Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

ENSE

Diğer Yazılar

EDİTÖRDEN

SUÇÜSTÜ

Sabri Saydam
Sabri Saydam
SABRİ SAYDAM (1961-İSTANBUL) Türkiye’nin önde gelen Yönetmen ve Senaryo Yazarlarından Nejat Saydam’ın oğludur. 1986’da girdiği sektörde Yönetmen Asistanı olarak yaklaşık 1000, Yönetmen ve Metin Yazarı olarak 3000’e yakın reklam filmi, tanıtım filmi ve belgeselde çalışmıştır. 2000 yılından itibaren sinema, televizyon ve dizi sektörüne yönelmiş, çok sayıda televizyon ve sinema filmi, dizi film ve belgesele Yönetmen ve Senarist olarak imza atmış ve atmaya devam etmektedir. Öte yandan gençleri sinemaya yönlendirmek ve yetişmelerine katkı sağlamak amacıyla Kısa Film, Oyunculuk ve Senaryo dersleri veren Sabri Saydam’ın DÖRT adlı yayımlanmış ve ŞEYTANIN GÖZLERİ adlı yayımlanmak üzere olan iki kitabı, çeşitli dergi ve basın organlarında yer alan Polisiye Hikaye ve Makaleleri bulunmaktadır. Sabri Saydam evli ve bir çocuk babasıdır.

Emekli olduktan iki yıl sonra tekrar buraya gelmek ilk olarak kötü kahvenin ağzımda bıraktığı berbat tadı hatırlamama neden oldu. “Demek ki en çok bu yer etmiş aklımda,” diye düşündüm. Nasıl etmesin ki? Karımdan, kızlarımdan çok mesai arkadaşlarımı gördüm yıllarca. Fulya’nın doğumunda uzatmalı bir komiser yardımcısı olarak Balıkesir Genelevi’nde katil kovalıyordum. Ha, yalan yok, Miran’ın doğumunda evdeydim. Koli açıyorduk Şükran’la. Karnı burnundaydı. Yeni atanmıştım Gayrettepe Cinayet’e. Ev yerleştiriyorduk. Fulya’nın oyuncaklarını koliden çıkartırken tutmuştu Şükran’ın sancısı. Sonrası Gayrettepe Cinayet. O gün hiç sevemediğim İstanbul’a zamanla alıştım. Kargaşasına, dağınıklığına, hatta katillerine.

“Aaa Mert Başkomiserim, bizi mi özlediniz?”

Dursun’du galiba seslenen. Emin olamadım, hafızam iyidir aslında ama demek ki emeklilik önce oradan başlıyordu kemirmeye.

“Yok yahu sizin nerenizi özleyeceğim,” derken geldi sarıldı.

Yardımcım Ersan covid olunca yaklaşık bir ay kadar benim ekibe katılmıştı. Ersan kadar olmasa da zeki sayılırdı. Allah’ı var, Ersan’ın yerini doldurabilmek için çok çabalamıştı.

“Ersan Komiserime mi geldiniz?” diye sordu hafif sitem kokan bir ses tonuyla.

“Hayır, dedim, Gürcan Amir’le görüşeceğim.”

Ah lanet olasıca dün gece. Bizim evin tarih sorumlusu Şükran’dı. Evlilik yıldönümü, saatine varana kadar doğum tarihleri, hatta benim komiser olarak çözdüğüm ilk cinayetin günü bile küçük not defterinde kayıtlıydı.

“Bugün emekliliğinin 500. Günü,” diye uyandırmıştı beni.

Tarihlerden olduğu kadar organizasyonlardan da sorumluydu. Salonun ortasına, elinde not defteri, edebiyat öğretmeni kimliğiyle dikildiğinde anlardık o gün önemli bir şey olduğunu.

“Nereye götüreyim bu gece seni?” diye sormuştu dudağıma tatlı öpücüğünü kondururken.

Belirtmeden geçersem ayıp olur, daha doğrusu Şükran’a haksızlık olur, Cinayet’te evliliğini devam ettirebilen adam sayısı pek azdır. Çoğu kadın kan kokusuna dayanamaz. Mesai saatimiz yoktur bizim. Katiller kafasına göre cinayet işlediklerinden nereye, ne zaman çağırılacağımız belli olmaz. Kadınlar için düzensiz yaşam oksijensiz hava gibidir. Nefes alamaz, boğulurlar. Beklenen sonuç gecikmez, ilk iş terk ederler cinayetçiyi.

 Şükran dünyanın en anlayışlı kadınıdır bana göre. Kanlı ayakkabılarımı boyamaktan da gömleklerimden kan lekesi çıkartmaktan da bir gün olsun yakınmamıştır.

“Lüks mü olsun, salaş mı?” diye sormuştum keyifle yataktan kalkarken.

