Artık nocturnal yaratıklar gibi geceleri yaşamaya başladım. 25 yıllık diurnal hayatım son bir yıldır tam zıttına dönüştü: gündüzleri uyuyor, hava kararınca yorganı üzerimden atıp yollara düşüyorum. Duyumlarım da ona göre gelişti; geceleri baykuşlar gibi daha iyi görür, kediler gibi daha iyi koku alır ve yarasalar gibi daha iyi işitir oldum. Karanlık o kadar korkutucu değil artık, tabii uyanıksam eğer.
Artık havalar soğumaya başladı. Ben de Fleet Street’e taşındım. St Paul Katetrali’ne yakın. Londra borsasının kalbi orada atar. Öğlen vakti turislerin yanı sıra en çok görünenler borsacılardır. Şık takım elbiseleriyle kolej çocukları gibi ortaya dökülürler. Tavırları da aynen öyledir. Aralarına pek kadın borsacı girmez. Kendi şakalarını yapar, kendi dalgalarını geçer, kendi kahkahalarıyla gülerler. Attıkları her kahkaha, şehrin zemininde bulunan çatlaklara düşmemek için yarıkların kenarlarına fırlattıkları kancalar gibi gelir bana. Tutunmayı beceremezlerse yuvarlanıp gözden kaybolmak an meselesidir.
Arada göze çarpan şık döpiyesli kadın borsacılar, öğle vakti ne yaparlar benim için bir muammadır. Bu muamma bazen çözülür. Ve ben de onların, cam tavanı temizlikçi kadınların çok iyi parlattığını unutup, belki de aslında bir tavan yoktur, diye hayal kurduklarını düşünürüm, Marks and Spencer’dan aldıkları karidesli sandviçlerini St Paul’un bahçesine bakan şık masalarda bacak bacak üstüne atmış yerlerken. Tabii bütün bunlar, geceleri yaşayan bir yaratığa dönüşmeden önceki gözlemlerimdir. Artık bütün bu kalabalıktan uzağım. Kokular daha az ama daha bir baş döndürücü şimdi, ışıklar soluk ama büyüleyici, sesler hiç yok gibi ama sağır edici. İnsanlarsa, çok daha seyrek ama tehlikeli.
Paltomun yakalarını kaldırdım, Fleet Street’te St Paul’u arkama vererek yürümeye başladım. Akşam iş dönüşü saati biteli çok olmuştu. Eğer hızlı yürürsem hem üşümem hem de bir amacım varmış gibi gözükeceğinden bela arayanları atlatmış olurum. Daha önce Mrs Dalloway’in mahallesinde kalıyordum. Russel Square’e yakın. Elimde onun kitabı, İngilizcesi –sahi kime verdim acaba? – adım adım dolaştım oraları; yok çiçekçisiymiş, yok siyah demirli parkıymış. Meydanın ortasındaki parkın kapıları geceleri kitli olduğundan bir türlü yazarına adanan heykeli göremedim. Bir gün eski yaşamıma döndüğümde –aklımda- ziyaret edeceğim Virginia’yı, gündüz gözüyle. Düşünüyorum da, o bile şehrin zeminindeki çatlaklara düşmekten kurtulamamış. Bir savaş yetmiş ona. Dünyanın halini bir de şimdi görse…
St Paul Katetrali ile Krallık Yüksek Mahkemesi arasında uzanan bu cadde, Londra’nın en eski caddelerindendir. 1200’lere kadar gider tarihi fakat biz onu daha çok 1800’lerden biliriz. Charles Dickens’ın bazı romanlarında kahramanlarının işi düşer bu caddedeye. Onun zamanında, basının kalbi burada atmaktaymış. 1702’nin Mart ayında, Londra’nın ilk günlük gazetesi bu caddede basılmaya başlamış ve o günden beri, elektronik basım keşfedilene kadar matbaa makinaları bu caddede hiç susmamışlar. O dönemin büyük basım evlerinden, gazetelerinden bugüne sadece plakaları kalmış. Çoğu sokak demeye bin şahit isteyen kargacık burgacık geçitlerin girişlerinde, kaldırımda bulunur bu plakalar. Falanca gazete şu yıldan bu yıla kadar bu sokaktaki binasında yayın faaliyetini sürdürmüştür, diye yazar. 2019 yılının soğuk gecelerinden birinde ben, işte bu plakalardan birine bakıyorum. Sokak lambasından sızan ışık, yazıyı daha bir gizemli yapıyor. Sağ ayakkabımın burnunda bir çamur izi var. Eğilip siliyorum.
Sonra plakaların bulunduğu kaldırımda yoluma devam ediyorum. Charles Dickens’ın arkadaşlarıyla kafayı çektiği, yazılarını yazdığı ve de pek popüler dergisinin hem reklamını hem satışını yaptığı pubın bulunduğu geçite gelince durdum. Gözüm yerdeki plakayı aradı. Biliyorum yukarıda söylediklerim yazıyor plakada. Milyon kere okudum daha önce, ama bir kez daha gözlerimi metale kazınmış harflerde gezdirirsem sanki o zamanların geri gelmesine ya da köşeden Charles Dickens’ın çıkmasına vesile olurmuşum gibi geliyor bana. O zaman ona neler sormazdım? Kahramanlarını nasıl böyle etkileyici yazdığını, hikayelerinin sonlarında neden hep iyi kalpli zengin birisinin durumu kurtardığını, gerçek hayatta hiç de böyle olmadığı halde neden öyle yazdığını… falan filan sorardım işte. Ona hâlâ çok sevilerek okunduğunu söylerdim. Yazacağım romanımdan bahsederdim.
Ben bunları düşünürken gerçekten köşeden bir adam çıktı, koşarak. Ve göz açıp kapayana kadar, hızla bana çarptı. Kendimi bir anda mezgal aralıklarına bakarken buldum. Koca bir sıçan suyun içine düştü. Sonra debelenip kalktı. Adam özür diledi. İyi olup olmadığımı sordu. Burnumda metalik bir koku. Kafamı kaldırıma çarpmıştım. Elimle yokladım. Neyse kan man yoktu. “İyiyim, iyiyim,” diyerek doğruldum. Bir an önce hayal dünyama geri dönmek istiyordum. Oradan uzak olduğum her an, bu baş döndürücü şehrin nerede karşıma çıkaracağını bilemediğim derin çatlaklarından birine düşeceğim hissiyle kaldırıma abandım. Fakat ayağa kalkacak gücü bulamadım kendimde. Adam yere çömeldi. İkide bir arkasına, çıktığı dar geçite bakıyordu ama iyi olduğuma kanaat getirmeden de beni bırakmak istemediğinden olsa gerek, bakışlarını yüzümden, ellerini iki omuzumdan ayırmıyordu. Ondan kurtulmak için, olduğumdan daha iyi gösterecek bir gülümseme ile gözünün içine baktım. “Merak etmeyin, iyiyim. Olur böyle şeyler,” dedim. O an fark ettim. Adamın gözünde bir benek vardı. Beneğin, sağ gözbebeğinde olduğunu çok sonra, beynimi zorladığımda hatırlayacaktım. Koyu kırmızıya çalıyordu.
*
Eski Londra sokakları, iki insan –hatta bazen bir- geçecek genişlikte geçitlerle kaplıdır. Esas ulaşımın yaya olarak, lüks ulaşımın atlarla yapıldığı dönemlerden kalma bu geçitler bugün hâlâ kullanılır. Bazen bir binaya giriyorum sanırsınız, çıktığınızda kendinizi başka bir sokakta bulursunuz. Bazen bir işlek caddenin gürültüsü aniden kesilir ve arkanıza dönüp baktığınızda cadde sessiz bir renk curcunası olarak tünelin sonunda görünür. Siz bir vahaya düştüm zannedersiniz çünkü tünelin öbür ucunda genellikle yemyeşil ağaçlar, duvara asılı saksılardan sarkan rengarenk çiçekler vardır. Bu geçitlerle bir iç cep gibi şehrin bilinmeyen noktalarında bulunan yerlere ulaşırsınız. Ve en değerli seylerinizi sakladığınız iç cebinizdeki eşyalarınız gibi bu gözden uzak köşelerde, şehrin gerçek hazineleri saklıdır. İşte Charles Dickens’ın takıldığı pubın kapısı böyle bir geçite açılır. İki insan yanyana zor yürür.
Ellerimle, geçitin başında, kaldırımda bulunan metal plakaya abanarak kendimi ayağa kaldırdım. Adam geldiği gibi koşarak yanımdan ayrılmıştı. Geçite doğru baktım. Pubın ışıkları yanıyordu. Adam pubdan çıkmış olmalı, diye düşündüm. Ağzı içki kokuyordu. Plakaya basıp geçite girdim. Gelen giden yoktu. Edebiyat meraklısı yerli ve yabancı turistler, konforlu otel odalarında ertesi gün buralara yapacakları geziye hazırlanıyor olmalılar, diye düşündüm. Pubdan sesler geliyordu. Neşeli sesler… Buralar 1666’daki büyük yangında yanmış kül olmuş. Bu pub ertesi yıl yeniden inşa edilmiş ve bu güne kadar dayanmış. O günlerden kalan bir hayal gibi. Öğlen vakti olsa borsacılarla –hepsi erkek- dolup taşardı. Fakat gece vakti bu ne eğlencesiydi?
