Bu öykü gerçek bir olaydan esinlenilerek yazılmıştır…
Kış
Doktor Peyami, Adli Tıp’ın birinci katındaki odasından morgun önünde bekleyenleri seyrediyordu. Hükümranlığını sürdüren kış aylarına inat giydiği kısa kollu cerrahi kıyafetlerinin içinde hiç üşümüyordu. Saatine baktıktan sonra zamanın geldiğine karar verip odasından çıktı. Hızlı adımlarla alt kata inen merdivenlere yöneldi.
Birkaç şifreli otomatik kapıyı geçti. Morg İhtisas Dairesi’nin içi daha da serindi. Etrafta kimse yoktu. Koridorun ilerisinde tek bir sedye vardı yalnızca. Üzerinde de uzaktan dolu mu boş mu anlaşılmayan bir ceset torbası.
Soyunma odasına girdi. Dolaptan maske, bone, eldiven alıp taktı. Koltuğa oturup ayakkabılarını çıkardı. Bir süredir diyet yaptığından bacaklarını eskisine göre daha kolay kaldırarak, karışmasın diye üzerine adını yazdığı sarı çizmeleri geçirdi ayağına. Hazırlığını dizlerine kadar inen tek kullanımlık yeşil önlükle tamamladı.
Otopsi salonu koridorun sonundaydı. Yakından bakınca içinde küçük cüsseli birinin bulunduğu anlaşılan ceset torbasının yanından geçip otomatik kapıdan içeri girdi. Otopsi salonunda kimseyi göremeyince bir an şaşırdı. İki metal masa da boştu. Anlaşılan teknisyen gene işe geç kalmıştı.
Köşedeki masaya geçip tutanağı okumaya başladı. Beş dakika geçmemişti ki kapı açılıp Nihat girdi. “Günaydın hocam,” diye seslendi.
Doktor Peyami genç adamın yüzünde bir mahcubiyet aradı, bulamayınca öfkesini gizlemeye çalıştı. “Günaydın. Bugün rahatız galiba.”
“Evet hocam,” dedi Nihat. “Bir vaka var sadece. O da galiba soba zehirlenmesi.”
Havalar soğudu mu şaşmazdı, birkaç gün içinde tatlı uykularından uyanamayan yoksul insanların cesetleri morga gelmeye başlardı. Doktor Peyami, mesleğe başladığı ilk zamanlar uykuda ölmenin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışırdı. Şans mıydı böylesi bir ölüm yoksa şanssızlık mı karar veremezdi. Artık böyle şeyler pek aklına gelmiyordu.
Teknisyenin el çabukluğuyla hazırlıklarını tamamlayıp cesedi otopsi masasına aldığını gördükten sonra, “Başlayalım artık,” deyip ayaklandı. Otopsi masasındaki kız çocuğu beş ya da altı yaşlarında görünüyordu. Siyah saçlı, zayıfça bir çocuktu. Yüzünde, sanki ölmemiş de derin bir uykuya dalmış gibi masum bir ifade vardı.
Soba zehirlenmelerinde otopside bazı bulgular tespit edilebiliyordu ama bunlar kesin tanı için yeterli değildi. Bir insanın soba zehirlenmesi nedeniyle öldüğünün ispatlanması için alınan kan örneklerinde belli bir düzeyde karbon monoksit bulunması gerekiyordu. Bu yüzden Doktor Peyami ölü lekelerinin, iç organ ve kasların parlak kırmızı bir renk alması, kanın akışkan hâle gelip renginin açılması gibi bazı destekleyici bulguları göremese de çok da üzerinde durmadı. Nasıl olsa kan tahlilinde çıkar, diye düşündü. Bir saat kadar sonra, sonradan rapora dönüştüreceği notlarını tutanakla birlikte dosyaya koyup odasına çıkarken “Sonunda bu da bitti,” dedi kendi kendine. Ama bitmemişti. Bir hafta sonra küçük kızın ablası da otopsiye getirilecekti.
İlkbahar
“Epeydir görüşemedik, değil mi?” dedi Avukat Sedat Elmas. Bürosunda oturuyorduk. Kalın çerçeveli gözlükleri bakışlarındaki anlamı çözmemi zorlaştırıyordu ama onunla konuştuğum her defasında zihninin her an öne süreceği argümanları hazırlamakla meşgul olduğuna dair bir izlenime kapılıyordum. Kız kardeşi ve babasıyla ilgili bir mesele nedeniyle tanışmamızın üzerinden çok geçmemişti. O zamandan beri bana birkaç küçük araştırma işi vermişti.
“Öyle oldu,” dedim.
“Nasıl gidiyor işleriniz?”
“Eh, fena değil.”
“Şu sıralar boş musunuz?”
“Çok meşgul olduğum söylenemez.”
“Buna sevindim. Bana bir konuda yardım edebilirsiniz belki.”
Çayımı yudumlayıp “Sizi dinliyorum,” dedim.
“Bir müvekkilim var. Zafer Toprak. Kendisinin ticari bir anlaşmazlık davasına bakıyorum aslında. Birkaç gün önce beni arayıp Emniyet’e götürüldüğünü söyledi. İki yeğeni şüpheli şekilde ölmüş bir süre önce. Yanılmıyorsam bir aydan fazla geçmiş üzerinden. Müvekkilimin abisi, polise çocuklarını kardeşinin öldürdüğünden şüphelendiğini söylemiş. Polis de ifadesini almak istemiş doğal olarak.”
“Abisi neden öyle söylemiş?”
“Uzun süredir iki kardeşin arası açıkmış. Eskiden ortaklarmış ama iflas etmişler. O zamandan beri husumetliymişler. İfade vermeden önce Zafer Bey’le konuştum. Tabii ki yapmadığını söyledi. Zaten polisin elinde saçma bir iddiadan başka bir şey yoktu. Ama polis çocukların zehirlendiği gün ne yaptığını sorunca Zafer Bey bocaladı. Hiç gereği yokken şüpheyi üzerine çekti.”
“Nasıl bocaladı Zafer Bey?”
Avukat cevap vermek yerine önce hafifçe gülümsedi. “İlk başta ben de anlam veremedim,” diye devam etti. “Sonra baş başa görüşürken açıkladı. Sizin anlayacağınız, bir sevgilisi var. Yani hassas bir konu. Özellikle de evli olduğu göz önüne alınınca.”
“Yani yeğenlerinin öldüğü gün sevgilisinin yanındaymış?”
“Evet. Aslında öldükleri gün değil. Öldükleri günlerde.”
“Anlayamadım?”
“İki yeğeni birer hafta arayla ölmüş.”
Kaşlarımı çattım. “Nasıl olmuş bu?”
“İlginizi çekti, değil mi? Bakıyorum hemen dedektif antenleriniz dikildi. Gerçekten çok garip bir olay. Soruşturma henüz iddianameye dönüşmediğinden elimde fazla bilgi yok. Öğrendiğime göre çocukların ikisi de aynı gün ve aynı saatlerde ölmüş. İlkinde cumartesi akşam vakti kızları rahatsızlanınca anne babası apar topar hastaneye koşmuşlar ama maalesef küçük kız kurtarılamamış. Ertesi hafta yine cumartesi günü aynı olaylar birebir tekrarlanmış. Bu defa da ablası ölmüş. İkisinde de annesiyle babası da rahatsızlanmışlar ama kurtulmuşlar. Tabii buna ne kadar kurtulmak denirse…”
Odaya ağır bir sessizlik çöktü. İkimizin de kızlarını kaybeden anne babayı düşündüğümüz belliydi.
Biraz sonra “Benden ne istiyorsunuz?” diye sordum.
“Çocukların ölümünü araştırmanızı.” Cevap vermeyince devam etti. “Ha, Zafer Bey gerçekten suçsuz mu, diyorsunuzdur belki. Açıkçası benim de aklıma geldi, belki de yalan söylüyor diye. Gerçi sevgilisi müvekkilimi doğruladı ama şahitliğine ne kadar güvenilebilir, değil mi? Yine de içiniz rahat olsun, ikisinin de söylediklerini teyit ettim. Kadının oturduğu site, güvenlikli bir yer. Zafer Bey’in giriş çıkış saatleri belli. Hatta güvenlik kamerası görüntülerini en kötü ihtimalde lazım olursa diye aldık. Ama tabii bunları şimdilik polise sunamıyoruz.”
“Anlamadığım bir şey var,” dedim. “Madem polisin elinde bir delil yok, müvekkiliniz neden bu kadar korkuyor? Sadece bir iddia nedeniyle kimse onu katil ilan edemez.”
“Haklısınız. Mevcut durumda ceza alma ihtimali yok denecek kadar az. Zaten olay henüz kovuşturma aşamasına bile geçmedi. Ama müvekkilim daha kestirme bir çözüm istiyor. Abisiyle yaptıkları iş battıktan sonra yeni bir iş kurmuş kendisine. İşleri de iyi gidiyor. Malum, burası küçük bir şehir. Dedikodular hızlı yayılır. Davada şüpheli olarak adının geçmesi işlerine zarar verebilirmiş. Benden bu konuda yardım istedi. Benim de aklıma siz geldiniz.”
Bir süre ne diyeceğimi bilemedim.
“Karısını aldatan erkeklere benim de pek sıcak baktığım söylenemez,” dedi sanki kafamı kurcalayan mesele buymuş gibi. “Tabii tersine de. Sonuçta evlilik bir sadakat sözü. Söz verdiysen tutacaksın, tutmazsan da sonuçlarına katlanacaksın. Yani müvekkilimin yaptığını ben de savunmuyorum. Ama o da kendisi açısından haklı. Dediğim gibi ortada çocuklu bir yuva var. Sizden istediğim biraz araştırma yapmanız. Bildiğim kadarıyla çocukların kesin ölüm sebebi bile tespit edilmedi henüz. Polisin bir süre daha adım atacağını sanmıyorum bu yüzden. Yani bolca vaktimiz var.”
***
Avukatın yanından ayrıldıktan sonra meseleyi sakin kafayla düşünmek için Metafizik Kafe’ye gittim. İçerisi boştu. Her zamanki masama geçip çay eşliğinde geç kahvaltımı yaptım.
Çoğu zaman olduğu gibi Cinayet Şube’den eski arkadaşım Komiser Yüksel’den yardım alabilirdim. Ama onu gitgide yalnızca işimin düştüğü zamanlarda aramam beni rahatsız etmeye başlamıştı. Elimde telefon, uzun süre kararsız bekledim. Hâlini hatırını soran bir mesaj atmayı geçirdim aklımdan. Ama onu da yapmadım.
Kafeden çıktıktan sonra Toprak ailesini ziyaret etmeye karar verdim. Avukattan adres bilgilerini almıştım. İstiklal Mahallesi şehrin en eski yerleşim bölgelerinden biriydi. Ancak şehir kuzeydeki üniversite ve devlet hastanesine doğru büyüdüğünden, şimdilerde daha çok yoksul ailelerin mesken tuttuğu bir yer hâline gelmişti. Arabamı Fahriye Sokak’ta boş bulduğum bir yere park edip yürümeye başladım.
Sokak boyunca sıralanan, sıvaları dökülmüş, çoğu bitişik nizam, en fazla iki üç katlı binalar. Altlarında birkaç dükkân; berber, ayakkabı tamircisi, manav… İki arabanın aynı anda geçemeyeceği kadar dar, taş döşeli yol. Sokakta oynayan tek tük çocuklar… Nedense manzara bana tanıdık geldi.
Aradığım ev giriş katındaki zahireci sayılmazsa iki katlı bir binanın birinci katındaydı. En üstteki dairenin ahşap çerçeveli camları kırıktı ve uzun süredir oturulmadığı belliydi. İkinci kattakinin ise plastik çerçeveli pencerelerinde perdeler ya tamamen açıktı ya da yoktu. Kapı zilini uzun uzun çaldım ama açan olmadı.
Biraz sonra Adli Tıp’ın yolunu tuttum. Doktor Peyami’yle polislik yaptığım zamanlardan beri arkadaşlığa varmayan ancak güvene dayalı bir ilişkimiz vardı. Bir saate yakın otopsiden çıkmasını bekledikten sonra odasına girdiğimde cam kaplama duvardan dışarı bakıyordu. En son gördüğüme göre biraz zayıflamış bulsam da kafasındaki bonesi, kısa kollu, koyu renkli cerrahi kıyafetleriyle nedense onu adli tıp uzmanından çok bir aşçıya benzetirdim hep.
Misafir koltuğuna otururken “Umarım rahatsız etmiyorumdur,” dedim.
“Yo,” dedi masasına geçerken. “Acil bir işim yok.” Yeni farkına varmış gibi elini kafasına götürüp bonesini çıkardı. Yağlı, kıvırcık saçlarını düzeltti.
Bir süre havadan sudan konuştuktan sonra iki kızın ölümünü araştırdığımdan bahsedip konuya girdim.
“Ailesi mi tuttu sizi?” diye sordu.
“Bir akrabaları,” dedim.
“Hayatımda karşılaştığım en ilginç vakalardan biri. Otopside bir gariplik olduğunu sezmiştim. Ölü muayene tutanağında soba zehirlenmesinden şüphelenildiği yazıyordu. Ama bulgular o yönde değildi. Vücudunda yaralanma belirtisi de yoktu. Doğal olarak geriye zehirlenme ya da doğal ölüm kalıyordu. Ama daha sonuçlar çıkmadan ablasının da otopsiye getirilmesi, tabiri caizse tuz biber ekti.”
“Ölüm nedenleri tespit edilebildi mi?”
“Maalesef hayır. Ölümlerine neden olabilecek bir şey bulamadık. Ne toksikolojik ne de patolojik incelemede. Böyle vakalarda otopsi raporunun sonucuna ölüm nedeninin tespit edilmesi için İstanbul Adli Tıp Kurumu’ndan görüş alınması gerektiğini yazıyoruz.”
“İstanbul mu?”
“Evet. Orada sebebi bilinmeyen ölümlere bakan bir birim var. Daha önce hiç duymadınız mı?”
“Hatırlayamadım. Peki, cevap geldi mi?”
Hafifçe gülümsedi. “Gelmedi. Ne zaman geleceği de belli olmaz. Çok yoğun bir yerdir.”
“Sizin fikriniz ne? Yani olayla ilgili tahmininiz?”
“Kesin bir şey söylemek zor. Travmatik ölüm olmadığı kesin. Belki de çocuklarda tanı konulmayan bir hastalık vardı.”
“Böyle bir hastalık olsa otopside anlaşılmaz mıydı?”
“Şart değil. Ölüm sonrası tanı konulan hastalıklar oluyor ama tem tersi de mümkün. Öte yandan iki olayda da ailenin tamamı hastalanmış. Bu da zehirlenme ihtimalini artırıyor.” Duraksadı. “Öyle olsa otopside çıkmaz mıydı diyeceksiniz. Cevabım aynı; çıkmayabilir. Otopside zehir incelemesi yapılması için gerekli örnekleri alıyoruz. Ama laboratuvarda sadece belli başlı zehirlere bakılıyor. Yani en yaygın rastlananlara. Var olan bütün zehirlere bakılması imkânsız çünkü. Alerji testi gibi düşünün. Binlerce alerjen var doğada ama testlerde bakılanlar en sık karşılaşılanlar.”
“O hâlde çocukların nadir karşılaşıldığı için laboratuvarda incelenmeyen bir maddeyle zehirlenmesi mümkün mü?”
Kafasını evet anlamında salladı.
“Bu durumda ne yapılabilir?”
“Zor bir durum. Diyelim ki X maddesiyle zehirlendiler. Bunu ispatlamak için aldığımız örneklerde X’in aranmasını istememiz gerekir. Ama sorun şu ki X’i bilmiyoruz.”
“Peki, İstanbul ne yapacak? Daha geniş bir zehir incelemesi mi?”
“Sanmam. Eldeki verilere, soruşturma dosyasına bakacaklar ve bir karar verecekler.” Sesi, İstanbul’dan gelecek haberden çok da ümitlenmeyin, der gibiydi.
***
Adli Tıp’tan çıktıktan sonra olayın gerçekleştiği adrese tekrar gittim. Kapıyı yine açan olmadı. Karşı kaldırıma geçip eve dikkatle baktım. İkinci kattaki camlardan bir tanesinde daha önce fark edemediğim küçük bir kâğıttaki kiralık ilanı, kapının neden açılmadığının cevabını veriyordu.
Kısa bir süre düşünüp ilandaki numarayı aradım, telefon açıldığında beklemediği bir anda sokakta kalmış birisi kadar istekli bir sesle kiralık ev aradığımı söyledim. Hattın diğer ucundaki ses ev sahibi olduğunu, alt kattaki zahireciye gelmemi söyledi.
Gözlerim istemsizce evin giriş katının üzerindeki tabelaya çevrildi. Karşıya geçip içeri girdim. Dört bir yan her boydan ve renkten çuvallarla doluydu. Burnuma buğday kokusunu andıran bir koku doldu. Sol tarafta küçük bir oda boyutunda camlı bir bölme vardı. Ellili yaşlarda bir adam camlı bölmenin girişinde dikilmiş, sırtında un çuvalıyla arka taraftan nefes nefese gelen oğluna “Pazar günü niye açmadın oğlum!” diye bağırıyordu.
“Açtım baba, açtım,” dedi uzun boylu, iri yarı, kumral genç.
“Açmışsın da öğleden sonra açmışsın be oğlum. Müşteriyi bekletmişsin. Bak adam söylendi durdu.”
“Ya baba, ne olur ne olmaz, erkenden açma, diyen sen değil misin?”
“Erkenden açma dedim de bu kadar da demedim be oğlum.”
Zahireci beni fark edince birden toparlanıp “Buyur hemşerim,” dedi.
“Az önce telefonda görüşmüştük. Üst kattaki kiralık ev için.”
Başka ne bir şey söyledi ne de sordu. Sadece, tekrar arka tarafa giden oğluna “Orhan!” diye seslendi. Beş on saniye geçmemişti ki delikanlı çuval istiflerinin arasından çıkageldi.
“Evi gösteriver, oğlum.”
Delikanlı bana bir an boş gözlerle baktı. Sonra camlı bölmeye girip anahtarı aldı, yanımdan geçerken “Gel abi, göstereyim,” dedi.
Dışarı çıktık. Dış kapıyı açarken yan binanın üst katındaki pencereden hafifçe sarkan yaşlı bir kadının merakla bize baktığını gördüm. O sırada boş evi görmenin ne işime yarayacağını bilmiyordum. Ama olayın üzerinden yıllar geçse bile bir dedektif mutlaka suç mahallini görmeli, havasını koklamalıydı.
Sahanlık ve merdiven boşluğu basık tavanlıydı. Basamaklardan çıkarken sanki yeni işlenmiş bir cinayetle karşılaşacakmışım gibi kalbim hızlandı. Aynı zamanda sanki buraya daha önce gelmişim gibi bir hisse kapıldım. Kapıdan girince sizi sağda ahşap kapılı bir tuvalet karşılıyordu. Düz devam edince fayansları leke içinde bir banyoyla küçük bir yatak odası vardı. Sol tarafta da oturma odası büyüklüğünde bir salon ve yemek masası koyulamayacak kadar dar bir mutfak. Odalara göz atarken iki kız çocuğunun neden ve nasıl öldüklerini düşünmeye çalıştım ama boş ev hiçbir ipucu vermiyordu. Duvarlar isli, zemin tozlu, mutfak dolapları eskimişti. Dar pencerelerden pek ışık girmediğinden içim de içerisi kadar karardı, endişeye benzer tuhaf bir hisle doldum. Rolümü inandırıcı kılmak için sağı solu iyice yokladım. Tuvalet kapısı kapanmıyordu. Delikanlı içeriden kapandığını söyledi. Tavanda geniş, sarı lekeler vardı. Adım attıkça yerdeki ahşap döşemeler gıcırdıyordu.
Aşağıya indiğimizde ferahladım. Yanımdan ayrılmadan önce zahirecinin oğluna üstüne para verseniz burada kalmam bakışı attım elimde olmadan. Sokakta dalgın hâlde dikilirken yukarıdan bir ses geldi. Başımı kaldırdım. Eve girmeden önce gördüğüm yaşlı kadın pencereden bana bakıyordu. Fısıldayarak bir şey söyledi.
“Anlayamadım teyze?” diye seslendim.
Eliyle içeri gel işareti yaptı. On saniye sonra dış kapının otomat sesi duyuldu. Biraz öncekine benzeyen merdivenlerden çıktım. Eşikte bir elini kapıda tutarak dikiliyordu. Üstünkörü örttüğü eşarbının kenarlarından beyaz saçları fırlamıştı. Üstü başı hırpaniydi. Beni baştan ayağa süzerken “Başka kiralayacak yer bulamadın mı oğlum?” dedi.
Kaşlarımı çattım. “Neden teyze?”
“Duymadın mı o evde olanları?”
“Ne olmuş ki?”
“İki çocuk öldü. Sakın kiralama. Uğursuz o ev. Perili, perili.”
“Perili mi?”
“Ya, perili. Benden söylemesi,” deyip kapattı kapıyı.
***
Ertesi gün sabah kalktıktan sonra hızlı bir kahvaltı yapıp çıktım. Dün akşamüzeri eve döndüğümde Avukat Sedat’tan ailenin yeni adresini öğrenmesini istemiştim. Toprak ailesinin yeni evi eskisine çok da uzak değildi. Bu defa yola sıfır, tek katlı, camları demir parmaklıklı, müstakil bir eve taşınmışlardı.
Kapıyı açan altmışlarındaki kadına Emniyet’ten geldiğimi söyledim.
“Ben Canan’ın annesiyim,” dedi. “Bayram evde yok, işe gitti.”
“Kızınızla görüşmem mümkün mü?”
“Bugün şart mı memur bey? Kızım pek iyi değil.”
Üstelemenin anlamı yoktu. Bayram Toprak’ın çalıştığı yeri öğrendim. Tevfikbey Caddesi’ndeki beyaz eşya mağazasına gitmem yarım saati buldu. Uzun boylu, zayıf, kırçıl saçlı bir adamdı. Kırk yaşlarında gösteriyordu. Beyaz gömleği ve ütülü pantolonuyla zinde bir izlenim bırakıyordu ancak sık sık dalgınlaşan gözleri asla kapanmayacak bir yaranın izlerini taşıyordu. Ona erkek kardeşi adına çalıştığımı açıklayamazdım. Kendimi Komiser Yüksel’in yardımcısı olarak tanıtıp çocukların ölümüyle ilgili görüşmek istediğimi söyledim. Müsait olunca mağazanın dışında konuşmaya başladık. Soruşturmada gelişme olup olmadığını sordu. Henüz İstanbul’dan yanıt gelmediğini söyleyip olayı tekrar anlatmasını rica ettim.
“Eve taşınalı daha iki hafta olmuştu,” dedi. “O gün kahvaltıdan sonra çarşıda işlerimiz vardı. Eve döndüğümüzde hava kararmıştı.”
“Saat kaçtı hatırlıyor musunuz?”
“Sekize geliyordu.”
“Sonra?”
“Ben hemen sobayı yaktım. Çocuklar televizyon izlerken Canan yemek hazırladı. Yarım saat sonra sofrayı kurduk. Daha yeni yemeğe başlamıştık ki midem bulanmaya başladı. Yediğim bir şey dokundu diye düşündüm. Canan’a söyledim. O da başım dönüyor dedi. Sonra Bengisu birden…” Devam edemedi. Gözleri yaşarmıştı.
Biraz bekleyip “Evde bir gariplik var mıydı?” diye sordum.
“Ne gibi?”
“Ne bileyim, dikkatinizi çeken bir şey olmuş muydu?”
Kısa süre düşündü. “Bir koku vardı. Nasıl desem… böyle pis bir koku, sarımsak kokusu gibi. Hatta Canan’a yemeğe sarımsak mı koydun diye sordum, koymamış.”
“Kokunun nerden geldiğini çözebildiniz mi?”
“Yok, çözemedim. Zaten çok geçmeden kızım bayılıverdi…”
“Peki, ertesi hafta neler oldu?” diye sözünü kestim.
Derin bir nefes aldı. “Gene cumartesiydi. Misafirler gittiydi, biz üçümüz kaldık evde. Nisanur koltukta uyuyakalmıştı. Biz de güya televizyon izliyoruz. Benim midem gene bulanmaya başlamıştı. Kızım birden kusmaya başladı. Çok korktuk. Koşa koşa hastaneye…” Birden sustu ve gözyaşları bendini yıkan bir sel gibi akmaya başladı yanaklarından.
Gözlerim buğulanmasın diye dişlerimi sıktım. Uzun süre bekleyip konuştum. “Kusura bakmayın. Tekrar hatırlattım size.”
“Önemli değil,” gibisinden bir şeyler söyledi.
“Son bir şey soracağım. Az önce misafirler demiştiniz ya kimdi onlar?”
“Cenazeden sonra bacanağımda kalmıştık. Eve cuma günü döndük. Ertesi gün de sağ olsun akrabalar yalnız bırakmadılar, gün boyu gelen giden oldu. Zaferler bile geldi.”
“Zaferler mi?”
“Benim küçüğüm. Normalde küsüz, görüşmüyoruz. Ama cenazeye geldi, sonrasında da uğradı. Aslında uğramazdı ya, karısının zoruyla geldi büyük ihtimal.”
“Kaçta gelmişlerdi?”
“Öğle üzeriydi galiba. Çok durmadı zaten. İşim var deyip çıktı.”
“Evde ne yaptı?”
Bir an dikkatle baktı bana. “Neden soruyorsunuz bunları?”
“Zafer Bey’den şüphelendiğinizi söylemiştiniz. O yüzden soruyorum. Acaba evde… nasıl desem… kuşkulu bir hareketi oldu mu?”
“Çok dikkat etmedim açıkçası. Muhatap olmak istemediğimden yanında da pek durmadım.”
“Kardeşinizle neden husumetlisiniz?”
“Eskiden ortaktık biz. Toptancılık yapıyorduk. Uzun süre iyi gitti işlerimiz. Sonra bozuldu. Nasıl oldu anlamadım o zamanlar. Hesap kitap işlerine o bakıyordu. Bir anda devriliverdik. İcra gelince her şeyimiz gitti, dükkân, evim, arabam. Meğerse Zafer para kaçırıyormuş. Sonradan benden çaldığı paralarla kendine hemen başka iş kurdu. Şimdi mahkemeliğiz.”
“Böyle bir şey yapmış olabilir mi? Yani yeğenlerini…”
“Kesin yapmıştır, diyemem. Elinden gelse beni diri diri gömer de yeğenlerini severdi. O kadar acımasız olacağını sanmam. Ha, beni öldürmek isterken yanlışlıkla kızlarımı öldürdüyse onu bilemem. İnşallah o yapmamıştır. O yaptıysa zaten mahkemeye bırakmam. Kendim veririm cezasını…”
***
Muhayyile Kitap Kafe’de çay içerken kafamdan Yüksel’i aramayı geçirdim. Numarasına tereddütle bakarken telefonum çalmaya başladı. Yüksel’in aradığını görünce şaşırdım.
“Biraz önce Emniyet’ten çıkarken aklıma geldin,” dedi.
“Ben de seni aramayı düşünüyordum. Hatta dün de aklımdan geçmiştin.”
“Dün mü? Saat kaç gibiydi?”
“On civarı. Neden sordun?”
“Çok tuhaf. Çünkü ben de o saatlerde bir anda ‘Hüseyin ne yapıyor acaba? Epeydir görüşemedik,’ diye düşündüm. Tam arayacaktım, başka bir iş çıktı.” Yüksel’de eskiden beri yaşamın içindeki garip tesadüflere mistik anlamlar yükleme âdeti vardı. “Gördün mü bak?” diye devam etti. “İkimiz de aynı anda birbirimizi düşünmüşüz. Bu bir işaret bence.”
“Neyin işareti?”
“Henüz bilmiyorum. Ama demek ki bana bir iyiliğin dokunacak.”
“Belki de tam tersidir.”
“Yok, yok, hissediyorum. Bana yemek ısmarlayacaksın sen.”
Güldüm.
“Neredesin?” diye sordu.
“Kitapçıda.”
“Yemek var mı orada?”
“Kitapçıda yemek ne arar?”
“Çay ve kek oluyor da yemek neden olmasın? Eminim açsındır.”
“Açım.”
“Tamam, ben de açım. O hâlde yemekler senden…”
Yakınlardaki bir pidecide buluştuk. Yüksel her zamanki gibi işiyle ilgili -personel yetersizliğine, işlerinin başlarından aştığına, suç oranlarının görülmemiş biçimde arttığına dair- dert yandıktan sonra lafı iki kızın ölümüne getirip “Sence çocuklar neden öldü?” diye fikrini almak istedim.
“Büyük ihtimalle zehirlenmişlerdir. Doğrusu tuhaf bir vaka. Bir kere olay cinayet mi o bile meçhul. Kesin olan bir şey varsa intihar olmadığı. İki kız kardeşin birer hafta arayla aynı şekilde ölmesi kaza ihtimalini de düşürüyor. Geriye cinayet kalıyor. Tamam, öldürüldüler diyelim ama nasıl? Varsayalım ki birisi onları zehirledi, peki neyle? Onu da geçtik, kim zehirledi bu çocukları? Soruların ucu bucağı yok.”
“Tek şüpheli amcaları mı?”
“Öyle. Başka gerekçesi olan yok çünkü. Çocuklardan ilki öldüğü gün akşama kadar dışarıdaymışlar. Yani ev gün boyu boş kalmış. Belki de onlar evde yokken içeri girip yemeğe ya da ne bileyim başka bir şeye zehir karıştırdı. Üstelik o günün büyük kısmında tanığı yok. Evinde ya da işyerinde değilmiş. Güya doğa yürüyüşüne gitmiş. Hem de tek başına. Hiç inandırıcı gelmedi bana ama birkaç sorun var; evden alınan numunelerde zehirli bir madde çıkmadı. Bir de adamı olay günü eve girip çıkarken kimse görmemiş. Kamera kaydı da yok. Ev ara bir sokakta. Yakınlarda, hatta evin altında birkaç iş yeri var ama hiçbirinin güvenlik kamerası evin girişini görmüyor.”
“Daha çocukların nasıl öldüğü bile belli değil.”
“Biz öyle ya da böyle topu savcıya atarız,” dedi Yüksel gülümseyerek. “Ama sen ne yaparsın bilmem.”
***
Evime dönüp televizyonun karşısındaki koltuğa uzandığımda, çocukların kasten öldürülmeleri makul değil, diye düşündüm. Kim -cani olmadıkça- iki masum çocuğu bile isteye öldürür ki? Tek ihtimal katilin, Toprak çiftine -onları çocuklarının canını alarak cezalandıracak kadar- büyük bir kin gütmesi. Bir düşünelim; böyle bir kinin nedeni ne olabilir? Diyelim ki katilin çocuğu Bayram ya da Canan Toprak’la ilişkili bir nedenle ölmüştür. Dolayısıyla katil aynı acıyı onlara yaşatmak ister. Güzel senaryo ama buna dair hiçbir ipucu yok. O hâlde katil çocukları yanlışlıkla öldürmüş olmalı. Asıl hedef çocukların anne ya da -büyük ihtimalle- babasıdır. Ama bir şekilde onlar değil çocuklar ölmüştür. Peki, böyle olacağını kestiremedi mi? Çocukların ölümü hesaba katmadığı bir hata payının eseri miydi? Yoksa baştan bütün aileyi zehirleyip öldürmeyi göze almış mıydı? Bir de ölümlerin birer hafta arayla gerçekleşmesi var. Katil, ilkinde hedefine ulaşamayıp tam bir hafta sonra yeniden mi denedi? Cinayet yöntemi şimdilik bir muamma. Peki şüpheliler? Tek katil adayı Zafer Toprak ama onun da olay saatinde başka bir yerde olduğuna dair sağlam bir tanığı var. Dur bir saniye. Acaba Zafer Toprak siteye girdikten sonra güvenlik kamerasına yakalanmadan çıkmış olabilir mi? Bunu kontrol etsem iyi olacak, diye düşündüm kendimi uykunun kollarına bırakmadan önce.
***
Manolya Sitesi, insanın merdiven kullanmadan aşamayacağı yüksek duvarları ve otomatik kapının yanındaki büyük güvenlik kulübesiyle bir siteden çok, yüksek güvenlikli cezaevini anımsatıyordu insana. Buraya herkesin elini kolunu sallayarak giremeyeceği belliydi. Sitenin etrafını arabamla çepeçevre dolaştıktan sonra başka giriş ya da çıkışa da rastlamadım.
Avukat Sedat’ı arayıp “Siz o kamera kayıtlarını kendiniz izlediniz, değil mi?” diye sordum.
“Evet, izledim,” dedi. “Hayırdır neden sordunuz?”
“Sadece aklıma takıldı. Görüntülerde Zafer Bey açık seçik görünüyor mu? Yani arabayla girdiyse…”
“Arabayla girmemiş. Haklısınız öyle olsa şüpheli olurdu. Ama Zafer Bey arabasını site dışında bırakıp yürüyerek girmiş içeri.”
“Neden öyle yapmış?”
“Bana söylediğine göre hep böyleymiş. Çünkü otomatik kapı kumandası yokmuş kendisinde.”
“Anlıyorum.”
“Nasıl, var mı bir gelişme?”
“Henüz yok. Açıkçası ümitsizim biraz. Yine de İstanbul’dan rapor gelinceye kadar elimden geleni yapacağım.”
Günün geri kalanında peşine düşülecek bir ipucu aklıma gelmedi. Çarşıda bir restoranda karnımı doyurup uzun bir yürüyüşe çıktım. Bir süre sonra kendimi Fahriye Sokak’ta buldum. Her şey birkaç gün öncesinin aynısı gibiydi. Kiralık ilanı hâlâ duruyordu. Zahirecinin oğlu dükkânın önündeki kamyonete yükleme yapıyordu. Yan binadaki yaşlı kadını tül perdenin ardında görür gibi oldum. Elimde sigara, sokağın diğer ucuna doğru adımlamaya başladım. Yüz metre kadar ileride bir berber dükkânı vardı. Müşteri olmadığını görünce içeri girdim. Bekleme koltuğunda gazete okuyan beyaz önlüklü, sarı-kırçıl saçlı adam beni hemen buyur etti. Aynadaki görüntüme –iki haftalık sakal, dağınık saçlar- baktım, iç açıcı değildi.
“Saç mı sakal mı?” diye sordu berber.
“İkisi de,” yanıtını verdim.
“Bu mahalleden değilsin galiba.”
“Yeni taşındım.”
“İyi, komşu olduk desene.”
Biraz sonra nasıl olduğunu anlamadığım biçimde konu sağlık mevzusuna geldi. En iyisi alaturka tuvaletmiş ama illa klozet kullanılacaksa işini görürken boşaltımın kolaylığı açısından ayağının altına tabure koymak lazımmış… Bütün şampuanlar kimyasalla doluymuş, bu yüzden bebek şampuanı kullanmak şartmış, saç dökülmesi için sarımsağı dövüp… Bir süre sonra dinlemeyi bıraktım.
Ücretsiz hizmet babında verdiği nasihatleri bitirdiğinde, “Hangi eve taşındın?” diye sordu.