“Salaş,” deyince ikimizin de aklına Âdap gelmişti.

İçkiyle aram pek iyi değildi. Bizimkiler sık çağırsa da ayda bir iki giderdim onlarla. Tek favorileri de Âdap’dı. Kağıthane’ye inen yokuşta esnaf lokantasına benzer bir dükkandı. “Âdabıyla içen gelsin,” yazardı camında. Adı Sokak Arası’ydı ama biz ‘Âdap’ derdik. Polis memuru İbrahim’in babası Mecit Usta işletirdi. Şükran’la da iki kere gitmiştik. Zeytinyağlı taze fasulyesine bayılmış ama Mecit’ten bir türlü tarifini alamamıştı.

Topu topu altı masalık mekânda masaların ikisini yine bizim tayfa kaplamıştı.

“Başkomiser,” demişti tok sesiyle Gürcan Amir.

Cam kenarında karısıyla oturuyordu. Mecburen masaları birleştirmiştik. Ben emekli olduktan sonra Asayiş Büro amir yardımcılığından Cinayet Büro amirliğine getirilmişti. Geleceği parlaktı.

“Ama gel gör ki gitgide sönüyorum yukarının gözünde,” diye dert yanmıştı.

“Hayırdır?” diye sormuştum, sormaz olaydım.

“Yarın 3’de bana gel,” demiş, başka da açık vermemişti.

Kadınların yanında iş konuşmama adetine uyabilen son iki kişiydik anlaşılan.

“Kahveni hala şekersiz mi içiyorsun? diye sordu gevrek gevrek gülerek Gürcan Amir.

Bütün bina gibi odası da eski kokuyordu. Cezaevi yapmaktan eskimiş binaları yenilemeye fırsat bulamıyordu demek ki başımızdakiler. Sümenin hemen yanı başında, üzerinde ENSE yazan kalın klasör pek hayra alamet olmasa da bakmamaya çalıştım. İki telefon konuşmasından sonra, “Bir süre telefon bağlamayın,” talimatı verdi, bana döndü, “Yardımına ihtiyacım var,” dedi.

Zaten gece söylediği, “Ama gel gör ki gitgide sönüyorum yukarının gözünde,” cümlesi yeterince doğruluyordu bu yardım çağrısını.

“Anlat,” dedim, anlattı.

“Özlemişim oğlum seni,” dedim Ersan’a.

Gürcan Amir’in, istediği yardım, eski yardımcım Ersan’a bir nevi danışmanlık yapmamdı. Dosya, ekip öğütücü gibiydi. Ersan’ın kucağına gelene kadar üç ekip ve bir cinayet büro amiri değişmiş, dördüncüsüne benim yardımcı olmam düşünülmüştü. Emekli olmamın ardından Ersan komiser olmuştu. Demin de dediğim gibi zeki çocuktu, korkusuzdu. Aslında korkusuz olmak zaaf demekti bana göre, zira korku temkinli hareket etmeyi sağlardı. İnsanca ve gerekli bir duyguydu. Mezarlıklar korkusuzlarla doluydu çünkü.

“Anlat bakalım, neymiş bu ENSE?” diye sordum.

“Haberinizin olmaması şaşırtıcı,” diye cevap verdi.

Basın eski basın değildi ki. Cinayet haberleri önemsenmiyordu. Üçüncü sayfa meselesi neredeyse devreden çıkmış gibiydi. Sosyal medya da kafasına göre hareket ettiğinden, eğer özellikle ilgilenmiyorsanız hiçbir haberin devamlılığı yoktu.

“Ukalalık etme de anlat” dedim.

“Kasım 2022’den Eylül 2023’e kadar her ay düzenli olarak bir kişi olmak üzere toplam on bir cinayet,” diye başladı.   

Maktuller tek kurşunla enselerinden vuruldukları için basının taktığı isimdi ENSE. İster istemez bir dönemin faili meçhullerini hatırlatıyordu. Dinci örgütlerin geleneksel imzasıydı.

“İdeolojik mi?” diye sordum ister istemez.

“Hayır,” diye kesin bir dille kapattı kapıyı, “Bence bir seri katil vakası,” diye de ekledi.

“Desene İstanbul yeni bir seri katil kazandı” dedim.

“İstanbul kazandı ama biz kaybediyoruz,” diyerek felsefi bir cevap verdi.

“Neden öyle dedin?” diye sordum, zira Gürcan da aynı kaygıyı taşıyordu.

“Hepimiz diken üstündeyiz,” diye cevap verdi. “Bunca cinayete rağmen ortada hiçbir gelişme yok. Yukarısı, basın hatta maktullerle aynı özelliği taşıyan herkes ayaklanmış durumda, hazır ara vermişken yakalamak lazım.”

Evet ara vermişti. En azından ekim, kasım ve aralığı es geçmişti. Amerika’da, FBI’da seminere katılan bir arkadaşım, “Seri katili ilk beş cinayetinin ardından yakalayamazsan ipin ucu kaçar,” demişti. Tabii muhtemelen orada, zırt pırt ekip değişmiyor, bir dedektif yıllarca aynı dava üzerinde kafa patlatıyordu. Böyle bir durumda katil gibi düşünebilmenin, davranabilmenin, adeta onun bir uzvu gibi olabilmenin önemini ben de öğrenmiştim. Bir seri katil dinlenmeye çekilebilirdi pekâlâ. Biraz olsun kendini unutturmak, gündemden düşmek, belki güç toplamak ya da motivasyonunu artırmak için. Hatta ölmüş bile olabilirdi. Yine de bizim yaptığımızın, yani habire ekip değiştirmenin, katilin ekmeğine yağ sürdüğü aşikardı. Hazır ara vermişken yakalamak kaçınılmazdı. Kalın klasörü koltuğumun altına yerleştirip “Birkaç gün izin ver bana,” dedim, “Hafta sonu buluşalım.”

“Kolay kopamaz insan,” dedi Şükran.

Bunu bir şey ima etmek amacıyla değil, gerçekten içten duygularla söylediğine emindim. Emekliliğin zaman zaman beni bunalttığının fazlasıyla farkındaydı. Bojo, yani köpeğimiz bu yüzden girmemiş miydi eve? Bir şeye ilk defa bu kadar çok itiraz ettiğini görmüştüm Şükran’ın. Allahtan Miran da beni desteklemiş, ikiye bir çoğunlukla, yatak odasına girmemesi kaydıyla aileye dahil olmuştu Bojo.

“Gürcan’ın işleri işte,” diye cevap vermiştim.

Sonunda Şükran’ın da okula gidişiyle ev bana kaldı. Klasörün hemen başındaki not kağıdında Ersan hem kolaylıklar dilemiş hem de basit ama durumu açıklayan bir çizelge yapmıştı. Basının ENSE adını verdiği katilin işlediği cinayetlerde bir başka dikkat çeken noktaysa cinayetlerin tamamının İstanbul’un farklı ilçelerinde işlenmiş ve maktullerin tamamının 55-60 yaş aralığında olmasıydı. Seri katillerin takıntılı oldukları malumdu. Peki bizim katilin takıntısı nereden kaynaklanıyordu. 55-60 yaş aralığına garezi neydi? Bunu öğrenmenin bir yolunun da Füsun’dan geçtiğini düşünmeden edemedim.

TARİHYERMAKTULYAŞİLÇE
14/11/2022Beylikdüzüİbrahim Yarsu57Beylikdüzü
20/12/2022Esenyurtİbrahim Solmayan56Esenyurt
15/01/2023MadenlerNuman Taka58Çekmeköy
13/02/2023KartalSaffet Buz56Kartal
20/03/2023YıldızMerdan Bıçakçıyan56Beşiktaş
15/04/2023SormagirZahit Topal59Beyoğlu
21/05/2023KordonOsman Çakal57Büyükçekmece
15/06/2023KaracaahmetMehmet Ulaşçı58Üsküdar
16/07/2023ÇatalcaRuşen Karabulut56Çatalca
23/08/2023TepeüstüSelahattin Çavuş56Ümraniye
13/09/2023SanayiEmrullah Çokyaşar57Küçükçekmece

“Merhaba kardeşlik,” diye seslendiğimde dükkânın arka tarafında koli boşaltıyordu benim biricik kız kardeşim.

“Vaay ağabeylerin en kanlısı,” diye sarıldı boynuma.

“Bitti o işler kızım, artık kanlı ayakkabılara veda ettim,” desem de inanmadı.

Haklıydı da cinayet, hem de seri cinayetler konusunda danışmak için gitmiştim yanına. Adli psikoloji masteri yapmıştı Füsun. Biraz da benim yüzümden mesleğini bırakmış, Kadıköy boğadan Fenerbahçe Stadyumuna giden yol üzerindeki bir ara sokakta sahaf açmıştı. Rahmetli kocasından kalan para rahat yaşamasına fazlasıyla yetse de o rahatı sevmezdi.

“Bu kadın, diye söze başladı,” Şükran’dan “bu kadın” diye bahsederdi, “Seni hala boşamadığına göre çok seviyor.”

Sevmediği için değildi bu. Aksine Şükran’ın en iyi dostuydu ama ağzı bozuktu Füsun’un. “Bu kadın” onun en masum lafıydı belki de.

“Sence çok mu zorluyorum,” diye sordum.

“Ben olsam çoktan siktir etmiştim seni,” diye cevap verdi.

