-I-
Mezar üstüne mezar
Bizim ilçeye pek kar yağmaz fakat aralık ayının sonuna doğru toprağı sertleştiren bir soğuk oturur yere, marta kadar da kalkmaz. Öyle günlerden biriydi. Elimde fincanımla kalorifer peteğinin başında camdan dışarıyı seyrederken Amirim telaşla beni çağırmış, “Mezarlığa gidiyoruz!” demişti. Evet, ölülerle uğraşıyorduk ama normal yollardan ölenlerle, dosyası kapananlarla değil. Bu yüzden Amirimin mezarlığa gitmek için gösterdiği bu acelenin sebebini anlayamamıştım.
Telsizleri belimize taktık, montlarımızı da giyip hemen çıktık. Yolda, “İhbar gelmiş,” dedi Başkomiserim. “On gündür kayıp olan bir vatandaş… Cesedi bir mezardaymış galiba. Başka bir mevtanın yanına gömmüşler.”
İlginç ve katillere ilham verecek bir cesetten kurtulma yöntemi, diye geçirdim aklımdan. Öldürdüğün adamı başkasının mezarına göm ve kaç… Kim bakar ki bir mezara? İlk başta bu şekilde düşünmüştüm fakat sonra biraz hafızamı yoklayınca hiç de öyle olmadığına karar verdim. Benzer bir olay yıllar önce Ankara’da yaşanmıştı. Bir çete, infazlarını gerçekleştirdikten sonra cesetlerden kurtulmak için mezarlık bekçisiyle anlaşmış ve tam otuz altı mezara kendi kurbanlarını gömmüştü. Mezarlığın bekçisi ölüp yeni bekçi gelince anlaşılmıştı olay. Yani her şey, şu veya bu şekilde ortaya çıkıyordu işte.
Olay yerine geldiğimizde herkesin orada olduğunu gördük. Kayıp Şahıslar Bürosu’ndan iki polis, Savcı, Adli Tabip, mezarı açacak işçiler ve gözleri yaşlı kayıp şahıs yakınları…
Amirim, Kayıp Şahıslar Bürosu’ndan Adnan Komiserin yanına gitti hemen. “İhbarın kaynağı belli mi?” diye sordu.
“Maalesef değil, Başkomiserim,” dedi Adnan Komiser mahcubiyetle.
“Kamera falan var mıymış etrafta, giren çıkan birilerini gören?”
“Yok, Amirim ne yazık ki! Dağın başında bir mezarlık işte…”
“Ne bekliyoruz o zaman? Paketimiz içeride mi bir bakalım.”
İki buçuk metrekarelik mezarın üstündeki toprağı kepçeyle aldılar, gerisi kazma kürekle halledildi. Muhtemelen aşağıda yeni gömülmüş bir ceset vardı, zarar vermeyi düşünemezdik bile.
İşçilerin çok uğraşması gerekmedi. Bir metre kadar kazdıklarında renkli bir kumaş parçası dikkatimizi çekti. Cesedin sarılı olduğu örtü olmalıydı bu. İşçilere geri kalanı elleriyle yapmalarını söyledik, adamlar biraz çekinerek de olsa isteğimizi yerine getirdiler. Birkaç dakika sonra ceset karşımızdaydı. Olay Yeri İnceleme’den iki memura, örtüyü açmadan cesedi sedyeye almalarını söyledik. Sedye hareket ederken kayıp şahsın yakınları doluşmaya başladı etrafımıza. “Babam mı?” diye soruyordu genç bir çocuk, bir taraftan da parçalıyordu kendini. Teşhis için en uygun adaydı, çocuğu hemen yanımıza çağırıp örtüyü açtırdık. Elli yaşlarında, saçları ve bıyıkları ağarmış, kanı çekilmiş bir erkek cesedi çıktı ortaya. Genç çocuğun kendini yere atıp feryat figan bağırmaya başlamasından mevtanın aradığımız kayıp şahıs ve aynı zamanda çocuğun babası olduğunu anladık. İçim burkulmadı desem yalan olur. Aslında çocuğa birkaç soru sormak istedim fakat hiç konuşabilecek gibi durmuyordu.