“Zahirecinin üstündekine.”
Berberin makas tutan eli durdu. Doğrulup aynadaki aksime baktı. “Deme ya!”
“Hayırdır neden?”
Makas tekrar ama bu defa hafiften gönülsüz işlemeye başladı. “Ya, hemşerim yanlış anlama ama o ev perili diye bilinir buralarda. Tutmadan önce sorsaydın keşke.”
“Nasıl perili?”
“Kimse uzun süre oturmaz orada. İlla başına bir şey gelir.”
“İki kız çocuğu ölmüş, onu mu diyorsun?”
“O sonuncu hadise. Öncesi var.”
“Ne olmuş öncesinde?”
“Ohoo, ne olmadı ki… Benim çocukluğum buralarda geçti. Kendimi bildim bileli oraya perili derler. Biz çocukken orada tek katlı bir ev, bahçesinde de iki mezar vardı. Evde oturan adamın ninesiyle dedesinin mezarı derlerdi. Evin sahibi olan aile başka şehre taşınırken iki mezarı kepçeyle kamyona doldurup kemiklerini memleketlerine götürmüşler. Ama ölü nereye gömülürse ruhu orada yaşarmış, bu Kur’an’da da yazar. Sonra orayı Yamakoğulları aldı. Yamakoğulları’nı bilir misin?”
“Duydum.”
“Çok varlıklı bir aileydiler. Onlar evi aldıktan sonra eskisini yıkıp yerine şimdiki o binayı diktiler. Kendileri oturmadı, kiraya verdiler. Ama o binada bir türlü hiçbir kiracı devamlı kalamadı, çünkü orada oturanlar huzur bulamazmış. Nineyle dedenin ruhu görünürmüş, kapılar pencereler açılıp kapanırmış, eşyaların yeri değişirmiş. Hatta evi yapan işçiler inşaatı bitirince hepsinin psikolojisi bozulmuş. Daha çok olaylar oldu orada. Yamakoğulları kirayı iyice ucuzlattı. Ama girenler hep on gün içinde kaçtı. Orada en uzun kalabilenler İmam Hatip öğrencileri oldu. Dedeyle nine onları hoş karşılamış. Eziyet etmemişler. İnsanlar soruyormuş öğrencilere, nasıl kalıyorsunuz diye. Biz korkmuyoruz, huzur buluyoruz orada derlermiş. Hatta ruhaniyetleri bizle namaz kılıyor derlermiş. Dedeyle nine ibadetli, inançlı kişileri severmiş. Namaz kılmayanlara eziyet ederlermiş. Böyle çok olay oldu orada. Zaten o binayı yaptıran Yamakoğulları da iflas etti. Hepsinin çoluk çocuğu dağılıp gitti. Valla sen bilirsin ama o evde rahat edebilir misin bilmem. Tabii, namazında niyazındaysan o başka.”
Cevap beklercesine aynadaki aksime baktı yeniden. “Merak etme,” dedim. “Yaşlılarla aram iyidir. Beni seveceklerine eminim.”
***
Berberden çıktıktan sonra sokakta yürümeye başladım. Bir tuhaflık daha, diye düşündüm. Demek ki iki kardeşin öldüğü evin perili olduğuna dair söylentiler sadece yaşlı kadının uydurması değilmiş.
Zahirecinin önündeki kamyonet gitmişti. İçeri girdiğimde kendimi bir kez daha baba oğulun tartışmasının ortasında buldum. Zahirecinin arkası bana dönüktü. “Kaç çuval yükledin Orhan? Yirmi mi yirmi beş mi?” diye soruyordu tam karşısında duran oğluna.
Delikanlı “Yirmi beş olması lazım baba,” diye yanıt verirken bir hayli tereddütlü görünüyordu.
“Emin misin oğlum? Sonra müşteriye yalancı çıkmayalım.”
“Eminim baba.”
“Geçende de eminim diyordun…”
Delikanlı başını iki yana salladı. Sonra konuyu değiştirmeyi daha akıllıca bulmuş olacak ki “Baba arka taraf böceklenmiş bak, söyleyeyim,” dedi.
“Böceklenmiş mi? Nasıl olur…”
“Kaç defa dedim baba bu dükkâna bir tadilat lazım diye. Nemden oluyor nemden…”
Adam elini la havle der gibi sallayıp sol taraftaki camlı bölmeye yönelirken beni gördü. Selam verdim.
“Ne yaptın hemşerim? Tutacak mısın evi?”
“Büyük ihtimal tutacağım. Ama aklıma bir şey takıldı.”
“Valla kirayı ucuz tuttuk. Daha aşağı olmaz.”
“Yok, o değil. Bir söylenti duydum. Ev perili diyorlar?”
Bir an kaşlarını çatıp sonra gülümsedi. “Gel bir çay içelim.”
Camlı bölmeye geçtik. Beş dakika kadar sonra çaylarımız geldiğinde oğlu da soluk soluğa yanımıza oturdu.
“Kim anlattı bu peri hikâyesini?” diye sordu Zahireci, oğluna göz ucuyla bakarak.
“Az önce şu ilerideki berbere gitmiştim. O söyledi.”
“Ne dedi?”
Duyduklarımı anlattım.
“Rivayetler muhtelif. Anlatanın meşrebine göre değişir. Başka söylentiler de var. Bazıları der ki çok eskiden burada bir şehit mezarı varmış. Bu ev mezarın üzerine yapıldığı için şehidin ruhaniyeti rahatsız olmuş. O yüzden de evde oturanları rahatsız edermiş, camlar açılıp kapanıyormuş, hatta kırılıyormuş. Geceleri sesler geliyormuş.”
“Aslında böyle şeylere inanmam. Ama insanın kafasına takılıyor işte.”
Oğlu muzip bir ifadeyle söze girdi. “Ben başka bir şey daha duydum. Eskiden burada üç kişilik bir aile yaşıyormuş. Adam alkolikmiş, bir gün eve gelip karısıyla tartışmış, önce kadını sonra da kızını bıçaklamış. Tam o sırada deprem olmuş, adam depremde ölmüş. Cesetleri göçüğün altında çürümüş. Sonra ruhları yeni ev yapılınca oturanları rahatsız etmeye başlamış…”
“O hikâye tam öyle değil,” dedi Zahireci. “Bak hemşerim, yanlış anlama. Evi illa kirala diye demiyorum. Bu ev Yamakoğulları’nındı çok eskiden. Biz onlardan aldık. Yamakoğulları’nın büyük oğlu Menderes Bey bana işin aslını anlattıydı. Babaları çok eskiden buradaki eski evi yıkıp bu binayı yapmış. Adam ölünce iki oğlunun arasında miras kavgası çıkmış. Bu binayı önce paylaşamamışlar. Sonra Menderes Bey’e kalmış. Kardeşi ağabeyine kızgınlığına ev perili diye dedikodu çıkarmış. Millet de bire bin katıp anlatmaya başlayınca artık kiracılar oturamaz olmuşlar. Hatta son kiracılardan biri bizim bu dükkânda bakkalcılık yapıyormuş. Adam kafadan hastaymış, karısıyla kızını öldürünce herkes eve bağlamış. Menderes Bey de bıkmış bu durumdan. Bize o zamanın parasıyla epeyce ucuza satmıştı. Giriş katını dükkân yaptık. Üstünde annemle babam, en üst katta da biz kalacaktık. Neyse uzatmayayım, meselenin aslı bu. Peri meri yok senin anlayacağın.”
“Ama siz de artık oturmuyorsunuz sanırım? Ya da babanız?”
“Babamla annem vefat etti. Bizim durumsa farklı. O zamanlar çatıya tamir gerekiyordu. Sürekli tavandan akıntı oluyordu. Masraf çoktu, karşılayamayınca başka bir yere taşındık.”
“Bir de yakın zamanda iki çocuk ölmüş evde?”
“Doğru. Zehirlenmişler diye duyduk. Ama millete sorsan ev perili olduğundan öldü derler. Milletin ağzı torba değil ki büzesin.”
Zahirecinin anlattıkları makuldü. Soracak başka şey bulamayınca bir iki güne haber vereceğimi söyleyip ayrıldım yanlarından. Arabamı bıraktığım otoparka kadar yürümeyi gözüm yemediğinden anayola çıktım. Dolmuşu beklerken kafamı kurcalayan bir şeyler vardı. On dakika kadar sonra tam dolmuşa binecekken vazgeçip geri döndüm.
***
Kapının zilini çaldım. Çok geçmeden küçük bir odada çiçek desenli koltuklardan birine oturmuş çayımı yudumluyordum. Duvarlardan birinde çerçeveli siyah-beyaz bir fotoğraf vardı. Fotoğrafta bir eliyle asker paltosunun kemerini tutan, yakışıklı, genç bir adam buğulu bakışlarıyla bizi izliyordu.
“Rahmetli kocam,” dedi Zehra teyze. “En sevdiğim fotoğrafı. Askere nişanlandıktan sonra gittiydi.”
“Allah rahmet eylesin.”
“Seni sokakta çok görüyorum bu sıralar. Yoksa tutacak mısın evi? Aman diyeyim oğlum, tutma. Başka ev mi yok.”
“Yok, tutmayacağım teyze, merak etme. Ben aslında evle ilgilenmiyorum.”
“Neyle ilgileniyorsun o zaman?”
“Polisim ben. Hani çocuklar öldü ya burada, onu araştırıyorum.”
“Allah Allah! Demek polissin? Ben de diyorum bu adamda var bir şey.”
“Hani geçen sefer ev perili dedin ya. Burada başka ölenler de olmuş galiba. Kimdi onlar?”
“Ohoo… O kadar çok ölen oldu ki hangi birini anlatayım.”
“O zaman en baştan başla.”
“Ben doğma büyüme Dereköylüyüm. Bu mahalleye evlenince taşındık. Kocam postaneciydi. O evi buralarda duymayan yoktur. Orada çok eskiden tek katlı bir ev varmış. Yeni evli bir karı koca, bir de adamın annesi oturuyorlarmış evde. Gel zaman git zaman Allah bilir neden, kaynanası geline büyü yaptırmış. Gelin büyüden dolayı delirince kocasıyla kaynanasını baltayla öldürüp bodruma atmış. Kadını deli hastanesine göndermişler, ölenleri de evin bahçesine gömmüşler. Aradan yıllar geçmiş, evi Yamakoğulları aldıktan sonra mezarlarla birlikte yıkıp bu binayı üzerine yaptırmışlar. İşte o yüzden perili bu ev. Mezarın üstüne bina yapılır mı? Yapılmaz. Ama…” diye devam etti başparmağıyla işaret parmağını birbirine sürterek, “…para tatlı tabii. Tatlı olsa ne yazar, kimse oturamamış ki evde. Anasıyla oğlunun ruhları rahatsız ediyor insanları tabii. Neyse Ahmet Yamakoğlu ölünce bina oğullarından birine kaldı. Bir aile kiraladı o evi. Karı koca, bir de kız çocuğu. Neydi kadının adı yahu? Geçmiş zaman… Hah, Hanife. Kızları ne sevimli, ne tatlı bir kızdı. Mekânları cennet olsun. Şimdi zahirecinin olduğu yerde Hanife’nin kocasının bakkalı vardı.” Yüzünü ekşitti. “Adı Serdar mı… Serkan mı öyle bir şeydi. Nasıl desem… meymenetsizin biriydi. Hanife’yi de kızını da dövüyordu. Evler bitişik ya seslerini duyardık. Ama karı kocanın arasına girilmez derler. Ben de o evde nasıl oturuyorlar diye kendi kendime sorup duruyorum. Bir gün konuştum Hanife’yle. O da biliyormuş evin perili olduğunu ama kira ucuz diye oturuyorlarmış. Aslında kocası önceden iyiymiş. Bu eve taşındıktan sonra adama bir hâller olmuş. En ufak şeyden hırgür çıkarıyormuş. Hanife ne yapsın, eli mahkûm… Bir gün gece yarısı bağırış çağırış sesleriyle uyandık. Dışarı çıkıp baktık. Mahalleli toplanmış. Kapıyı çalıyoruz, evden ses seda yok. Polisi aramış biri. Geldiler, kapıyı açtılar. Meğerse Hanife’yle kızı ölmüş. Adam yapmış dediler. Kızını bile öldürmüş, adı batasıca. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi oturup televizyon izlemiş. Bana kalırsa adamı delirten evdi. Daha doğrusu evin asıl sahipleri, yani oradaki ruhlar… İşte böyle oğlum… Yazık oldu Hanife’yla kızına. O evde kalanlar uzun yaşamıyorlar. Başkalarına da yaramadı o ev.”
“Başkaları da mı öldü?”
“Bakkalın ailesi öldükten sonra uzun süre kimse oturmadı evde. Ama ev boş değildi. Duvarlar bitişik ya. Bazı geceler yatağımda uyku tutmazdı beni. Hanife’yi duyardım. Konuşurdu.”
“Seninle mi?”
“Yok. Kendi kendine. Evin işleri bitmedi bir türlü diye söylenir dururdu. Bazen kızar, bağırırdı. Kızı çok yaramazlık yapınca. Onu da duyardım.”
“Sonra ne oldu?”
“Eve birkaç kiracı daha gelse de uzun süre boş kaldı. İki üç yıl geçtikten sonra yaşlı bir karı koca taşındı. Daha doğrusu, eskiden bakkal olan yere zahireci açıldı. Zahirecinin kendisi ikinci katta, babasıyla annesi de birinci katta oturmaya başladılar. İyi komşu olduk onlarla. Ben Nezaket’le iyi anlaşırdım, benim rahmetli de kocasıyla. Ama Allah var içim rahat değil evden dolayı. Nezaket’e bir gün sordum, o da duyuyormuş sesleri. Evdeki eşyaların yeri değişiyormuş. Hatta bir gün oturma odasına bir bakmış, koltukta bir sürü çakıl taşı. Kocasına sormuş, o getirmedim demiş. Nereden, nasıl geldiği belli değil. Kız getirmiştir, dedim ben. Hanife’nin kızı. Keşke taşınsalardı evden… İyi hatırlıyorum. Cumartesiydi, akşamüstü camdan bakıyorum, Nezaket’le kocası ellerinde poşetlerle pazardan geliyorlardı. Biraz hoş beş ettik. Ertesi gün ikisi de hiç görünmedi. Oysa bana çaya gelecekti Nezaket. Telefon ettim açan yok. Dedim, herhâlde bir işleri çıktı. Pazartesi sabah olunca dükkânı açarken oğullarına sordum. O da ulaşamamış meğer. Meraklandı. Gidip baktı. Ölmüşler. İkisi de. Koltukta yan yanaymışlar. Televizyon da açıkmış. Kalpten dediler. Ama nasıl kalpmiş bu? İkisinin kalbi de beraber mi durmuş?”
“Gerçekten garip.”
“Zahireci Mehmet anasıyla babası ölünce evi kiraya vermek istedi ama kimse tutmadı. Bir ara o da ilgilenmeyi bırakınca ev harabeye döndü. Kapısı da bozulduğundan berduşlar mesken tuttu. Mahalleli rahatsız oldu tabii bu durumdan. Mehmet’e bari düzgün bir kapı yaptıralım da boş kalsa bile ipsiz sapsız kimseler girmesin dedik. Öyle de yaptık. Kapıyı taktırdıktan bir süre sonra nasıl olduysa kiracı geldi. Daha doğrusu iki genç. Üniversite öğrencisiymişler. Efendi çocuklardı, kimseye zararları yoktu. Başlarında ana baba yok yazık, içim acırdı. Yemek yapıp götürürdüm arada. Allah var, içim içimi yiyor, çocuklara bir şey olacak diye korkuyorum; uyarayım, dedim bir gün. Uyardım da ama güldüler bana. İnanmıyorlarmış böyle şeylere. Dediklerine göre hiç de rahatsız olmamışlar evden.” Derin bir iç çekti. “Ama çok geçmeden bir tanesi öldü. İntihar etmiş dediler. Ama ben inanmadım. Onu da ev öldürdü. Nezaket’le kocasını, Hanife’yle kızını öldürdüğü gibi. O iki yavrucağı da. Geçen ay ölenleri diyorum.”
Bir süre aklıma geleni söylemekte tereddüt ettim. “Yanlış anlama teyze ama öyle olsa diğer üniversite öğrencisinin ya da çocukların annesiyle babasının da ölmesi gerekmez miydi?” dedim sonunda.
“Allah bilir ya kalmaya devam etseler onlar da ölecekti. İster inan ister inanma oğlum, ama o ev perili.”
***
Elbette inanmamıştım evin perili ya da hayaletli olduğuna. Ama insan perili olduğu iddia edilen bir evde daha önce başka insanların da öldüklerine dair söylentilere bigâne kalamıyordu. Acaba çocukların ölümüyle öncekiler arasında bir bağlantı olabilir miydi? Mistik değil elbette, organik bir bağlantı…
Yaşlı kadının bahsettiği hadiseleri araştırmam üç haftamı aldı. Bazı soruşturmalarda yeri geldiğinde daha az olası görünen ihtimallerin de peşine düşmek gerekir. Kalkıştığım işin bir dirhem bal için bir çuval keçiboynuzu çiğnemekten farksız olduğunu biliyordum. İşin garibi o sıralarda Avukat Sedat aradı, meğerse Zafer Toprak’ın eşi kocasının kendisini aldattığını öğrenmiş. Bu durumda işi almamın gerekçesi ortadan kalkmıştı ama ben yine de devam ettim.
Önce ölen kişilerin adlarına ve ölüm tarihlerine ulaşmam gerekiyordu. Yakın tarihli olanlar için internetten yararlandım. Ancak olayların üzerinden ne kadar fazla zaman geçerse istediğim bilgileri içeren haberlere ulaşmak o kadar zorlaşıyordu. Bu durumda bütün ulusal ya da yerel gazetelerin arşivlendiği bir kütüphanede eski usul, yorucu bir tarama yapmak gerekiyordu. Ben her iki yöntemi de denedim. Neticede isim ve olay tarihlerini elde ettikten sonra haberlerde bulamayacağım ayrıntılar için Yüksel’den yardım istedim. Eski iş arkadaşım kendisini ziyaret ettiğimde soruşturma dosyalarını odada bırakıp lavaboya gitme inceliğini gösterdi, ben de gerekli yerleri fotoğrafladım. Son olarak bazı karanlıkta kalan hususlar için ölen kişilerin yakınlarıyla birkaç görüşme yaptım. Daha fazla ilerleyemeyeceğimi anladığım noktada yine de elimde -ne işime yarayacağından emin olmadığım- hatırı sayılır bir malumat birikmişti.
Yaşlı kadının bahsettiği gelinin kocasını ve kayınvalidesini öldürdüğü hadiseye dair hiçbir şey bulamamıştım ancak gazetelerde ‘Katliam gibi cinayet’, ‘Gece yarısı dehşeti’, ‘Karısını ve kızını öldürüp polisi bekledi’, ‘Caniden akıl almaz ifadeler’ gibi başlıklarla haberleştirilen perili evdeki ilk ve en eski ölüm olayı yirmi yıl kadar önce gerçekleşmişti. Karısını ve kızını vahşice öldüren Serkan Duman’ın bazı boşluklarını kafamdan doldurduğum hikâyesi insanın doğduğu şartların onun kaderini ne kadar etkilediğine dair tipik bir örnek gibiydi. Otoriter bir baba tarafından yetiştirilen, gençliğinde içine kapanık ve biraz da tuhaf diye tarif edilen, askere gittikten sonra baba ocağından daha baskıcı bir ortamda psikolojik sorunları başlayan, belki de daha doğru bir ifadeyle ayyuka çıkan, neticede çürük sayılıp erken terhis edilen, evine döndükten sonra vatani görevini tamamlayamadığı için başta babası olmak üzere yakın çevresi tarafından kişiliği daha da örselenen, gaipten sesler duymaya, başkalarının görmediği şeyleri görmeye başladığında önce hacı hoca takımından şifa umulan, iyileşmeyince yuva kurarsa düzelir inancıyla evlendirilen, maruz kaldığı baskıyı, hastalığının tahribatını bu defa karısına ve kızına yansıtan, aile içindeki kavga, gürültü ve şiddet üstü örtülecek raddeyi aşınca sonunda ‘deli doktoru’ndan medet umulan bir şizofreni hastasıydı Serkan Duman. Neyse ki ilaçlarını düzenli kullanmaya başladıktan sonra birkaç yıl boyunca kimseye zararı dokunmamış, ailesiyle sorunsuz biçimde yaşamayı başarmıştı. Tek sorun iş meselesiydi. Doktoru hafif ve stressiz bir işte çalışmasının hastalığına iyi geleceğini söylemişti. Ancak o güne kadar girdiği işlerde dikiş tutturamamıştı. Babası, oğluna bakkal açmayı akıl etti. Mantıklı bir fikirdi; böylece kendi işinin patronu olacaktı, yapacağı iş de ağır değildi. ‘Serkan Bakkal’ adı perili eve çıktığı için kirası ucuz olan malum binada açıldı, Serkan Duman’la karısı ve küçük kızı ise üst kata taşındılar. Mahalleli, Serkan Duman’ı etliye sütlüye karışmayan, kendi hâlinde biri diye tanıdı; gerçi insani ilişkileri zayıf, davranışları biraz soğuk ve donuktu ama olsun. Bir süre her şey yolunda gitti. Sonra Serkan Duman’ın hastalığı nüksetti; yine tuhaf sözler etmeye, garip davranışlarda bulunmaya başladı. Artık daha kolay öfkeleniyor, öfkelendiğinde de karısına ve kızına şiddet uygulamaktan geri durmuyordu. İlaçlarını bıraktığı, kontrollerine gitmediği belliydi. Ama kimse nedenini bilmiyordu. Ve sonunda o malum hadise yaşandı. Cinayet o kadar vahşiceydi ki içeriye giren polisler olay mahalline bakmakta zorlanmışlardı. Salonda elinde kanlı bıçakla oturan Serkan Duman, kan banyosundan çıkmış gibiydi. Emniyet’te ya da mahkemede verdiği ifadelerin hiçbir iler tutar yanı yoktu. Yargılama sırasında Adli Tıp’tan akıl hastalığı nedeniyle cezai sorumluluğu olmadığına dair rapor verildi ve bu nedenle cezaevine değil yüksek güvenlikli bir adli psikiyatri hastanesine gönderildi.
Perili evdeki ikinci ölüm olayı on altı yıl kadar önce hem yerel hem de ulusal basında ‘Elli beş yıllık aşkı ölüm bile ayıramadı’ temalı haberlerle verilmişti. Nezaket ve Osman Karataş’ın ölümü, nadir karşılaşıldığı için ilgi çeken ‘aynı gün ölen yaşlı çift’ hadiselerinden biriydi. Yaşlı karı koca sabah saatlerinde oğulları tarafından evlerinin salonunda ölü bulunmuş, polis ve sağlık ekipleri olay yerine sevk edilmiş, kalp ve tansiyon hastalıkları bulunmasına rağmen aynı gün -hatta belki de aynı anda- ölmeleri şüpheli görülerek cesetler otopsi yapılmak üzere Adli Tıp’a gönderilmişti. Gazete haberlerinde yaşlı çiftin zahirecilik yapan tek oğlunun görüşüne de yer verilmişti. Mehmet Karataş babasıyla annesinin aynı günde ölecek kadar birbirlerine düşkün olduklarını ifade etmişti… Mesleğim gereği karı koca ya da sevgili olan iki insanın aynı anda hayata veda ettiği farklı ölüm şekillerine aşinaydım; bir erkeğin ayrıldığı karısını ya da sevgilisini öldürüp intihar ettiği cinayet-intihar vakalarıyla gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde sık sık karşılaşmak mümkündü. Yıllar önce Cinayet Şube’deyken şahit olduğum, aileleri evliliklerine karşı çıktığı için iki genç sevgilinin birlikte yüksekten atlamasında olduğu gibi intihar-intihar vakaları ise daha az görülürdü. Trafik kazasında birlikte ölenler de aynı anda ölen çiftlere dâhil edilebilirdi. Ama bütün bunlar baştan adli vaka kapsamına giren ölümlerdi. Kahraman çiftininki ise doğal ölümdü. En azından otopsi raporuna göre kalp damar hastalığı nedeniyle ölmüşlerdi. Zira vücutlarında travma bulgusu tespit edilmediği gibi toksikolojik incelemede de ölümlerine neden olabilecek bir maddeye rastlanmamıştı. Dolayısıyla polis soruşturması yapılmasına gerek kalmamıştı. Ama bu nasıl olmuştu? Zehra teyzenin haklı bir şekilde sorduğu gibi ikisinin de kalbi aynı anda nasıl durmuştu? İşte içinden çıkılması zor bir muamma da buydu…
Perili evdeki üçüncü ölüm olayı, fazla medyatik olmadığı için ayrıntılarını öğrenmekte en çok zorlanacağım vaka olabilirdi. Ancak Cenk Sertkaya’nın ölümü benim meslekteki son yıllarıma denk gelmişti. Soruşturma dosyasına bakınca evraklarda adımı gördüm ve raporları okudukça olayı hatırladım. Böylece Fahriye Sokak’ın ve olayların yaşandığı binanın neden bana tanıdık geldiğini de anladım. Cenk, yoksul bir aileden geliyordu. Mühendislik okumak için memleketinden ayrılmıştı. İkinci sınıfta birlikte yurtta kaldığı bir arkadaşıyla eve çıkmaya karar vermişler, kirası ucuz olduğundan ‘perili ev’i tercih etmişlerdi. İlk dönemin sonuna doğru Cenk’in ruh hâlinde bariz bir durgunluk ortaya çıktı. Ev arkadaşının ifadesine göre karşılıksız bir aşka yakalanmıştı. Melankolik tabiatı onu depresyona sürüklemişti. Derslere gitmiyor, evden pek dışarı çıkmıyordu. Arkadaşı bir hafta sonu memleketine gitmişti. Pazar akşamı döndüğünde Cenk’i yatağında cansız hâlde buldu. Soruşturmayı o zamanlar birlikte çalıştığım, bana mesleği öğreten kişi olan rahmetli Amirimle yürütmüştük. Evde bir mücadele belirtisi yoktu. Cenk’in vücudunda herhangi bir yaralanma görünmüyordu. Onu öldürmek isteyebilecek bir düşmanı da yoktu. Bize göre cinayet ihtimali düşüktü. Olay mahallinde intihar notu bulunmasa da eşyaları arasında bulduğumuz günlüğü Genç Werther’in Acıları’ndan farksızdı ve intihar etmeye niyetlendiğine dair açık ifadelerle doluydu. Odasında kullanılmış ilaç kutuları da bulmuştuk. Ne var ki otopside Cenk’in kanında zehirlenmesine neden olabilecek bir madde çıkmadı, üstelik raporda kaza, cinayet ya da intihar sonucu öldüğü hususunda tıbbi kanıt bulunmadığı belirtilmişti. Dosya böylece kapatılmıştı.
Perili evdeki son hadise olan, birer hafta arayla hayatını kaybeden iki kız kardeş de dâhil edildiğinde toplamda dört ayrı ölüm vakası ve yedi ölü vardı. Bu vakaların birbiriyle bağlantısı olup olmadığını günlerce düşündüm. Bir cinayet, bir doğal ölüm, bir muhtemel intihar, iki de muhtemel zehirlenme. Dört farklı ölüm şekli. Ölen kişilerin birbiriyle hiçbir ilişkisi yoktu. Yine de vakalar arasında bazı kısmi benzerlikler tespit edebildim. Örneğin ilki hariç bütün vakalar kış aylarında yaşanmıştı. Yine ilki hariç bütün vakaların hafta sonu -çoğunlukla da cumartesi günü- gerçekleştiği varsayılabilirdi; yaşlı çift en son cumartesi akşamüstü görülmüştü. Otopsi raporu pazartesi sabah bulunduklarında ölümlerinin üzerinden en az 36 saat geçtiğini söylüyordu. Bu da cumartesi akşamüstü eve girerken görülmelerinin üzerinden çok geçmeden öldükleri anlamına geliyordu. Cenk Sertkaya ise en son cumartesi ikindi üzeri pencerede sigara içerken görülmüştü. Otopsi raporunda ölüm zamanının, pazar akşamı 8’den önceki 12-36 saatlik zaman aralığında gerçekleşmiş olabileceği belirtiliyordu; yani Cenk cumartesi ikindi vakti ile pazar sabah sekiz arasında ölmüş demekti. Son olarak kızların da cumartesi akşamı saat sekiz civarında zehirlendikleri kesindi. İyi de bütün bunlar bana ne söylüyordu?
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım elimdeki verilerden sadra şifa bir sonuç çıkaramadım. Rahmetli Amirim, “İyi bir polis durması gereken noktayı bilen polistir,” derdi. “Bir noktada pes etmen gerektiğini bilmelisin. Bunu gurur meselesi yapamazsın. Her şeyi çözemeyeceğini baştan kabul etmelisin. Aksi takdirde soruşturma seni bir bataklık gibi içine çeker. Nasıl olduğunu anlamadan boğulursun.”
Haklıydı elbette. Ve ben o noktaya vardığımı hissediyordum. Sonunda pes ettim.
Yaz
Mesleği bırakmamla özel dedektifliğe başlamam arasında geçen yaklaşık yedi aylık sürede, tek başıma yaşadığım ve çalıştığım yıllarda dikkatli harcadığım takdirde bana uzun süre yetecek bir birikim yaptığım için geçinme derdim yoktu. Tek sorun, zamanı doldurmak meselesiydi. O günlerde, ömürlerinin çoğunda sabah işe gidip akşam eve dönmeye alıştığı için emekli olduktan sonra boşluğa düşen insanlar gibiydim. Beni günümün en azından bir kısmında oyalayacak meşgalelere gereksinim duyuyordum. Bir gün yaşadığım şehirle ilgili ‘taşrada yaşam’ temalı bir belgesel izledim. Belgeselde şehrimizdeki bir kitap kulübünden de bahsedilmişti. Kulüp üyeleri haftada bir üyelerden birinin sahip olduğu kitapçıda toplanıyor, önceden belirledikleri bir kitap hakkında sohbet ediyorlardı. Bir süre sonra kulübe ben de gitmeye başladım ve dedektifliğe başlayana dek düzenli, sonrasında ise düzensiz aralıklarla katılmaya devam ettim.
Perili ev vakasından sonraki günlerde -bir hafta süren bir takip işi dışında- uzun süre boş kalınca kitap kulübüne yine uğradım. O hafta kulüptekilerin paranormal olaylara bilimsel bir açıklama getirdiğini ifade ettikleri bir kitap hakkında yorumlar yapıldı. İlgimi çekmediğinden konuşmalar sırasında kafam başka yerdeydi ama bir ara perili evlerden söz edilince dikkat kesildim. Ama konu birden uzaylılara kayıverdi. Toplantı bittikten sonra arada bir buluşup sohbet ettiğimiz, kulübün müdavimlerinden Feyzi Bey’le çay içmek için Metafizik Kafe’ye gittik. Feyzi Bey, altmış yaşlarındaydı. Hafiften kırçıl sakalları, çerçevesiz gözlükleri ve başından hiç çıkarmadığı safari şapkası ona sempatik bir hava verirdi. İyi bir okur olmasının yanı sıra ezber bozan görüşleriyle bende bilge bir adam izlenimi bırakırdı hep.
Biraz havadan sudan konuştuk. Konu döndü dolaştı, kulüpte okunan kitaba geldi. “Hayatımın kitaplarından biridir,” dedi Feyzi Bey.[1] “Geçen hafta ben önerdim arkadaşlara. Ama önyargıları bırakıp okumak lazım. Bilim adamları bu konulara pek girmez, ezberlerinin bozulmasından ürkerler. Oysa pek çok muamma gizli dünyamızda.”
“Perili evler gibi mi?” diye sordum.
“O kadar çok ki şaşarsın. Perili evler de bunlardan biri…”
“Geçenlerde böyle bir eve rastladım. Bir ölüm olayını araştırıyordum. Daha doğrusu iki ölüm. İki kız kardeş sebebi meçhul bir şekilde ölmüşler. Garip olan bu evle ilgili bir sürü dedikodu duydum. Lanetliymiş, kimse uzun süre oturamıyormuş. Oturanların başına kötü hadiseler geliyormuş. Hatta ölüyorlarmış. Ben açıkçası… böyle şeylere inanmam. En azından şüpheci yaklaşırım. Mantıklı bir açıklaması vardır diye düşünürüm.”
“Öyledir tabii, her şeyin mantıklı bir açıklaması vardır. Bildiğim kadarıyla çok eski zamanlardan beri perili ya da lanetli evlerle ilgili kayıtlar var. İnsanların çoğu bu tür evlerdeki olağandışı hadiseleri hayalet ya da ruh gibi varlıklara bağlamaya eğilimlidir. O evde birisi, genelde bir kadın, çoğunlukla acı içinde ölmüştür. Böylece ruhu hapsolur ve orada yaşayanları rahatsız eder. Böyle inanır insanlar. Senin gibi bazıları ise bu tür şeyleri insan zihninin oyunu olarak görürler. Hayaletlere inanmak saçma gelir çünkü; başka türlü de açıklayamazlar. O zaman da adamın kafasından sorunu var derler, deli derler. Oysa bütün mistik olaylara başka bir bakış açısıyla yaklaşılabilir. Aslında ne hayaletlere ve perilere gerek vardır ne de bu tür şahitliklerin sahiplerine deli gözüyle bakmaya. Belki de içinde yaşadığımız evren başka bir gerçekliğin, saklı, görünmeyen bir gerçekliğin yansıması ya da gölgesidir. Böyle bakınca bildiğimiz bütün fizik kurallarının esneyebildiği bir dünyaya kapı açılır.”
Kaşlarımı çattım. “Kuralların esneyebildiği bir dünya mı?”
“Aynen öyle. Mistik olaylar, bizim katı fizik kurallarıyla işlediğini sandığımız dünyamızdaki defolar gibidir. Gerçekliğin yansıması sırasında hesaba katmamız gereken hata paylarıdır onlar. Ben mistik evrene inanırım. Doğaüstüne. Metafiziğe. Çünkü kişisel hayatımda bunları yaşadım. Onlarca örnek verebilirim. Ama sen şimdi, hani nerede bu doğaüstü, bu gizemli vakalar, benim başıma neden gelmiyor, diye belki soruyorsundur. Kuşkularında haklısın. Zaten asıl doğaüstü, doğada ortaya çıkar, şehirde değil. İnsanın başının çaresine bakmak durumunda kalacağı doğa şartlarında yaşasaydın aynı kuşkuların yanından bile geçemezdin. Doğaya çıktığında ipleri gizli güçlerine vereceksin, ola ki aklına verirsin, hapı yuttun! Şansın varsa hayatta kalırsın. Ama uygarlığa giriş yaptığında aklı çalışır vaziyette tutacaksın, çünkü gizli güçler uyku moduna girecektir. Bu psişik vakalar hareket güçlüğü oluşturan çetin iklim şartlarında görülür daha çok. Rusya’da mesela… Hindistan’da her üç kişiden birinin tuhaf yetenekleri var. Kabile yaşamında şefler, büyücüler yetenekli kişilerden seçiliyordu. Ama tabii, psişik güçler açısından otuz kırk sene öncesinin insanlarına kıyasla çok fakiriz. Babana söyle anlatsın sana. Eski insanlar işlerini nasıl görüyorlardı sanıyorsun? Aslında şehirde bile doğaüstü durumlar fazlasıyla var. İnsanın olduğu her yerde var. Fakat şehirdeki gizemi algılayacak durumda değiliz. Algılamak için hazır olman gerekir. Benzeri durumları mutlaka sen de yaşıyorsundur, fakat algın açık değil. Eğitimin rasyonalize ettiği zihinler belli şartlanmalara girerler, bu da perdelemeler yapar, sansürler koyar. Mistik, psişik yeteneklerimizi okullarda zımparalıyorlar, insanı tüyleri yolunmuş kaz hâline getiriyorlar. Baksana ‘metafizik’ bile kafe adı olmuş şimdilerde.” İkimiz de güldük.