Elimdeki butik poşetinden Ense dosyasının fotokopisini çıkarttım. Aslında yaptığım yasa dışıydı. Henüz sonuçlanmamış bir dosyayı resmi görevi olmayan biriyle paylaşmak büyük suçtu ama bu davada ben bile yasa dışıydım.  Aktif görev hayatım boyunca da zorlandığım dosyaları Füsun’la paylaşmaktan çekinmemiştim. Sadece kardeşim değil, ağzı on kat fermuarla kapalı sırdaşımdı o benim. Dükkâna gelmeden telefonda bahsettiğim için şaşırmadı, “Oha! Çok kalınmış,” diye söylendi sadece.

“Bardaktan boşalırcasına” cinsinden yağıyordu İstanbul’da yağmur. Pazar sabahı olmasına rağmen İstanbul halkı evlerine kapanmayı yeğlemiş, Beşiktaş iskelesinin yanı başındaki kafe boş kalmıştı. Füsun’la içeri girip şemsiyelerimizdeki suyu silkelerken Ersan’ın çoktan gelmiş olduğunu gördük. Radyatör yanında bir masaya yerleşmiş lattesini yudumluyordu. Ersan da severdi Füsun’u. Yani ona danışma konusunda benim suç ortağımdı. Onlar hasret giderirken ben ıhlamurlarımızı söyledim. Ersan’ın önü kağıtlarla kaplanmıştı. Belli ki hem bana hem de Füsun’a karşı, dersini çalışmış görünmek istiyordu. İlk ve en çarpıcı soruyu en başından sormayı yeğledi kız kardeşim;

“İlk cinayetle ne kadar ilgilendiniz?”

İlk maktul Beylikdüzü’nde, evine iki yüz metre mesafede, karanlık bir sokakta ensesinden tek kurşunla vurularak öldürülmüştü. 27 ve 23 yaşında iki kızı ve 22 yaşında bir oğlu vardı. Kızları evliydi. Biri Tuzla’da, diğeri Kocaeli’de yaşıyordu. Oğlu Gaziantep’de askerdi. Maktul İbrahim Yarsu belediye otobüsü şoförüydü. Cinayet günü izinli olduğu için akşamüstü gittiği mahalle kahvesinden 22:00 gibi çıkmış, eve giderken öldürülmüştü. Karısı Emine Yarsu, kocasının öldürülmesi içinbir sebep olmadığı inancındaydı. Ona göre İbrahim karıncayı bile incitmezdi, dolayısıyla düşmanı yoktu ya da o öyle biliyordu. Olayla ilgili o gece kahvede birlikte okey oynadığı iki kişi gözaltına alınmış, ancak ilk sorgularından sonra serbest bırakılmışlardı.

“Neden ilk cinayet,” diye sordum.

“Seri katiller bütün motivasyonlarını ilk cinayetten alırlar,” diye başladı ve devam etti anlatmaya Füsun. ”Katilin, seri katil sıfatını taşımaya karar verme nedeni ilk cinayettir. Maktul genellikle çok yakını, hatta aile içinden biridir. Tacizci, tecavüzcü, şiddet yanlısı, aşağılayan, mutsuz, huzursuz, beğenmeyen, kabullenmeyen, kısacası negatif bir baba ya da aileden veya çalıştığı yerden bir erkek ya da zorlayıcı, fanatik, asosyal, kötü yola düşmüş bir anne ya da aileden bir kadın figürü olabilir. Katil zamanla bir intikam abidesi haline gelir. Acılarının, kendisine acı çektireni öldürmekle biteceğine inanır. Onun için kurtuluş, özgürlük ve huzurun tek yolu budur. Hatta tüm bu acılara rağmen onu yaşatan, ayakta tutan tek umuttur cinayet. Düşünür, tasarlar, kurgular, bekler ve işler. Tıpkı bir kumaşa desen işler gibi ince ince öldürür. Çektirilen acı ne kadar büyükse cinayetin şekli o kadar vahşidir.”

Burada sustu Füsun. İkimizin de yüzlerindeki tepkiyi ölçmek için durduğu açıktı. Ersan yüzünü, daha yarıda buruşturmaya başlamıştı bile. Bana şimdi kafe, yakındaki radyatör peteğine rağmen soğuk geliyordu.

“Peki, dedim, ‘Katilin, seri katil sıfatını taşımaya karar verme nedeni ilk cinayettir,’ dedin, neden devam eder?”

“Doymaz da ondan,” dedi Füsun, “Düşünsene yıllardır acı çektirilmiş, oysa cinayet dediğin üç beş saniye ama tıpkı bir orgazm gibi. Kısa ama zevkli. Katil bu orgazmı sürekli yaşamak ister. Bazen bunu rastgele yapar, bazen de bir rutine bağlar. Yakalanmamak daha da cesaretlendirir. Zamanla hem kendine acı çektirenlere hem topluma hem de emniyet güçlerine meydan okur hale gelir.”

“Niye durur peki?”

“Yüzlerce neden sayabilirim sana ama önce şunu düşün, katil yaşadığı travmadan dolayı artık ruhu ve beyni zedelenmiş biridir. Bu travma yüzünden içindeki cani açığa çıkmıştır bir kere. Bir ruh hastası, bir psikopat, bir manik depresif haline dönüşmüştür. Yani senin, benim gibi düşünmez. Neyi, ne zaman, nasıl yapacağını kestirmek, onu tanıyana kadar mümkün değildir. Zamanla amacı, seninle oyun oynamak şekline dönüşür. İnsanları korkutmak, çaresizce peşinden koşturmak daha çok zevk vermeye başlar. Durması, illa korktuğu ya da yorulduğu anlamına gelmez. Aldatmayı sever. O durduğu için sen bitti zanneder gevşersin ama aniden atağa kalkabilir. Unutma, önemli olan onun gibi düşünebilmek, yoksa onu çözemezsin.”

“Niye on bir? diye araya girdi Ersan, “Niye on iki değil? Yani her ay bir cinayet, bir yılı tamamlaması gerekmiyor mu? “

“Aslına bakarsan bence de öyle,” diye cevap verdi Füsun, “Ama onun beyni sen, ben gibi çalışmıyor.”

“Belki de hala bitmedi,” dedim.

Bir an sessizlik çöktü masaya. Az önce Ersan’ın işaret ettiği garson üç çayla yanımızda bitiverdi.

Şükran’ın “İyi misin?” diyen kadife sesiyle irkildiğimde saatin 6 olduğunu fark ettim. Bütün pazartesiyi evde, cinayet dosyalarını defalarca incelemekle geçirmiştim. Bu arada sevgili karım okula gitmiş, dönmüş, hatta yemeği bile hazırlamıştı. Bir gün önce Füsun kafeden ayrıldıktan sonra Ersan’la oturup bir plan yapmıştık. İşine karışıyor görünmemek için yakalama ve operasyonlarda yanında olmayacak, sorgu sırasındaysa camın diğer tarafında bulunacaktım. Günde birkaç kez telefonla konuşup bulguları paylaşacaktık. Bugün için Ersan ve ekibi Emine Yarsu’yla bir kez daha konuşmayı planlamış ancak oğlu Sedat Yarsu’ya, en azından bir delil bulana kadar yaklaşmama ve ürkütmeme kararı almışlardı. Füsun’un tahlilleri doğrultusunda şimdilik şüphelimiz durumundaydı Sedat Yarsu.

“İyiyim,” diye cevap verdim Şükran’a.

Yemek masasında dört kişilik servis hazırdı. Miran birazdan bankadan eve dönerdi.

“Ersan ne zaman gelir?” diye sordu Şükran.

“Bir bakalım,” deyip telefonu tuşladım.

Şükran da severdi Ersan’ı. Hatta bir Âdap gecemizde hep birlikte içki içmişliğimiz bile   vardı. O nedenle Şükran’a emrivaki yapabilme cesaretini bulmuştum kendimde.

“Navigasyon yarım saat gösteriyor,” dedi Ersan telefonun öbür ucundan.

Ersan’ın gelişine Şükran ve benden çok Miran’ın sevineceğinin bir ben farkındaydım. Gizli gizli buluştuklarını biliyordum. Geçen sene bir alışveriş merkezinde tesadüfen görmüştüm ikisini. Kendimi göstermeden bir süre izlemiş, en üst kattaki sinemalar bölümüne el ele girdiklerini görmüştüm. Pırıl pırıl bir gençti Ersan. Akşam eve döndüğümde bu duruma sevindiğimi şaşırarak fark etmiştim.

“Anneyi sorguladım, ama daha önemli bir şey bulduk Başkomiserim,” dedi Ersan.

Yemek bitmiş, Fulya evlendikten sonra oturma odası olarak kullandığımız odanın geçen sene kapattığımız cam balkonunda çaylarımızı yudumluyorduk.

“2022, 8-15 Kasım tarihlerinde maktulün oğlu Sedat Yarsu izinliymiş.”

İrkildim, “Yani?” dedim.

“Bu durumda Sedat Yarsu, 14 Kasım’da babasını öldürüp tekrar birliğine katılabilir,” diye cevap verdi Ersan.

Ne kadar çekici olursa olsun ilk bulgulara, delille desteklenmediği sürece çok da sevinilmemesi gerektiğini öğrenecek kadar yapmıştım bu mesleği.

“Peki annesi…” diye sordum, “…Sedat’ın o tarihlerde İstanbul’da olduğunu doğruluyor mu?”

“Sıkıntı orada Başkomiserim, Sedat hiç izine çıkmamış annesine göre. Sadece babasının ölümü nedeniyle üç gün gelip dönmüş. Ama ben de babamı öldürecek olsam İstanbul’a geldiğimi aileme çaktırmam.”

“Şimdi ne yapıyor bu Sedat?”

“Askerden döner dönmez evlenmiş. ‘Yavuklusu vardı,’ diyor annesi. Zaten askere gitmeden yapmışlar hazırlıklarını. Annesinin evinin arka sokağında oturuyorlarmış. Gitmeden bir telefoncu varmış, gelince de aynı dükkâna devam etmiş.”

“İzine çıktığı tarihlerdeki HTS kayıtlarına baktırıyorsun herhalde.”

“Buraya gelirken talimatı verdim. 8-15 Kasım arasındaki kayıtları bulacaklar.”

“Son bir soru, anneye göre babayla oğulun ilişkisi nasılmış?”

“Hah o da ilginç. Askere gitmeden bir, iki kere kavgalarına tanık olmuş. Maktulün öldürüldüğü gece gittiği kahve, Sedat askere gitmeden önce devrediliyormuş. ‘Otobüslerde sürünmeyi bırak, gel şu kahveyi alalım,’ diye ısrar etmiş babasına. Dediğim dedik adammış maktul. Zaten Sedat askere gidince de bu tartışma kapanmış.”

“Füsun’un anlattığı cinayet motivasyonuna hiç benzemiyor.”

“İnsanın içini nereden bileceğiz Başkomiserim? Kiminin anasına küfredersin sesi çıkmaz, kimine ‘Yağmur yağıyor,’ dersin, ‘Vay sen bana ördek dedin!’ diye cinayet işler.”

“Cinayet işler de böyle peşinden on kişiyi daha öldürmez.”

“Ben yine de şu HTS kayıtlarından sonra esaslı bir sorguya alalım derim.”

Ersan’a hak vermiyor değildim. Neredeyse bir buçuk yıldır çözülemeyen, arapsaçına dönmüş bir cinayet silsilesi kucağına bırakılmıştı. Taşkın Aynalı, Sinan Coşkun, İsmail Yanıcı ve şimdi de Ersan. ENSE, cinayetteki komiserleri öğüten bir makina gibiydi. Endişesi yüzünden okunuyordu eski yardımcımın. Tabii endişe yanında bir de üzüntüsü vardı çözebildiğim kadarıyla. Bir eşeklik edip ayrılmış bir çifti bilmeden bir araya getirmiştim. Bu bana ders oldu doğrusu. Bir daha boyumdan büyük işlere kalkışmamayı çok güzel öğrettiler Şükran’la Miran. Telefonumun sesini hayal meyal duyup kolumdaki saatin 04:40’ı gösterdiğini görünce yataktan nasıl çıktım, telefonu alıp salona nasıl geçtim hatırlamıyorum. Camdan görülen boş ve ıslak sokağa bakılırsa  yağmur az önce durmuştu. Ersan’ın heyecanlı sesi beni kendime getirmeye yetti.

“HTS kayıtları geldi Başkomiserim, Sedat iznini İstanbul’da geçirmiş.”

Sorgu odasında oturan genç adamın yüzünde sadece uykusuzluk ve şaşkınlık vardı bana göre. Sabaha karşı Ersan’ı acele etmemesi konusunda ikna edememiştim. Az önce yaptığımız kısacık görüşmede onun, denize düşse yılana sarılacak hale geldiğini üzülerek görmüş, ama buna engel olamamıştım. Komiserliğimin ilk günleri geldi aklıma. İnsan ister istemez küçük dağları ben yarattım havasına giriyordu. Bir yandan hala “neden on iki değil de on bir,” diye sorarken diğer yandan Sedat’ı gözaltına almak için müthiş bir istek duyuyordu. Belki de cinayetteki ilk işinin ENSE olması talihsizlikti. Biz deneyimli cinayetçiler astlarımızı işleri konusunda eğitiyor ama karakteristik özelliklerine dokunamıyorduk demek ki. Tahmin ettiğim gibi sorgudan bir şey elde edemedi. HTS kayıtları izinde olduğu hafta evinin civarını işaret ediyordu, doğruydu ama Sedat Yarsu, bugün hala oturduğu evi tutmak, içini iyi kötü hazırlamak, bu süreçte de çok sevdiği şimdiki karısıyla evlilik öncesi birkaç keyifli gün geçirmek için gizlice gelmişti. Bu buluşmayı önceden tasarlamışlar ve doğal olarak herkesten saklamışlardı. Babasının öldürüldüğünü, birliğine giriş yaptıktan hemen sonra öğrenmiş ve alelacele tekrar İstanbul’a dönmüştü. Cep telefonundaki fotoğraflar bölümünde ev sahibiyle yaptıkları kontrat, evin tutulduğu tarih olarak 9 Kasım’ı gösteriyordu. Tüm bunlar araştırılıp doğruluğu kesinleştirilebilecek ifadelerdi elbette ama bana göre genç adam yalan söylemiyordu. Cinayet işlemek için hiçbir motivasyonu olmadığı gibi hali, tavırları ve vücut dili bir katille uyuşmuyordu. Kaldı ki, diğer tüm cinayetleri ENSE’nin işlediğini kabul edeceksek, Sedat Yarsu’nun ENSE olabilecek bir psikolojisi yoktu.

“Üzüldün mü yoksa?” diye sordum.

Sorgu odalarının bulunduğu alt kattan Cinayet Büro’ya çıkıyorduk. Sedat Yarsu’yu serbest bırakmış ancak izlenmesi talimatını vermişti Ersan. Hayal kırıklığı yüzünden okunuyordu.

“Belki odur dedim, ne bileyim,” diye cevap verdi.

Bense içimden, hata büyümeden kapandığı için seviniyordum. Kızımdan ayrılmış bile olsa Ersan hala evladım gibiydi.

“Cinayetin kurt komiserlerinin bile bir buçuk yılda çözemediği dosyayı bu kadar kısa zamanda çözebilmek kolay değil,” diyerek teselli etmeye çalıştım, üstelik ortada adına delil denebilecek hiç kırıntı yokken.

“Bütün cinayetlerin altını tek tek kurcalamak gerekiyor galiba.”

“Haklısın. Cinayetlerin aynı kişi tarafından işlendiği anlaşıldığı andan itibaren maktullerin çevresi yerine katile odaklanmışlar. Belki de cevaplar maktullerde.

“Ben de öyle düşünüyorum Başkomiserim.”

Sabah erken bir saat olmasına rağmen Cinayet Büro yükünü tutmaya başlamıştı. Birbirine karışan telsiz ve telefon seslerinin yanı sıra bekleme bölümündeki tam bir kakofoni oluşturuyordu. Bu gürültüyü hiç ama hiç özlemediğimi düşünürken,

“Mert Komiserim!” dendiğini duydum.

Yan yana oturan iki transın soldaki sarışın olanıydı Seslenen. Siması yabancı değildi, yaklaştım.

“Tansu ben, tanımadınız mı, yani Celal, Celal Pırıl.”

Tanımıştım. O zaman adı Taksim İlkyardım Hastanesi olan mekânda tanışmıştık. Yaralı bir şüphelinin sorgusu için gitmiştim hastaneye. Aynı evde kaldığı başka bir trans arkadaşını öldüresiye dövdükleri için oradaydı. Doktor, “Çok umutlanma, durumu kötü,” dediği için  taş zemine oturmuş, dizlerini karnına çekmiş hüngür hüngür ağlıyordu. Ben daha sorguyu bitirmeden arkadaşının ölüm haberini aldı. Katili ben buldum. Gözleri kan çanağına dönmüş bir halde teşekkür için odama geldiğinde uzun uzun konuşmuştuk.

“Tanıdım,” dedim.

“Olcay’ım, sevgilim, öldürdüler onu,” diye elime sarılıp ağlamaya başladı.

“Tansu ben artık emekli…” diye başladığım cümlemi bitirmeme fırsat vermedi.

“Babası olacak o şerefsiz yaptı biliyorum,” diye çığlık çığlığa bağırıyordu, “Gün yüzü göstermedi çocuğa, Olcay’ım her gece ağlayarak anlattı o şerefsizin yaptıklarını.”

“Emin misin babası olduğundan?”

“Adım gibi eminim.”

“Nasıl öldürmüş?”

“Ensesinden vurmuş orospu çocuğu.”

Cinayet Büro’da bir anda bütün sesler kesildi. Tıpkı bir film sahnesi gibi bütün kafalar bizden yana çevrildi. Bıkkın adımlarla odasına yürüyen Ersan zınk diye kalıverdi olduğu yerde.

Büyülü sözcük söylenmiş, Cinayet Büro’da hayat durmuştu.

Bundan sonra olay çorap söküğü gibi gelişti. Tansu, yani gerçek adıyla Celal Pırıl’ın ilk ifadesinden, maktulün babası olduğunu öğrendiğimiz Doktor Serhat Tarakçı’ya ulaşmaya çalıştık. O anda hiçbirimiz tüm tezlerin alt üst olmasını umursamıyorduk. Füsun’a göre oğlanın babasını öldürmesi gerekiyordu belki ama neden tersi olmasındı? Hoş zaten sarılacak başka neyimiz vardı ki? Sokakta yürürken “Ensem kaşındı,” diyen birinin bile peşine takılacak hale gelmemiş miydik?

“Kötülüğün vücut bulmuş haliydi Serhat,” diye söze başladı Bilge Hanım.

Ellili yaşların başındaydı. Saçları neredeyse tamamen beyazlamıştı. Makyajsız haliyle bile duru bir güzelliği vardı. Doktoru değil ama karısını bulmuştu çocuklar. Çınarcık’da bir oda, bir salon zemin katta oturuyordu. “Ben de geleyim,” diye tutturmuştum Ersan’a. Küçük salonda ben, Ersan, yardımcısı Suat ve Bilge Hanım vardık. Büfenin üzerinde Olcay’ın bebeklikten gençliğe kadar birkaç fotoğrafı duruyordu. Bir fotoğraf da çerçevesiyle beraber kucağındaydı Bilge Hanım’ın. Oğlunun ölüm haberi, içinde bir yerleri kan revan içinde bırakmıştı, belliydi ama gram gözyaşı akmadı gözlerinden. Nedenini anlattıkça anlayacaktık.

“Burada, Çınarcık’da doğdu Olcay,” diye devam etti sözüne. Deprem gecesiydi,1999. Sekiz aylık hamileydim. Sabaha karşı yer yarıldı. O korkuyla sancılandım, kanamam başladı. Hastane allak bullaktı. Nöbetçi doktorlar, hemşireler panik içinde yakınlarından haber almaya çalışıyorlardı. Henüz kalabalık olmasa da depremin şoku herkesin yüzünden belli oluyordu. Doğumdan sonra “İstanbul’a götürün, burası yakında dolacak,” dedi doktor. Yol boyunca Çınarcık’ın, Yalova’nın perişan halini ağlayarak seyrettik. Serhat’ın çalıştığı hastanede üç gece kalıp eve döndüğümüzde kocamın, bebeğimize yaklaşmadığını gördüm. Sanki o gece on binlerce insanın ölümünden Olcay’ı sorumlu tutuyor gibiydi. Utanmasa sokağa çıkıp “şeytan doğdu, deprem oldu,” diye bağıracaktı. Olcay büyüdükçe psikolojisi daha da bozuldu. İlk tokadı oğlum beş yaşındayken attı. Sonra… şiddet büyüyerek devam etti. Önceleri Olcay’ın, sonra sonra ana oğul, ikimizin de dayak yemeden geçen günlerimiz gitgide azalmaya başladı. Ve o gece… o rezil gece… 2015… 17 Ağustos… Olcay’ımın 16. yaş günü… Tam deprem saati… Kocam olacak hayvan… Oğlumun… Üzerinde…”

Durdu Bilge Hanım. Ağlıyor ama gözünden bir damla yaş akmıyordu. Yanına oturdum. Bir an yüzüme baktı. Elini elimin üzerine koydu.

“Yalvarırım gidin,” diye fısıldadı.

Öğreneceğimizi öğrenmiştik. Travmanın katmerlisiydi Olcay’ın yaşadıkları. Ama ortada bir gariplik vardı. Tüm bu insanları Doktor Serhat öldürmüş olabilir miydi? Son tetiği oğluna mı çekmişti? Bu soruların cevabı, biz İstanbul yolundayken geldi. Tansu yani Celal Pırıl emniyete gelmiş beni aramıştı. Elinde kesekağıdına sarılı bir silah ve intihar mektubu vardı. Tansu, sevgilisine çektirdiklerinden dolayı babasından intikam almak istemiş, intihar için kullanılan silahı saklamıştı. Olayı cinayet gibi göstererek babayı suçlamıştı. Olcay’ın sağ elindeki barut izleri intiharı, tabancanın balistik incelemesiyse diğer cinayetleri doğruladı. ENSE, Olcay’dı. Travmanın müsebbibi Doktor Serhat Tarakçı’nın akıbetiyse intihar mektubuyla ortaya çıktı. Mektubun sonunda “Şile-Tepeler Köyü-Av Kulübesi” yazıyordu. Dağ kulübesinde iskelet haline gelmiş, ense kemiği kırık cesetin yapılan detaylı otopsi sonucu Doktor Serhat Tarakçı olduğu anlaşıldı. Kulübenin ahşap duvarına saplanmış kurşun Olcay’ın ilk cinayetini, tahta masadaki 8Ekim 2022 tarihli gazeteyse cinayet zamanını açıklıyordu.

Kapıya kadar gelmişti Ersan.

“Çok teşekkür ederim Başkomiserim,” diye sarıldı.

Az önce İstanbul Emniyet Müdürü’nün öptüğü yanaklarından ben de öptüm.

“Yolun açık olsun evlat.”

Beni eve bırakması için ayarladığı sivil aracın arka koltuğundan el sallarken tıpkı benim gibi onun da gözleri nemliydi.       

En Son Yazılar