Cama doğru yaklaştım, ellerimi siper ederek içeriye baktım. Aklıma Halloween geldi; çünkü içeridekilerin kıyafetleri bir tuhaf göründü gözüme. Fakat Halloween zamanı çoktan geçmişti. Henüz süslü çam ağaçları da ortalarda gözükmediğine göre Christmas’a daha zaman vardı. Peki bu ne eğlencesiydi? Ahşap kapıyı itip en az üç yüz yıllık puba girdim. Duvarlar koyu renk ahşap panellerle kaplıydı. Mis gibi, yanan odun kokusu doldurdu ciğerlerimi. Sağdaki bar tıka basa doluydu. Herkesin elinde bir kadeh, kimisi havaya kaldırıyor; kimisi kafaya dikiyordu. Hepsi Dickensvari giyinmişti. Uzun önü düğmeli paltolar, uzun çizmeler…Barda bir tepside Viktorian sandviçler dizili…Birden karnımın ne kadar da aç olduğunu hissettim. Dünden beri hiç bir şey yememiştim. Midem resmen kazınıyordu. Bara doğru yaklaştım. Şöminede yanan odunların çıtırtısı çok rahat duyuluyordu buradan. Barmen bir şey içmek isteyip istemediğimi sordu. Ben hemen cevap vermeyince, “Herkese bedava,” diye eklemek ihtiyacı hissetti. Yüzüne baktım. “Bugün Dickens burada,” dedi başıyla işaret ederek. İşaret ettiği yere baktım. Kalabalıktan başka bir şey göremedim. Tekrar beyaz ekmekten yapılmış Cheshire peynirli minik sandviçlere döndüm. Barmenin beni beklediğini fark edince, ‘Bir cider alabilir miyim?” diye sordum. Barmenin içkiyi getirmek için biraz uzaklaşmasını fırsat bilerek bir sandiviçi ağzıma, bir tanesini de cebime atıverdim. Zaten miniciktiler. Dört tanesi anca bir bütün sandviç ederdi. Barmen içkimi getirdiğinde üçüncüye elimi uzatıyordum.
*
Elimde şişe, kalabalığa doğru yaklaştım. Şöminenin hemen yanındaki koltukta gerçekten Charles Dickens oturuyordu. Odanın tarihi dekoru, dans eden alevlerle sihirli bir havaya bürünmüştü. Konuşulan konu Dickens’ın kahramanlarıydı. Charles Dickens, kahramanlarının isimlerini nasıl bulduğunu anlatıyordu dinleyicilerine. Master Bates adına herkes kahkahalarla güldü. “Benim en beğendiğim, Scrooge’dur,” dedi biri. O kadar içten, o kadar hayat dolu ve edebiyatla ilgili konuşuyorlardı ki ağzımdan, “Karakterleri nasıl bu kadar canlı yazabildiniz?” sorusu çıkıverdi. Bütün başlar bana döndü ve o an pişman oldum sorduğuma. Fakat artık çok geçti. Dikkatleri üzerime çekmiştim bir kere. Yüzüm kıpkırmızı olsa da devam edecektim.
“İyi gözlemlemek lazım,” dedi Charles Dickens.
“Bir yazı okumuştum; karakterlerinizin abartılı olduğunu söylüyordu,” dedim.
“Abartı şart,” dedi. “Edebiyat gerçek hayatı olduğu gibi yansıtmaz, hayatı abartarak yansıtır. Bu da olması gerekendir. Tıpkı mikroskobun altında bir canlıyı inceler gibi. Onu, mikroskopla abartmazsanız ne olduğunu anlayamazsınız.”
*
Doğru ya! Ukraynalı arkadaşım, “Abartıyorsun,” demişti. “Artık kim adres defteri taşıyor ki? Şimdi herkesin akıllı cep telefonu var.
“Benim yok, ama bu adres defterim sayesinde istediğim zaman eski hayatıma dönebilirim. Şehrin yarıklarından beni koruyacak olan tek şey o. Bir telefon yeter.”
“Bence sen kendini kandırıyorsun,” dedi Ukraynalı.
“Niye kendimi kandırayım? George Orwell da aynısını Paris’te yapmadı mı?”
*
Birden elimi iç cebime attım. Yoktu. Telaşla yan ceplerimi yokladım –gerçi hiç bir zaman onu oralara koymam ama, işte bir umut – Hiç bir yerde yoktu.
“Bir şey mi kaybettin, genç adam?” diye sordu Charles Dickens.
“Evet. Adres defterimi. Şimdi aklıma geldi. ‘Abartmak’ dediniz de.”
“Çok önemli miydi?”
“Evet. O benim bir tür pasaportumdu.” Belki Kraliçe Viktorya zamanında pasaport kelimesini bilmezler diye hemen başka bir örnek düşündüm. “Bir tür bilet. Bu dünyadan istediğim an beni çıkaracak bir bilet.”
Odada herkes birbirine baktı. Charles Dickens, “Bu dünyadan kimse çıkamaz ki,” dedi sakin bir sesle.
“Çıkar,” dedim. “George Orwell yapmış, ben de yaparım… Sanırım o adam çalmış olmalı. Cüzdan zannetti galiba.”
“Hangi adam?” diye sordu kalabalıktan biri.
“Buraya gelmeden önce bana çarpan adam. Hatta yere düştüm, başımı yere vurmuşum.”
“Nasıl biriydi?” diye sordu başkası. Düşündüm. Cevap veremedim.
*
Yatağıma girdiğimde gün doğmak üzereydi. Caddeden işe koşturanların ayak sesleri geliyordu. Önce tren, otobüs ve metro sürücüleri, çalışanları geçti. Onları temizlikçiler takip etti. Koşuşturan bu ayakların, şehrin çatlaklarına düşmeden nasıl böyle hızlı hızlı yürüdüklerine hep şaşmışımdır. İnşaatçılar, kafe ve fast food çalışanları, sezonluk çalışanlar, satış elemanları, lokanta çalışanları, yardım sektöründe çalışanlar, ofis elemanları, öğretmenler, bankacılar, borsacılar, öğrenciler, yöneticiler, CEO’lar, turistler derken, yollarda insanlar tekrar seyrekleştiğinde ben uykuya daldım.
Rüyamda George Orwell’ı gördüm. Bana ceplerimi yoklamamı söylüyordu. Bense ona Paris’te yaşarken yazdığı günlüğü okuduğumu, çok beğendiğimi anlatıyordum.
“Oğlum,” dedi. “Kendini kandırma. Ben onu, öyle hayat yaşayanları yazabilmek için yaptım. İstediğim an o hayattan çıkabilecek durumdaydım. Senle ben aynı değiliz.”
“Hayır aynıyız,” dedim. “İstediğim an ben de eski hayatıma geri dönebilirim.“ Elimi ceketimin iç cebine attım. “Adres defterimde ailemin, yakınlarımın, herkesin adresi, telefon numarası var. Bir telefon yeter,” dedim. Fakat bir türlü adres defterimi bulamıyordum. Bütün ceplerimi yokladım. Beni bu dünyadan çıkaracak olan tek şey üzerimde yoktu. İçimi bir telaş sardı. Uyanmışım.
Mutlaka o adam çaldı, dedim kendi kendime, bana çarptığı zaman… Onu bulmalıyım… Dünden kalan yumurtalı, mayonezli sandiviçin öbür yarısını yedim. Pret a Manger. Hiç de sevmem. Burnuma gene metalik bir koku geldi. Adam nasıl biriydi diye düşündüm. Bir türlü hatırlayamıyordum. Yorganıma iyice sarınıp tekrar yattım. Hava daha kararmamıştı. Hele bir iş dönüşü başlasın o zaman giderim, diye düşündüm.
*
Charles Dickens’ın takıldığı pubın bulunduğu geçidin başına geldim. Yerdeki tabelayı okumadan geçmek istemedim. Mazgaldan su sesi geliyordu. O an hatırladım. Adamın gözünde bir benek vardı. Kırmızımsı bir benek. Sağ gözbebeğinde. Derken geçitten koşarak birisi çıktı. Köşeyi dönerken hızını alamadı ve bana çarptı. Ben gene yere boylu boyunca uzandım. Mazgalın dibinde akan suyun sesinden başka bir şey işitmiyordum. Bu sefer kafamı korumuştum. Güçlükle doğruldum. Aynı metalik koku burnumda. Adamla göz göze geldik. Sağ gözbebeğinde kırmızı bir benek vardı.
Adam bana birşeyler söylüyordu ama benim gözüm kırmızı beneğe takıldığından hiç bir şey duymuyordum. Gittiğinde arkasından bakakalmışım. Kendime gelince hemen ceplerimi yokladım. Bingo! İç cebime adres defterim geri gelmişti. Sevinçten ne yapacağımı bilemedim. Yavaşça ayağa kalkıp pubın yolunu tuttum. Dünkü müşterilere müjdemi vermem lazımdı.
Camdan baktım. Kimseler görünmüyordu. Charles Dickens’ın oturduğu koltuk boştu. Kapıyı itip içeri girdim. Barmene, “Herkes nerede?” diye sordum. “Bugün bir cenaze varmış, oraya gittiler,” dedi.
Bir türlü ayrılamıyordum pubdan. Sanki ayaklarım tutkalla yere yapışmıştı. Bunu gören barmen görevi gereği, “İçeçek ister misiniz?” diye sordu.
“Bir şey soracaktım,” dedi ağzım, ben farkında olmadan. Bu, dünkü barmen değildi. “Dün akşam buradaydım. Charles Dickens’a çok benzeyen bir bey vardı. Herkes kıyafet balosu gibi eski giysiler giymişlerdi.”
“Kusura bakmayın,” diyerek sözümü kesti barmen. “Dün benim tatil günümdü. Bilemeyeceğim.”
“Dün çalışan barmen bir daha ne zaman gelir?”
“Sanırım o sadece bir gün çalışıyor. Üniversitede okuyor. O yüzden.”
“O zaman haftaya gelsem onu bulurum.”
“Büyük bir ihtimalle.”
Hayret, ayaklarım istediğimi öğrendiğime karar verip pubdan dışarı çıkardı beni.
*
Bütün gece dolandım. O sokak senin bu sokak benim. Hava ciddi bir şekilde soğumuştu. Sabaha karşı kaldığım yere döndüm. Fakat yatağım yorganım yoktu. Kaldırmışlar. Üstelik yeri de yıkamışlar. Hafif buz tutmuş. Telaşla bir üst sokağa yöneldim. Amacım Ukraynalı’yı bulmak. O geceleri uyur. Kaç kere söyledim. Kim vurduya gidecek ama umursamıyor. Gündüz de hiç ayrılmaz buralardan. Ben, uyanıkken yattığım yerde hiç durmam. Gündüz gözüyle pek tehlikeli şeyler olmaz ama bazen kendini bilmezler laf atar. Bu ayda yılda bir de olsa canımı sıkar, dikkatimi dağıtır. Fakat onlara en güzel cevabı İngiliz verir.
Bir keresinde yoldan geçen biri, “Git kendine iş bul, tembel herif,”diye laf attığında, “Sen kendine bak faşist köpek,” diye cevabını yapıştırıvermişti. Yanında durmadan yürüyüp gitmişti adam, ama o arkasından bağırmaya devam etti. “Ben senin gibi bu düzenin beni kuklalaştırmasını kabul etmiyorum. Sen git boynundaki pranganın, kredi kartının borçlarını öde, fucking morgageini öde. Ben sokakta yatarım, yine de bu fucking sisteme girmem!”
Köşeyi döndüm, işte Topmen’in kapı aralığında yatıyor Ukraynalı. Yorganına sıkı sıkıya sarılmış, Başı içeride. Başucuna iki tane sandiviç bırakmışlar. Yine Pret a Manger. Hiç dokunmamış. Yorganı hafifçe kaldırıp sordum. “Benim yatak nerede?” Elimin tersi yüzüne değdi. Buz gibiydi.
Gözlerini bile açmadan, “Götürdüler,” dedi. “Birazdan benimkini de götürecekler.”
“Nereye götürdüler?”
“Her zamanki yere.”
“Her zamanki yere?”
“Evet, gömdüler sanırım.”
“Ne diyorsun sen?”
“Git bak istersen.”
Gittim. Yer şehrin doğusundaydı. Havada mis gibi toprak kokusu vardı. Genellikle kimsesizleri gömerlerdi bu mezarlığa. O nedenle de hiç ziyaretçisi olmazdı. Fakat taze bir mezarın başı kalabalıktı bu sefer. Dün akşam pubda karşılaştığım herkes oradaydı. “Hosgeldin,” dediler. “Ailene mutlaka bildirmişlerdir, merak etme.”
Birden anladım. Elimi iç cebime atıp adres defterimi çıkarttım. Ailemin adresinin ve telefon numarasının altı kırmızı kalemle çizilmişti.
“Ha, unutmadan,” dedi birisi. “Haftaya George Orwell gelecek puba. Seni de bekleriz.”