“Kas güzellerini bilir misin?” diye devam etti. “Hani şu, halterin altına yatıp da kas yapanları. Kim ne derse desin, çirkindirler. Kas egzersizleriyle çirkinleşen vücut gibi, okullarda da zihin egzersizleriyle ruhlar çirkinleştiriliyor. Çocukları rahat bıraksalar hepsi birer süper kahraman aslında. Bütün bunlara bir de şehir sıkıntılarını eklersen, bırak gizemi görmeyi, kendini bile çok ender görürsün. Uygarlık denen barbar yaşamda psişik yeteneklere yer yok. Bütün ihtiyaçlarımızı devretmişiz; adam olmayı okullara, sağlığı hastanelere, karnımızı doyurmayı devlete… O yetenekler nasıl olsun?”
“Aslında ben de açıklamakta zorlandığım bazı olaylar yaşıyorum. Mesela bir arkadaşımı ne zaman düşünüp arasam, onun da aynı anda beni düşündüğü ortaya çıkıyor. Bilmediğimiz bir haberleşme şekli var sanki. Ya da benim bilmediğim. Doğrusu söyledikleriniz çok ilginç. En azından farklı bir bakış açısı veriyor insana. Düşündüm de evle ilgili anlatılan olaylar diyelim ki gerçeklikteki bir defodan kaynaklanıyor. Peki ölümler? Mesela yaşlı bir karı koca aynı anda ölmüş o evde. Bir adam ilaçlarını bıraktığı için karısını ve kızını öldürmüş. Bir genç intihar etmiş. Ve iki kız kardeş muhtemelen zehirlenmişler. Hem de birer hafta arayla. Ev sanki perili değil de seri katil gibi. Bunları mistik evren teorisiyle açıklamak ne kadar mümkün?”
“Dedektif olan sensin. Bu tür muammaları çözmek senin işin. Ama sapla samanı karıştırmamak lazım. Psişik yetenekleri olan insanlar bazı gerçeklik defolarını kaldıramayıp kafayı sıyırmış, hatta bu nedenle başkalarına zarar vermiş olabilir ama ben hiçbir perili evin insan öldürdüğünü duymadım. Belki de bakış açını değiştirmen gerekiyordur. Perili evlerle ilgili ‘ya hayaletler var ya da onları görenler kafadan hastadır’ ikileminden nasıl çıkmamız gerekiyorsa, sen de kafandaki şablonların dışında başka bir ihtimal olabileceğini dikkate almalısın.”
***
Kafandaki şablonların dışında başka bir ihtimal olabileceğini dikkate almalısın.
Bu söz Feyzi Bey’den ayrıldıktan sonra uzun süre zihnimi meşgul etti. İster istemez perili evdeki ölümleri tekrar düşünmeye başladım. Ertesi gün akşamüstü ayaklarım beni o sokağa götürdü. Dükkânlar kapanmıştı, etrafta in cin top oynuyordu, yan binadaki Zehra teyze bile perdelerini sıkı sıkı çekmişti. Karşı kaldırımda dikilip gözlerimi ‘perili ev’e çevirdim. Sokağa bakan pencereleri, tekinsizce gülümseyen bir kuru kafanın göz yuvalarındaki karanlık boşlukları andırıyordu. Duvara yaslanıp sigaramı yaktım. Ne işim var burada, dedim kendi kendime. Kafandaki şablonların dışında başka bir ihtimal olabileceğini dikkate almalısın. Tekrar düşünmeye başladım. Serkan Duman’ın işlediği cinayet hem içerdiği şiddet hem de daha önce tespit ettiğim ortak özellikleri taşımamasıyla ötekilerden bariz şekilde farklıydı. Üstelik bir cinayet olduğundan, aksi düşünülemeyecek bir ölüm şekliydi. Oysa her ne kadar doğal ölüm diye raporlansa da yaşlı karı kocanın başka bir şekilde öldüklerini varsaymak hem mümkün hem de makuldü; çünkü iki insanın aynı anda kalp krizi geçirmelerindense zehirlenerek ölmeleri daha mantıklıydı. O hâlde elimde en az iki zehirlenme vakası vardı. Doktor Peyami’yle konuşmamızı hatırladım. Perili evdeki ölümler otopside tespit edilemeyen bir maddeyle gerçekleşmiş olabilir miydi? Öyle olsa bile bunu ispatlamak için X’i bilmek gerekiyordu. Yine bir çıkmaz sokaktaydım… Belki de X’i yanlış yerde, uzakta arıyordum. Oysa belki de daha yakında bir yerdeydi.
Birden içimden eve girmek geldi. Dış kapıda beni mıknatıs gibi çeken bir şey vardı sanki. Neden olmasın, diye düşündüm. Saat sekize geliyordu. Kızların ölüm saati yaklaşıyordu. Belki de aradığım cevap içerideydi. Belki de tek yapmam gereken aynı saatlerde orada beklemekti. Arkadan iteklenmişçesine gönülsüzce yürümeye başladım. Ama iki adım atmıştım ki bir şey beni durdurdu. Ne yapacağımı bilemedim. Zihnimden geçenler şifreli mesajlarmış gibi muğlaktı. Sonunda korktuğumu itiraf etmek zorunda kaldım. Ne kadar saçma, diye geçirdim içimden. Ben ne hayaletlere inanırım ne de kötücül ruhlara. O hâlde neden çekiniyorum? Ölmekten mi? Kendimi birkaç gün sonra faili meçhul bir şekilde ölü bulunmuş hayal ettim. İster istemez ürperdim. Korkumla, korktuğumu kabullenemeyen gururumun kısa süren meydan muharebesini ilki kazandı. Aynı zamanda bir tarafım bu sebepsiz korkuya yenik düştüğüm için utanç içindeydi. Böylece tekrar yürümeye başladım. Bir iki adım attıktan sonra o sinsi korku avına yavaşça dolanan bir boğa yılanı gibi bir kez daha bütün benliğimi sarınca, zahire dükkanına yöneldim. Kapalı kapıyı itince açılıverdi. Arka tarafta bir yerden gelen ışığın yeterince aydınlatamadığı dükkânın loşluğuna gözlerim alıştığında biraz ötemde genç delikanlının siluetini gördüm. Cüssesi ve tam seçemediğim yüzü nedeniyle ürpertici görünüyordu. Yanıma yaklaştığında telaşlı bir hâli vardı. “Kusura bakma abi, kapattık,” dedi.
Beni tanımadığını anlayıp müşteri gibi davrandım. “Kedi maması alacaktım.”
Eliyle alnını sildi. “Hiç vaktim yok abi ya… Kusura bakma. Yarın gelsen olur mu?”
“Yarın gelmem zor ama.”
“Abi, yarım saattir etrafı toplamakla uğraştım. Şimdi ilaçlama yapmam lazım. Sonra kız arkadaşımla buluşacağım. Daha eve gidip duş alacağım.”
“Tamam, o zaman. Ne yapalım. Hadi kolay gelsin sana.”
Arkamı dönüp çıktım. Tam yürümeye başlamıştım ki yine durdum. Bir şey olmuştu. Sanki kuyuya atılan bir taş uzun bir süre sonra cup diye bir ses çıkarmıştı. Kafamın içinde bir yer sinyal veriyordu, sisli bir yolda yanıp sönen far ışıkları gibi. Derken anladım. Hemen dükkâna geri döndüm. Ama kapısı kapalıydı. Cama vurdum. Gelen olmayınca daha da sert vurdum, nerdeyse kıracaktım camı.
Kapıyı soluk soluğa açtı. Alnı ter içindeydi. Şimdi yüzünde garip bir maske vardı. “Ne var abi!” diye homurdandı maskeyi indirip.
“Bir şey soracağım,” dedim.
“Abi vaktim yok dedim ya…”
“İlaçlama mı dedin sen az önce?”
Çattık belaya der gibi öfledi. “Evet abi, şu anda onunla meşgulüm.” Duraksadı. “Ne istiyorsun abi sen, Allah aşkına?”
“Ben polisim. Sana bazı sorular sormam lazım. Acil.”
Kaşlarını çattı. “Polis mi? Ne polisi?”
“Cinayet Şube polisi. Şu yukarıdaki…”
“Kimliğini göster abi o zaman. Nerden bileyim doğru söylediğini?”
Cebimden kartımı çıkarıp verdim.
Eldivenli eliyle tutup okudu. “Özel dedektif yazıyor burada!”
“Doğru. Eskiden Cinayet Şube’deydim. Şimdi özel çalışıyorum. Bak, çok önemli bir mevzu söz konusu. Sana birkaç soru soracağım sadece.”
Yüzümü ilgiyle inceledi. Sonunda pes etmiş gibi boynunu büktü. “Tamam sor abi, sor bakalım. Nasıl olsa gene kavga edeceğiz kız arkadaşımla…”
***
Yüksel gözlerini faltaşı gibi açmıştı. “Ne yani? Hepsi de kazayla mı zehirlendi?” Zahirecinin oğluyla konuştuktan sonra bütün taşlar yerine oturmuştu. Ertesi güne kadar bekleyemeyeceğimden Yüksel’i evinde ziyaret etmek zorunda kalmıştım. Beni uykulu gözleri ve pijamalarıyla karşılamıştı.
“Aynen öyle,” dedim. “Başka bir açıklaması yok. Her şey zahire dükkânı açıldıktan sonra başlıyor. Arada bir dükkânı ilaçlıyorlarmış. Kış aylarında nem arttığı için haftada bir yapıyorlarmış. Ve bütün ilaçlamalar cumartesi akşam dükkân kapandıktan sonra yapılıyormuş.” Kısa bir süre düşünceye daldım. “Aslında bunu daha önce de çözebilirdim. Zahirecinin oğluyla babasının tartışırlarken bazı konuşmalarına kulak misafiri olmuştum. Babası oğluna pazar sabahı dükkânı ne olur ne olmaz diye geç açmasını istiyormuş. Peki, neden böyle bir şey istesin? Sonra oğlu bir ara böceklenmeden bahsetti. Demek ki böceklenme için cumartesi akşam ilaçlama yapıyorlar da babası ondan geç açmasını istiyordu.”
“Ne diyorsun sen Allah aşkına? Hiçbir şey anlamıyorum.”
“Neyse boş ver, şu anda yapmamız gereken bir an önce savcıyla görüşmek.”
“Savcıyla mı?”
“Evet, evet… Dur bir saniye, şöyle yapalım. Önce Doktor Peyami’yle konuşalım, savcıya giderken o da gelse daha iyi olur.”
“Sakin ol. Kafamın almadığı bir şey var. Dükkândaki ilaçlama nasıl oluyor da üst kattakileri zehirliyor?”
“Onu ben de bilmiyorum. Ama bir şekilde üst kata çıkıyor olmalı. Başka bir açıklaması yok.”
“İyi de bahsettiğin yaşlı çift otopsi raporuna göre kalp hastalığı nedeniyle ölmemiş miydi?”
“Rapora göre öyle ama bu doğru değil. Onlar da kız kardeşler gibi zehirlendi. Ama otopside bu zehir tespit edilmedi çünkü rutin olarak bakılan bir madde değildi.”
“O üniversiteli delikanlı da intihar etmedi ve zehirlendi mi yani?”
“Tam üstüne bastın.”
Yüksel başını iki yana salladı. “Hayır, bir mantıksızlık var. Kız çocukları alt kattan gelen zehirle öldülerse anne babalarına neden bir şey olmadı peki?”
“Tam bilemiyorum. Ama demek ki yukarıya çıkan zehir çocukları öldürecek ama anne babalarını fazla etkilemeyecek düzeydeydi.”
“Ya diğer kiracılar?”
“Bak Yüksel, bazı şeyleri bilmiyorum dedim ya. O yüzden bir an önce dükkânda ve evde inceleme yapılmalı. Ama en makul açıklama şu; ilaçlama kış aylarında daha sık yapılıyor, demiştim. Dolayısıyla diğer aylarda zehirlenme riski azalıyordu. Bir de zehirlenmeleri için cumartesi 8 civarında evde olmaları gerekiyordu. Hem kullanılan ilacın… Dur, neydi adı?” Cebimden çıkardığım kâğıda baktım. “Phostoxin. İşte bu ilaç büyük ihtimalle havalandırmadan yukarı sızmış olmalı. Belki havalandırmada bir sorun vardır. Belki de bazen açık, bazen kapalı tutuyorlardır. Bir saniye…” Elimi alnıma vurdum. “Eve baktığımda tuvalet kapısı dışarıdan kapanmıyordu. Belki de ilaçlama yapıldığında havalandırmadan gelen zehir eve bu sayede yayılmıştı. Senin anlayacağın, zehirlenmenin gerçekleşmesi için bazı koşulların bir araya gelmesi gerekiyordu. Düşündüm de aslında bu perili ev dedikodusunun insanları evden uzak tutması iyi olmuş, yoksa daha çok kişi…”
“Ne oldu? Neden öyle bakıyorsun?”
“Şimdi kafama dank etti. Bu akşam sekizde nerdeyse eve girecektim. Son anda vazgeçtim. Girseydim ben de şimdi yerde ölü yatıyor olabilirdim.”
Yüksel bir süre sessizce düşündü. Sonunda “Galiba haklısın,” dedi. “En azından araştırılması gereken bir durum olduğu kesin.”
Yüksel’in soruları bitince saatime baktım, gece yarısına geliyordu ama bekleyemeyip aradım. Telefon açılınca “Merhaba Peyami Bey, sanırım X’i buldum,” dedim.
***
Doktor Peyami’ye göre tek yapılması gereken, savcının İstanbul Adli Tıp’tan otopside alınan örneklerde ilaçlamada kullanılan maddenin aranmasını talep etmesiydi. Heyecanım makul düzeye indiğinde durumu savcıya benim değil resmi görevlilerin açıklamasının daha akıllıca olacağı kanaatine vardım. Çünkü savcıların çoğu özel dedektiflerden hazzetmezlerdi. Hele bir özel dedektifin, adli kuvvetlerin çözemediği bir vakayı -hatta vakaları- aydınlatması karşısında kendilerini küçük düşmüş hissederlerdi. Bu yüzden görüşmeye Yüksel ile Doktor Peyami gideceklerdi.
Pazartesi günü öğleye doğru onlar Adliye binasına girerlerken bana da bahçede tırnaklarımı kemirerek beklemek düştü. Bir saat kadar sonra yanıma geldiklerinde, “Sana bir iyi, bir de kötü haberim var,” dedi Yüksel.
“İyiden başla.”
“Savcı çocuklar için talepte bulunacak. Kötü habere gelince, önceki ölümleri araştırmaya gerek görmedi. Biliyorsun fethi kabir yapılıp cesetlerin mezardan çıkarılması lazım. Yani bir sürü prosedür.”
“Aslında savcı da haklı,” diye araya girdi Doktor Peyami. “Fosfitle zehirlenmiş olsalar bile bunca yıl sonra tespit etmek zor olabilir.”
Yüksel elindeki kâğıdı kaldırdı. “Dükkânda ve evde inceleme yapacağız. Zahirecinin de ifadesini alacağız.”
Yarım ağız gülümsedim. “En azından çocukların ölümü aydınlanacak.”
“Dediğin çıkarsa aynı zamanda başkalarının da aynı şekilde ölmesi engellenecek,” diye ekledi Yüksel.
***
İki hafta kadar sonra telefonum çaldı. Arayan Doktor Peyami’ydi.
“Haklıymışsınız,” dedi. “Raporlar geldi. Laboratuvar incelemelerinde ikisinden de alınan örneklerde fosfit tespit edilmiş.”
“Çok şükür.”
“Ama bir gariplik var,” diye devam etti. “Adli Tıp büyük kızın fosfit gazından, küçüğün ise karbonmonoksit zehirlenmesinden öldüğüne karar vermiş.”
Bir an şimşek çarpmış gibi sarsıldım. “Nasıl yani! Ama ikisinde de fosfit var demiştiniz.”
“Önce ben de anlam veremedim. Raporları didik didik inceledim. Evet, küçük kızda da fosfit gazı çıkmış ama raporun sonucunda ölümünün karbonmonoksit zehirlenmesinden kaynaklandığının kabulü gerektiği belirtilmiş. Bir hata olmuş sanırım.”
“Hata mı? Nasıl bir hata bu!”
“Kesin bilemiyorum Hüseyin Bey. Tahminime göre bir şekilde gözden kaçmış olmalı ya da belki de küçük çocuğun raporu çoktan yazılmıştı.”
Derin bir iç çektim. Az önceki sevincimin yerini büyük bir hüsran almıştı.
“Bence hiç yoktan iyi,” diye devam etti. “Ne de olsa ihmali olanlar yargılanacak.”
Telefonu kapattıktan sonra düşüncelere daldım. Zahireci, kız çocuklarından birinin taksirle ölümüne yol açmaktan ceza alacaktı. Acaba diğer çocuğu, üniversiteli genci, hatta kendi anne babasını da kazayla öldürdüğünü kabullenebilecek miydi?
Sonraki günlerde raporun nasıl yanlış yazıldığı da aklımı uzun süre meşgul edip durdu. Sonunda Amirimin bir sözünü hatırladım; insan faktörü devreye girdiğinde hata payı kaçınılmazdır.
Sonbahar
Doktor Peyami, Adli Tıp’ın birinci katındaki odasından, morgun önüne bakıyordu. Bu defa dışarıda otopsinin bitmesini bekleyen cenaze yakınları yoktu. Havalar iyiden iyiye serinlemiş, kiloları nedeniyle kolay terleyen doktorun açık mavi cerrahi kıyafetleriyle en rahat ettiği mevsimler gelmişti.
Saatine baktıktan sonra masasına oturdu. Birkaç aydır uğraştığı ‘Sıra Dışı Bir Kaza ile Meydana Gelen ve Ölümle Sonuçlanan Alüminyum Fosfit Zehirlenmesi’ isimli bilimsel makalenin bitmesine az kalmıştı. Uzun süredir üniversiteye geçmeyi kafasına koymuştu. Bunun için bazı girişimlerde bulunmuş, üniversite yönetimiyle arasını iyi tutmaya çalışmıştı. Tek eksiği birkaç makaleydi. Bunu da zaman içinde kapatmaya niyetliydi.
Öğleye doğru internet gazetelerine göz atarken beklediği haberin yayınlandığını görüp sevindi. Birkaç hafta önce ulusal bir gazeteden gelen bir muhabirle röportaj yapmıştı. ‘Havalandırmadan gelen sarımsak kokulu gaz öldürdü’ başlıklı haberi hevesle okumaya başladı:
Evde aniden bayılan on bir yaşındaki kız çocuklarını panikle hastaneye götüren anne babanın ilk şüphesi, çocuklarının sobadan zehirlendiği yönündeydi. Doktorların bütün müdahalesine rağmen yaşama veda eden kız çocuğunun ölüm nedeni ilk aşamada anlaşılamadı. Çünkü otopside alınan kan örneklerinde karbon monoksit zehirlenmesine dair iz bulunamadı.
Savcılık yetkilileri, çocuğun öldüğü gün yaşadığı evin alt katında ilaçlama yapıldığı bilgisine ulaşınca soruşturma yön değiştirdi. Uzmanlar ilaçlama sırasında oluşan zehirli gazların havalandırma boşluğundan çocuğun bulunduğu daireye ulaşabileceğini düşünüyordu. Ölen çocuğun evinin hemen altındaki işyerinin bir deposu vardı. Haşere ve böceklerden korunmak için ilaçlanan yer de burasıydı. Olay Yeri İnceleme ekibi burada fumigasyon denilen ilaçlama işlemi sırasında bırakılan bir ‘Phostoxin’ tableti buldu. Bunun üzerine soruşturmaya bakan savcı otopside alınan örneklerde ilaçlamada kullanılan maddenin aranmasına karar verdi. Uzmanlar ölen çocuğun iç organlarında yapılan incelemede öldürücü düzeyde fosfit maddesine rastladılar. Yani şüpheli ölümün sebebi de fosfit gazıydı.
On bir yaşındaki kız çocuğunun sıra dışı ölümünü cinayet masası polisleriyle birlikte aydınlatan Adli Tıp Uzmanı Dr. Peyami Yıldız, fosfit gazının tarım ürünleri ya da depolanmış tahılların üzerindeki böcek ve haşerelerden kurtulmak amacıyla kullanıldığını, doğal hâli renksiz ve kokusuz olsa da ilaçlama için kullanılan türevlerinin çürümüş balık ve sarımsak koktuğunu, havadaki nemle ya da midedeki asitle reaksiyona girdiğinde ölümcül fosfit gazı olarak ortaya çıkabildiğini söyledi. Ülkemizde Alüminyum fosfite çok kolay bir şekilde internet üzerinden ve doğrudan satış yöntemiyle erişebildiğini açıklayan Yıldız, gerekli tedbirler alınmadan ilaçlama yapılmasına bağlı zehirlenme hadiseleriyle karşılaşmamak için bu ilaçlamayı yapanların, daha dikkatli olması, ciddi bir eğitimden geçirilmesi gerektiğini belirtti.
Haberdeki bilgileri okuyanlar yıllarını bu işe verdiğini zannedebilirlerdi ancak hepsini çocukların fosfitle zehirlendikleri ortaya çıktıktan sonra araştırıp öğrenmişti. Zaman zaman hayıflanmaktan alamıyordu kendisini. Küçük kızın, hatta o evde daha önce ölenlerin de aynı şekilde zehirlendikleri ispatlanabilseydi, hem yazdığı makale uluslararası bir dergide yayınlanabilir -böylece akademisyenlik yolunda daha hızlı ilerleyebilir- hem de kazayla zehirlenme olayı daha çok ses getirebilirdi. Ama olsun, buna da şükür, diye geçirdi içinden.
İyice acıktığını hissedene kadar çalışmaya devam etti. Yazdığı bilimsel makale bir şeyleri değiştirir miydi? Buna pek ihtimal vermiyordu. Ama gazete haberi belki birilerinin dikkatini çeker, bu tür ölümlerin bir daha yaşanmaması için tedbir almaya yöneltirdi.
Birkaç düzeltme yapıp bilgisayarı kapattı. Odadan çıkmadan önce camdan dışarı baktı. Aşağıda bir cenaze arabası vardı. Demek ki öğleden sonra otopsi yapılacaktı. Kim bilir kim, hangi sebeple, nasıl ölmüştü? Otopsi masası daima sürprizlere gebeydi.
Başını kaldırıp uzaklara baktı. Sert esen rüzgâr ağaçların dallarındaki son yaprakları düşürüyordu. Kış kapıdaydı.
[1] Öyküdeki Feyzi Bey karakterinin diyalogları büyük ölçüde kıymetli dostum Feyzi Kavcı’nın sözlerinden yararlanılarak yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim.