KESKİN ZEKÂLI ANCAK YETERİNCE KIYMETİ BİLİNMEMİŞ BİR İNGİLİZ BEYEFENDİSİ
Yazılacak yüzlerce sayfa, okunacak kitaplar, yarım kalmış örgü bir tarafta beni bekleyedursun, ben oturup sezon sezon dizi izleyeyim. Gündüzlü geceli çalışan bir beyin için ne güzel bir tembellik halidir bu, bilir misiniz?
Son iki aydır böylesi bir tembelliğin şefkatli kollarına bıraktım kendimi. Evdeki sesler kesilip, el ayak çekilince kalın bir battaniye çekip üzerime sömürürcesine dizi izliyorum bir süredir. Son olarak, bir akşamda, Netflix’te yayınlanan yerli dizimiz Atiye’yi bitirince yeni seçimim için arayışa girdim. İşte o arayışta gözüme bir afiş çarptı. “Ah, ben bunun birinci sezonunu çok önce izlemiştim. Neden devamını izlemedim ki?” diye düşünmemle kendimi 1960’ların incelikli dünyasına kaptırmam bir oldu.
İngiliz dizilerini oldum olası sevmişimdir, hatta oyuncuların aksanı için bile tercih edebilirim. Hele polisiye konusunda İngilizler her daim standartların üzerinde işler çıkarıyorlar kanımca. İzleyicilerin, daha doğrusu artık polisiye alanında kendini geliştirmiş ve türü fazlasıyla içselleştirmiş izleyici kitlesinin arayışlarını tam anlamıyla karşılayabilecek bir yapımdan bahsedeceğim sizlere: Endeavour.
Endeavour, 1987- 2000 yılları arasında ITV’de yayınlanmış olan Inspector Morse adlı dizinin “prequel”i olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi aranızda prequel kelimesine takılanlar olabileceğini düşünerek bir açıklama yapma gereği hissediyorum. Maalesef kelimenin dilimizde tam bir karşılığı yok. Bir filmin, kitabın ya da dizinin kahramanının veya işlenilen olayın öncesinin/geçmişinin anlatıldığı yapımlara prequel denilmekte. Endeavour dizisi de İngiltere’de çok sevilen bir karakter olan Müfettiş Morse’un gençlik yıllarının anlatıldığı bir yapım.
Colin Dexter tarafından yazılan on üç serilik bir polisiye romandan uyarlanan ilk dizi olan Inspector Morse, İngiltere’de öyle çok beğenilmiş ki yayımlandığı yıllar boyunca seyirciyi ekrana bağlamayı başarmış. Inspector Morse dizisinin 25. yılı şerefine 2012 yılında, 90 dakikalık bir film olarak ekrana gelen Endeavour adlı filmin yakaladığı başarı da, 2013 yılı için dört bölümlük bir dizi siparişini peşinden getirmiş. Tıpkı Benedict Cumberbatch tarafından canlandırılan Sherlock dizisinde olduğu gibi her bölümü film tadında ve görsel bir şölen olan dizi daha ilk bölümüyle sizi kendisine bağlıyor.
1960’ların başında geçen dizi, kendine özgü ve matematiksel bir işleyişe sahip… Dizinin ilk sahneleri birbirinden bağımsız görüntüler ile başlıyor. Bu anlık imgeler dizinin bölüm konusuna dair ipuçları ya da karakterlerin tanıtımını içeriyor ve sona geldiğinde birbirinden bağımsızmış gibi duran bu kareler birleşiyor. Dedektif Morse’un opera ve klasik müzik sevmesinden kaynaklı olarak bu ilk girişlerde, türü sevenler için aynı zamanda bir müzik ziyafeti de mevcut diyebiliriz. Size,“Bu ezgiyi bir yerden hatırlıyorum.” ya da “Of, acaba bu hangi şarkı?” dedirtecek kadar çarpıcı müziklere sahip bir dizi olan Endeavour bu açıdan bile rakiplerine fark atabilecek kaliteye sahip. Laf aramızda, Atiye dizisindeki eksiklerden biri müzikti, diye düşündüğümden olsa gerek peşinden başladığım Endeavour’da müzikler normalden daha fazla dikkatimi çekti. Meğer ezgiler sahnelere ne kadar çok anlam katıyormuş., farkında değilmişim. Bir diziye anlam katan diğer bir unsur elbette dekordur. Bir dönem dizisi olan Endeavour’un dekor, kostüm ve mekân seçimi konusunda da sizi tatmin edeceğinden, hatta Oxford manzarasıyla kendine hayran bırakacağından hiç kuşkum yok.
Gelelim dizinin konusuna; Shaun Evans tarafından canlandırılan Morse karakteri, kendine has bir üsluba sahip, çok zeki biri. Bir gönül meselesi ve kişisel ilişkilerindeki kırılmalar sebebiyle Oxford Üniversitesi’ndeki eğitimini tam mezun olmak üzereyken sonlandıran Morse, önce orduda kriptocu olarak çalışır. Kendini tam olarak orduya ait hissetmeyen Morse’un ikinci durağı polis teşkilatı olur. Burada da aradığı huzuru bulamayan kahramanımız tam istifa mektubunu yazarken geçici bir görevle Oxford Emniyeti’ne çağrıldığını öğrenir. Kalp kırıklığı ile terk ettiği şehre geri dönmek ve orada yeni bir yaşam kurmak düşüncesi bir süre onu tedirgin eder. Emniyette kendisi gibi destek elemanlarına verilen görev, telefonlara bakmak ve kayıt tutmaktır. Roger Allam tarafından canlandırılan Emniyet Müdürü Fred Thursday, sıkıştığı anlarda Morse’dan destek istemeye başlar ve onun kendine has zekâsını kısa sürede keşfeder. Geleceğini parlak gördüğü bu gence babacan bir tavırla kol kanat gerer. Zaman içerisinde ailesinden biri gibi davrandığı bu yeni dedektife işin inceliklerini ve kayıt dışı hallerini öğretmeye çalışır. Eminim bu ikilinin ilişkisi sizin de duygusal yanınıza hitap edecek. Dizinin her bölümü bağımsız bir konu içeriyor. Fakat Thursday ailesi ve Morse arasında kurulan bağın gelişimi açısından dizinin bölüm takibi faydalı olacaktır. Cinayetlerin kusursuz kurguları ve birbirinden farklılıkları da Colin Dexter’dan şüphelenmeme sebep olmadı değil. Şakası bir yana senaristleri, orijinal kurgular sebebiyle gerçekten tebrik etmek gerekir. Russell Lewis’in yaratıcısı olduğu dizinin yedinci sezonu yakın zamanda başlamışken sekizinci sezonun onayını da aldığını biliyoruz.
Cinayet kurgularının arka planında baskın olarak Morse’un duygusal hallerini, sosyal ilişkilerindeki başarısızlıklarını izlediğimiz dizide beni en çok etkileyen şeylerden biri de kast ekibinin başarısı oldu. Daha ilk bölümlerinde karakterler ile oyuncuların mükemmel uyumu neticesinde bir dizi izliyor gibi değil de gerçek hayattan bir kesit izliyor gibi hissediyorsunuz. Hele Jim Strange isimli bir memur (ileride rütbeleniyor) var ki sevmekle nefret etmek arasında kaldığım bir karakter olduğunu söyleyebilirim. İngiliz sineması zaten oldu olası bu konuda başarılıdır. Amerikan polisiye dizilerinin zoraki esprileri, alkolik polisleri, fazlasıyla içli dışlı ekiplerinden sonra seviyeli iletişimi ile Morse ve Oxford Emniyet Teşkilatı, 1960’lar ve 70’lerin hayatının nezaketi eminim sizde de o dönemde yaşama isteği uyandıracaktır. Müze kıvamında evler, antika kıymetinde eşyalar, nizami sokaklar ile atmosfer oldukça göz alıcı.
Peaky Blinders, Agatha Christie’s Poirot ya da Miss Marple bölümleri izlerken de aynı şeyi hissetmiş ve hep aynı şeyi söylemişimdir: Yanlış zamanda doğmuşum ben. İnsanın insana değer verdiği, erkeklerin takım elbiseli, kadınların döpiyesli dolaştığı yıllarda yaşamalıydım. Ya siz 1930’larda ya da 60’larda yaşamak ister miydiniz?