Bu arada Başkomiserimi aradı gözlerim, Adli Tabibin yanındaydı, adamı cesedin yanına getirmeye çalışıyordu.
Adli Tabibin ilk bulgusu cesedin en fazla üç dört günlük olduğuydu. Toprağın soğukluğu ve cesedin korunması da hesaba katılırsa bu süre daha da fazla olabilirdi. Kafasının arkasına aldığı bir darbeyle öldürülmüştü muhtemelen. Başının arkası kızıla boyanmış, saçları kanın katranıyla sertleşmişti. Boynunda da hatırı sayılır bir morluk vardı.
“Bir haftayı geçmiş olamaz,” diyordu Adli Tabip. “Toprağın altında daha fazla dursa anlaşılırdı.”
“Adnan, kaç gündür kayıptı şahıs?”
“On gündür Amirim.”
“Anlaşıldı. Savcı Bey de incelemelerini yapsın sonra morga alalım maktulü,” dedi Başkomiserim, sonra bana dönüp “Bekçisi var mıymış mezarlığın?” diye sordu.
Belirli bir bekçisi yoktu mezarlığın. Küçük bir ilçedeydik. Köy mezarlığı kadar küçük bir yerdi burası, sabit bir bekçi koymaya gerek görülmemişti. Devriye gezen Jandarma ve Köy Korucuları ortaklaşa kolaçan ediyordu etrafı.
Maktulün kimliğine geçtik. Onu cismen bulduktan sonra elbette ki ismen de tanımalıydık. Kim olduğuna, ne iş yaptığına ve kimleri tanıdığına dair ayrıntılara ihtiyacımız vardı. En davudi sesimle okumaya başladım bilgileri:
“Ahmet Yalpacı, elli beş yaşındaymış Amirim. Evliymiş, daha doğrusu üç evlilik yapmış. Her evliliğinden iki çocuğu var. İlk evliliğinden olan oğlu Samet Yalpacı ile biraz önce konuştuk. İlk iki karısı çoktan Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Şimdi kendisinden on beş yaş küçük bir kadınla evliymiş. Keriman Yalpacı… Biraz önceki kalabalığın arasındaydı o da. Adam meyve sebze toptancısıymış, ilçe halinde bir dükkânı var.”
“Kadın konuşabilecek durumda mıydı?”
“Pek değildi Amirim. Yine de merkeze aldırdık hepsini. Yani Keriman Hanım’ı, adamın oğlu Samet’i, bir de on yedi yaşında bir kızı varmış, Ayla, onu da…”
“Tamam, biz de geçelim o zaman merkeze.”
Amirimin Volvo’suna bindik hemen. Kapıları kapatıp kaloriferlerin insafına bıraktık kendimizi. Tepenin başına kurulan mezarlığın dört bir tarafı açıktı ve üzerimizdeki montlar bizi ayazdan koruyamamıştı. Ellerimi ısıtıp telsizden öndeki ekip aracında durumların nasıl olduğunu sordum. Her şey yolundaydı şimdilik. Maktul yakınları merkeze ulaşmak üzereydi, biz de beş dakika sonra orada olurduk nasıl olsa.
“Tolga, mezarın esas sahibinden hiç bahsetmedin?” dedi Amirim giderken.
“Evet, Amirim. Pek dikkat çekici bir şey yok da ondan,” dedim. “Merhum Gülsüm Duru yatıyormuş mezarda. Çoluğu çocuğu yokmuş ilçede, bir kızı varmış ama o da İstanbul’daymış. Neyse, sağlığında seks işçiliği yapıyormuş. Öldüğünde cenazesine sahip çıkan olmamış. Kızı sonradan çıkıp gelmiş de kadını kimsesizler mezarlığına gömülmekten kurtarmış.”
“Ya Tolga, anlattığın her şey trajik bir hikâye gibi ama sormasak hiçbirinden bahsetmeyeceksin! Hiç düşünmedin mi? Neden bu kadının mezarı, yani Ahmet Yalpacı neden başka bir mezara değil de oraya gömüldü? Ya bir bağlantı varsa aralarında?”
“Haklısınız Amirim fakat ben iştahımı merkeze saklamıştım.”
***
Merkezde ilk olarak Keriman Hanım’ı aldık sorguya. “Herkes şüpheli” fikriyle hareket etmek zorundaydık çünkü adamın o mezarda ne işi olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. En azından bize akıl vermeleri gerekiyordu yakınlarının.
“Sizi dinliyorum,” diyerek söze girdi Amirim.
Keriman Hanım ağlamaktan kızarmış, çakır gözlerini Başkomiserime dikip terslendi. “Ne anlatayım?” dedi. “Kaç gündür kayıptı zaten Ahmet!”
“Bir anda mı yok oldu ortadan? Daha önce de böyle gider miydi?”
“Giderdi! Kabzımaldı Ahmet. Büyükşehre falan uğrardı ara sıra. Toplantılara gider, günlerce gelmezdi.”
“Ne zaman anladınız kaybolduğunu?”
“Telefonlarımıza cevap vermediğinde…”
“O zaman ne için gittiğini biliyorsunuz.”
“Elbette! Yine iş için gitmişti. Anlaşmazlık yaşadığı bir adam vardı onunla görüşmek için.”
“Kimmiş bu adam?”
“Bizim köyde, meyve üreticilerinden biri. Normalde Ahmet’e satardı malını, sonradan fikir değiştirip başkasına satmaya başlamış. Onunla ilgili görüşecekti herhâlde.”
“Her zaman bu kadar ilgili misinizdir eşinizin işleriyle?”
“Yanımda telefonla konuşuyor, oradan biliyorum çoğunu.”
“Bu adamdan başka var mıydı eşinizin bir hasmı, anlaşamadığı biri?”
“Sanmıyorum, yoktu.”
Amirimin dikkatini kadının kolundaki morluk çekmişti.
“Kolunuz,” dedi. “Ne zaman yaralandı?”
Kadın sağ bileğinin üstündeki izi gösterip “Bu mu?” dedi. “Çok önceden oldu. Kapıya çarpmıştım herhâlde.”
Bundan sonra adamın oğlu Samet’i aldık sorguya. Şiş gözleriyle, arada ağlama krizine girerek konuştu bizimle. Dediğine göre babasıyla arası çok iyiymiş, babasının sağ koluymuş. İşlerinde yardım edermiş ona, bazen ek işler yapsa da genelde ilçenin küçük halindeki dükkânda olurmuş. Babasının anlaşmazlık yaşadığı şu köylüyü de tanıyormuş. Adam elmalarını şimdiye kadar onlara verirken bir anda fikir değiştirip rakipleri olan bir firmaya vermeye başlamış.
Samet’in dediğine göre bunda büyütecek çok bir şey yokmuş. Her zaman yaşadıkları şeymiş. Bir üretici fiyatı az bulup anlaşmasından cayabilirmiş.
Üvey annesi Keriman Hanım’ı da sorduk ona. Dediğine göre babasıyla arası iyiymiş fakat arada tartıştıkları olurmuş. Yine de babasını severmiş Keriman Hanım. Sevilmeyecek bir adam değilmiş zaten babası. İşinde gücünde, akşam olunca evinde bir adammış Ahmet Bey. Bazı geceler parlattığı olurmuş, bazı geceler arkadaşlarıyla âlem yaptığı da… Sıradan bir aile tablosu çizdi bize Samet. Olması gerekenleri, standartları, bir bir önümüze koydu. Sanki bir çarpıklık bulmamızdan çekiniyordu. Şunu sormak geldi içimden: “Madem o kadar normal bir aileydiniz de neden öldürüldü bu adam?” Amirimin yanında soramadım bunu fakat Başkomiserim daha usturuplu, daha hedefe odaklı sordu bunu.
“Halamı da boyasam amcam olurdu! Ulan madem ne bok yemeye başka birinin mezarından çıktı baban?”
Samet, “Ben ne bileyim Amirim?” diyerek ağlamaya başladı tekrar. Ondan sonra da konuşturamadık bir daha.
***
Biz Samet’in sorgusundayken Aslı girdi odaya, heyecanlı görünüyordu, beni ve Başkomiserimi dışarı çağırdı aceleyle.
Amirime bakıp “Ayla’yı sorguluyordum emrettiğiniz gibi,” dedi. “Adamın en küçük kızını…”
“Evet Aslı!”
“Kız çok garip şeyler anlattı. Sanırım mezarlıktaki Gülsüm Duru’yu tanıyormuş.”
Sorgu odasında tek başına kalmıştı Ayla. Esmer yüzlü, mavi gözlü, Keriman Hanım’a benzeyen bir kızdı. Uzun, örgülü saçlarıyla oynayıp duruyordu sürekli.
Amirim hemen konuya girdi.
“Anlat bakalım Ayla, babanın mezar komşusunu nereden tanıyorsun?”
Amirim çok sert girmişti bana kalırsa. Kızın yüzüne baktım ister istemez. Ağlamaya başlamasını beklemiyordum ama bir üzgünlük, bir kızgınlık emaresi olmalıydı suratında. Fakat oval yüzünün tek kası bile oynamamıştı.
“Babamın metresiydi, ne olacak?” dedi hızlı hızlı.
“Nasıl metresi yani? Ölmüş kadın, öyle mi?”
“Çok olmadı öleli zaten, birkaç sene oldu. Öldü de anam da ben de kurtulduk.”
“Senin nereden haberin oldu metresi olduğundan? Annen mi söyledi?”
“Yok, babam kadını bizim eve getirirdi sık sık. O orospuyla yer, içer, eğlenir, anam da hizmetlerini görürdü.”
“Nasıl yani? Annenin önünde öyle mi?”
“Öyle! Ben daha çocuktum. Hizmetini beğenmezse bir de üstüne döverdi annemi. Odamdan çıkmamam için bağırırdı bana. Çok çektirdi bize çok!”
“Annen ne yapardı böyle zamanlarda?”
“Ne yapacak? Odasına çekilip ağlardı.”
“Samet ağabeyin bir şey demiyor muydu babana?”
“Ne diyecek o ya! Ancak kendisini düşünür! Yalakadır, çıkarcıdır… Babamın kıçında gezerdi hep zaten.”
“Ortak mıydı işlere Samet?”
“Değildi, ama en büyük arzusu buydu. Şimdi babam öldü ya ne yapar eder bütün malları ele geçirir, oturur işlerin başına.”
“Diğer kardeşleriniz? Sanırım sizden başka dört çocuğu daha varmış babanın.”
“Hepsi İstanbul’da… Evli, barklı, işinde gücünde insanlar. Cenazeye bile geleceklerini sanmam.”
“Neden?”
“Neden olacak? Babam onların da analarına çok çektirmiş! Elemden, kederden ölmüş gitmiş hepsi. Babamın Samet ağabeyimden büyük bir oğlu var mesela, en büyük oğlu. İstanbul’da dükkânı var, hiç bulaşmaz buralara. En iyisini o yapıyor aslında. Bir, iki babamdan yardım istedi zamanında, baktı hayır yok, o da işine baktı.”
“Diğerleri?”
“Diğerleri kadın zaten!”
Ayla’nın anlattıkları yenir yutulur cinsten değildi. Bir Samet’in anlattıklarına bakıyordum bir de Ayla’nın. Aynı adamdan mı bahsediyorlardı, emin olamıyordum.
***
Mehmet Sarı, elma üreticisi, soğuk havaya rağmen sorgu odasında ter döküyordu. Hâlbuki kaloriferler içeriyi ısıtamıyordu bile. Adamın gergin olduğu her hâlinden belliydi. Sadece terlemiyor, bir taraftan ellerini ovuşturup duruyordu sürekli. Oturduğu sandalyede bazen arkasına yaslanıyor bazen de koca ellerini masanın üzerinde birleştiriyordu. “Vücut dili her şeyi anlatır” denir, bu adamı bir uzman görse bir sürü çıkarımda bulunurdu herhâlde.
“Ahmet Yalpacı ile en son siz görüşmüşsünüz galiba?” dedi Amirim. Ben de tam yanında oturuyor, kötü polisi oynuyordum. “Şu ellerinle oynamayı bırak da adam gibi cevap ver!” diye çıkıştım adama. Bu kıpır kıpır hâlleri gerçekten de sinirimi bozmaya başlamıştı.
“Tamam Amirim,” dedi korkuyla adam. “Bir hafta, on gün oldu Ahmet ağabeyle görüşeli. Yani en son gören ben miymişim? Bilemedim şimdi.”
“Neyse işte! Ne konuştunuz en son, onu söyle sen!”
“Para konuştuk Amirim, ne olacak? Piyasa kötü ya, düşürdükçe de düşürmüştü bizim ücretleri. Mallarımı verecek başka toptancı bulamayacağımı düşündü sanırım.”
“Tartıştınız mı?”
“Yok Amirim. Benim gibi birkaç arkadaş daha var Ahmet ağabeyi bırakan. ‘Sen gidince onlar da gidiyor,’ dedi. Benden yardım istedi. Ben de ‘Kasa başına daha fazla ver, sana verelim elmaları,’ dedim.”
“O ne dedi?”
“Düşüneceğini söyledi. ‘Acele etme, benden haber bekle,’ dedi. Sonra bir daha da görmedim zaten. Aramadı da…”
“Ahmet’in tanıdığınız bir düşmanı, kavgalı olduğu biri var mıydı?”
“Amirim, işle ilgili yoktu sanırım ama… Nasıl desem… Ahmet ağabey büyükşehre çok gider gelirdi. Orada bazı işlere bulaşmış, diyorlardı. Belki oradan bir düşmanı varsa…”
“Ne gibi işlere bulaşmış?”
“Amirim, dediklerine göre pavyondan çıkmaz olmuş bu adam. Öyle amacı eğlenmek falan da değilmiş. Çok affedersiniz, karı satıyormuş. Hatta kendi karısını…”
“Hop, hop dur bakalım. Bunlar dedikodu mu yoksa bizzat gördün mü?”
“Dedikodu elbette Amirim ama…”
Araya girdim bu noktada, adamın söyledikleri Amirimin bile sabrını taşırmıştı. Adamı kolundan tutup kaldırdım. “Tamam kardeşim,” dedim. “Aklına başka bir şey gelirse bizi ara!”
Hem Ayla’nın hem de Mehmet Sarı’nın Ahmet Yalpacı hakkında söyledikleri azımsanacak şeyler değildi. Aileye odaklanmalıydık. Keriman Hanım’ın evi için arama izni çıkarmıştık çoktan. İlk işimiz evi didik didik aramak olacaktı.
***
Keriman ve Ahmet Yalpacı’nın evine gidecektik ki otopsi raporunun sisteme düştüğünü gördüm. Adli Tıp’a gitmekle ya da otopsiyi yapan doktoru sıkıştırmakla uğraşmayacaktık. Amirimi bilgisayar başına çağırdım hemen.
“…Maktulün akciğerlerinde dietil eter kalıntısına rastlanmıştır. Ölüm sebebi kafanın art bölgesinden aldığı darbeyle gerçekleşen fatal kafatası kırığı ve iç kanama…”
“Eterle bayıltılmış Amirim!” dedim şaşkınlığımı gizleyemeyerek.
“Onu anladık. Ahmet çok iri sayılmaz ama adamla baş etmek için yapmış olmalı bunu katil. Bu neyi gösterir şimdi Tolga?”
“Katil kadın olabilir!”
“Aynen öyle.”
“Keriman Hanım mı diyorsunuz Amirim?”
“Ya da Ayla… Veya her ikisi de…”
-II-
Gururum
Otopsi raporunu okuduktan sonra Keriman Hanım’ın evine doğru yola çıktık. Mezarlığa yakın bir arka mahalledeydi ev. İki tarafı ağaçlarla çevrili patikada ilerlerken, uzakta önce iki katlı koca bir bina girdi görüntüye, biraz daha ilerleyince yanındaki küçük yapılar da görünmeye başladı. Burası daha çok bir çiftlik evine benziyordu. Ana bina kırmızı kesme taştan, diğerleri ise gri brikettendi. Güllerin gölgesindeki çardağı geçtikten sonra ana binaya ulaştık.
Keriman Hanım, yanında kızı Ayla’yla karşıladı bizi. Eşarbını tepesinde toplamış, kararlı bir ifadeyle duruyordu kapının önünde. Bu duruşa bir anlam veremedim fakat nasılsa öğrenirdik.
“Sizi yormayacağım,” dedi Keriman Hanım selam sabahtan sonra. “Buraya kadar geldiniz, hoş geldiniz, sefa verdiniz. Siz de bir ananın evladısınız o yüzden kıyamayacağım. Sizi uğraştırmayacağım. Eminim şimdiye kadar Ahmet ve benimle ilgili çok şey duydunuz. Dedikodu denen illet yok mu, ah!”
Konuşmasının burasında biraz durakladı Keriman Hanım. Hâlâ kapının önündeydik. “İçeri geçelim isterseniz,” dedi. “Neler oluyor, siz ne diyorsunuz?” demeye fırsat kalmadan bir sedirin üstüne kurulmuştuk çoktan. Ayla’nın yaptığı çaylar da elimizdeydi.
Keriman Hanım bizi konuşturmadan devam etti.
“Evet, Ahmet’i ben öldürdüm. Ben öldürmesem tuhaf olurdu zaten! Ölünün ardından konuşmayı sevmem ama sağlığında ölümünün benim elimden olması için epey çabaladı Ahmet ve işte sonuç!”
Ayağa kalktı bunları söyledikten sonra. Ellerini bileklerinden birleştirip bize doğru uzattı. “Hadi tutuklayın beni de gidelim,” dedi.
Şok olmuştuk, ne yapacağımızı bilememiştik ilk başta. Sonra kendimize geldiğimizde elimizdeki çayları aceleyle bir kenara bıraktık. Başkomiserim göz ucuyla baktı bana, mesajı almıştım, kadının dediğini yapmamı söylüyordu. “Bu kadar çabuk mu?” diyerek itiraz etmek istedim fakat Amirimin bir bildiği vardır diye sustum. Kelepçelerimi çıkarıp jargonu tekrarladım. “Keriman Hanım, sizi Ahmet Yalpacı’yı öldürme şüphesiyle tutukluyorum…”
“Yok yok,” dedi Keriman Hanım, “Şüpheye mahal yok! Ben yaptım her şeyi.”
Amirim araya girme gereği duydu. O da benim gibi her şeyin fazla hızlı geliştiğini düşünmüş olmalıydı.
“Ne yani, şimdi Ahmet’i öldürdünüz, sonra mezarlığa kadar taşıyıp Gülsüm Duru’nun mezarında bir metrelik bir çukur açtınız ve oraya gömdünüz, öyle mi?”
“Hayır, taşımam gerekmedi. Ahmet’i zaten mezarlıkta öldürdüm.”
“Nasıl yani?”
“Ahmet çok içerdi. Son zamanlarda da orada burada, arabanın içinde falan sızdığı oluyordu. Bir hafta önce yine gelmedi eve. Elektrikli bisikletime binip onu aramaya çıktım. Arabası mezarlığın önündeydi. Sızmıştı yine. Eve geri dönüp bir odun parçası aldım, biraz da eter. Vardığımda ayılmak üzereydi fakat nerede olduğunun farkında değildi. Onu Gülsüm orospusunun mezarına götürdüm. Oturmasını söyledim. Evde zannediyordu herhâlde kendini. Hemen çöktü mezarın dibine. Eteri tuttum burnuna, bir türlü bayılmıyordu. Kafasını sallayıp duruyordu sürekli, sanırım ondan. Çaresiz arkasına dolandım, bütün gücümle vurdum ensesine. Birkaç defa daha vurdum sonra. Öldüğüne emin olunca eve dönüp kazma, kürek bir de cesedi sarmak için örtü getirdim. Sonrasını siz de biliyorsunuz.”
“Ve size kimse yardım etmedi, öyle mi?” dedi Amirim bu kez.
“Etmedi,” dedi Keriman Hanım. “Bakmayın böyle ufak tefek durduğuma. Gücüm yerindedir.”
Söyleyecek pek bir şey kalmamıştı. Cinayet aletini sorduk Keriman Hanım’a. Evin yanındaki tandırlığa götürdü bizi. “Orada, diğer odunlarına arasında,” dedi. Gerçekten de kanlı, uzun bir odun parçası bulduk. Belki de birkaç gün sonra yakacaktı. Şimdiye kadar neden yakmadığını sorduğumuzda, “Teslim olmakla olmamak arasında gidip geldim bir süre,” dedi.
Delilleri toplayıp yanımıza Keriman Hanım’ı da aldık, merkeze geçtik mecburen.
***
Gülsüm Duru’nun mezarında Ahmet Yalpacı’yı bulmamızın üzerinden otuz altı saat geçmişti ve bir itiraf almıştık çoktan. Beklediğimiz diğer deliller de yavaş yavaş gelmeye başladı. Cesedin sarılı olduğu örtünün üzerinden ve evden aldığımız kanlı odun parçasından Keriman Hanım’ın DNA’sı çıkmıştı. Kan ise Ahmet Yalpacı’ya aitti. Dosyayı savcılığa sevk ettik hemen. Gerisini onlar halledecekti.
***
Bir hafta sonra Keriman Hanım, hâkim karşısındaydı. Bu özel duruşmayı kaçıramazdım. Mahkemede söyleyeceklerini, savunmasını çok merak ediyordum. İzleyici olarak katılmıştım bu yüzden.
Benim kadar basın da ilgiliydi olayla. Adliyenin önünde vatandaşından muhabirine, polisinden kameramanına hınca hınç bir kalabalık toplanmıştı. Polis kontrol altında tutmaya çalışıyordu topluluğu, bir bıraksalar çoğunluğunu kadınların oluşturduğu kalabalık adliye koridorlarını dolduracaktı.
Keriman Hanım’ın hikâyesi, kocasının ona yaptıkları, bir haftadır gazetelerde olduğu için herkes biliyordu olan biteni. Bu yüzden Keriman Hanım’ın özgür kalmasını isteyen fanatik gruplar bile oluşmuştu. Ellerinde pankartlarla ve slogan atarak bekliyorlardı duruşmanın sona ermesini.
Sıra Keriman Hanım’a geldi. Ve hâkim karşısında aklıma kazınan o cümleleri kurdu:
“Erkekler takım elbise giyip önlerine baktıklarında cezaları inermiş fakat ben apar topar bulduklarımı giyip geldim buraya. Yüzümde engelleyemediğim bir gülümseme var, farkındayım, yaşadığıma şükrediyorum da ondan gülümsüyorum! Çünkü o ölmeseydi ben ölecektim. Beni öldürdüğü için o olacaktı yerimde. Fakat size beni pazarlamaya çalıştığını söylemeyecekti, beni başka adamların koynuna sokmaya çalıştığından bahsetmeyecekti. Patlıcan az pişti diye, perdeler kirli diye, masada kırıntı kaldı diye yediğim dayaklardan söz etmeyecekti. Kaç kere hastanelik olduğumu anlatmayacaktı. Çay bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafım var, azıcık yan bakmışım, belki onu gösterip ‘Namussuz karılar gibi bakmış,’ diyecekti size. Karısını başka adamlara satan o değilmiş gibi ‘Ne yapayım, namusumu temizledim, öldürdüm,’ diyecekti. Siz de ona acıyacaktınız, yan bakışımı tahrik sayacaktınız belki, cezasını indirecektiniz. Oysa bu namus, bu gurur benimdir Hâkim Bey! Kimselere bırakmam!”*
***
Keriman Hanım’ın mahkemesi hâlâ devam ediyor. Müebbet hapis istemi var hakkında. Biz de bu arada ihbarın kaynağını ve Keriman Hanım’ın yardımcısının kim olduğunu öğrendik. Evet, haklıydık bir yardımcısı vardı. Ayla’ydı başından beri… İhbarı yapan da oydu. Neden yaptığını sorduğumuzda şunu söylemişti: “Ne de olsa babam. Doğru dürüst bir mezarı olsun istedim.”
Babasının doğru düzgün bir mezarı vardı artık. Ayla için hiçbir işlem yapmadık çünkü Keriman Hanım’a borçluyduk. Kocası ona işkence yaparken yanında olamadığımız için, gördüklerimizi, duyduklarımızı dile getirmediğimiz, hiçbir şey yapmadığımız için toplumca suçluyduk. “Bir polis olarak ne yapabilirdim ki?” diyemiyorum hiç, toplum denen bu mekanizmanın bir parçası olarak ben de kendimi suçlayacak birçok şey buluyorum ve gururu elinden alınmış kadınlar adına utanıyorum!
* Olay Şöyle Oldu / Ayşen Şahin