Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

GİRDAP

Diğer Yazılar

ENSE

Ahmet Yemenici
Ahmet Yemenici
1946 yılında İzmir’de doğdu.1964 yılında meslek lisesi inşaat teknisyenliği bölümünden mezun oldu.Genç yaşlarından itibaren öykü ve şiir denemelerine başladı.1972-1977aralığında Fransa'da bulundu.. Fransa dönüşü, İzmir’de çeşitli inşaat firmalarında teknisyen olarak çalıştı. 1980’den 2006 yılına kadar otomotiv sektöründe çalıştı,.1992'de emekli oldu.1995-2019 arası İzmir belediyelerinin sanat müziği korolarında ritim saz çalarak müzik hayatına girdi. İki çocuğu ile birlikte İzmir’de yaşıyor. Eserleri: Öylesine öyküler-Zeus yayınları(2015) Fabrikada Cinayet- Herdem yayınları(2020)-Polisiye roman

Sabah kahvaltımın başına yeni oturmuştum. Sahanda sucuklu yumurta, çilek reçeli, kaşar peyniri, dilimlenmiş domates, yeşil sivri biber, salatalık, yeşil ve siyah zeytinden oluşan kahvaltımın tam tadını çıkarmaya çalıştığım sırada, -ki, en sevdiğim zamandı bu – sofra keyfimin içine eden kapı zili çalınca, “Tam da zamanıydı!” dedim hoşnutsuzca. Daha yeni bir iki yudum aldığım çay bardağını masaya bıraktım. Zil yangın paniği varmış gibi aralıksız çalıyordu. İsteksizce kalktım, kapıya gittim. Sanki geldiğimi hissetmiş gibi zil sesi kesildi birden. Emekli polisliğin verdiği tedbirli olmanın alışkanlığıyla dışarıdaki sesin varlığını duymaya çalıştım.

“Kim o?”

“Demir oğlum evde misin? Açıver kapıyı. Ben, birinci kattan komşun Tomris Teyzen.”

Kadına bak, sesimi duyuyor, yine de evde misin diye soruyor!

On iki yıldır bu sitede oturduğum zaman içinde, tek başına yaşayan  seksen yaşındaki Tomris Hanım’ın istekleriyle uğraşmaktan gına gelmişti. Ne zaman devletle bir işi olsa kapıma damlar, “Evladım, sen memur  adamsın bu işleri anlarsın, şu işimi  hallediverir misin?” deyip elime kağıtlar tutuştururdu. Herhalde yine bir iş yükleyecek diye düşünüp kapıyı açtım. Ama bu sefer elinde kağıtlar yoktu. Telaş ve sıkıntılı bir yüz vardı karşımda.

“Hayırdır Tomris Hanım. Ne oldu, bir şey mi var?”

Belli ki üzüntüsünden, çatallaşmış sesiyle, “Girebilir miyim evladım?” deyip kenara çekilmeme fırsat vermeden içeriye hamle yaptı. Bu girişi hayra alamet değildi. Dur bakalım altından ne çıkacaktı. Salona buyur ettim. Oflaya puflaya berjer koltuğa bıraktı kendini. Bir yandan da aklım yumurtalarda. Soğuyunca tadı falan kalmayacak.

“Yeni demlemiştim, çay içer misin?” dedim birden istem dışı.

“Yok sağ ol evladım. Evde içmiştim. Seni de rahatsız etmiyorumdur inşallah. Önemli bir durum olmasa sabahın köründe  – sabahın körü dediği de saat ondu- gelmezdim, kusura kalma. Sen de otur şöyle karşıma.”

Yan çaprazındaki divanın ucuna iliştim. İçimden, su veya elektrik faturasını yatırmayı unuttuğu  için onlardan biri kesilmiştir  veya  kiracısı ile başı derttedir diye geçirdim.”

“Buyur Tomris Hanım, mesele nedir?”

“Torunumdan haber alamıyorum. Evvelki akşam İstanbul’dan otobüsle yola çıktı. Dün gelmesi gerekiyordu. Hâlâ ortalarda yok. Meraktan bütün gece uyuyamadım. Aklıma sen geldin. Polis olduğun için sen halledebilirsin diye düşündüm. Onun için geldim. Torunum Yıldız, evvelki akşam gece on iki otobüsüne binmiş. İstanbul’dan kızım aradı, “Geldi mi?” diye sordu. Nerede bu kız ya rabbim! Zaman kötü. Ortalık manyaklarla dolu. Bir iş gelmesin başına!”

“Dur hemen telaşlanma. Belki bir arkadaşına uğramıştır. Saat daha on, belki yoldadır.”

“Yok Demir oğlum. Burada tanıdığı benden başka kimse yok.”

“Hangi firmanın otobüsüyle gelmiş, biliyor musun?

“Pamukkale galiba.”

“Biliyorsun ben emekliyim artık. Emniyetle resmi bir ilişkim kalmadı. Nasıl faydalı olabilirim ki? Neden emniyete bildirmiyorsun? Onlar bu konuda hassastırlar. Hemen ilgilenirler. Şu sıralar sıkça olan kayıplar yüzünden önem verirler.”

“Kızıma  da aynı şeyi söyledim ama o bu araştırmayı özel bir dedektifin yapmasını istiyor.”

“Dedektif mi? Ama ben özel dedektif değilim. Öyle bir sertifikam yok. Şimdilik yok. Almayı düşünmüyor da değilim.”

“Bak evladım, seni yıllardır tanıyorum. İyi, efendi birisin. Evladım gibi de severim. Damadım varlıklıdır. Para konusunda ne gerekiyorsa yerine getirir. Emekli de olsan geride bıraktığın bir çok polis dostundan yardım alabilirsin. Yıllardır bir çok işimi gördün. Artık bunun karşılığını da vermek isterim. Ne olur yardım et. Şekerim, tansiyonun devamlı yükseliyor. Kendimden de korkuyorum. Biliyorsun yalnız yaşıyorum. Ölsem kimsenin haberi olmayacak.”

“Yanında yardımcın olduğunu sanıyordum.”

“Var ama o da akşam oldu mu evine gidiyor.”

Tamam dedim, ajitasyona başladı işte. Her ne kadar gına geldi desem de Tomris Teyzeyi seviyordum tabii. Mahallenin iyilik perisiydi. 1.60 boyu, endamını hâlâ koruduğu vücuduyla bakımlı bir ihtiyardı. Tam bir cumhuriyet kadını yani. Ben de 1.85 boyumla iri bir yapıya sahibimdir. Bir çatışma sonucunda bir yıl önce malulen emekli olunca bir boşlukta kalmış gibiyim. Yaşım otuz dokuz. İşim gereği en iyi seçimim tabii ki dedektif olmak. Durağan yaşam bana göre değil. Haliyle bir deneme olur, bu işi almakla kapıyı aralamış olurum hiç olmazsa diye geçirdim aklımdan..

“Tamam,” dedim. “Senin hatırın için bununla ilgileneceğim Tomris Teyze. Teyze dememde bir sakınca olmaz değil mi. Çünkü seni o gözle görüyorum. Bir büyüğüm olarak.”

“Ne sakıncası olsun evladım. Bak ben de sana devamlı ‘evladım’ diye sesleniyorum. Kabul ettiğine göre bir ücret söyle o zaman. İlk elde on bin lira vereyim, olur mu? Sonra tekrar bakarız duruma.”

Aslında rakam çoktu ama çapımızı birden düşürmeyelim diye, “Bu rakam seni zor duruma düşürmeyecekse mesele yok. Olur tabii,” dedim.

Yıldız’ı babaannesine geldiği dönemlerden az çok hatırlıyordum. Herhalde 4-5 yıl kadar önceydi. O sıralar on altı yaşlarında olmalıydı. Daha o sıralarda alımlı, boylu, kumral tenli güzel bir kızdı. Şimdi biraz değişmiştir diye düşündüm.

“Bir fotoğrafı varsa verir misin?”

Cep telefonundan son çekilmiş bir fotoğrafını bulup gösterdi. “Fotoyu benim telefona gönderebilir misin?” dedim.

“Pek beceremiyorum öyle şeyleri. Yapabiliyorsan al telefonu hallediver.”

Fotoğrafı kendi telefonuma gönderdim.  “Şimdi senden bazı bilgiler almam lâzım.”

Gerekli bilgileri not defterime kaydettim. İhtiyarı uğurladıktan sonra on bin lirayı da cüzdanıma yerleştirdim. Bir plân yapmak için önce soğuyan kahvaltımı bitirmeliydim. Aç karınla iş olmazdı. Çayımı tazeledim, ziyafetimin başına geçtim. Sigaradan nefret ederim. İçenlere de acıyarak bakarım. Emekli olmadan önce eşimi kaybetmiştim. Beş yıldır yalnız yaşamanın imtihanını veriyorum. Eh fena da değil yani. Hayatımdan memnunum. Çocuk mu? Ne yazık ki olmadı. İyi ki olmamış, ona nasıl bakabilirdim ki? Hayatta tek başınayım. Arkamdan ağlayanım olmayacak hiç olmazsa. Bu nedenle arkamı düşünmüyorum. Neyse, kendimi az çok tanıttım. Şimdi iş zamanı. Sofrayı toplayıp mutfağa taşıdım. Salona dönüp telefonu elime aldım.

Bugün çarşambaydı.

Önce otobüs şirketinin telefonunu çevirdim.

“Alo, buyurun Pamukkale Seyahat.”

“İyi günler, Pazartesi gecesi 12’de İstanbul’dan İzmir’e hareket eden otobüsünüzde bir yolcumuz olacaktı. Adı Yıldız Ağırel. Listenize bir bakar mısınız? Koltuk numarası dört olacaktı galiba.”

“Neden soruyorsunuz? Bir yakını mısınız?”

“Evet öyle, amcasıyım. Aynı zamanda da polisim. Salı günü burada bulunması gerekiyordu. Bu zamana kadar gelmedi ve merak içindeyiz. Bu otobüsünüz şu anda hâlâ İzmir’de mi.”

“Bir dakika bekleteceğim sizi.”

Bir dakika diyen adam on dakika bekletti.

“Evet aracımız halen burada. Muavini bulmak için beklettim sizi kusura bakmayın. Şu anda yanımda. Onunla konuşun.”

“Tamam teşekkürler.”

“Alo buyurun beyefendi. Ben muavin yani şimdiki deyimle host Musa. Sizi dinliyorum.”

“Pazartesi gecesi otobüsün dört numaralı koltuğunda genç bir bayan yolcunuz vardı.”

“Evet hatırladım. Ne oldu ki? Neden soruyorsunuz onu?”

“Salı sabahı İzmir’de olması gerekiyordu. İzmir garajında  indi mi?”

“Evet indi, valizini ben verdim kendisine.”

“Eminsin değil mi? Başka biriyle karıştırmış olabilirsin. Bana tarif edebilir misin?”

“Tabii. Ayağında açık mavi dar bir kot pantolon ve beyaz spor ayakkabılar vardı. Kısa kollu açık mavi, önünde yazılar olan tişört giymişti. Uzun kumral saçlıydı.  Lacivert renkte valizini ben verdim kendisine.”

“Sana Bornova servisinin yerini  sordu mu?”

“Sormadı ama ben servisin kalktığı yeri tarif ettim. Taksiye bineceğini söyledi. Hepsi bu kadar.”

“Tamam sağ ol. Teşekkür ederim.”

Bu taksi işi midemi bulandırdı hemen. İnşallah durak taksisine binmiştir diye dua ettim. Serseri mayın gibi dolaşan ve bir sürü duraksız çalışan ne düğü belirsiz  taksi şoförleri  vardı ortalıkta. Sıra Tomris Teyze’nin damadı Taner’deydi. Numarasını tuşladım. Melodik ses uzun uzun çaldı, açan olmadı. Bir beş dakika bekleyip tekrar aradım. Bu sefer ikinci çalışta açtı. O an saate baktım 11.30’du.

“Alo, Taner Beyle mi görüşüyorum?”

“Evet buyurun, ben Taner. Kimsiniz?”

“Adım Demir Darcan. İzmir’den arıyorum. Kızınız Yıldız Hanım hakkında görüşecektim. Anneniz Tomris Hanım, kızınızın halen buraya gelmediğinden endişe ettiği için benimle irtibata geçti. Sanırım sizi de bu konuda arayacaktı. Emekli polisim. Bazı bilgileri de sizden almam gerekiyor.”

Sinirli olduğu belli olan ama bunu saklamaya çalışmayan bir ses vardı karşımda. Kaba bir şekilde cevap verdi. Hislerim beni yanıltmazsa bu adamdan hoşlanmayacaktım herhalde.

“Ha, evet. Annemden hakkınızda bilgi aldım Demir Bey. İşi üstlendiğiniz için teşekkür ederim. Evet çok endişeliyiz. İzmir küçük bir yer. Herhalde çabuk sonuca varırsınız.”

Adama bak, İzmir’i köy zannediyor galiba.

“Kızınız hakkında bazı sorularım olacak. Evden ayrılmasına sebep veren bir münakaşanız oldu mu?”

“Hayır olmadı. Biz huzurlu bir aileyiz Demir Bey. Gayet keyif alacağı bir yolculuk olacağı üzerine konuşmuştuk hatta. Babaannesinin yanına gidip biraz Ege havası almasının iyi geleceğini söylüyordu.”

“Bileti siz mi aldınız yoksa kızınız mı?”

“Kendisi aldı. Sanırım internet yoluyla halletti.”

“Oto gara beraber mi gittiniz, tek başına mıydı?”

“Geçirmek istedik ama, ‘Ben hallederim’ deyip yalnız gitti. Kapının önünden taksiye bindi o kadar. Pamukkale Seyahat’in gece 12 otobüsü olduğunu söyledi.”

“Biletini kontrol ettiniz mi?”

“Yo, hayır. O yetişkin bir kız, ne yapacağını bilir.”

“Yola çıkarken üzerinde ne giysileri vardı?”

“Dur bir dakika hanımı çağırayım. İkisi beraber çanta ve giysileri hazırlamışlardı.”

Telefonu masaya bırakmasının tıkırtısı, adından uzaklaşan ayak sesleri ve eşini çağırmasının gürültüsü yankılandı kulağımda. Tekrar ayak sesleri ve tıkırtının ardından bir kadın sesi şakıdı,

“Alo, merhaba Demir  Bey. Annem arayacağınızı söylemişti. Ne olur bulun Yıldız’ımı. O böyle bir şey yapmazdı. Telefonu da cevap vermiyor. Giysilerini sormuşsunuz galiba, Çıkarken ayağında açık mavi kot ve beyaz spor ayakkabılar vardı. Üzerine de yine açık mavi tişört giymişti.”

“Taşıdığı valizin rengini söyleyebilir misiniz?”

“Koyu renkti. Sanırım lacivertti.”

“Tamam, gelişmeler hakkında size bilgi veririm. Bir sorum daha olacak. Neden doğrudan emniyeti aramadınız? Merak ediyorum. Polisin işe karışmasını istemiyorsunuz galiba. Doğru mu?”

“Biraz öyle. Yıldız’ın polisle başının derde girmesini pek istemiyoruz. Şimdilik söyleyebileceklerimiz bu kadar Demir Bey. Size kolay gelsin. Masraflar konusunda annemle konuşursunuz. O halleder. İyi günler.”

Anlaşıldı, otogara yol görünmüştü.

Üst kat park girişinde makbuzumu alıp benim on yıllık dostum emektar Toyota’yı boş bir yere park ettim. Tekrar girişe yürüyüp kameraların yerini bulmaya çalıştım. Bilet gişesinin üzerinde bir tane vardı. Pamukkale terminaline yöneldim. Bankonun arkasında üç kişi vardı.

“Merhaba,” dedim. “Biraz önce telefonda bir yolcumuzu sormuştum. Musa adında bir arkadaşla görüştürmüştünüz. Hatırladınız mı?”

Güleç yüzlü olanı cevap verdi soruma. “Ha, evet. Siz miydiniz?”

“Musa’ya yolcu kızımızın resmini göstereceğim. Buralarda mı kendisi?”

“Arabanın yanında. Yola çıkacaklar, hazırlık yapıyor.”

Bankonun iç kısmından telefonu alıp karşı tarafı çaldırdı.

“Musa gelsene biraz. Telefonda konuştuğun bey buraya geldi,” deyip kapattı.

Beş dakika sonra kara kuru,esmer genç biri aceleyle yanımıza geldi.

“Buyurun, ben Musa.”

Telefonu açıp resmi gösterdim. “Tarif ettiğin bayan bu resimdeki miydi Musa?”

“Evet bu bayandı.”

“Sabah kaçtı garaja girdiğinizde?”

“Sekizdi.”

“Peki buradan valizini alınca üst kattan mı çıkışa gitti, alt kata mı indi. Görebildin mi?”

“Farkında değilim ama, taksiye bineceğine göre üst yoldan gitmiştir.”

“Tamam sağ ol kardeşim.” Bankodakilere de dönüp “Hoşça kalın,” dedim ve taksilerin kümelendiği yere gittim.

“Merhaba arkadaşlar. İçinizde bu resimdeki kızın araçlarınızdan birine bindiğini gören var mı?” deyip  hepsine tek tek gösterdim. “Salı sabahı saat sekizde otobüsten inip bu tarafa gelmiş. Muavine taksiye bineceğini söylemiş. Belki araçlarınızdan birine binmiştir. Bu saate kadar haber alamadığımız için araştırıyorum.”

En az altı kişi de görmediğini söylemişti ki, şansım yaver gitti. Tam ayrılırken yeni bir araç yanaştı. Orta yaşlarda, kır saçlı şoför indi arabadan. Yanıma gelince ona da gösterdim. Hemen tanıdı. Fakat onların arabalarına binmediğini çıkışa doğru yürüdüğünü söyledi.

“Peki oradan geçen bir taksiye binmiş olabilir mi?”

“Öyle bir şeye fırsat vermeyiz. Orada bekleyen değnekçi arkadaşımız buna mani olur. Yine de kendisine soralım. Gelin beraber gidelim yanına,” dedi. Birlikte çıkışa doğru yürürdük.”

Değnekçi altmışlı yaşlarda, gariban duruşlu bir adamdı.

Yanımdaki şoför , “Halil abi bak bu bey sana bir bayan resim gösterecek,” dedi.

Adam boynuna asılı olan yakın gözlüğünü takıp baktı.

“Bu bayanı gördüm, evet. Girişin solundaki girintide biraz bekledi. Taksiye binecek gibi olursa, mani olmak için gözüm üzerindeydi. Biraz sonra kırmızı renkli özel bir arabaya bindi.

“Arabanın markası neydi? Plakasını görebildin mi?”

“Plakayı bilmiyorum ama. modeli yüksekti. Audi’ydi sanırım.”

“Şu kulübenin üstündeki kamera çalışıyor mu?”

“Sanırım çalışıyor. Geçen gün burada bir kaza olmuştu polisler de sormuşlardı içeriye.”

“Tamam beyler, teşekkür ederim. Sağ olun. Yararlı oldunuz.”

