Toprağın içinde mantar gibi belirdi. Yavaşça doğruldu. Uykudan uyanmış gibi şaşkınca çevreye bakındı. Karanlıktı. Bir süre olduğu yerde dönüp durdu. Ne yapacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Boş boş baktı etrafına. Geçmişini bilmiyordu. Dolayısıyla nereden gelip nereye gideceğini bilmiyordu. Dahası henüz kim olduğunu bilmiyordu. Yürümeye başladı. Geceyi bilinçsizce adımlarken gökyüzünde parlayıp sönen ışıklar belirdi. Başını kaldırıp o yana baktı. Uzaktan uzağa yanıp sönen ışıklar meçhul bir diyara düşen yağmurun yıldırımlarına benziyordu. O ışıkların belirdiği ufka doğru mu gitseydi? Birden o ışıklardan kopup gelen sezgisel duyumsamalar zihninde kıvılcımlar çaktı. O ışıklar, ışıldayıp kaybolan o şeyler yıldırım ya da şimşek değildi. Onlar, göksel bir gücün kendi zihnine attığı hatıralardı. O hatıralar zihninde imgelere dönüştükçe kendi varlığına dair ipuçları bulmaya başladı. Vücudunu, başını, yüzünü yokladı elleriyle. Kendisine dair kopuk-kesik anlam kırıntıları belirdi zihninde. Yürümeye devam etti. Yürüdükçe tuhaf, muğlak hatıralar zihninde çiçeklendi. Kendi varlığına ilişkin bir tahminde bulunabilirdi artık. Ne var ki, bulanık imgeler bir bütün oluşturup açıklayıcı bir anlama dönüşemiyordu.
Uzakta bir hanın ışıkları belirdi. Han sıcaklık, ışık aydınlık demekti. Bunu biliyordu. Adam hanın eski mi eski, tahtaları çatlamış kapısını itti. Kapı gıcırtıyla aralandı. Hem de ne gıcırtı! Sanki açılmıyor çığlık atıyordu. Handan içeri girdiğinde duvardaki aynada kendisini gördü. Henüz tazeydi. Üstü başı temizdi. Yollarda debelenip durmasına rağmen bir tek toz zerresi bile yoktu üzerinde. Kıvançla gençliğine, tazeliğine baktı aynada. Bakmaya doyamadı. Sonra içeriye göz gezdirdi. Masalarda oturan bir kalabalık vardı. Bezgin, yorgun ve ümitsiz görünüyorlardı. Kıyafetleri yıpranmış, omuzlarına bir keder çökmüştü. Onların pejmürde halleri taze adamımızın kendisine güvenini artırdı. Neşelendi. Henüz hayat ona hiç bir darbe vurmamıştı. Kendisinden pek hoşnuttu. Varlığını seviyordu.
Orta boylu, hafifçe kilolu, kaytan bıyıklı, yüzünde onlarca yılın bilgeliğini saklıyor gibi görünen, mütebessim hancı ne istediğini sordu. Adamımız, yolunu kaybettiğini, ait olduğu menkıbe ya da hikâyeyi aradığını söyledi. Hancı ona şöyle bir baktı. Kaçın kurasıydı o hancı. Kimler gelmiş kimler geçmişti hanından. Yıllar yılı yolcuların hikâyelerini dinleyerek demlenmiş, bir bakışta bir insan neyin nesi kimin fesi anlayacak kıvama gelmişti. Adamımıza tamamlanmamış bir hikâyenin kahramanı olduğunu söyledi. Kahramanımızsa hiç ümit kırıklığına uğramadı. Dedi ki:
“Sanırım, ben aslında yazılmamış bir romanın kahramanıyım. Yazar henüz adımı düşünmediği için bir adım yok.”
Hancı, “Ama” diye yanıtladı; “Kılığın kıyafetin pek yerinde, pek tazesin, pek şen, pek şakraksın.”
“Öyle… Beni düşündü, tasarladı. O düşündükçe elim, ayağım, yüzüm, kıyafetlerim belirdi ama sanki ruhumda bir şeyler eksik. ”
Bunun üzerine hancı, “Senin anlatacak bir hikâyen de yoktur o zaman,” dedi. “Hikâye anlatmazsan ne yemek var ne de su. Burada konaklayamazsın. Prematüre bebek gibisin azizim. Erken düşmüşsün yollara.”
Adamımız, “Ümitlerim var,” diye konuştu heyecanla. “Sana ümitlerimi anlatırsam bana yardım eder misin?”
Hancı, “Ümitler para etmez,” diye yanıtladı. “Hatıralar para eder benim hanımda. Fakat haline acıdım. Sana yardım edemem ama yol gösterebilirim: Madem büsbütün yaratılmak istiyorsun bunun bir tek yöntemi var: Yazarın rüyalarına sızmanın bir yolunu bulmalısın. Senin yazar arada bir psikiyatriste gider. Dertlerini anlatır. O sırada sesi buradan duyulur. Bu dertlerin en karanlığını bulup onu sırtına pelerin olarak alırsan rüyasına sızabilir, rüyasında onun içine bir ilham ekebilirsin.”
“Ya bunlar,” diye mırıldandı kahramanımız, eliyle bir yay çizip mekâna tıkılmış onca insanı göstererek. “Bunlar da neyin nesi?”
Hancı güldü. “Onlar anlatılmamış bir sıkıntının, bitirilmemiş öykülerin kişileri.”
“Onlara ekmek ve su var galiba.”
Hancı, taze adamın alaycılığına aldırmadı.
“Onlar, yaşayan ölüler azizim. Ekmeğe de suya da ihtiyaçları yok. Tıpkı senin gibi düştüler buraya.”
“Tıpkı benim gibi…”
Adamımız günler boyu, hancıya çıraklık ederek kendisini yazan yazarın sesini duymayı bekledi. Bu arada hancı ona gecenin kanatlarına nasıl sarınacağını öğretti. Bu oldukça zor bir şeydi. Karanlıkla bütünleşmek, hiç var olmamış gibi iradesine gem vurarak, geceyi tek dostu yapmak, onun içinde onun kadar karanlık olarak belirsizleşmek… Bazen, hancı onu nasıl çağıracağını bilemiyordu. Çünkü malumunuz bir ismi yoktu. Ona bir isim vermekse hancının haddi değildi. Eğer ona bir isim takmaya kalkarsa bu bir bakıma oluşum sürecine müdahale anlamına gelirdi ki, zamanı değiştirmek hancının kendisinin dahi yok olmasıyla sonuçlanacak bir kelebek etkisine yol açabilirdi. Hancıdır o, bilgeliğin sahibidir. Bilgeliği handan dışarı çıkınca beş para etmese de.
Hancı onu Adem diye çağırmaya başladı. Hancı Adem derken bunu bir isim değil, sıfat anlamında kullandığı için bunun oluşum sürecine müdahale olmadığını da belirmek isterim.
Yazar’ın sesi duyulmaya başladığında, hemen mahzene inmesini söyledi hancı. Adem mahzene indi. Yazar sıkıntılarını anlatırken kahramanımız bunu dinledi. Yazarın en büyük sıkıntısı; gecelerin kör bir kuyu, uykunun bir ölüm gibi lezzetten yoksun olmasıydı. Uykularından derin bir karanlıktan çıkar gibi uyanmaktaydı. Onu dinleyen psikiyatrist yazara uyumadan önce yatakta, bir kaç satırcık olsun karalamasını söyledi. Belki yazdıkları kendisine umut olacak, rüyalarına kadar sızacaktır. Yaratmak, her zaman yaratılan için değil, yaratan için de haz vericidir, böyle söyledi psikiyatrist. Bu sözler yazarı bile şaşırttı. Bu sırada konuşmaları dinlemekte olan Adem’in içi ürperdi.
“Ne kadar garip,” diye mırıldandı yazar. “İnsanlara, eşyalara, toza toprağa can verirken ya da hepsini ölümün tutsaklığına ve hiçliğe salarken yarattıklarımın benim zihnimden ayrı bir hayatları olduğunu düşünmemiştim. Düşünmedim ama derinden derine biliyordum.”
“Aslında onları yarattığınız an, siz ve onlar diye bir ayrışma ortaya çıkar. Siz ve eserlerinizin hayatı farklı olduğu gibi onları okuyan her zihnin onlara can verişi de farklıdır.”
“Söylediklerinizi size ben mi söyletiyorum, yoksa haricen mevcut musunuz?” diye sordu yazar. Psikiyatrist bakakaldı o gün. Bakışları dondu. Psikiyatrist kendi varlığından şüpheye düştü. Yazarın yarattığı bir kahraman yazarla aynı boyutta mevcut olabilir miydi? Ömrünün en yakıcı sorusu yakasına yapıştı. O günden sonra da mesleğini icraya devam etti ama bir daha yazarı kabul etmedi. Önce sorunu böyle aşacağını düşündü ama sonra bir derde daha düştü: Yazarı kabul etmemesi kendi iradesiyle mi oluyordu yoksa yazar böyle yazdığı için mi?
Kahramana dönecek olursak, kendi varlığının yazarın varlığından bağımsız halde sonsuza kadar ya da dünyanın sonuna kadar o handa kalabilme ihtimali Adem’e dehşet verdi. Korktu. Belki yazar bir kaç sene sonra eğer kendisini tamamlamadan ölürse, Adem için sonsuz bir azap vardı. “Zaman işlediği halde saatin durması gibi,” diye düşündü Adem. Bu benzetme hoşuna gitti. Kendisi de işte düşünebilmekte, tasavvur edebilmekteydi. O halde yazarın zihnine kendisine dair bir düşünce tohumu ekemez miydi?
Zordu ama gecenin kanatlarını kendine pelerin yapıp yazarın uykusuna sızdı kahramanımız. Orada şen ilhamlar attı ortaya; yazarın beyninin kimyasal devinimi onları rüyaya dönüştürsün diye. Böylece yazar uyandığında ona dair yeni fikirlerle güne başlayacak, belki bir kaç satır karalayacak, adamımıza bir ad koyacak ve adamımız bir hikâyede hayat bulmaya başlayacaktı.
Oysa yazar ertesi sabah her zamanki gibi uyandı. Zihninde kahramana dair ne bir fikir ne de bir ilham vardı. Çünkü rüyalarını hatırlamıyordu. Hancı taze kahramanının haline acımış ve onu pejmürde bir halde yazılacağı günü bekleyen diğer kahramanların arasından alarak yazarın zihnine yeniden postalamıştı. Çünkü o hanın adı Araf’tı. Orada sadece yazarın bir türlü yaratamadığı kahramanlar dolanıyor ve belirsiz bir zamanı bekliyorlardı. Oysa yazar bir gün rüyalarını hatırlayabilirse Adem bir hikayenin içinde yaşayabilecekti.
Eğer hatırlayabilirse, sayıklamak ve rüya görmeyi birbirinden ayırabilirse.