Biraz sonra polis depoda ilk ifadeleri alıyordu. Söylenmesi gereken her şey söylendi. Kapının ve pencerenin kilitli olduğunu duyan memurlar, ifadeleri kuşkuyla karşıladı. “Hepiniz bu kadar mısınız? Dördünüz ve bir de maktul arkadaşınız?”
“Hayır. Celal vardı. Celal Çimen. O da merhum gibi oyunun bitmesini beklemeden evine gitmişti. Volkan’dan beş dakika sonra filan. Aradık ama ulaşamadık.”
“Adresini biliyor musunuz? Tamam. Geçerken onu da alalım.”
Güneşin ilk ışıkları, asfalt zemini parlatıyordu. Kriminolog on saat uyumasına rağmen uykusunu alamamış insanlar misali gözlerini zorlukla açıyor, ağrıyan eklemleri ve zonklayan başı biraz önce yaşananları etraflıca düşünmesine engel oluyordu. Aracın içinde kimseden çıt çıkmıyordu.
Esmer memur gaza bastı. Depodan iki yüz elli metre kadar uzaklaşmışlardı ki, sokağın ucunda kaldırıma çıkmış lüks bir araç gördüler. Aracın yanında kılıksız bir genç, burnunu şoför mahallindeki yan pencereye dayamış, içeriyi seyrediyordu.
“Bu Celal’in arabası” diye bağırdı Ali, ekip otosu plakayı okuyacak kadar yaklaşınca.
“Bize bahsettiğiniz arkadaşınız mı?”
“Evet, memur bey.”
Araçtakilerin gözü, ağaca bindirmiş cipe kaydı. Yaklaştıkça tamponun içe göçtüğünü ve arabanın burnunu hafifçe kalktığını fark ettiler.
“Çok içmiş miydi?” dedi şoförün yan koltuğunda oturan memur.
“Her zamankinden fazla değil” dedi Ali.
Sarışın memur, şoför koltuğundakine kaş göz yaptı. “Biz evine gidecekken adam önümüze düştü iyi mi? Ercan, in bak bakalım. Şu arabanın yanındaki iti de uzaklaştır.”
Kısa boylu adam ekip otosundan atlayarak, lüks araca yanaştı. Şoför penceresine burnunu dayayan yirmili yaşlarındaki çocuk, üniformalı memuru görünce “Valla şimdi geldim” diyerek bir iki adım geri çekildi. “Sızmış galiba. Seslendim ama herif zom.”
“Çekil bakayım şuradan.” Genci ittiren polis parmaklarını kapı koluna geçirdi. “Açılmıyor.”
Serseri arkasından sırıttı. “İçerden kilitli.”
Polis başka zaman olsa bileklerine kelepçeyi takmıştı. Şimdi ise daha önemli soruna odaklandı. Ekip aracında bekleyen meslektaşına bağırdı. “Pencereyi kırıyorum?”
Daha kıdemli olduğu her halinden belli olan diğeri, başı ile onay verince, copunu çıkaran memur, başı cama dayalı araç sahibine zarar vermemek için arka pencereyi hedef aldı. Tek vuruşta camı tuzla buz etti. Sonra elini içeri soktu ve kapıyı açtı. Ön kapıya uzanarak onu da araladı. Aracın dışına çıkıp ön kapıyı kendine doğru çekmesiyle, Celal üzerine yığıldı. “Hey! Vurulmuş bu herif” dedi Celal’in beyaz gömleğini kırmızıya boyayan kanı fark edince. “Göğsünün alt kısmından vurulmuş.”
Ekip otosunda kımıldanmalar oldu. “Celal de vurulmuş” dedi Haldun, Behçet’i omzundan sarsarak. “Celal’i de öldürmüşler!”
“Allah’ın belası katil” dedi dişlerini gıcırdattı Ali. “Onu bir ele geçirirsem.”
“Sakin olun beyler.” Polis arka koltukta birbirlerini dürtenleri uyardı. Daha sonra memur arkadaşının yanına ulaştı. Araçtakiler iki polisin konuşmalarına kulak vermişlerdi şimdi.
“Adam nasıl vurulmuş anlamadım,” dedi Ercan. “Aracın hiçbir yerinde kurşun deliği yok. Camlar sapasağlam. Benim kırdığım dışında.”
“Arabanın kapıları kilitli değildir de ağaca çarpınca kilitlenmiştir. Ya da katil adam daha arabaya binmeden önce vurmuştur. Boş ver şimdi bunları.”
Ekip otosunun içindeki dörtlü de ihtimalleri tartışıyorlardı aralarında. “Araba biraz hızlandı mı otomatik olarak içeriden kilitleniyor” dedi Ali. Haldun da destekledi. “Üstelik Hakan Bey siz Celal’in arabasına bindiğini gözlerinizle görmediniz mi?”
“Evet gördüm.”
“O halde polisin söylediği iki ihtimal de doğru olamaz. Tabii Celal bizimle oyun oynarken katili aracına binmeyi başarıp arka koltukta filan saklanmamışsa.”
Hepsi birden bu olasılığı düşündüler. “Herhalde öyledir” dedi Ali. “Yoksa başka türlü nasıl olabilir ki?”
Bu esnada üzerine yığılan adamı şoför koltuğuna oturtmaya çalışan polis bağırdı. “Hey, bu adam nefes alıyor.”
Arabanın arka koltuğundaki üç koca adam çocuklar gibi sevinç içinde birbirlerini kutluyorlardı. “Nefes alıyor, nefes alıyor, oh be, Celal yaşıyor.”
“Beyler sessiz olun” dedi diğer memur. “Arkadaşınızı hastaneye yetiştirmemiz gerekiyor. Yardım edin.”
Kriminolog ve Behçet hemen indiler. Hakan Haznedar, Celal’i omuzlarından tutup kaldırdı. Adamın önü açık ceketinin iç kısmı, kandan sırılsıklam olmuştu. Behçet de ayak tarafına geçti. “Memur Bey yardım edebilir misiniz?”
Üç adam Celal’i ekip otosunun arka koltuğuna yatırdılar. Bu sırada Ercan, meslektaşından talimat alıyordu. “Biz hastaneye gidiyoruz. Sen bir ekip otosu çağır, diğerlerini karakola getir. Bir kişiyi de bu cipin başına dik, kimse yaklaşmasın, belki delil filan bulunur. Şu serseriyi de al. Anlatacak bir şeyleri olabilir.”
Biraz sonra acil kapısı önünde şık giyimli kelli felli adamlar, diğer hasta yakınlarının attığı tuhaf bakışlar altında, “Hastaya acil kan gerekiyor, kan grubu ne?” sorusuna cevap verememenin çaresizliği ile bekliyorlardı.
Biraz sonra bir doktor kendilerine yanaştı. “Hasta yakını sizler misiniz? Sıfır Rh negatif. Ama çok acil.”
Kumarbazlar bu kez de cevabı öğrenmenin çaresizliği ile birbirlerine baktılar. “İçimizde bu kan grubuna uyan biri yok.”
“Hastanın yakını, akrabaları, oğlu ya da kızı yok mu?” dedi Doktor telaşla.
“Bir oğlu var ama yurtdışında. Mimarlık okuyor. Eşine ulaşamadık ama akrabasını aradık. O da herkese haber saldı. Bekliyoruz. Ama tüm ailesi İzmit’te yaşıyor. Gelmeleri biraz uzun sürebilir.”
“Bakın her dakika önemli. Hastayı kurtaramayabiliriz. Bize çok acil kan lazım.”
Hastanenin tuvaletinden çıkarak kapı önündeki konuşmaya şahit olan Kriminolog, “benim kan grubum sıfır negatif” dedi, neredeyse üzüntülü bir sesle.
Doktor “Hemen alalım sizi” diyerek karga tulumba sürükledi Haznedar’ı. Kriminolog hayatında ikinci kez kan verdi. Ve hayatında ikinci kez bayıldı.
Ayıldığında, saniyelerle yarışan bir adamı ölümden kurtardığını öğrendi. Bütün ekip Celal’e kan verebilecek durumda olan birinin o gece oraya misafir olarak gelmesinin ne kadar güzel bir tesadüf olduğunu söyleyerek kendisini kutladı.
3
İki hafta sonra Celal Çimen’in hayati tehlikesi sürüyor, polis soruşturması ise tam gaz devam ediyordu.
Kumarbazlar o gece yaşananları tek tek anlatmışlardı. Hayır, hiç kimse o kapıdan giremezdi. Depoda yalnızca kendileri bulunuyorlardı. Hayır, hiçbiri tuvalet penceresini açmamıştı. En son Celal girmişti. Olsa olsa o açık bırakmış olabilirdi. Yine de Celal’in kapısı kilitli aracının içinde nasıl vurulduğu ve mekânı çoktan terk eden Volkan’ın cesedinin tuvalette ne aradığı konusunda söyleyebilecek bir şeyleri yoktu.
Kriminolog da diğerleri gibi, çok gerilerde kalmasını hatta hiç yaşanmamış olmasını dilediği kâbustan uyanamıyordu. Uzun kış geceleri uykularına ceset başları, kanlı yüzler, karanlığın içinde süzülen birtakım yaratıklar misafir oluyordu. İlk kez bir davada ucundan tutabileceği bir ip bulamıyordu. Hikâyenin nerede başlayıp nerede bittiği belli değildi. Arabasına kadar uğurladığı iki adam da saldırıya uğramıştı. Tek bildiği buydu ve konu ile ilgili kafasında birbirini tutmayan ve tatmin edici olmaktan uzak onlarca düşünce vardı.
Behçet’le üç gün önce yaptığı telefon konuşmasını düşünüyordu. “Bana bak Hakan,” demişti arkadaşı. “Belki de sen Celal’i aracına uğurlarken, Gece Gelen hakikaten arabanın içinde saklanıyordu?”
“Olabilir tabii. Adam arka koltukta uzanıyorsa, ya da koltuğun arkasına filan gizlenmişse göremezdim. Eğer durum böyleyse, Celal de adamı fark etmedi demektir. Çünkü araç hareket ettiğinde ben halen arkasından bakıyordum. Neredeyse gözden kaybolana kadar izledim. Katil harekete geçmek için bir süre bekledi demektir bu. Tabii hakikaten arabadaysa.”
“Sesinden buna pek ihtimal vermediğini anlıyorum. Açıkçası ben de inanamıyorum. Kilitli araca nasıl binmiş olabilir ki? Dönüp dolaşıp hep aynı zorlukla karşılaşıyoruz. Bu lanet olası Gece Gelen’midir nedir, hangi delikten girerse girsin her koşulda karşısına bir kilit çıkıyor. Buna rağmen iki kişiyi öldürmeyi başardı.”
“Ne? Celal öldü mü?”
“Hayır hayır. Laf niyeyse ağzıma öyle geldi. Ölmedi ama durumu kritik. Polis aracın her yerini inceledi. Kapının zorla açıldığına dair tek bir iz bile yok. Celal inşallah iyileşir de kendisi anlatır ne olduysa.”
“Sizinkiler ne âlemde?”
“Sorma. Volkan’ın cebinden çıkan not hepsinin ödünü patlattı. Katilin kendileri için de geleceğini düşünüyorlar. Hatta Ali bugün yanıma gelip, ‘Bizim ne suçumuz var. Bir suçlu varsa o da Celal’di ki katil zaten onu vurdu. Ama Volkan’ı niye öldürdü anlamadım. Belki de yanlışlıkla… Sence bizi de öldürecek mi?’ filan dedi. Çocuğu zor sakinleştirdim.”
“Yanlışlık derken neyi kast ediyor?”
“Katilin Volkan’ı Celal sanarak öldürüp cebine o intikam notunu bıraktığını, sonra hatasının farkına vararak Celal’i kurşunladığını söylüyor. Ama fazladan cinayet işlemenin stresiyle, o intikam notunu Volkan’ın cebinden alıp Celal’in cebine koymayı akıl edememiş. Tabii bu sadece onun tahmini. Ama eğer böyleyse Volkan pisipisine gitti demektir.”
“Celal’in üzerinden intikam notu çıkmadı, değil mi?”
“Hayır. Polis bir not bulmuş olsaydı muhakkak bununla ilgili bizi sorguya çekerdi.”
“Yani adam gece depodan ayrılan Volkan’ı öldürdü sonra onun hedefteki adam olmadığını anlayıp cesedi tuvalete bıraktı, ki bu durumda tuvaletin penceresinin açık olması ve adamın bunu önceden bilmesi gerekiyor, sonra Celal’in arabasına girdi ve Celal bir süre araçta ilerleyince onu vurdu.”
“Biraz uçuk bir senaryo evet. Volkan’ın cesedini neden tuvalete bıraksın ki, değil mi? Sonra araca nasıl girdi?”
“Sorun sadece bunlar da değil. Hadi diyelim ki adam araca girmeyi başardı. Ama unutma, Celal midesinden vuruldu. Katil aracın içindeyken, başının arkasından sıkıp Celal’in işini bitirebilirdi. Hem konumu itibariyle en uygun hamle bu olurdu hem de ölümü garanti altına almış olurdu.”
“Haklısın. Dedim ya, sadece tahmin. Zaten Volkan ile Celal birbirlerini andırmıyorlar bile. Herif niye karıştırsın? Neyse, ben kapatıyorum şimdi. Bir gelişme olursa yine ararım.”
Konuşmaları böyle sona ermişti. Üç gündür ofisinde geç saatlere kadar gecenin ayrıntılarını kafasında döndürüp duruyordu Haznedar. Zihninin içinde türlü senaryoları ölçüp biçiyordu.
Yine böyle bir anda, dalgın dalgın düşüncelere dalmışken, Behçet öfkeyle girdi ofise. “Allah kahretsin” çığlıkları ile oturdu karşısına. “Oyuna geldik Hakan. Fena kandırıldık. Allah belasını versin böyle işin. Gece Gelen ha! Nasıl da yedik zokayı.”
“Dur, sakin ol. N’oldu oğlum, tane tane anlat.”
“Ha senin haberin yok, Celal komadan çıktı. Hayati tehlikeyi atlattı.”
“Oh, çok şükür.”
“Dün gece yoğun bakım ünitesinden çıkardılar. Polis bu sabah ifadesini aldı. Onun yanından geliyorum şimdi.”
“Neler söyledi?”
“Bana gönderilen mektup tamamen düzmece oğlum. Bu cinayetin Naim’in ölümü ile ilgisi filan yok. Katilin amacı Volkan ve Celal’i öldürmekti. Ama bambaşka bir sebepten dolayı.”
“Allah Allah? Celal mi anlattı bunları?”
“Celal bildiği kadarını anlattı sadece. Gerisini ben birleştirdim.”
“Ee neymiş cinayetlerin gerçek sebebi?”
“Bak polis bu olayı derinlemesine soruşturuyor. Volkan ve Celal’in son yıllarda katıldığı ihaleleri araştırdılar. İlginç bilgiler ortaya çıktı. Meğer Celal’in firması, üç yıl önce katıldığı bir ihalede usulsüzlük yaptığı gerekçesiyle yüklü bir ceza almış. Bahsettiğim Manisa’daki bir arsa ihalesi. Oraya otel dikmeyi planlıyormuş Celal. Altı firmanın katıldığı ihale kapalı teklif usulü gerçekleşmiş. Celal kazanmış ama diğer firmalar duruma itiraz etmiş. Olay mahkemeye taşınmış. Neticede Celal’ın işi yatmış. İhaleye katılan ve sonuca itiraz eden firmalardan biri de kimin biliyor musun? Naim’in. Evet, Naim de aynı yere bir şeyler dikmeyi planlıyormuş. Meğer bizimkilerin arası ta o zamandan bozulmuş. Celal arkadaşının da kendisini mahkemeye verenler kervanına katılmasına çok bozulmuş. Bizim hiç haberimiz yoktu bu meseleden. İkisi de hiçbir şey söylememişlerdi.”
“Yani geçen yıl kumar masasındaki o husumet bir neden değil, sonuçtu.”
“Aynen öyle. Celal’in Naim’in hayatını riske atması anlık bir kumarbaz refleksi değildi. Zaten bu olaya başından beri anlam verememiştim. İşin arkadaşlık yönünü geçtim, hiçbir kumarbaz düşmanı bile olsa altıda beş kaybedeceği bir oyuna o kadar yüklü para yatırmaz. İşin ucunda kin varmış, rekabet varmış meğer. Namussuz herif Naim’in zayıf anından faydalanmış.”
“İki yüz bin dolara karşılık Naim’i altıda bir oranında ölüme götürmek… Yine de Celal açısından kârlı bir kumar gibi gelmiyor kulağa.”
“Evet, kulağa tuhaf bir intikam alma yolu gibi geliyor ama yine de riske almaya değerdi. Ve sonucu düşünecek olursak… Kazandı da! Zaten kumarda şansı yaver gider namussuzun. Hem Naim ölmese bile onu o hale düşürmek bile egosunu okşamaya yeterdi.”
“Naim’in ölümüne artık bir cinayet gözüyle bakıyorsun sanırım?”
“Hayır. Yani eskiden ne kadar cinayet sayılırsa o kadar… Sonuçta Celal’in gerçek niyeti ne olursa olsun, Naim kendi isteği ile bu riski göze aldı. Zaten Naim’in ölümünde bütün suç Celal’in değil. Naim’in işleri son yıllarda bayağı bozulmuştu, sana söylemiştim. Ama olay bizim de bildiklerimizin ötesindeymiş. Ödeyemeyeceği miktarlarda borcun altına girmiş. Tefecilerden yüklü miktarda para almış. Eşi ile de sorunları varmış. Psikolojisi allak bullakmış. Sırf biraz para kaybetti diye insan bir gecede kumar masasında intihar edecek kadar çökmez zaten. Bu meselenin öncesi olduğunu tahmin etmiştim.”
Kriminolog, Naim’in intiharını makul, Celal’in suçunu da olduğundan hafif göstermeye çalışmasının altında; Behçet’in tıpkı diğer arkadaşları gibi o gece göz göre göre arkadaşının ölümünü seyretmesinin yarattığı vicdan azabı olduğunu tahmin etti.
“Ve polis başka bir bilgiye daha ulaştı” diye devam etti Behçet. “Volkan ile Celal de iki sene önce iki kere aynı ihaleye girmişler. Dediğim gibi ikisi de otelcidir. İhalenin birini Celal diğerini Volkan kazanmış. Fakat Celal’in kazandığı ihaleye diğer şirketlerden yine itiraz gelmiş. Celal’in sürekli kanunların boşluklarından faydalandığını, usulsüzlük yaptığını söylemişler. Bu usulsüzlüğün detaylarını öğrenemedim henüz. Ne boklar karıştırıyor Allah bilir. Neyse, Naim’in aksine Volkan Celal’den yana tavır koymuş. Bu Celal’in elini güçlendirmiş tabii. İhaleye katılan diğer beş şirket, olayı mahkemeye taşımış ama bir şey çıkmamış. Celal itibar suikastı yaptıkları gerekçesiyle karşı dava açmış. Bayağı gürültülü bir süreç olmuş anlayacağım. Şirketler hem Celal’e hem Volkan’a bilenmişler o günden beri. Ama bu adamlar mafya ile bağlantılı oğlum. Kuruyemişçi değil bunlar. Her neyse. Celal polise verdiği ifadesinde bu olaydan sonra hem Volkan’ın hem de kendisinin defalarca tehdit telefonları aldığını söyledi. Yani kısacası, Celal’in ihaleye fesat karıştığını düşünen rakip firmalardan biri ya da birkaçı hem Celal’e hem de onu destekleyen arkadaşı Volkan’a suikast tertiplemek için kiralık katil tuttular ve cinayetin gerçek sebebini gizlemek için Naim olayını kullandılar.”
“Rakip firmalar Naim olayını nereden biliyorlardı ki?”
“Celal polise verdiği ifadede telefonlarının dinlendiğini, böylece o gece orada kumar oynamak için anlaştığımızı öğrendiğini söyledi. Olabilir tabii. Fakat bence iş başka: İçimizde köstebek var oğlum köstebek! Hadi diyelim ki adamlar o depoda kumar oynayacağımızı öğrendiler. Zaten daha önce de oynuyorduk, büyük bir sır değil. Ama Naim olayının gazetelerde yazdığı gibi değil de Celal’in kışkırtmasıyla olduğunu nasıl öğrenebilirler? Telefonda birbirimize bu olayı anlatacak değiliz ya. Bence içimizden biri, Naim’in öldüğü gece yaşananları öttü.”
“Kim?”
“Bilmiyorum. Kimsenin günahına girmeyeyim. Ama içimizden birinin Naim’in intikamını almak için Celal’e bilendiğini tahmin ediyorum.”
“O halde o mektup sizin bir araya gelmeniz için yazıldı.”
“Evet. Sana demiştim Celal’in yoğun bir koruma duvarı vardır. Ona ulaşmak zor. Naim’in ölümü sonrası hiç toplanmamıştık ve hiç toplanmayabilirdik de… Bu yüzden bana mektup yazdılar. Zaten mektubu yazan kimse gerçekten de Naim’e yapılanlar yüzünden intikam peşinde olsaydı, hepimizi öldürürdü. Hadi Celal zaten ölüm listesinin başındaydı. Ama biz de Volkan gibi seyirci kalmıştık o gece. Ondan daha az ya da daha çok suçlu değildik. O halde neden sadece Volkan’ı öldürsün? Dikkat edersen katil Celal’i vurduktan sonra onu elinden kaçırdığını anlayınca, silahı suya atmış. Eğer hedefinde biz de olsaydık yeniden depoya dönüp hepimizin işini bitirmez miydi? Ya da en başından içeri girip taramaz mıydı? Demek ki bizi öldürmek başından beri aklında yoktu. İki hedefi vardı onun; birini öldürdü, diğerini son anda elinden kaçırdı.”
“Yani o gece kumarbazlardan biri, Gece Gelen’in geleceğini biliyordu.”
“Evet. O namussuzun kim olduğunu öğrenirsem, diğer arkadaşlara ispiyonlayacağım. Şu işe bak! Naim olayı yaşandı bitti. Bunu içimizde halledebilirdik. Ama o aşağılık adam bu bilgiyi Celal ve Volkan’ı bitirmek için fırsat kollayan mafyaya verdi.”
“Fakat bu durumda katilin şansı biraz yaver gitmiş olmuyor mu? Çünkü tam da öldürmek istediği iki adam da depodan erken ayrıldılar. Ya hep beraber çıksaydık? Ki bu çok daha büyük bir ihtimaldi.”
“Hayır tam tersi. Zaten katilin planı depodan hepimizin birlikte ayrılması üzerineydi. İki adamı da takip edip öldürecek, sonra cesetlerini kendi aracına bindirip deponun tuvaletine atacaktı. Depo bomboş olduğu için sorun olmayacaktı. Ve polis cesetleri bulunca, notlardan yola çıkarak bize ulaşacak, biz zanlı durumuna düşecektik. Hatta bence o zaman içimizdeki köstebek olayın detaylarını polise anlatacaktı. Yani Volkan ve Celal’in erken çıkmaları katilin işine yaramadı, aksine işini zorlaştırdı. Tabii katil bazı şeyleri kendi lehine iyi kullandı, kabul etmek lazım. Volkan’ın silahını görünce cinayeti onunla işlemeye karar vermek gibi. Bunu önceden planladığını sanmıyorum.”
“Polis şimdi Naim olayının arka planını öğrendi mi?”
“Hayır. Hepimizi yeniden sorguya çektiler. Geçen sene söylediklerimizden farklı bir şey söylemedik. Ama belki de biliyorlar da aptala yatıyorlar şimdilik. Orasını bilemem.”
“Peki Naim olayını bilmiyorlarsa, Volkan’ın cebinden çıkan nota ne anlam veriyorlar?”
“Biz ifademizde Volkan ve Celal’i öldürmek isteyenlerin o notu tamamen şaşırtma amaçlı hazırladığını söyledik. İhaleyi üzerimize yıkmak için… Hakikaten bu kanıdayım. Bana gönderilen mektup iki kurbanın aynı gece orada olmasını temin etmek; Volkan’ın cebinden çıkan not ise cinayetlerin gerçek sebebini gizlemek amacına hizmet ediyordu. Celal’i öldürseydi onun cebine de aynı notu koyup onu da tuvalete bırakacaktı.”
“Celal nasıl vurulduğunu anlattı mı?”
“Evet. O gece aracına binip bir süre gittikten sonra bir aracın çapraz biçimde yolu kapatmış vaziyette durduğunu, önünde bir adamın yerde yattığını fark etmiş. Kırklı yaşlarda, ufak tefek biri… Robot resmini çizdirdi polise. Söylediğine göre bizim saf herife yardım için aracından inince, yerdeki adam silahına davranmış. Bizimkisi hemen iç cebindeki silahı çıkarmak için ceketini açmış ama daha eli silahına gitmeden eleman kurşunu sıkmış. Celal can havliyle aracına atlamış ve gaza basmış. Eleman da kendi arabasına binmeye çalışmış. Bizimki tekrar depoya doğru yol almış. Herhalde bize ulaşmaya çalışıyordu. Bu arada cep telefonundan ambulansı aramayı başarmış. Polis kayıtlara ulaştı. Ama sadece ‘Vuruldum ve şu an bulunduğum yer’ diyebilmiş. Ondan sonra başı şiddetli biçimde dönmeye başlamış. Arabanın kontrolünü kaybetmiş. Bayılacağını anlayınca frene abanmış. Ya da öyle sanıyor. Zaten sonrasını da hatırlamıyor. Kısacası kapı kilitliyken nasıl vurulduğu meselesi halloldu. Aracının önünün kesildiği yeri söyleyince polis o bölgede çalışma başlattı. Biraz uzağında bulunan küçük bir su birikintisinden bir Glock 17 çıktı. Volkan’ın silahı… Hem Volkan hem de Celal bu silahla vurulmuşlar. Kesinleşti. Saldırgan Celal’i vurduktan sonra takip etmiş ama bulamayınca silahı buraya atmış ve kaçmış.”
“Katil silahı nasıl ele ele geçirmiş?”
“Polis katilin Volkan’daki susturuculu silahı fark edince kendisininkini kullanmaktan vazgeçtiğini düşünüyor. Biliyorsun Volkan’ın aracı da deponun arka tarafındaki sokakta bulundu. Polis tıpkı Celal gibi Volkan’ın aracının da aynı adam tarafından aynı şekilde durdurulduğunu, adamın silah çıkarıp Volkan’ı tehdit ettiğini ama sonra Volkan’da silah olduğunu fark edince onunkini aldığını, Volkan’a aracını daha sonra polisin bulmuş olduğu yere zorla park ettirdiğini ve Volkan’ı kendi silahıyla öldürdüğünü, cesedini de arabasına koyduğunu düşünüyor. Ve sonra Celal’i de öldürdükten sonra iki cesedi de havalandırma penceresinden tuvalete sokacaktı.”
“O pencere açık mıymış? Öyleyse bile, katil bunu nereden biliyormuş?”
“He sana söylemeyi unuttum. Polis havalandırma penceresinin sokağa bakan kısmında, bir mekanizma buldu. Bir lastiğe bağlı küçük bir kâğıt parçası. Önce ne olduğu anlaşılamadı ama sonra çözdüler. Lastik pencerenin kilit bölgesine iki yandan tutturulunca, lastiğin ortasına geçirilen yuvarlak kâğıt parçası, pencere kilidinin yuvasına giriyor. Böylece pencere kapalı göründüğü halde lastik aşağı doğru çekilince kilidi açılıyor. Kısacası polis katilin depoyu önceden araştırdığını, o gün ya da birkaç gün önce depodan içeri girdiğini, tuvaletteki havalandırma penceresine bu mekanizmayı taktığını düşünüyor. Daha sonra pencereyi dışarıdan çekti ama kilitlenmedi. Katilin bana gönderdiği mektupta dikkatimi kapıya çekmesi bu yüzden olsa gerek. Kapı için önlem aldık ama pencereyi gözden kaçırdık.”
“Polise sana gönderilen mektuptan bahsettin mi?”
“Hayır tabii. Hiçbir zaman da bahsetmeyeceğim. Bu, aramızda bir sır. Başıma daha fazla bela almak istemiyorum.”
“Mektuptan haberleri yoksa polis katilin o gece orada toplanacağınızdan haberdar olmasını nasıl açıklıyor? Yine telefon dinlemelerinden mi?”
“Evet. Arkadaşlarımı bir araya getiren kişi ben olduğum için beni sorguya çektiler. Ben de bunun zaten aylardır kafamızda olduğunu ancak Naim olayının üzerinden biraz daha zaman geçmesini beklediğimizi, katilin ya da onu kiralayanların muhtemelen Volkan ya da Celal’i ya da her ikisini birden göz hapsine aldıklarını, telefonlarını dinlediklerini, böylece o gece orada kumar oynamaya geleceğimizi öğrendiklerini söyledim. Polise göre olayın devamı şöyle: Volkan’ı öldüren katil, sıradaki hedefinin depodan çıkmasını bekledi. Onu da aynı şekilde öldürecek sonra iki cesedi de havalandırma penceresinden sokarak tuvalete koyacaktı. Muhtemelen hepimizin birden çıkacağını sanıyordu. Bu yüzden aracını da yakınlarda bir yere park etti. Ama o gece şans yanındaydı. Celal depodan tek başına ayrılmaya karar vermişti. Ama tıpkı Volkan meselesinde olduğu gibi peşine bir refakatçi takıldı: Sen. Bu yüzden mecburen Celal’in arabasına binmesini bekledi.”
“Yani istemeden de olsa katilin yoluna taş koymuş oldum.”
“Kesinlikle. Celal hayatını sana borçlu. Hem de iki kez! Kan vermeseydin, uygun kan İzmit’ten gelene kadar çoktan ruhunu teslim etmiş olurdu Celal. Ne diyordum?”
“Katil, Celal’i öldüremeyince planı sarpa sardı diyordun.”
“Ha evet. Çünkü orijinal plana göre cinayetler depodan hepimiz birden ayrıldıktan sonra işlenecek, dolayısıyla cesetlerin ceplerine bırakılan notları biz değil, polis bulacaktı. Fakat mevcut durumda Volkan’ın cesedini biz bulduk ve tabii ilk düşüncemiz o notu yok etmekti.”
“Ama benim varlığım durumu değiştirdi.”
“Haklısın. Sen olmasan, bence bizimkiler o notu yok ederlerdi. Açıkçası ben de sesimi çıkarmazdım.”
“Katil bu durumda Celal’i öldüremese de yine de planına sadık kalmış oluyor.”
“Evet. Arabasıyla geri dönüp Volkan’ın cesedini deponun tuvalet penceresinden attı. Sonra kendi de pencereden içeri girdi. Volkan’ı bulduğumuz pozisyonda, alafranga tuvaletin orada bıraktı. Sonra pencereden çıktı. Pencerenin kapanmasına engel olan mekanizmayı çıkarıp attı ve pencereyi kapattı. Bir daha burayı kullanmayacaktı. Katilin bu Naim meselesini bildiğini sanmıyorum. O sadece kendisine verilen görevi yaptı.” Behçet ceketinin cebinden çıkardığı mektuba eski bir dostun hatırası gibi baktı. “Keşke senin aklına uyup bunu zamanında polise verseydim. Ama böyle usta bir tuzak kurulduğunu nereden bilebilirdim? Artık çok geç. Bu nottaki açık tehdide rağmen polise gitmediğim için ceza yerim. Cinayete yardım ve yataklıktan bile suçlanabilirim.”
“Peki, şimdi ne yapacaksın?”
“Ne yapabilirim? Soruşturma nereye varacak, yakından takip ediyorum işte.”
“Hakikaten, bayağı yakından. Polisin düşüncelerine varıncaya dek.”
“Bunların bir kısmını Celal anlattı bana. Polisler ona detaylı bilgi vermişler. Eh emniyette de adamlarımız var. Bugüne bugün iş adamıyız. Ha bu arada, artık bir işine yarar mı bilmem ama benden istediğin listeyi getirdim. Haldun’un tuttuğu kâr-zarar tablosunu…”
Dedektif buna göz ucuyla baktı. “Ver bakalım, mesele hallolmuşa benziyor ama belki bir halta yarar.”
Odada bir an tuhaf bir sessizlik oluştu. Kriminoloğun gözleri kısılmış, tek kaşı havaya kalkmıştı. “Eee Behçet,” dedi ağır ağır. “Geldik en önemli soruya.”
“Nedir?”
“Bütün bu yaşanan hadiseleri düşününce, Gece Gelen’i o gece geldi kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Biliyorsun, bu belki dünyanın geri kalanı için önemsiz bir detay ama benim için otuz bin dolar değerinde. Teknik olarak o gece katil oraya geldiği için parayı hak ediyorum. Ama başka bir sebepten geldiği ve hedefinde de öldüreceği iki adamdan başkası olmadığı için de bir yönüyle hak etmiyorum. Ne dersin bu işe?”
Arkadaşı gülerek cebinden bir çek defteri çıkardı.
****
Behçet gittikten sonra Kriminolog beş sene boyunca hangi oyuncunun ne kadar kazandığını gösteren tabloya baktı. Celal iki milyondan fazla kazanmış, Behçet dokuz yüz bin dolar para yapmıştı. Bu ikilinin kârını dört kişi karşılamıştı: Haldun yüz bin dolar, Ali altı yüz bin dolar içeri girmiş Naim ise iki milyon dolar kaybetmişti. Bu kaybediş son iki yılda katlanarak tırmanmıştı. Celal Naim’e olan hıncını kumar masasında çıkarmak istemişti anlaşılan.
Kriminolog telefona sarıldı. “Behçet, şimdi şu tabloya bakıyordum da…”
“Eee?”
“Haldun’un bütün oyunları yazdığına eminsin, değil mi? Bütün hesapları tuttuğuna…”
“Yani ne bileyim, arada bir bakarız ama öyle kalem kalem hesaplamadım.”
“Tabloda zarar kârı karşılamıyor. Toplamda iki milyon dokuz yüz kazanç var ama iki milyon yedi yüz bin zarar var.”
“He o mu? Bazen birimiz diğerinden daha fazla koyar, hesabına yazdırır. Ya da birinin diğerine başka bir şeyden dolayı borcu vardır onu kumar masasında para olarak saydırır. Sıfır toplamlı oyun gibi düşünme.”
“Anladım.”
“Hâlâ polisin teorisine ikna olmamış gibisin.”
“Sadece gözden kaçırdığım bir şey var mı diye öylesine bakıyordum. Mesleki alışkanlık işte. Ha aklıma bir şey takıldı. Sana sorayım. Hani ihaleye fesat karıştırma işinde Naim Celal’in yoluna taş koymuş. Volkan ise başka bir ihalede herife destek çıkmış ya. Belki Volkan’da tıpkı Celal gibi benzer kirli işlere girişti.”
“Çok mantıklı. Volkan’ın ölümünü başından beri zihnimde bir yere oturtamıyordum zaten. Haklı olabilirsin. Hesap vermesi gerekenler… Adam çoğul kullanmıştı mektupta. Evet evet. Kesinlikle dediğin gibi olmalı. Hay Allah! Nasıl gelmedi aklıma bu?”
“Bir de Naim’in ölümünde Celal ile birlikte Volkan’ın da parmağı olabilir mi?”
“Sanmıyorum. O gece her şey gözümüzün önünde oldu. Volkan’ın nasıl bir dahli olabilir ki? O da bizim gibi seyretti sadece.”
“Anlıyorum.” Kriminolog telefonu kapattı. Kâğıtları çekmeceye tıktı. Ofisinde voltaya başladı. İçinde neredeyse gözünün önünde yaşanmış bir cinayete engel olamamanın getirdiği bir huzursuzluk vardı. Ama ortada çözülmesi gereken bir şey de kalmamış gibi görünüyordu. Polisin vardığı sonuç uygundu. Hadisedeki imkânsızlıklara cevap veriyordu. Üstelik Behçet’e gelen mektubun şaşırtmaca amaçlı olduğu teorisi de makul geliyordu kulağa: İş dünyasındaki hasımlarının Celal ve Volkan’a ulaşmaları için kurdukları bir tuzak…
O halde kendisini rahatsız eden şey neydi? Neden bazı parçalar yerine oturmamış gibi hissediyordu.
Hakan Haznedar bu mesleğe başlarken kendine verdiği sözü hatırladı: Ön kabulleri çöpe at! Bu, sıradan bir öğüt değildi. Bir araştırmacının en sinsi düşmanlarından birinin peşin yargılar diğerinin de elde yeterli delil olmadan sonuca varma hevesi olduğunu biliyordu. Tüm olayı en baştan, meseleye tamamen dışarıdan dâhil olmuş bir uzman gözüyle incelemeliydi.
Başını duvara yasladı ve gözlerini kapadı. Bu gibi anlarda gözlerinin önüne hep aynı sahne geliyordu. Naim’in başına silah dayadığı ve masadakilerin arkadaşlarının ölümünü an be an izledikleri o sahne… O ana dair tek bir görüntü görmediği halde, Behçet’in anlatım gücü sayesinde sanki oradakilerden biriymişçesine net biçimde kurabiliyordu kafasında sahneyi.
Davayı üzerine alırken, Behçet’e gönderilen mektubun Naim’in intikamını almak isteyen biri tarafından yazıldığını düşünmüştü. Ancak şimdi iş dünyasındaki hasımlarının, Volkan ve Celal’e ulaşmak için Naim’in ölümü üzerinden kurdukları bir tuzak olduğu kanısına varmıştı. Neden? Polisin araştırma sonucundan dolayı… Ama polisin Behçet’e gelen mektuptan haberi yoktu ki. Onlar volkanın cebine konulan not ile soruşturmayı yürütmüş kısa süre sonra da ihale meselesinin devreye girmesi ile bu fikirden vazgeçmişlerdi. Bu mektuptan haberleri olsaydı belki bu meseleye daha fazla eğilirlerdi.
Tabii ya! Behçet polise mektubu bu yüzden göstermiyordu. Bunu zamanında yapmadığı için polisin kendisini suçlu bulacağını söylemişti ama hayır. Düpedüz vermek istemiyordu. Polisin Naim meselesi üzerine daha fazla düşmesini istemediği için.
Neden? Birini mi koruyordu?
Kumarbazları getirdi gözünün önüne. Genç ve heyecanlı Ali’yi, merhum Volkan’ı, hantal Haldun’u, hırslı kumar ustası Celal’i…
Bu kişiler hakkında ne biliyordu? Bir kumar gecesi yarım yamalak tanıştığı insanlar… Hiçbirini yakından tanımıyordu.
Bir dakika! Yarım yamalak tanıdığı, hakkında pek fazla bir şey bilmediği bir başkası daha yok muydu? Vardı tabii: Behçet!
Onu ne kadar tanıyordu? Kumarbaz arkadaşlarından daha fazla değil. Son görüştüklerinde ikisi de birer çocuktu. Sonraki yıllar adını sağda solda duyuyordu bazen. O kadar… O halde neden başından beri ona gözü kapalı güvenmişti?
Böyle düşününce midesine sert bir yumruk yemiş gibi oldu. Bütün olayı Behçet’in verdiği bilgiler üzerinden düşünmesi mesleki bir hataydı. Uzman bir kriminoloğa yakışmayacak türden bir hata…
En baştan başladı düşünce yolculuğuna: Gece Gelen imzalı mektupla başladı işe. Behçet’e hakikaten böyle bir mektup gelmiş miydi? Herhalde. Arkadaşı kendisini neden böyle bir konuda kandırmış olsundu ki? En akla yakın sebep olarak aklına şu senaryo geldi aklına: Gizemli bir adam Behçet’i telefonla arayıp, o sözde mektupta yazılanları şifahen Behçet’e söylemiş, Behçet de Kriminolog’dan yardım almak için olayı daha ciddi bir havaya büründürmek amacıyla bunu yazıya dökmüştü. Fakat bu düşünce saçma geldi Hakan Haznedar’a. Behçet’in telefonda tehdit edilmesi ile bunun mektup yoluyla yapılması arasında, Haznedar açısından pek fark olmayacaktı ki. Mektubu ne kadar tehlikeli kabul ederse telefonu da o kadar edecekti. Arkadaşı tehdidin ‘yazılı’ olmasının ekstradan daha inandırıcı olacağını neden düşünmüş olsun ki?
Tüm bu işlerin içinde Behçet’in parmağı olduğunu sanmıyordu. Aksi takdirde ofisine kadar gelip geceye kendisini neden dâhil etsin? Hayır hayır, bu mektup gerçekten de gelmiş olmalıydı eski arkadaşına.
Ama neden mektup Behçet’e gönderilmişti? Hadi maktulleri dışarıda bırakalım, katil neden Haldun ya da Ali’yi seçmemişti? Muhtemelen deponun Behçet tarafından kiralandığını öğrendiği için… Belki de kendisini azmettirenler seçmişti Behçet ismini.
Bir an için mektupta yazılanların şaşırtma amaçlı değil de gerçek olduğunu düşündü. Yani polisin rakip firmalar teorisini tamamen devre dışı bırakarak…
Gece Gelen hakikaten Naim’in intikamını almak için oraya gelmişse… Ama neden Volkan’ı öldürmüştü? Volkan’ın Naim’in ölümünde ne gibi bir payı vardı? Eğer suçu Naim’in ölümüne sessiz kalmasıysa, diğerlerini neden öldürmemişti?
Kriminoloğun gözünün önüne vurulan iki adam geldi. Başında kurşun deliği ile yüzükoyun yatan Volkan… Katil temiz bir iş çıkarmıştı. Ancak Celal konusunda adama aynı payeyi vermek mümkün değildi. Herhalde ona bu emri verenler, bunun hesabını da soracaklardı. Gerçi katilin pek suçu yoktu. Eğer kumar biraz daha uzamış olsa veya içinde Volkan’ın cesedinin bulunduğu boş olması gereken tuvaletin kilitli olduğu daha geç fark edilse, ya da tuvaletin kapısını kırmak için biraz daha yavaş davransalar veya polise daha geç ulaşsalar, ya da polis Celal’i almak için evine giderken başka bir yolu kullanmış olsa… Celal o gece aracının içinde, ambulans gelene kadar çoktan kan kaybından ölmüş olacaktı. Hatta kendi kan grubu adama uymasa, hastaneye yetiştirmelerine rağmen yine de ölecekti.
Behçet’in Celal için söylediği sözler geldi aklına. Zaten kumarda şansı yaver gider namussuzun… Cidden öyle olmuştu. Kumarda işleri ne kadar şansa bırakıyordu bilmiyordu ama bu hayatta kalma oyununda Celal büyük bir şans silsilesi sayesinde başarılı olmuştu.
Celal’in bedenini otomobile taşıdıkları anı hatırladı. Celal’in gömleğinde dairesel biçimdeki kan lekesi o kadar fazlaydı ki, adamın ceketinin astarı kana bulanmıştı. Hatta otomobile taşımak için omuzlarından tutarken, kanlar Kriminoloğun pantolonuna da bulaşmıştı. O gün giydiği pantolon üzerindeydi yine. Haznedar başını eğdiğinde, diz kapağına denk gelen yerde, kırmızı lekeleri halen görebiliyordu.
“Ama nasıl olur?” dedi kendi kendine Kriminolog. Sonra aklına başka bir sahne geldi: Volkan’ın cesedi…
Adamın başından akan kanlar, yerde küçükçe bir gölet oluşturmuştu.
“Nasıl olabilir” dedi yine dehşete kapılarak. Yeni filizlenen düşüncelerin etkisiyle gözleri kocaman oldu. Olayı yeniden kurmaya çalıştı zihninde. Bazı noktalar aydınlanmıştı ama bazı yerler halen karanlıktı.
Hıncını çıkarmak istercesine, sırtını yasladığı duvara vuruyordu kafasını. Kriminal Daire’de çalışırken, cinayet işleyeceğinin tüm belirtileri ortada olmasına rağmen, katili yakalayamadığı bir dava hatırlıyordu. İpuçları gözünün önündeydi ama bunları ancak çok sonra fark edebilmiş, harekete geçtiğinde ise katil cinayet mahalli olan boş inşaatı çoktan terk emiş, onu da bir cesetle baş başa bırakmıştı.
Çok başarılı olduğu vakalar da vardı tabii. Bir suçluyu tespit edebilmek için bir çakıl taşının yettiği ya da bir görgü şahidinin önemsiz bir cümlesinden yola çıkarak büyük bir şebekeyi çökerttiği…
Fakat ilk kez, tam bir aydınlanma ânı yaşaması için kafasına yarım kiloluk bir ağırlığın düşmesi gerekmişti. Başının arka kısmını sinirden duvara vura vura, tepesinde duran tablo, gevşek çivisinden kurtularak kafasına indi. Okkalı bir küfür ederek doğruldu. Önce elini saçlarına daldırarak hasar kontrolü yaptı. Daha sonra çivisi ile birlikte yeri boylayan tabloyu ait olduğu yere asmak için kavradı. Ama tablonun çerçevesi çatlamıştı. Üstelik çiviyi duvara sağlamca çakabileceği bir alet edevat yoktu yanında.
Tabloyu ayağının dibindeki duvara dayadı. Resme şöyle bir kez daha alıcı gözle baktı. Bir süre önce bir arkadaşının dükkânında görmüş ve hemen satın almış, daha sonra bir başka dükkândan satın aldığı altın yaldızlı dikdörtgen bir çerçevenin içine hapsetmişti. Dadaist ressamlarından elinden çıkan eserleri andırıyordu tablo. İç içe geçmiş iki boyutlu geometrik şekillerin bir araya gelerek oluşturduğu yarı anlamlı bir manzara… Birbiriyle ilintisi bulunmayan onlarca motif bir araya gelip resme tam armonik bir bütünlük kazandırmak üzereyken, vazgeçip kendi hallerinde takılmaya karar vermiş gibilerdi. Tabloya üstün körü bakan biri uçan dairelerin uzayın derinliklerinde amaçsızca dolaştığını da söyleyebilirdi, bir çobanın keçilerini otlattığını da… Dikkatle bakan birine gelince… O da aşağı yukarı aynı birbirini tutmaz şeyler söyleyecekti.
Bu ‘tasarlanmış anlamsızlığın’ sol alt kenarında küçük bir yazı vardı. Bunu ilk kez fark ediyordu Kriminolog. Resmin çizgilerinden birine aitmiş gibi görünmesi için özen gösterilmiş, ressam tarafından ustaca atılmış gizli bir imzaydı bu. Fakat imzayı okumaya çalışınca, bunun ters olduğunu fark etti. Kahkahası odayı çınlattı. Resmi duvara en başından beri ters asmış, manzaraya hep tersinden bakmıştı.
Kâğıdı çerçevesinden çıkarıp düz yerleştirdi. Görüntüde kayda değer bir değişiklik olduğu söylenemezdi. Manzaranın tersi de, düzü kadar anlamlıydı. “Ah modern sanat” dedi iç çekerek.
O sırada on dört-on beş yaşlarında bir çocuk, elinde tepsiyle ofise girip fincanı teklifsizce masaya bıraktı. “Kahve az şekerliydi di mi abi?” dedi ama karşısında gözlerini kocaman açmış bir adamın korkunç bakışları ile karşılaşınca ürktü. Kriminoloğun çocuğu korkutmak gibi bir kastı yoktu esasında. Odaya bir çocuğun girdiğini bile tam olarak algılamış sayılmazdı. O esnada sadece kafasında durmaksızın yankılanan bir takım cümleleri bir Kızılderili şefi edasıyla mırıldanmakla meşguldü: “Resme tersten bakmak ama anlamamak! Tersi de düzü gibi anlamlı olmak!”
Vecd halinde sayıklayan adamdan ürken çocuk “Kolay gelsin abi” diyerek kapıyı usulca kapadı.
Kriminolog, geldiğinin ayırdına varamadığı çocuğun gittiğini de algılayamadı. Sadece tablonun düşmesine neden olan çiviye büyülenmiş gibi baktı. Zihni onlarca şeyi bir arada düşünme kaygısı yüzünden allak bullak olmuştu. Tablo kafasına düşmeden önce zihninde belli belirsiz oluşan bir resim vardı zaten. Şimdi de o eksik kısımlar tek tek tamamlanıyordu.
“Volkan’ın tuvalette bulunan cesedi” dedi kendi kendine. Sonra yine aynı kısık tonda mırıldandı. “Ters.” Ayağa kalkarak pencereye doğru birkaç adım attı. “Katilin Volkan’ın cebine koyduğu intikam notu” dedi ve birkaç saniye sonra başını salladı. “Ters.”
Kahve fincanını elinde tuttuğunu fark edince kahvesinden bir yudum aldı. “Katilin Volkan’ın silahını ele geçirip Celal’i vurması…” Gözlerini kısıp uzaklara baktı. “Ters.”
Yeniden masasının başına yürüdü. Masanın üzerinde, tabloyu duvara tutturan dört santimlik çiviyi parmaklarının arasında yuvarladı. “Katilin pencereden girip çıkması: Ters. Behçet’e gönderilen mektubun amacı: Ters. Polisin teorisi: Ters.”
Kahvesini tek yudumda bitirdi. “Ters. Ters. Ters. Allah’ın belası bu davada her şey ters!”
O gece arkadaşı, dış kapıyı görebilmesi için bulunduğu noktanın çaprazına bir yansıtıcı ayna yerleştirmiş, bu yüzden gece boyunca kapıyı ters açıyla görmüştü. Hatta bu bir parça huzursuz etmişti kendisini. Ama şimdi anlıyordu ki asıl problem, gerçeklere fiziksel değil zihinsel açıdan ters bakmaktı.
Evet, katil güzel bir oyun oynamıştı ama artık aynı tuzağa düşmeyecekti. Ne de olsa her şeye tersinden bakmanın ilacı belliydi: Her şeye tersinin tersinden bakmak!
Yeniden masasına geçti ve gözlerini kapattı. Uzun uzun düşündü. Evet, her şey yerli yerine uyuyordu. Ama düşünceleri şimdilik varsayımdan ibaretti. Doğru olup olmadığını anlamak için iki şeyi görmeye ihtiyacı vardı. Vakit geçirmeden telefona sarıldı.
“Alo, Behçet? Senden bir şey daha rica edeceğim. Deponun anahtarını gönderebilir misin? İstersen ben sana uğrayayım. Niye mi? Ya hiç sorma, bende olayların geçtiği yerleri ziyaret etmek gibi bir huy vardır. Mesleki alışkanlık işte… Burnumuzun dibinde bir adam öldürüldü ne de olsa. İleride anılarımı anlatırsam, bu olaydan da mutlaka bahsederim. Mekânı yeniden görmem iyi olur. Bunda inanmayacak ne var oğlum? Polisler mi… Dikkat ederim, merak etme. Geliyorum birazdan.”
Üzerini giyindi ve ofisten çıkmaya hazırlandı. Sonra kendisinin bile daha sonra hatırlayacağında şaşıracağı bir hamle yaptı: Resmi çerçevesine eskisi gibi ters yerleştirdi ve tabloyu öptü.
***
Kriminolog, dışarıdan birinin binaya girişinin mümkün olup olmadığını kontrol etmek için deponun tüm odalarını tek tek dolaştı. Sonunda arkadaşının en başında söylediği cümlenin geçerli olduğunu anladı: Binaya ana kapı ve tuvalet penceresi dışından giriş yapmak imkânsız.
Tuvalete girerek sürgüsü kırılan kapıyı enine boyuna inceledi. Ardından Volkan’ın cesedinin bulunduğu noktaya geçti. Havalandırma penceresine doğru yürüdü ve son olarak tuvaletten çıkarak deponun arkasını dolandı.
Olayların nasıl yaşandığını anlamaya başlıyordu. Ama birkaç büyük problem vardı.
Telefona sarıldı. “Alo Behçet. Sana bir şey soracağım. Ya şu depodaki tuvaletin kapısının kilidi varken neden sürgüyü kullanıyorsunuz? Demek kilit bozuk. Daha doğrusu anahtarı olmadığı için çalışıp çalışmadığını bilmiyorsunuz. Yani yıllardır hep sürgüyü kullanıyordunuz. Anladım.”
Hevesi kırılmıştı. Tam yakaladığını sandığı bir ipucu, şimdi elinden kayıp gitmişti. Yine de enseyi karartmadı.
İkinci ziyaret noktasına doğru, Beşiktaş Aşiyan’a ilerledi. Sırtını Aşiyan Parkı’na vererek alabildiğine yokuş bir sokağı tırmandı. Yokuşun sonunda, turuncu renkli dört katlı bina karşısına dikildi. Üçüncü katın zilini çaldı. Merdivenleri alelacele tırmandı. Daire kapısını orta yaşlı, hafif kilolu, esmer bir kadın açtı. “Merhum Naim’in arkadaşıyım Nur Hanım” dedi sesine üzgün bir ton takınarak. “Başınız sağ olsun. Taziye için biraz geç kaldım, kusura bakmayın.”
Kadın baştan aşağı süzdü misafirini. “Naim’in arkadaşısınız demek. Kumar arkadaşı mı?”
Hakan Haznedar bocaladı. Lafı ağzında eveleyip geveledi. Ne diyeceğini düşündü birkaç saniye. Sonunda “Evet” cevabında karar kıldı. Fakat kadının gözleri büyük bir nefretle kısılmıştı.
“Taziyeye geç kaldığınız belli” dedi kadın başını sallayarak. “Cenaze töreninde olsaydınız, gönderilen çelenkleri o alçak kumarbazların suratına nasıl çarptığımı görür, şimdi cesaret edip buraya gelmezdiniz. Bir de utanmadan yanıma geliyorsunuz. Kocam sizin gibi kumarbazlar yüzünden öldü. Def olun gidin!”
“Şşşey… Özür dilerim. Ama kocanızın ölümüyle benim hiçbir ilgim yok. İnanın ben…”
“Def olun diyorum, def olun.”
Hakan Haznedar kapı yüzüne kapanmadan önce uygun cümleyi bulmak için çabaladı. “Beni yanlış anladınız. Ben…Bakın, ben Naim Bey’in arkadaşı değilim. Size yalan söyledim, kusura bakmayın.” Eli cebine gitti. Kartvizitini uzattı. “Kriminolog Hakan Haznedar. Bir zamanlar Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Daire Başkanlığı’nda çalışıyordum.”
Kartviziti elinde evirip çeviren kadının bakışları, karşısındaki adamın söyledikleri hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığı halde fakat herhalde önemli bir işle iştigal ettiği düşüncesinden hareketle, değişti. “Öyle mi? Özür dilerim. Ne istiyorsunuz benden?”
“Benn… Eee… Buraya şeyy… Sizden bir şey istemek için geldim. Kocanıza ait bir şey… Bunu nasıl söyleyeceğimi de bilmiyorum gerçi. Hay Allah. Belki tuhaf karşılayacaksınız. Ama inanın…”
Kadın bir iki adım ileri atıldı. “Yoksa siz de mi o uğursuz tabancanın peşindesiniz?”
Halen ağzının içinden konuşmaya devam eden Kriminoloğun gözleri istem dışı açıldı. Ağzından “Eee”den başka bir şey çıkmadı birkaç saniye. “Yani aslında öyle ama nasıl…”
“Yok ettim onu anlıyor musunuz? Kırdım. Paramparça ettim. Denizin dibine attım. Gidin şimdi.”
Kriminolog nasıl davranacağını büsbütün şaşırmıştı ama artık doğru iz üzerinde yürüdüğünden de emindi. “Bakın, başka kim sordu bilmiyorum ama o silah çok önemli olabilir. Hayır hayır kapıyı kapatmayın Nur Hanım. Ben size yardımcı olabilecek tek insanım.”
“Ne?”
“Bakın, ben Naim Bey’in ölümü hakkında resmi olmayan bir araştırma yürütüyorum.”
Kadını can evinden vurmayı başarmıştı. Birkaç dakika sonra kendisine demli bir çay ikram eden ev sahibesi ile karşılıklı oturuyordu Hakan Haznedar. Kadına kocası hakkında boyuna sorular sordu: Naim Bey’in hasmı var mıydı, ölümünden kimler faydalanıyordu, öldürüleceğine dair tehditler almış mıydı, psikolojisi bozuk muydu, intiharı düşünüyor muydu?
Kadın kocasının bunalımda olduğunu doğruladı. Ama intiharı yine de şaşırmıştı onu. “Naim her şeyi düzelteceğine, yeniden düzlüğe çıkabileceğimize inanıyordu. Hırslıydı. Ama kumar hırsı daha güçlü çıktı. Birkaç yılda bayağı para kaybetti. Bana söylemezdi gerçi ama ben anlıyordum. Çekler, bonolar… Ondan sonra değerli eşyaları birer ikişer çıkarıyordu elinden. ‘Artık eskisi kadar ilgimi çekmiyor o yüzden satıyorum.’ Klasik cevabı da buydu. Yine de borcunun bu kadar çok olduğunu bilmiyordum. Ölümünden sonra Suadiye’deki villamızı satışa çıkarmak zorunda kaldım. Kendim de buraya, annemden bana kalan bu küçük eve yerleştim. Halen tüm borçlar kapanmadı. Ara ara birileri geliyor. Siz ne araştırması yürütüyorsunuz?”
“Kocanızı intihara sürükleyen adamların peşindeyim.”
“Allah onları kahretsin. Ama ben Naim’in kumar arkadaşlarını tanımam ki. Sadece birini biliyorum. O da çok iyi bir insandır, asla Naim’in kötülüğünü istemez.”
“Kim?”
“Volkan Bey. Naim’in yakın arkadaşlarından… Kocam hayattayken de sık sık evimize gelirdi. Naim’in ölümü sonrası da sürekli halimi hatırımı sormaya geliyor sağ olsun. Diğer kumarbazlar gibi değildir o.”
“Nur Hanım, siz galiba meseleyi bilmiyorsunuz.”
“Ne meselesi?”
“Volkan Bey… öldürüldü.”
“Ne! Ne diyorsunuz? Nasıl öldürüldü? Ne zaman?”
Hakan Haznedar, yüzü şekilden şekle giren kadına birkaç gün önce yaşanan hadiseleri özetledi.
“Ama neden?” diye feryat etti, ev sahibesi. “Volkan Bey’in kimseye zararı dokunmazdı ki. O çok iyi bir insandır. Anlayamıyorum.”
“Henüz nedenini bilmiyoruz. Ziyaret sebebimi şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur umarım. Bu olayın kocanızın intiharı ile bir ilgisi olup olmadığını öğrenmek istiyorum. Neden bana ‘Siz de mi o silahın peşindesiniz’ diye sordunuz onu da öğrenmek istiyorum tabii? Başka kim peşindeydi?”
“Naim’in ölümünden birkaç hafta sonraydı” diye başladı ev sahibesi. “Bir adam geldi. Kocamın intiharını gazetede okuyunca ilgisini çekmiş. O uğursuz silahı satın almak istedi. Böyle trajik ve ilginç hikâyesi olan nesneleri satın alıp, koleksiyonuna katıyormuş. Yasal yönden hiçbir sıkıntı çıkmayacağını, korkmam için bir sebep olmadığını söyledi. İstersem ruhsat ve devir işlemlerini hemen halledebilirmişiz. Kapının önündeki lüks arabayı gösterdi. ‘Hemen yola çıkabiliriz’ dedi. Ondan sonra elindeki içi para dolu çantayı açtı. Ne yalan söyleyeyim, parayı görünce silahı vermek geçti aklımdan. Zaten kocamın ölümü sonrası maddi dayanağım da kalmamıştı. Ama sonra korktum. Gözüm tutmamıştı adamı. O silahı sanki kötü bir amaç için kullanacakmış gibi hissettim. Hani olur ya, mafya, işleyeceği cinayet için sahibine ulaşılamayacak silahlar kullanırlar filan. Öyle düşündüm işte. Ne bileyim. Belki de gerçekten kötü bir amacı yoktu. Bilmiyorum. Yalan attım. ‘Silahı polis bana geri verir vermez attım. Kocamın intihar ettiği silahı hatıra diye saklayacak değilim ya’ diye bağırdım. Sözlerime inanmış olacak ki şüphelenmedi. ‘Ya öyle mi? Yazık olmuş’ dedi ve çekti gitti.”
“Nasıl biriydi? Tarif edebilir misiniz?”
“Takım elbiseli, orta yaşlarda, esmer biri. Boyu çok uzundu. İki metreye yakın. Suratı da biraz biçimsizdi.”
Kriminolog olaya adı karışanlardan kimseye benzetemedi tarif edilen kişiyi.
“Birkaç ay önce de” diye devam etti ev sahibesi. “Volkan Bey yine bir ihtiyacım olup olmadığını öğrenmek için ziyaretime geldi. ‘Şimdilik her şeyim var Allah’a şükür’ dedim. Öyle lafladık. Naim’e geldi laf. Mezarını sık sık ziyaret ettiğini söyledi. Naim’i çok severdi. Bu silah meselesi aklıma geldi o an. Volkan Bey’e anlattım. Duyunca heykel gibi dondu. O da sizin gibi adamı tarif etmemi istedi. Sonra öfkeli öfkeli başını salladı. ‘Şu silahı getirebilir misin, merak ettim’ dedi. Tabancayı eline alır almaz sağını solunu kurcaladı. Sonra yüzü düştü. ‘Ne oldu?’ dedim. ‘Silahı görmek bana merhum Naim’i hatırlattı. O gece bir türlü aklımdan çıkmıyor’ dedi. Ardından bir süre daha lafladık. Evden ayrılmak üzereyken ‘Sizce o adam neden silahı almak istedi’ diye sordum. ‘Bilmiyorum’ dedi. ‘Belki de hakikaten koleksiyonerdir. Böyle tuhaf hobileri olan insanlar var’ dedi ve ayrıldı.”
Kriminolog düşünceli bakışlarını ev sahibesinde gezdirdi. “Nur Hanım, silah halen sizde değil mi?”
“Evet ama ne var bu silahta? Neden herkes onu görmek istiyor.”
“Bilmiyorum. Dediğim gibi Naim Bey’in intihar ettiği o geceyi araştırıyorum. Silahı da rutin bir kontrol için isteyecektim aslında. Belki bir şey çıkar umuduyla. Ama şimdi işler değişti. Volkan Bey de silahı görmek istediğine ve sonra da öldürüldüğüne göre artık kesin olarak görmem gerek.”
“Yani silahın kocamın ve Volkan Bey’in ölümü ile ilgisi olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
“Bilmiyorum. Belki.”
“Fakat kocamın ölümü ile Volkan Bey’in ölümü arasında bir yıl var. Üstelik kocam intihar etti. Yoksa etmediğini mi söylüyorsunuz? Söyleyin o gece intihar etmedi mi? Ama gazetelerde öyle yazıyordu. Polis de öyle söyledi. Volkan Bey de… Yalan mıydı bunlar? Beni mi kandırdılar. Hadi söyleyin. Söyleyin.” Kadın bir anda ağlamaya başladı.
“Hayır hayır. İnanın o gecenin tüm detaylarını öğrendim Nur Hanım. Silahı başına dayayıp ateşleyen kocanızdı. Kimse onu vurmadı.”
“O halde neden silahı ısrarla görmek istiyorsunuz? Silahı görmeniz neyi değiştirecek?”
Kadının insan kulağının duyma eşiğinin üst sınırlarını zorlayan sesini duymazdan gelmeyi başarmıştı Kriminolog. Aynı dudakların arasından çıkan o mâkul soruyu da… Zira dilinin ucuna kadar gelen cevabı söylese, kocasının bir arkadaşı tarafından adice bir şekilde intihara sürüklendiğini öğrenen kadın hepten perişan olacaktı.
Kadın “Bir dakika bekleyin,” diyerek içeri gitti ve biraz sonra bir elinde peçete diğerinde altıpatla geri döndü. “İçinde kurşun yok, istediğiniz gibi inceleyebilirsiniz” dedi, burnunu çekerek.
Kriminolog bir süre ahşap kabzalı, nikel kaplama revolvere baktı. Silahın silindirini çıkardı. Boş olduğuna emin olduktan sonra kabzayı sıkıca kavradı. Horozu kurmak için başparmağı silahın tepesine gitti. Fakat bu işi yapmak zannettiğinden daha zor oldu.
Daha sonra silahı başına dayadı. “Ne yapıyorsunuz Hakan Bey?”
“Sadece aynı koşulları yeniden yaratıyorum” dedi Kriminolog. “Bizim meslekte bazen bu beklenmedik faydalar sağlar.”
Ev sahibesi nefesini tutmuş, işaret parmağı ile tetiği yavaş yavaş ezen adamı seyrediyordu. İkisinin de aklına aynı sahneler gelmişti şimdi: Naim’in canına kıydığı o anlar…
Kriminolog gözlerini kapattı. Tetiği ezerken, parmağının altından kayan metalin sanki giderek ağırlaştığını hissetti. Sonunda horoz büyük bir gürültüyle düştü ve silahtan hafif bir çat sesi çıktı.
Boş olduğuna emin olduğu silah ile deney yapmak bile bu kadar zorsa, o gün Naim’in halini düşünmek bile istemiyordu.
Terini sildi. Bu kez horozu kurmadan, yalnızca tetiğe basarak boş bir atış yaptı. Sonra silahı şöyle bir kontör etti. Ümitsiz bir bakış attı ev sahibesine.
“Eee?”
“Silahta hiçbir anormallik göremedim. Muntazam çalışıyor.”
“Dedim size, olsaydı Volkan Bey görürdü zaten. Naim’in arkadaşları, arada silahı incelerlermiş. Değerli bir parçaymış. Öyle söylerdi Naim. Yıllarca övündüğü bu küçük canavar sonu oldu.”
Kadın yeniden bir ağlama krizine girmeden müdahale etti Kriminolog. “Volkan Bey silahın sizden satın alınmak istendiğini öğrenince, bunu saklamanızı söylemiş miydi?”
“Hayır. Yalnız evden ayrılırken ‘Silahı o adama satmayarak iyi yapmışsın. Kocandan bir hatıra bu, kötü de olsa…’ dediğini hatırlıyorum.”
“Anlıyorum. Nur Hanım, silahı daha detaylı bir incelemeye tabi tutmak için birkaç günlüğüne alabilir miyim? Söz, geri getireceğim.”
Kadın isteksizce uzattı. Kriminolog yeniden baş sağlığı dileyerek, kadını gözleri yaşlı biçimde arkasında bıraktı. Eve dönüş yolunda bir telefon kulübesine attı kendini. “Tayfun yardımına ihtiyacım var. Müsait misin?”
Yirmi dakika sonra Kriminal Daire’den eski arkadaşının yanında bitmişti. “Şu zımbırtıya bir baksana?”
Tayfun toplu tabancayı evirip çevirdi. “Nereden buldun?”
“Uzun hikâye. Kıbrıslı birinden aldım.”
“Markası yok, el yapımı. 40’lara ait gibi duruyor. Ama iyi korunmuş. Tabii birkaç kez cilalanmış. Muhtemelen savaş dönemi üretimi. İngiliz yapımı. Savaş sivil bölgelere yayılmaya başlayınca, birçok silah üretildi böyle. Evinin altına depo yapan biraz da mekanikten anlayan herkes kimi işe yarar ama çoğu beş para etmez silah üretiyordu. Ama bu gayet güzel. Kesinlikle amatör işi değil. Cimarron markası esas alınarak yapılmış sanırım. Double-action.”
“Sen var Türkçe bilmek?”
“Yani atış için horozu kurman şart değil. Kurşunları silindire yerleştirdikten sonra ister direkt tetiğe basar ateşlersin. İstersen de önce horozu indirip sonra atış yaparsın.” Böyle diyerek horozu kurmaya çalıştı. “Yalnız horozda sıkıntı var, çok sert.”
“Onu ben de fark ettim. Neredeyse diğer başparmağından yardım alacaktım kurarken.”
“Bir elden geçirilmesi gerek.”
“Boş ver şimdi onu. Mekanizmasında bir problem var mı? Ya da bir oynama filan… Bana onu söyle.”
Sarı saçlı, buğday tenli adam silahı parçalarına ayırdı. Her bir parçayı tek tek inceledi. “Bir sıkıntısı yok. Gayet muntazam çalışıyor.” Sonra bir yapbozu tamamlar gibi birkaç saniyede yeniden bir araya getirdi. Silindiri yuvasına yerleştirip parmağıyla birkaç kez vurdu. Top ağır ağır döndü. “Sadece silindirin biraz bakıma ihtiyacı var. Biraz ağır dönüyor. İstiyorsan bırak, halledeyim.”
“Gerek yok. Zaten bu silah kullanılmayacak. Buna uygun kurşun bulabilir miyim?”
“Seni bir arkadaşa yönlendireyim. Onda vardır.”
Kriminolog 38 kalibre mermileri aldıktan sonra geceyi geçirmek için ofisine gitti. Rahatsız edilmemek için kapıyı kilitledi. Noir filmlerinden fırlama sahneleri anımsatırcasına; sigarası ağzında, elinde revolver, duman altı mekânda düşüncelere daldı. Silindiri yuvasından çıkardı ve avuç içiyle birkaç kez vurdu. Ağır ağır dönen top, birkaç tur sonra yavaşladı.
Katil o olmalı dedi, horozu kurarken. Horozu kaldırmak o kadar zordu ki başparmağında küçük bir iz bile çıkmıştı. Bütün parçalar ancak bu şekilde yerine oturuyor.
Volkan’ı ve Celal’i kimin vurduğunu anlamıştı. Hatta cinayetin nasıl işlendiğini de… Yine de eli kolu bağlıydı. Çünkü harekete geçmek için ihtiyacı olan o son parçayı bulamamıştı.
Dakikalar dakikaları kovaladı. Elindeki silahı evirip çeviriyor, her türlü pozisyona sokuyor, bu sırada ağzındaki kim bilir kaçıncı sigarası da bitince, izmaritlerden kule oluşturduğu küllüğüne fırlatıyordu. Tabancanın silindiri her yavaşladığında topa vuruyor, düşünceleri de sanki top ile eş zamanlı hızlanıyor ve yavaşlıyordu. Fakat aynı kelimenin defalarca tekrarlanınca anlamsızlaşması gibi, aynı hareketi, yüzlerce kez şuursuzca sürdürmek zihnini durdurmuştu.
Ve sonra aradığını buldu Hakan Haznedar. Gözünün önünde duruyordu bunca zaman. Çok küçük bir detaydı. Şimdiye kadar fark etmemesi normaldi.
Fakat eski günlerde olduğu gibi sevinçten yerinde duramama hali yoktu üzerinde. Durumunu, bir şey üzerine çok fazla emek sarf edip sonuç alınamayınca ümidini kesen fakat daha sonra karşılığını hiç umulmadık bir yerden alakasız biçimde alan insanlara benzetti.
Kendisiyle gurur duymuyordu.
Gece çökmüştü. Duvardaki kocaman saate bakmak için doğruldu. Üçü çeyrek geçiyordu. Saniye göstergesinin çıkardığı tik tak sesler, giderek rahatsız edici bir gürültüyle dönüştü.
Telefona yorgun bir tavırla sarıldı. “Behçet.”
“Oğlum bu saatte niye arıyorsun” dedi hattın ucundaki adam.
“Kusura bakma. Sana bir şey soracağım da sabahı bekleyemedim. Ama kafanı topla, iyice düşün öyle cevap ver. Akşamdan kalma değilsin di mi?”
“Daha beter. Uyuyalı iki saat bile olmadı. Sor bakalım.”
“Bana o gece Naim’in ölümünü anlattın ya. Hani Celal adama silahı uzatmış…”
“Eee?”
“Şimdi o silah benim elimde.”
“Silah mı elinde? Nasıl?”
“Karısından aldım.”
“Allah Allah. Nur’la mı konuştun? Oğlum sen ne haltlar karıştırıyorsun?”
“Anlatırım sonra. İncelerken bir şey dikkatimi çekti. Silahın horozunu kurmak çok zor. Horoz çekici çok sert.”
“Biliyorum. Ben de incelemiştim o silahı. Güzel parçadır.”
“Şimdi sana şunu soracağım. Bana Naim’in silahı kafasına dayadığı ve tetiğe bastığı anı anlatırken, ‘Tabancanın horozu gözümün önünde ağır ağır düştü’ demiştin ya.”
“Evet.”
“Ama horozu kimin kurduğunu söylemedin. Celal silahı uzatırken horozu kurmuş muydu? Yoksa bunu Naim mi yaptı? Hatırlıyor musun?”
“Ne bileyim oğlum. Gece gece ne tuhaf sorular soruyorsun insana. Dur düşüneyim bakayım. Celal silahı uzattı ama horozu kaldırmış mıydı… Hmm. Bilmiyorum.”
“Naim’in üzerinden düşün. Ona daha fazla dikkat etmişsin. Naim tetiği ezmeden önce horozu kurmuş muydu? Sana bir ipucu vereyim: Bence altıda bir ölüm ihtimali olan bir insan, silahı başına dayamışken o korkuyla horozu kurmak için çok zorlanır.”
“Hmm bir dakika. Evet evet haklısın. Naim’in parmağı o kadar güçsüzdü ki değil horozu kurmak tetiği zor ezmişti zavallı. Korkudan ödü kopuyordu. Evet evet şimdi düşünüce… Horoz kuruluydu.”
“Eminsin değil mi?”
“Değilim. Hiçbir zaman da olamam. Tahminen ve mantıken konuşuyorum.”
“Bir şey daha soracağım. Naim silahını hep yanında taşır mıydı?”
“Tabii. Her buluşmamızda getirirdi. Baba yadigârı… Oğlum anlatsana. Sen de bir numaralar var.”
“Ya önemli bir şey yok aslında. Ama sen şimdi yat uyu. Bu kafayla söylesem de anlamazsın.”
“Bak beni geçiştirme. Yarın ayılayım görüşeceğiz mutlaka.”
Telefon kapandı. Hakan Haznedar’ın yüzünde garip bir çizgi belirdi. Hayatı boyunca yalnızca birkaç kez oluşan çizgiler… O anda ofisine kriminoloji dairesindeki eski arkadaşlarından biri girseydi, Hakan Haznedar’ın yüzüne bakar bakmaz, zekâsıyla polisi atlatan ve kendisini artık emniyette hisseden kurnaz suçlulardan birini faka bastırmak üzere olduğunu anlardı.
*****
Ertesi gün bir başka adrese doğru ilerliyordu. Gayrettepe durağında inerek kararlı adımlarla yürüdü. “Tuğçe Hanım?”
“Buyurun.”
Tıpkı Naim’in eşine yaptığı gibi Volkan’ın eşine de aynı girizgâhı yaptı. Ve sonunda ziyaretinin sebebini açıkça söyledi. “Volkan Bey’in üzerinden çıkan eşyaları polis size teslim etti mi?”
“Cep telefonu hariç evet.”
“Bana zaten anahtarları lazım. Cebinden anahtarlık çıkmıştı. Birkaç anahtar vardı yanılmıyorsam. Rica etsem görebilir miyim?”
Kadın dediğini yapmak için içeri geçip biraz sonra yanına geldi. Kriminolog anahtarları tek tek inceledi. “Kısa bir süreliğine alsam sorun olur mu?”
“Üzgünüm ama veremem. Anlıyorum siz bana yardımcı olmaya çalışıyorsunuz. Kanun adamısınız… Yani öylesiniz sanıyorum. Ama yine de yapamam.”
“Tamam. O halde şöyle yapalım. Siz bu anahtarların nereye ait olduklarını bana söyleyin, ben de fazla olanı, yani size ait olmayanı alıp gideyim. Anlaştık mı?”
“Bize ait olmayan mı?”
“Evet. Anahtarlardan biri Volkan Bey’e ait değil.”
“Ama onun cebinden çıkmadı mı?”
“Doğru. Yine de ona ait değil.”
Kadın bu saçma oyunu sonlandırmak için tek tek saymaya başladı. “Bu, evimizin dış kapısının. Şu, bina kapısının. Bu çivi gibi olan iş yerinin kasasınındı galiba. Şu delikli olan da ofisi olsa gerek.”
“Peki, şu?” dedi Kriminolog.
Kadın üzeri çizik eski anahtara şüpheyle baktı. “Bilmiyorum. Ama mutlaka o da Volkan’a ait bir yerin anahtarı olsa gerek. Yoksa niye üzerinde taşısın.”
“Bu anahtarı bir süreliğine alabilir miyim? Bir deneme yapmam şart. İnanın kötü bir niyetim yok.”
Kadınla uzun süren pazarlığın sonucu anahtarı aldı.
***
Birkaç gün sonra ofisinde bacak bacak üstüne atmış, sigarasını dişliyordu. Sabahtan beri beklediği telefon gelmemişti. Onun yerine arkadaşı işi olduğundan dolayı ofise uğrayamadığını, geceki konuşmanın sebeb-i hikmetini sormuştu. Telefonda türlü oyunlarla geçiştirmişti Behçet’i.
Şimdi de telefonun başında, araması gereken adamı bekliyordu. Kaçış yoktu. El mahkûm, arayacaktı.
Nitekim beklenen zırıltı, akşama doğru geldi. “İyi akşamlar Hakan Bey” dedi hattın ucundaki ses.
“İyi akşamlar.”
“Bana içinde telefon numaranızın ve birtakım talimatların bulunduğu bir kâğıt göndermişsiniz. Sebebini sorabilir miyim?”
“Size bir de içinde küçük bir vida bulunan bir zarf göndermiştim.”
“Evet. Nedir bütün bunlar?”
“Yapmayın canım. Şu anda bu konuşmayı yapmamızın sebebi o beş santimlik vida. Bunu siz de ben de çok iyi biliyoruz. Şaşırdınız değil mi? O küçük vida sizi alt üst etti.”
“Hakan Bey… Beni ne beş santimlik vidalar ne on metrelik borular alt üst eder.”
“Numarayı bırakın” diye sertleşti Kriminolog. “Her şeyi bildiğimi çok iyi biliyorsunuz. Ben istiyorum ki meseleyi aramızda halledelim. Ama illa polisi işin içine katalım diyorsanız…”
“Ne dediğinizi anlamıyorum. Ne istiyorsunuz? Açık konuşun.”
“Ne istediğim o talimatlarda yazılı. Sizi gece depoda bekleyeceğim. Her şeyin başladığı ve bittiği yerde. Gelmezseniz… Hayır hayır geleceksiniz. Sizin makul bir insan olduğunuzu biliyorum.”
Bu sözleri Gece Gelen’den ödünç almıştı. Nedense o anda böyle söylemek gelmişti içinden.
“Ne yapmaya çalıştığınızı anlamadım ama geleceğim,” dedi karşısındaki ses.
Hakan Haznedar telefonu kapatarak gülümsedi. “Geleceksin tabii. Çünkü ipini çekiyorum!”
DEVAM EDECEK