Görevli olduğum dönemlerde otogarın müdürüyle görüşmelerim olmuştu. Kamera konusunda yardımcı olur diye yanına gittim. Beni görünce masasından kalktı, iki elini birden ileri doğru uzatıp  “Vay Demir Komiserim, hoş geldin. Nerelerdesin? Emekli olduğunu duydum,” dedi hararetli bir şekilde.

“Evet öyle oldu ne yazık ki!” dedim elimi uzatarak. Güçlü bir şekilde sıktı. Toplumun kalabalık olduğu bu tür yerleri idare etmek her zaman zor olmuştur. Her türden insanı ağırlamak gerek. Olaylar da hiç eksik olmaz. Yankesicisi, kapkaççısı, sarhoşu, serserisi her zaman olay yaratan süne zararlılarıdır. O nedenle müdür, polisle hep içli dışlıdır. Babacan bir adamdır. Bildiğim kadarıyla eski güreşçiymiş.

“Duyduğuma göre yaralanmışsın. Sağlığın nasıl, iyi misin?”

“İyiyim şükür. Ama çürüğe ayırdılar işte. Ne yapalım kısmet böyleymiş.”

“Sadece çayımı içmeye geldiğini sanmıyorum. Buyur, nasıl yardımcı olurum eski dostum.?”

“Bir kızı arıyorum. Salı sabahı sekizde Pamukkale otobüsüyle gelmiş. Ama kız evine gelmediği için ailesi benden yardım istedi. Şimdilik izini garın çıkışına kadar sürdüm. Yol kenarında kırmızı,  son model Audi bir arabaya binmiş. Plakasını görmem için sizin girişteki kamera kaydına bakabilir miyim? Bir polis olarak değil, bir dost olarak tabii.”

“Lafı mı olur. Tabii istediğin gibi hareket et. Ama önce bir kahvemi içmeden bırakmam. Dur yahu, öğlen de olmuş zaten, en iyisi bir yemeğimi ye. Vaktin var değil mi?”

                                                                  ***

Aramızda bir resmiyet olmadığı için ona Saffet Ağabey diyebilirdim artık. Benden on beş yaş büyüktü. Sağlam karakterli bir adamdı. Sağ olsun elinden geleni yapıp işimi hallediverdi.

Arabanın plakasını öğrenmiştim.

Emekli de olsam ara sıra merkeze uğruyordum. Şubeden Zaliha bana yardım edebilirdi. Onu aradım hemen, plakayı araştırmasını istedim. Önce biraz çekimser davranır gibi oldu ama bana olan yakın ilgisi nedeniyle hayır diyemedi. Eşimin ölümünden sonra aramızda sıcaklık oluşmuştu. Üç yıldır buluşuyorduk. Hâlâ da buluşmalarımız devam ediyor tabii. Onu direksiyondayken aramıştım. Eve gidip orada  bekleyecektim artık.

Apartmana girerken Tomris Teyze dairesinin kapısında meraklı bakışlarla  önümü kesti. Benim geldiğimi camdan görmüştü herhalde.

“Bir şey öğrenebildin mi?” dedi ellerime sarılarak.

“Evet, fazla olmasa da bir şeyler buldum. Yıldız sabah sekizde otobüsten indikten sonra taksiye binmemiş. Otogarın  önünden kırmızı renkli bir araba almış onu. Plakasını öğrendim. Sahibi hakkında haber bekliyorum. Şimdilik bu kadar. Başka gelişmeler olunca haber veririm. Yalnız araba konusunu oğlunuza söylemeyin şimdilik. Ayrıca bir şey daha var. Kızınız, Yıldız’ın polisle başının ağrımasını istemediğini söyledi. Bu konuda sen ne diyorsun?  Merak ettim doğrusu. Araştırmanın sonunda emniyeti ilgilendirecek bir durum çıkarsa mecburen adı geçecek.”

“Tamam, nasıl istersen oğlum. Ay bu kız kimin arabasına binmiş ki? İnşallah kötü bir şey gelmez başına! Şey, kızımın dediğine gelince.  Biraz doğru. Damadım biraz zenginliğin verdiği kendini beğenmiş biridir. Aile adının böyle bir olayda geçmesini istemiyordur. Polislik bir olay olmadan halledilsin diye sivil biri olmasını istedi.”

Telefondaki sesi doğru algılamıştım demek. Karşıdakine pek saygısı olmadığı hitap tarzından belliydi. Ne yaparsın, insanlar çeşit çeşitti.

Gençlerdeki  aşırı özgüven yüzünden bu zamana kadar sayısız olayla karşılaşmış, bir çoğunda da üzücü sonuçlar meydana geldiğine tanık olmuştum. Bu da onlardan biri olmazdı inşallah. Aileler de çocukların üzerinde gerekli denetimi yapmayınca ucunu göremedikleri karanlık tünellere girip kayboluyorlardı. Sonra da gelsin üzüntüler ve pişmanlıklar. Yıldız’ın telefonuna ulaşamadıklarını söylüyorlardı ama bir de ben deneyeyim diyerek aradım numarayı. Daha ilk çalışta açıldı.

“Alo, kimsiniz?”

“Yıldız Ağırelle mi görüşüyorum?”

“Kimsiniz, neden arıyorsunuz?”

“Bak, ben yabancı sayılmam. Tomris Hanım’ın komşusuyum. Adım Demir Darcan. Sanırım beni hatırlarsın. Dört-beş sene kadar önce  anneannene geldiğinde karşılaşmıştık. Polisim. Ama şimdi emekliyim. Seni bulmam için bana geldiler. Sana bir türlü ulaşamadıklarını söylediler. Onları merak içinde bırakmışsın. Otogarın önünde  kırmızı bir arabaya bindiğini biliyorum. Bir yardıma ihtiyacın varsa bana söyleyebilirsin.”

“Yalnızca anneanneme üzülüyorum. Diğerleri umurumda değil. Dönmeye de niyetim yok. Onları engellediğim için bana ulaşamıyorlar. Sizin engeliniz olmadığı için açtım telefonu. Çünkü başka birinden telefon bekliyordum.”

“Şu anda neredesin? Yerini bilmem lâzım. Bana nerede olduğunu söyle. Şimdilik İstanbul’dakilere bir şey söylemem. Bana güvenebilirsin. Hiç olmazsa bunu anneannen için yap. Senin için çok üzülüyor ve merak ediyor.”

Tam cevap vereceği sırada bir erkek sesi araya girdi.

“Kiminle konuşuyorsun? Hadi gel, her hazırlık tamam, seni bekliyoruz. Kapat şu telefonu!”

Yıldız, “Tamam kapatıyorum. Yanlış aramışlar,” deyip kapattı. Bu durumda Zaliha’ya bir işim daha düşecekti. Kızın numarasını verip sinyalin yerini tespit ettirmesini isteyecektim. Öyle de yaptım. Bu arada, aracın sahibini ve adresini de öğrenmiş oldum. Bomba bir isimdi.

Karşıyaka Bostanlı’ya yol görünmüştü. Bir rezidans adresiydi. Hava çok sıcaktı. Öğle sonrası 15’i gösteriyordu. Şu İzmir’in sıcağı da çekilecek gibi değildi. Hava jilet gibi berrak mı berrak. Göz kamaştıran bir aydınlık. Yönüm kuzeye dönük olduğu için güneşi ön cepheden almıyorum. Sağlı sollu ön camları açtım ama dışarıdan çöl sıcağı doluyor içeriye. Araç klimasına alerjim olduğu için açamıyorum ne yazık ki. Bayraklı üzerinden gitmeyi yeğledim. Şu saatler Karşıyaka sahil şeridi tenhadır. Radyoyu açmaya yeltendiğim sırada telefonum çaldı. Arayan Zaliha’ydı. Sevgilim çok güzeldi ama maalesef berbat bir ismi vardı. Kafaya koydum, evlenirsek eğer ilk işim adını değiştirmesini isteyeceğim.

“Demir, ne taraftasın?”

“Aracın adresine,  Bostanlı’ya gidiyorum. Şu anda Alaybey’deyim.”

“Hemen dön. Sinyali Balçova’dan alıyorum. Şu anda sabit halde.”

“Tamam dönüyorum. Oraya varınca tekrar ararım,” deyip kapattım.

Her zamanki gibi Ata Caddesinin trafiği yoğundu. Bir zamanlar daha geniş olan cadde, hangi aklı evvelin uygulaması ise, kaldırımları genişletip yolu daraltınca trafik içinden çıkılmaz hale dönmüştü. Belediyenin önüne gelince telefon ötmeye başladı yine. Zaliha’ydı.

“Nerelerdesin? Belediye Spor Kompleksi’ne kadar devam et. Parktan sağa dön. İlerle ve tekrar sağa dön. Yol sola doğru devam edecek. Üniversitenin arkasına varmadan sinyal soldaki ikinci blokta sabit halde. Şimdilik yapabileceğim bu kadar. Sana kolay gelsin. Bana da haber ver sonra. Hoşça kal. Öptüm.”

On iki katlı binanın önündeyim. Tahminen en az otuz daire vardır. Kapıdaki isimlere baktım. Audi’nin sahibinin soyadını aradım. Evet, beşinci katta 15 numaralı dairede Sedat Bağcılar’ın adı vardı. Sanırım milyoner Fatih Bağcılar’ın oğluydu. Kapıcının ziline bastım. Diafonda tarazlı bir ses, “Kim o?” dedi.

“Sedat Bağcılar Bey’i görmeye geldim. Açar mısın.”

“Neden onun zilini çalmıyorsun?”

“Ona sürpriz yapacağım da, haberi olsun istemiyorum,”

“Hele dur, kapıya geliyorum.”

Kel kafalı, uzun boylu, çipil gözlü, sarı benizli biri koridorda göründü. Yorgun hali vardı. Kuğuyu andıran boynunu ileri uzatıp yalpalayarak kapıya geldi. Şüpheli gözlerle beni süzdü bir zaman. Kapıyı açıp dışarıya yanıma geldi.

“Ne için görecen onu?”

“Babası Fatih Bey gönderdi beni. Telefonu cevap vermiyormuş epeydir. Merak etmişler. Durum nedir bakmaya geldim. İşin doğrusu bu yani. Gençler işte, başlarına buyruk hareket ediyorlar. Bakıp babasına bilgi vermem gerekiyor. Anlarsın ya, belki bir yaramazlık yapıyorlardır.”

“İyi tamam. On beş numara. Yalnız dikkatli ol. Pek tekin biri değildir.”

“Biliyorum. Beşinci kat.”

Öyle zengin bir adamın oğlunun böyle sıradan bir apartmanda oturması tuhaftı. Babasının burayı bildiğini sanmıyordum. Belli ki gözden uzak olmak için bir nedeni vardı. On beş numaralı dairenin kapısına gelince Yıldız’ın telefonunu çaldırdım tekrar ve içeriden gelecek sesi duymaya çalıştım. Evet, zayıf da olsa ses geliyordu. Yıldız buradaydı. Fakat açan yoktu. Huylanmaya başladım. Bu sefer zili çaldım. Uzun uzun çaldım. Gelen falan yoktu hâlâ. Tekrar aşağıya indim, kapıcıyı buldum.

“Hemşerim, evde yoklar galiba. Eve geldiğini görmüş müydün?

“Tabii gördüm. Yanında da bir genç bayan vardı.”

“Başka birileri daha var mıydı?”

“Onlar yalnızdı ama sonradan kızlı oğlanlı dört kişi daha geldi.”

“Yedek anahtar var mı? Başlarına bir şey gelmesin. Çıkıp bakalım.”

“Evet var. Hanım temizlik için  gidiyor. Gidip getireyim.”

Daire kapısına gelince hem telefonu hem de kapı zilini devamlı çaldırdık. Yine bir cevap yoktu.

Açtık ve girdik. Manzara berbattı. Salonda iki divanda  da kızlar ve oğlanlar kendilerinden geçmiş bir durumda baygın yatıyorlardı. Orta sehpanın üzerinde ispirtolu küçük bir ocak, kaşık ve enjektörler vardı. Hemen boyun damarlarını yokladım. Hareket yoktu. Ağızlarından sızan beyaz köpüğü görünce geç kalındığını anladım.  Yazık olmuştu bu çocuklara. Hemen diğer odalara baktım. Yıldızla Sedat da yatak odasında yan yana  uzanmış yatıyorlardı. Sedat’ın ağzının kenarından da  beyaz bir köpük yanağından aşağıya akmıştı. Yıldız hâlâ nefes alıyordu.

Kapıcı paniklemiş ne yapacağını bilemiyordu. Kızı hemen kucakladım, “Kız yaşıyor. Sen 112’ye ve polise telefon et. Ben kızı hastaneye yetiştireyim. Hiçbir şeye de dokunma sakın. Gelenlere acil olduğu için kızı hastaneye götürdüğümü söyle. Ha bu arada adım Demir Darcan. Emekli polisim. Adımı onlara ver tamam mı?  

Yıldız’ı hastaneye yetiştirdim. Koluna baktığımda bir iğne izi görmemiş olduğum için ferahlamıştım. İçkisine karıştırılan ilaç yüzünden kendinden geçmiş. Önce oturup sohbet ettiklerini, zaman ilerledikçe kafa bulmanın güzelliğinden konuşmaya başladıklarını, uçmanın güzelliklerini anlatıp onu da kendilerine katılmasını istediklerini söyledi kendine geldiğinde. 

Hastanedeki polis soruşturmasından sonra o gece gözetim altında hastanede kalması gerekiyordu. Bu zamana kadar uyuşturucu maddeye alışık olmayan vücudu, tepkisini ağır şekilde göstermişti. Tehlikeli bir durumu olmadığını söyleyen doktoru ancak yarın taburcu edileceğini açıklayınca hastaneden ayrıldım. Kan tahlilinde eroin kalıntısı çıkmayınca rahatlamıştım.

Bu arada eski amirimin beş gencin aşırı doz eroinden öldüklerini, olayların içinde olduğum için ifademe başvurulacağını söylediği telefonunu alınca gidip her şeyi anlattım, Bu seferlik, kızı hastaneye yetiştirdiğim için beni idare edeceğini söyledi ve bir dahaki sefer yetkisiz bir şey yapmayacağıma dair söz alarak beni azad etti.

Bir gün sonranın akşamı anneannesinin evinde bir aradaydık. Hâlâ halsiz görünüyordu.

Tomris Teyze gözlerimin içine mihnetle bakıyordu.

“Kızınıza haber verdiniz mi? Gelecekler mi?” dedim Yıldız’a bakarak.

“Sadece kızım geliyor. Sabah yedi uçağıyla yola çıkacakmış. Damadın işleri varmış!” dedi kinayeli bir sesle Tomris Teyze.

“Şimdi her şeyi baştan anlat bakalım,”dedim Yıldız’a

Yıldız yüzüme bakıp, “İyiyim Demir Bey. Yaptığım büyük bir hataydı. Ama o sırada böyle düşünmüyordum. İnsanın güven duygusu gözüne perde indiriyor işte. Buna gaflet diyelim. Bir yıl kadar önce internet üzerinden tanıştım Sedat’la. Zamanla sohbetlerimiz birbirimizi tanıdıkça daha samimi hallere dönüştü. Konuşması o kadar güzeldi ki beni hemen sarıp sarmaladı. Bana aşık olduğunu ve çok sevdiğini söyledi. Uzaktan görüşmelerimize artık son verip bir arada olmamızı isteyince kabul ettim. İstanbul’a iki sefer geldiğinde yakınlığımız olmuştu. Okulum nedeniyle oradan ayrılamıyordum. Evdekilere anneanneme gideceğimi söyledim. Yoksa başka türlü bırakmazlardı. Babam despot bir kişidir Demir Bey. Üzerimde çok baskı uyguluyordu. Daralmıştım artık. Oradan uzaklaşmak için her şeyi yapmaya hazırdım. Sedat’la haberleştik. Salı sabahı İzmir’de olacağımı söyledim. O sabah garın önünden aldı beni. İstanbul’a gelişinden daha yakışıklı göründü gözüme o an. Ne bileyim, sanki beynim uyuşmuş gibiydi. Çok heyecanlıydım. Sanki beyaz atlı prensimi bulmuş gibi hissediyordum. Sonra beni bulduğunuz eve geldik. Daha sonra çok yakın iki arkadaşının da geleceğini söyleyerek beni karşılama günümü kutlayacaklarını anlattı. Çok geçmeden onlar da geldiler. Yanlarında kız arkadaşları da vardı. Tanıştık. Birbirimizin geçmişi hakkında sorular sorduk. Yani anlayacağınız havadan sudan sohbetlerdi. Telefon çalınca salondan ayrılmıştım. Siz aramıştınız. Sedat yanıma gelip konuşmamı kesince kapatmak mecburiyetinde kaldım. Bana,” İçerde hazırlık yaptık, seni bekliyoruz,”  dedi. Salona geçince sehpaya açtıkları malzemeleri gördüm. Ne yaptıklarını sorduğumda, “Buluşmamızın şerefine uçma partisi düzenledik,” dedi.

“O da ne demek?” dedim.

“Ruhumuzu özgür bırakmak. Bu yaşamdan soyutlanmak.”

“Ben buna dahil olmam,” dedim. O nazik insan yoktu karşımda artık. Bakışları değişmiş tutarsız lâflar etmeye başlamıştı.

“Biz ne yaparsak sen de katılacaksın,” şeklinde zorlama bir ifade kullanıyordu. Açıkçası korkmaya başlamıştım. Kaşıklarda erittikleri tozları enjektöre doldurup kollarına iğne yapmaya başladılar. Benim korktuğumu anlayınca teklif etmekten vazgeçtiler. O sohbetler sırasında Sedat bana içki hazırlamış, onu yavaş yavaş içiyordum.

Sedat koluna iğne yaptıktan sonra,  “Hadi onları yalnız bırakalım, seninle yalnız olmak istiyorum,” dedi. Başka odaya geçtik. O sırada tekrar içki hazırlamıştı onu verdi.

 “Bu rahatlatır seni,” dedi. İçtikten sonrasını  hatırlamıyorum. Gözlerimi hastanede açtım. Beşi de ölmüş öyle mi? Yazık olmuş. Üzülmedim desem yalan olur.”

“Evet,” dedim üzgün ifadeyle. “Beşine de yazık oldu. Gencecik insanlar. Çocuklar başı boş bırakılıp izlenmedikçe bu gibi olaylar her zaman olacak. Ailene kızıyorsun ama ne yazık ki haklılar. Bunu sen de gördün. Mesleğimiz gereği bu zamana kadar nelerle karşılaştığımızı bir bilseniz. Yine de şansın varmış ki anneannen benden yardım istedi ve seni kötü bir girdaptan çekip çıkardık. Hadi geçmiş olsun. Önünde daha uzun bir hayat var.”

“Evet, onlara bir özür borcum var.”

Çok olarak gördüğüm paranın bir kısmını Tomris Teyze’ye iade ettim.  İlk işim de böyle olsundu.

Önümüzdeki günler nelere gebedir bilinmez ki!

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar