Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Funda Menekşe İle Röportaj

Diğer Yazılar

Özlem Solak
Özlem Solak
Özlem Solak ile Kusursuz Polisiye Yoktur! Bu köşede incelenen, yorumlanan tüm polisiye kitaplar bizzat tarafımca okunmuş olup, sizler için özene bezene kaleme alınmıştır. ”Polisiye edebiyat seviyor ama başlayamıyorum, şimdi hangi polisiye romanı okusam, polisiye kitap önerisi istiyorum” diyen herkesi dedektif dergideki yazılarıma bekliyorum. Samimiyet ve içtenlikle yazdığım yorumlar eşliğinde, birbirinden kıymetli yazarların kitaplarını incelemek, polisiye romanlar hakkında bir fikir edinmek isterseniz ben burada olacağım. Sizlerden gelecek değerli görüşlerin her hakkı ayrıca saklıdır. Dedektif dergiyi ve beni izlemeye devam ediniz. Keyifli okumalarda buluşmak dileğiyle.

Öğretmenliği bir yaşam biçimi olarak gören Funda Menekşe, ilk, orta ve lise öğrenimini Kayseri’de tamamladıktan sonra Sınıf Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Ailesi beş nesil boyunca öğretmenlik yapan yazar, Eğitim Koçu ve Sınıf Öğretmeni olarak görev yapmaktadır. Yazarlık yolculuğuna, 2015 yılının Ocak ayında Polisiye Durumlar sitesinde okuduğu polisiye kitap ve yazarlar üzerine eleştirilerini kaleme alarak başlayan Menekşe, Dedektif Dergi ’de yazdığı polisiye öykülerle de profesyonel yazarlık yolculuğuna devam etmektedir. Paradigma Polisiye Yayınları kapsamında çıkan Kırmızı Battaniye, Dedektif Dergi.com Birinci Yıl, Bugün Kendini Nasıl Hissediyorsun adlı öykü seçkilerine birer öykü ile katkıda bulunan yazarın, Herdem Yayınlarından çıkan Velinimet Kırtasiyesi adlı kitapta da bir öyküsü vardır.  Yazarın,  2019 yılında yayınlanan ‘’Aklımdaki Cinayetler’’ isimli, 12 polisiye öyküden oluşan bir kitabı da bulunmaktadır.

 

 

Sevgili Funda, öncelikle hoş geldin. Bu kadar yoğun tempo arasında zaman ayırdığın için, Dedektif Dergi okurları ve kendi adıma teşekkür ediyorum. Ve yukarıda bahsettiklerime ekleyeceğin bir şeyler var mı, umarım hakkında atladığım bir şey yoktur J

 

Hoş buldum Özlem, aslına bakılırsa yazarlık yolculuğumun ilk durağı, ortaokul yıllarımda çıkardığımız Genç Kalemler isimli bir okul dergisiydi. Okul dergisi deyip geçmeyelim, epey okur kitlesi vardı ve işini profesyonelce yürüten bir ekibin ürünüydü. Bu ateşin ilk kıvılcımını yüreğime atan işte o ekiptir.  Bugün eğitim camiasının bir ferdi olduğum için daha net fark edebiliyorum ki o yıllarda bizleri yetiştiren öğretmenlerimizden çok sağlam temeller almışız.  Beni sürekli yarışmalara yönlendiren Erol ve Kezban Öğretmenlerime teşekkür ederek başlayayım ben de, çünkü daha o yaşlarda kalemime ve yazmanın gücüne inanmamı sağlayan onların bana olan güvenidir.

 

Yoğun temponu yakından takip ediyorum.  Sahi, bunca şeye nasıl zaman yetirebiliyorsun? Öğretmenlik yapıyorsun, bildiğim kadarıyla çocuklar için öyküler yazıyorsun. Yine çocuklar için metinler, şiirler ve etkinlikler kaleme alıyorsun. Ve günün 24 saat olduğunu düşünecek olursak, tüm bunlara eşit zaman ayırabiliyor musun? Evetse bunun sırrını rica edelim senden.

 

Yirmi dört saat… Nörobilimciler deneyimlerimizin ve hislerimizin zaman algımızda sıçramalara sebep olduğunu bilimsel birçok terimle açıklayadursunlar ben bunu şöyle açıklıyorum; sevdiğin işi yapıyorsan zamanı saatlerle ölçmezsin.  Çok yoğun tempoda olduğumu kabul ediyorum ama ben sevdiğim şeyleri yaptığım için yoğun hissetmiyorum. Beni zihnen yoracak işlerden uzak durduğumda bedenim tüm yoğunluğu kaldıracak gücü kendinde buluyor.

Uyku ile aram iyi değil. Çocukken o kadar çok uyurmuşum ki annem beni zorla uyandırırmış, sanırım hala o zamanlarda biriktirdiklerimi harcıyorum. Televizyon programlarını ve dizilerini vakit kaybı olarak görüyorum. Yani reçetem şu: Sana yetecek kadar uyu, vakit kaybı oyalanma etkinliklerinden uzak dur; evde bakımına muhtaç yaşlarda bir çocuk ya da sürekli bir biçimde ilgine talepkâr bir eşin de yoksa yirmi dört saat cidden uzun bir vakit.  

 

Çocukken ileride ünlü bir yazar olma hayalin var mıydı peki? Yoksa bu kadar bilgi birikimi ve deneyimlerin sonrasında, ben de yazar olmalıyım gibi bir şey mi oldu?

 

İlk gençlik yıllarımda hayalim büyük bir dergide genel yayın yönetmeni olmaktı. Yazar olmalıyım, diye bir hayalim hiç olmamıştı. Basın Yayın ve Radyo, Televizyon ve Sinema bölümleri üniversite tercihlerim arasında üst sıralardaydı, okumak kısmet olmadı.

Her eksik tamamlanmak için doğru zamanı kollar. Tamamlanmak kimi zaman yeni eksikleri doğurur, sonra bir bakarsınız ki o eksikler de kendi zamanına ve nihayetine ulaşır. Bugüne gelişim, doğaçlama gelişen bir süreç oldu.  Nasıl başladın düzenli yazmaya, diye sorulduğunda ; doğru zamanda doğru insanlarla karşılaştım, olarak özetliyorum. Her adım bir sonrakinin önünü açtı. Hala da yeni maceralara gebe… Sadece polisiye edebiyat geçmişimden –ki aslında çok kısa bir zaman dilimi sayılır- bahsetmiyorum. Çünkü bu türde ürettiklerimin en az üç katını çocuk yayınlarında ürettim. Buna rağmen uzunca bir zaman kendime yazar demekten kaçındım. Çünkü benim nazarımda yazarlık bir ustalık işiydi. Benden olsa olsa “yazan” olur dedim. Beşi polisiye türünde, ondan daha fazlası çocuklara yönelik kitaplar olmak üzere epey bir eser biriktirince ve kitapların iç kapağında kendi adımı yazar olarak gördükçe bu sıfatı artık kabullenmem gerektiğinin farkına vardım.   

 

Gerek Dedektif Dergi’de gerekse polisiyedurumlar.com sayfasında öykü ve makalelerin yayınlanırken beklentilerin neler oldu? Bu süreçte hayal kırıklığı yaşadın mı hiç?

 

Bu yola beklentilerle girmedim Özlem. Hala da büyük beklentilerim ya da hayallerim yok. Ben keyif aldığı şeyleri yapan, almadıklarından kaçan biriyim. Sevgili Turgut Şişman hatırlar, ben Polisiyedurumlar.com’a onun iteklemesiyle girdim. Okuduklarım üzerine sosyal medyada yaptığım yorumları görüp beni keşfeden(!) J  kendisidir. Her şey, “Neden bu uzun yorumları sayfamızda yazmıyorsunuz?” sorusu ile başladı. Haklıydı, çünkü yorum yazmıyor, kendimi tutamayıp paylaşımların altına uzun uzun yazılar yazıyordum.  İnceleme ve deneme yazıları bir süre sonra makalelere dönüştü. Bir, iki yıl sonra yine Turgut’tan, “Artık öykünün zamanı gelmedi mi sence?” sorusu geldi.  İlk polisiye öykümü yazdıktan sonra ise Gencoy Sümer Bey desteğini esirgemedi. Tıkandığım her noktada ya da küçük bir çocuk gibi mızıldandığımda bana yeni bir bakış açısı sunarak yönderlik yaptı.

Anlayacağın ben bu yola adeta sürüklendim. Ancak başta belirttiğim gibi, mantık süzgecimden geçmeyen bir şeyi yapmam, istemesem yapmazdım; yaptım, pişman değilim. Bu sorunun cevabını şöyle tamamlayayım: Hayal gücünden kuvvet alıp büyük hayallere kapılmadan ilerlediğinde hayal kırıklığın da olmuyor.

 

İmza günlerinde yaptığın söyleşilerde gördüğüm ve bildiğim kadarıyla Funda Menekşe naif biri, oldukça incelikli… Şiirlerinden de okudum. Onlarda da var bu hassasiyet ve romantik ruh. Hep merak etmişimdir, bu kadar incelikli ve hassas düşünceli biri nasıl oluyor da en kanlı cinayet sahnelerini bu kadar rahatlıkla yazabiliyor? Sence bu tezatlık nereden besleniyor?

 

Beni birazcık da olsa yakından tanıyan pek çok kişiden bu soruyu aldığım oldu. Eğer yazdıklarımız, kaynağını sadece deneyimlerimizden ya da karakterimizden alıyor olsaydı bu soru bana mantıklı gelebilirdi. Senin de bildiğin gibi hayal dünyamızın genişliği bizim en büyük hazinemiz. Bu hazine sandığından yıllarca şiirler, aşk mektupları, hiç yaşanmamış trajediler de çıktı. Bu yakın dönemde de polisiye öyküler, çocuk öykü ve şiirleri çıkıyor. Belki hazine sandığından bir gün iflah olmaz bir romantiğin aşk hikâyesi de çıkar, belli mi olur?

 

Türk Polisiyesi yerli okurlar arasında son zamanlarda hayli revaçta, hatta bu yıl bir ilk de gerçekleştirilerek en iyi polisiye roman ödülü verildi. Tabii bunun yanında eleştiriler de almıyor değil. Özellikle yabancı polisiye yazarların kitapları ile sürekli bir kıyas yapılma durumu var ki ben bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Sonuçta farklı coğrafyalarda yaşıyoruz. Aynı olmak zorunda değiliz. Peki, sen ne düşünüyorsun bu konuda? Yani Türk Polisiyesi ile yabancı yazarların polisiye kitapları arasında yaratıcılık anlamında belirgin bir fark var mı?

 

Yerli polisiyenin yükselişiyle ben de gururlanıyorum. Daha önce birçok yerde utanarak belirttiğim üzere, bir zamanlar ben de yerli yazarlara burun kıvırıyordum. Geçtiğimiz son iki yılda bunu, cahil cesareti ile yapıyor olduğumun farkına vardım. Okuduğum bir iki kitaptan yola çıkıp ahkâm kesiyormuşum meğer. 2018’in sonu ve 2019 senesinin tamamını yerli polisiye yazarlarımızın kitaplarını okuyarak geçirdim. Bu tura başlarken amacım, aynı birlikte( Poyabir) yer aldığım, kimi ile dostluk kurup kimisiyle sadece selamlaştığım isimlerin en az bir kitabını okuyarak kalemleri hakkında bilgi sahibi olmaktı. Olay amacını aştı. Öyle yetkin kalemlerle tanıştım ki bir kitabı ile bırakmayıp yazdığı ne kadar kitap varsa toplayıp okudum.  Kristal Kelepçe ödülünün sahibi Yaprak Öz de bu isimlerden biridir.

Türk Polisiyesi ile yabancı yazarların polisiye kitapları arasında yaratıcılık anlamında belirgin bir fark var mı soruna gelince, yaratıcılık açısından bir fark görmüyorum. Ancak toplumsal yapımız girift cinayet kurguları için zemin hazırlamıyor. Yazar olarak bizde malzeme eksikliğine sebep olsa da aslında bu sevindirici bir durum. Bununla birlikte kurguyu destekleyecek materyal toplama konusunda eksiklerimiz olabiliyor. Zannetmiyorum ki ülkemizde hiçbir yayınevi, “Yeni kitabım için Madrid’e gitmeliyim. Hikâyenin, Kibele Sarayı’nın muhteşem bahçesinde geçen kovalamaca kısmını orada yazacağım,” diyen yazarına, “Elbette, hemen sizin ve çalışma ekibinizin biletini ayarlayalım,” diyordur. Yazarlarımız geçimlerini yazarlıktan sağlıyor olabilselerdi ve ihtiyaçları olan her türlü destek anında karşılanıyor olabilseydi, İskandinav polisiyesi değil de Türk polisiyesi kitapları internetin sık aranılanları arasında olurdu.  Ne yazık ki bazı şeyler dönüp dolaşıp hep Lidyalıların başımıza aştığı iş yüzünden kilitleniyor. Sanat ve edebiyat köklerini, refah düzeyi yüksek olan toplumlarda daha rahat salabiliyor.

 

Ve gelelim ‘’ Aklımdaki Cinayetler’’ kitabına. Neden roman değil de polisiye öykü peki? İlk kitabın olduğu için mi öykü yazmak daha az riskli geldi?

 

Öykü yazmak daha az riskli mi? Okurun polisiye öyküden beklentilerini karşılayacak türde bir öyküyü yazmak bence roman yazmaktan daha zor. Nedir bu beklenti? Giriş, gelişme, sonuç olsun. Eyvallah. Katil, kurban, polis ve soruşturma olsun. Başımız üstüne. Ha bir de gizem olsun ki tadından yenmesin. Ve son olarak bunların hepsini sekiz, dokuz sayfada anlatıver. Eyvah, eyvah. Kolay iş değil Özlem.  Beklentisi olanlar dışında bir de öykü sevmeyen ya da önyargılı davranan bir kitle var. Hatta direkt bir okurun beni çok şaşırtan bir ifadesini aktarayım sana: “Ben öykü kitabı aldığımda param boşa gitmiş gibi hissederim. Her şey yarım kalmış gibi.”

Bunları düşündüğümüzde, bence asıl risk ilk kitap için öykü kitabı çıkarmaktı. Ben sadece Dedektif Dergi ’deki öykülerimi derlemek, toparlamak, kitap haline geldiğinde o kitabı koklamak ve kitaplığımda bir rafa koymak istedim. Kitaptaki öykülerin büyük kısmı daha önce dergide yayımlanmıştı. Kitap için yeni öyküler de yazdım ve Aklımdaki Cinayetler sadece benim kitaplığımda değil, birçok kitaplıkta rafta yerini aldı, almaya da devam ediyor.

 

‘’Bana bir kelime ver, sana bir öykü yazayım’’ demiştin bir yerlerde. Hatta Instagram hesabında böyle öykü paylaşımların olduğunu da hatırlıyorum. Bence bu çok zor bir şey ve yaratıcılığı ön planda insanların başarabileceği bir yazma durumu. Hayal gücün oldukça geniş olmalı ki bir kelimeden yola çıkıp bunu bir hikâyeye dönüştürebiliyorsun. O zaman şimdi sana, rastgele kelimeler versem, aklına yeni bir cinayet öyküsü gelir mi?

 

’”Bana bir kelime ver, sana bir öykü yazayım” sadece iddialı bir cümle değil aslında, bir oyun. Lise yıllarımda arkadaşlarımla öğle paydoslarında sıkça oynadığımız, şimdi de öğrencilerime oynattığım bir oyun.  Sayısını kendinizin belirlediğiniz kadar kelimeyi, mümkünse birbirinden epey alakasız kelimeler olmalı, rakibinize söyler, onun o kelimelerle bir öykü oluşturmasını istersiniz. Sonuçta hangi öykü daha güzel yine birlikte seçersiniz. Sıkça oynadığın bir oyunun kurallarını ezberlemek gibi bir durum benimkisi… Yani bildiğim yerden soruyorsun, iste, istediğin her kelime ile sana bir öykü yazayım.

 

‘’Aklımdaki Cinayetler’’  kitabının bir hedef kitlesi var mı, yani daha çok kimler okuyor?

 

Kitap kendi tanıtımını kendisi yapıyor, kendi okurunu da kendisi seçiyor aslında. Daha çok polisiye türünü sevenler, onların gönülden önerisiyle alanlar okuyor diyebilirim. Gönülden diyorum çünkü ne yayınevim ne de ben hiç kimseye, “Buyurun size tanıtım yapmanız için ücretsiz kitap” dedik. “Türü sevmesem de bu öyküleri çok beğendim,” tarzı yorumlarla da karşılaştık. Çıktığı ilk günden beri beni en mutlu eden şey; yazar dostların da kitabıma samimiyetle destek vermiş olmalarıydı. Çıkarsız ve yürekle kurulan bağlar bir insanın gücüne güç katar.  Onlarda merak uyandırabilmiş olmak, kitabımı onların kitaplarının yanında ya da kıymetli yazarlarımızın ellerinde görmek ve sosyal medya sayfalarında yaptıkları paylaşımlar beni onurlandırdı.

 

Kayseri Kitap Fuarında bir söyleşini izlemiştim. Yerel bir tv kanalına çıktığını da görmüştüm. Peki, ilk kitabını çıkaran bir yazar olarak, okurlarınla buluşmak nasıl bir duygu oldu senin için, sana neler hissettirdi?

Okurla buluşmak çok farklı bir his… Sana destek olmak için gelen eş dost dışında hiç tanımadığın insanların gelişini, kitaba göz atışını sessizce izlemek,  birkaç cümle ile bile olsa onlarla sohbet etme, aslında her kelimenle görünmez imzanı attığın kitabın ilk sayfasına onlar için görünür bir imza bırakmak… Bu öyle bir şey ki ruhuna dokunulduğunu hissetmek gibi, için titriyor sanki.

Bazen ülkenin bir diğer ucunda çalışan öğretmenler yazdığım çocuk şiirlerini ezberleyen öğrencileri ile ilgili videoları benimle paylaşıyorlar, inan gözlerim bulutlanıyor. Ya da hiç beklemediğim anlarda, mesela tramvayda, ilkokul öğrencileri için yazdığım kitapları okuyan çocuklarla karşılaştığımda -bu da bir çeşit okurla buluşmak- ruhum gülümser.

 

Kitapların kapak basımlarının da okuru en az kitaplar kadar etkilediği bir gerçek. Aklımdaki Cinayetler’in kapağı da çok şık. Sen mi seçtin? Bize neyi anlatıyor?

 

Bir öykümden cümledir:  Herkes kendi cennet ve cehennemini yüreğinde taşır. Aklımızın bir köşesi de kendi karanlığını taşıyor. Farkındayız, değiliz ya da bastırıyoruz ama karanlık yanımız hep oralarda bir yerde.  Kapağın aklımızdaki karanlık yanı simgelemesini istemiştim.  Kapak gerçekten çok içime sindi. Çizimi, çok kıymetli bir öğretmen arkadaşım; Ulaş Deliktaş benim için yaptı. Kendisi gerçekten başarılı bir sanatçıdır.

 

Öğretmenlik yapmak mı yoksa yazar olmak mı diye sorsam? Her ikisi de diyeceğini tahmin eder gibiyim ama bir tanesini seçmeni isteseler hangisi olurdu?

 

Kimse beni öyle bir seçime zorlamasın isterim. Öğretmenlik benim için sadece bir meslek değil, benim yaşam biçimim. Yazarlığa gelince o da tutkum.  İkisi de artık benim bir parçam, vazgeçemem. Bir gün gelir meslekten emekli olurum, yine de bir şekilde öğretmeye devam ederim. Yine belki bir gün gelir kimselere okutmadığım yazılar yazmaya dönerim ama yine de yazmaktan vazgeçemem.

 

Funda, hikâyelerini yazarken seni tetikleyen bir şeyler oldu mu hiç? Yani etkisinde kaldığın herhangi bir olay, izlediğin bir film ya da okuduğun bir kitap? Ya da tamamen hayal gücünün yaratıcılığı mı öykülerini oluşturdu?

 

Farkında olmadan etkilendiğim ve bilinçaltına attığım birikimler belki yine farkında olmadığım şekilde ortaya dökülmüştür ve ben onları hayal gücüm sanmışımdır, kim bilir? Ben öyküyü bir cümleden ya da bir görüntüden yola çıkarak yazarım genelde. Mesela,

Cellat uyandı yatağında bir gece

“Tanrım”dedi “bu ne zor bilmece:

Öldürdükçe çoğalıyor adamlar

Ben tükenmekteyim öldürdükçe…”

Ataol Behramoğlu’nun sevdiğim bir dörtlüğüdür. Cellat öyküsü de bu dörtlüğü mırıldanmamdan doğdu. Uludağ’da Cinayet öyküsü ise tamamen kar özlemimden ortaya çıktı. Bazen de beni derinden etkileyebilen bir fotoğraf için öykü yazıyorum.

 

 

 

 

Peki, tamam, evlat ayırmak olmaz ama en çok sevdiğin öykünü merak ettim, daha doğrusu oldu mu öyle bir şey?

 

Hepsi benim evlatlarım gibi ayıramam, demeyeceğim. Kesinlikle en sevdiğim öyküm var ve başka ne yazarsam yazayım o en sevdiğim olarak kalacak: Sabun Kokusu. Daha iyilerini yazdığımı biliyorum ya da okurlardan duyuyorum. Mesela Kırmızı Boncuklu Kolye’yi beğenmeyen çıkmadı daha. Ben de çok beğenirim, onun tadı başkadır, o bizdendir, Anadolu dokusudur ama en sevdiğim Sabun Kokusu çünkü o benim ilk sancım ilk göz ağrım.   

 

Türkiye’de polisiye edebiyatı üzerine yazan bir kadın olmanın avantaj ve dezavantajları nedir sence? Yazma süreci ya da sonrasında herhangi bir kısıtlama ya da zorluk yaşadın mı?

 

Bu konuya bir girersek sadece ülkemizde kadın yazar olmak çerçevesinde kalamayız, tüm dünyada kadın olmanın dezavantajları üzerine üç ciltlik eser yazarız birlikte. Yazarlık sayesinde servete kavuşan nadir isimlerden biri olan J.K. Rowling bile kadın olduğu anlaşılmasın diye ismini kısaltmak zorunda kalmamış mıdır? Hem de İngiltere gibi bir ülkede… En iyisi bu konu böyle kalsın. 

 

Funda Menekşe’nin kendine örnek aldığı, ilham verici biri ya da birileri var mı peki? Gerçi pek mütevazı birisin, kabul etmeyebilirsin ama yaratıcı yönün görmezden gelinmeyecek kadar çok kuvvetli, sana ilham veren birileri varsa öğrenmek isterim.

 

Mütevazılık bu zamanda pek takdir gören bir özellik değil, “ben” diye ortada gezenlerin dünyasındayız aslında. Lakin ben bu devrin insanı olamamaktan mutluyum ve çok şanslı bir insanım. Çalışkanlıklarıyla, dürüstlükleriyle ve okuma tutkularıyla bana ilham vermiş bir aileye, iyi niyetli dostlara, merhametli ve anlayışlı bir eşe, zarif mizaçlı bir evlada sahibim. Çevremdeki tüm sevdiklerim ilham perilerimdir, hatta bazı öykülerde sevmediklerim bile…

 

Yazma sürecinde en çok desteği kimden aldın? Ailen de senin gibi yazar olan başkaları da var mı?

 

Annemin edebi yönü çok kuvvetlidir. Köşe yazıları, edebiyat dergilerinde yayımlanmış şiirleri var. Benim yazdıklarımın en sert eleştirmeni de odur ve iyi ki sert, eksilerimi görmemi sağlayarak bana kendimi geliştirme fırsatı sunuyor. En çok desteği kimden aldın sorusunun cevabı ise eşimdir. Özellikle çocuk yayınlarının üretim sürecinde bilgisayar başında sabahlamama gösterdiği anlayış ve saygı bile paha biçilmez bir destek. 

 

Kayseri’de yaşıyorsun, peki batıda yaşayan diğer yazarlara göre polisiye edebiyatı için düzenlenen etkinliklerden geri kaldığını düşünüyor musun?

 

Düşünüyorum, elbette ancak ülke gerçeklerini de kabullenmek gerek. Ülkemizdeki kültürel ve sanatsal etkinliklerin merkezi İstanbul’dur. Bu etkinliklerin tüm ülkeye yayılması için ülkenin ekonomik olarak daha güçlü olması gerek.  Kayseri’de yaşayan bir yazar olarak tek tesellim, Anadolu’nun bağrından çıkmış kalemi kuvvetli nice yazara sahip olmamızdır. Hem artık sosyal medya ve internet diye bir gücümüz var. Kayseri’de oturduğum yerden Almanya’da yaşayan bir yazarımızla fikir alışverişine girebiliyorsam, fiilen orada olamasam da bir ekran aracılığıyla söyleşiyi takip edebiliyorsam bu da kârdır hanemize eklenen. (Eğlencenin bir kısmını kaçırmış olmaktan dolayı kıskançlık krizine girdiğim anlar aramızda kalsın tabii.)

 

Yeni bir kitap projen var mı? Varsa bizlerle paylaşırsan çok sevinirim.

 

Son düzeltmeleriyle uğraştığım bir roman çalışmam var. Bitti sayılır. Piyasaya ne zaman çıkar orası muamma. O benden çıkınca mola vermeden yeni kitaba başlayacağım. Kitabı aklımda yazdım, tamamladım bile. Umarım hızla kâğıda da dökebilirim.

En son hangi kitabı okudun ya da okuyorsun?

 

Sevgili Gonca Çifçioğulları tarafından yazılan Ateşle Dans’ı okuyorum şu an. Bu aralar bir yandan ilkokullara yönelik projelerle uğraştığım için yavaş okuyorum maalesef.

 

Polisiye Edebiyatı yazmak isteyenlere söyleyeceğin tek şey ne olurdu?

Ne olursa nasıl olursa olsun yazın, kalem yazdıkça gelişiyor. En azından ben öyle yapmaya çalışıyorum, diyeyim. Ve asla ben oldum yanılgısına düşmeyin. Arayışınız bitmezse heyecanınız da bitmez.  

 

Sence polisiye romanları en çok hangi yaş grubu okuyor? Daha doğrusu bir yaş grubu var diyebilir miyiz?

 

Böyle bir genelleme yapabileceğim kadar çok gözlemde bulunmadım. Daha çok fuara katıldığımda belki bu soruya bir yanıt verebilirim.  Sadece lise gençliğinin Sherlock sevgisinin farkındayım.

 

Yerli polisiye edebiyatı yazarların kitapları yayınevlerinin ön raflarında pek yer almıyor, bunun nedeni ne olabilir dersin?

 

Tanıtıma ayrılan bütçenin yetersizliği, yerli üretime güven eksikliği, teknik destek zayıflıkları, farklı alanlarda öğrenilmiş çaresizlikler bile derim de asla yerli yazarlarımızın yetersizliği diye genellemelere gitmem artık. Çiçeği burnunda bir yazar olarak kimsenin yazarlığını kimseyle kıyaslamak haddim değildir, ancak neredeyse otuz yıllık bir okur olarak şunu diyebilirim, okuduğum yerli yazarlarımız içinde kendini geliştirmeli dediklerim de oldu, yabancı yazarlara taş çıkarır dediklerim de. İlk işinde harikalar çıkarıp ikincisinde beğenmediklerim de oldu, her işi birbirinden güzel dediklerim de. Emek veren herkesin destekçisiyim.  Biraz okur desteği de çok şeyi değiştirecek, eminim.

 

Sevgili Funda, bu güzel söyleşi için dedektifdergi okurları ve kendi adıma tekrar teşekkür ederim. Son olarak, buraya bir söz bırakmanı istesek bu ne olurdu?

 

Ben de bu keyifli sohbet için bir kez daha teşekkürümü sunayım.  Kendi yuvamda olmanın rahatlığındaydım.

Sınıfımda öğrencilerim için düzenlediğim bir okuma köşesi vardır, orada yazan mesajı sohbetimizde son söz olarak bırakayım:  “Oku, düşle, düşün”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar