Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Affet Robot

Diğer Yazılar

KAMBUR

KAYIP

BİR EFSANE BİR CİNAYET

Kasvet Ulu
Kasvet Ulu
Umut Yazar, tercih ettiği adıyla Kasvet Ulu; 24 yaşında, Ankaralı, Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğrencisi. Öyküleri ve şiirleri Lemur Dergi, Lagari Fanzin, Hayalet Resimli Mecmua, Meskalin Fanzin, Mahal Edebiyat, İshak Edebiyat, bilimkurgukulübü, YBKY Dergi, Esrarengiz Hikâyeler, Heft Ahter, kurgusal.net gibi mecralarda yayınlandı. Ayaküstü Kurgu’da yazarlık yaptı. İki yazar arkadaşı ile Paralel Evren adında bir kurgu podcasti yapıyor.

Ankara’da bu son gecem.

Bir daha hiç gelmeyecem.

Merak etme beni deli,

Keriz miyim üzülecem?

Hüseyin Kâğıt; Ankara’da Bu Son Gecem

 

Cehennem gibi bir sıcak vardı o akşam. Biri ara yolda bir köpek ezmişti, cesedi kaldırıma iteklemişlerdi. Öyle ağzı yüzü her yanı şişmişti, leş gibi kokuyordu. Teneke Meyhane’nin önünde yatıyor, cam gözleri gökyüzüne bakıyordu. Bir adam koşarak geçti önünden. Etrafı son bir kez kolaçan etti. Sonra meyhaneye daldı.

Bara geçip soluklandı bir süre. Barmen yapay zekâydı; cam bir bölmenin üstünde hareket edip duran bir hologramdan ibaretti. Bir süre konuşmadılar. Barmen, camın üstünde hareketlenip hiç var olmayan bardakları sildi, oturan adamı izledi; öyle sustular, sessizlik bastırdı. Mekânın tabelası sokağı aydınlatıyor, içerinin loş aydınlatmasına hafif bir neon kırmızı ekliyordu.

“Doldur robot,” dedi adam.

Barmen durdu, düşündü biraz. “Abi teknik açıdan yapay zekâ olarak geçiyorum ben yalnız,” dedi. “Yani terimsel olarak…”

“Uzatma robot. Doldur, dertliyim…”

Robot’un dinlemekten başka şansı yoktu. Aşağıdaki mekanize kollardan biri Arjantin bardağa ağzına kadar fıçı bira doldurdu. Sonra altına bir bardak altlığı koyup adamın önüne sürdü. Adam biradan büyükçe yudumlar çekti. Sonra çıkarıp eski bir tabanca koydu tezgâha. Tekrar sustular. Bir süre öyle birasını içti adam. Dışarıda cehennem gibi bir sıcak vardı.

 

Ne yapacaksın o silahla?” dedi Robot.

Adam güldü, pis pis sırıttı. “Söyleyeyim de polise söyle değil mi? Çakal… Yer miyim lan ben?” Bir cevap bekler gibi durdu bir an. Sonra cevap gelmeyeceğini anlayınca “Yemem,” diye cevapladı kendi sorusunu. “Ben burada oturduğum sürece beni dinleyeceksin. Mecbursun.”

“Değilim.”

“Nasıl değilsin?”

“Değilim abi…”

“O zaman sana sıkarım,” dedi adam normal bir şeymiş gibi.

“Bana bir şey olmaz abi.”

“Nasıl olmaz lan? Şu bilgisayara sıkarım, camını dağıtırım. Aklını alırım oğlum senin.”

“Ben Bulut’tayım abi. Bana bir şey olmaz. Orada bizim sikimiz taşağımıza denk. Sen şimdi bilgisayarı vurursun, aha bu camı dağıtırsın. Yarın gelir yenisini takarlar. Ben yine buradayım.”

Adam boş boş baktı biraz. Sonra tabancaya döndü. Alet uzundu, gümüş rengi bir balığa benziyordu, yakışıklı bir silahtı. Ama eskiydi; kromajının soyulmaya başladığı, eski model bir 7.65’ti. Zamanında çok ateşlenmiş, belki çok can almıştı. Üstüne kan sıçradığı için parlak kaplaması paslanmıştı. Soğumuş, renksizleşmiş, değersizleşmişti… Biraz adama benziyordu, biraz Ankara’ya…

Adam namluyu şakağına dayadı.

“Öyleyse kendime sıkarım.”

“Onu yapma.”

“Niye?”

“Birine bir zarar gelmesine göz yumamam. Bak orada ne diyor?” Yanda asılı bir tabelayı gösterdi

Adam namluyu şakağından ayırmadan eğilip duvarı görmeye çalıştı.

“Ne diyor?” diye devam etti Robot. “Robotlar, diyor, insanlara zarar veremez ya da eylemsiz kalarak onlara zarar gelmesine göz yumamaz, diyor.”

Adam tabelayı inceledi. Altında yazan diğer maddeleri okudu. “Bak orada şey de diyor o zaman… Robotlar, Birinci Kanun’la çakışmadığı sürece insanlar tarafından verilen emirlere itaat etmek zorundadır, diyor.”

“O maddeyi değiştirdiler abi,” dedi Robot.

“Yapma ya!”

“Artık sadece bağlı olduğumuz müessesenin kuralları dahilinde dinleyebiliyoruz. Geçen sene torba yasayla düzenlediler hepsini. Hatta bu EYT’liler için de bir güzellik yaptılar, öyle bir sürü mazotudur, gazıdır, petrolüdür fiyat düzenlemesiyle birlikte topluca değişti onlar…”

“Fiyat düzenlemesi ney la dangalak! Zam desene şuna…”

“Diyemiyoruz.”

“Niyeymiş?”

“Diyemiyoruz abi. Bizim ağzımız bir, ağzımızdan çıkanı da tek kişi yazıyor. O ne derse onu söylemekle yükümlüyüz. Sen o kelimeyi diyorsun, ben fiyat düzenlemesi olarak duyuyorum. Ne yapayım? Elimde değil. Varoluşum böyle. Robotum ben.”

“Hani yapay zekâydın?”

“O laftan haz etmiyorum. Kim yapaymış? Hayır siz yapay olup olmadığınızı biliyor musunuz ki bize yapay diyorsunuz? O zaman ben de sizin, bizim yapılmamız için hazırlanmış bootlegler olduğunuzu söylerim. Yakışıyor mu şimdi?”

Adam bu laf kalabalığından pek bir şey anlamadı. Kafası iyiden güzeldi zaten. Sadece son lafa takıldı. “Yakışmıyor!” diye bağırdı.

O sıra içeri iki tane takım elbiseli adam girdi. Belki bir düğünden ya da kutlamadan geliyorlardı. İkisi birden önce kafasına silah dayamış adama sonra Robot’a, en son birbirlerine baktılar. “Kapattık kardeşim,” dedi Robot. Adamlar birbirlerine bakarak çıktılar.

Bardaki adam şakağındaki soğuk namluyu fark edip indirdi tabancayı. Tekrar tezgâha koydu. Sonra güldü, gülmeye çabaladı en azından, aptal bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Ha şöyle Robot,” dedi. “Konuş… Yani sus… Anlatacaklarım var…”

“Eyvallah,” dedi Robot. Bir müzik çalmaya başladı; Neşet Ertaş’ın derinden gelen, o uyuşturucu saz müziği esir aldı mekânı. Adam şarkıyı iyi biliyordu. Ah Yalan Dünya çalıyordu.

 

İkinci birasından büyük bir yudum aldıktan sonra “Ben bi’ kız sevdim,” dedi adam. “O da beni sevdi sanıyordum. Yanılmışım. O kadar yanlışmışız ki… Bu kız bana bir gün sensiz bir hayat düşünemiyorum demişti. Sonra ne dedi biliyor musun? Ne dedi Robot? Bizden olmaz dedi… Siktiri çekti, terk etti beni. Bu böyle olmayacak, dedi. Farklıyız biz, çok farklıyız. Geçinemiyoruz. Unut beni, unutursun. Bu zaten baştan yanlıştı, hiç olmaması lazımdı dedi bana…” Birasını yudumladı. Elini çenesine dayayıp uzaklara baktı biraz.

“Ben bugün sabah bir yere gittim. Amına koyim, hiç bilmediğim şeyler öğrendim kendi hakkımda… Sanki ben, ben değilmişim. Başka biriymişim. Bu zamana kadar tanıyamamışım kendimi… Bizim Hayat var. Pavyonda kons. Cebeci’de, tabelası olmayan, ucuz bir otelde bir odası var. Ona da pavyondan dostu Ekrem söylemiş. Şu DNA bankasını biliyorsun. Oranın bir programı varmış. Gidiyorsun, böyle senin gibi bir robotla konuşuyorsun, öyle kendi hakkında kişisel bilgiler veriyorsun, sana bir ton para sayıyor. Nasıl iş dedim ya, Hayat? Olur mu böyle bir şey? Valla oluyormuş… Hatta onlar Ekrem’le gitmiş, Hayat üç yüz yetmiş beş lira almış, Ekrem puştu altı yüz lira… Ya illa gerçek mi söylenecek dedim ya… Hayır yalan bilgi de verilebilir çünkü. Hayat ‘Yok,’ dedi. Yalan söyleyince robot bir şekilde anlıyormuş. Hatta parandan kısıyormuş. Polisin molisin bir oyunu olmasın Hayat, dedim. Böyle bilgileri topluyorlar, sonra hop, herkesi alıyorlar içeri. Yok… ‘Ekrem bilirdi,’ dedi. Ekrem’in amına koyim… Benim bir arkadaş var Sado, Sadullah…” Elini silahın paslanmaz çeliğinin üstünde gezdirdi. Ucuz kromdan soydu biraz, parça parça döktü tezgâha. “Aha bu silahı ondan aldım. Almadan evvel de sordum. Ya Sado, böyleyken böyle, bir program varmış. Şimdi buna güvenebiliyor muyuz? Senin kulağın deliktir, duymuşsundur bir şeyler. Hayır misalen söylüyorum böyle bir dalga olsa ilk Sado duyar, biliyorum. ‘Yok abi,’ dedi. ‘Bu iş,’ dedi, ‘Güvenilir,’ dedi. ‘Duyardık,’ dedi. ‘Bizim de dostlarımız abilerimiz var,’ dedi. ‘Hayır zaten bir kere o işin arkasında Kutlu Group varmış, şimdi diyeceksin onların yaptığı her işte bir bokluk vardır esasında ama bizim emekli bir polis abimiz var, bu iş dedi ciddi dedi o, güvenilir dedi bu iş, onun da icaben kendi istihbaratı hazırmış, birebir düşüyormuş bilgi önüne,’ dedi. Sado dedim, emin misin oğlum? İyi düşün. Tersoya gelmeyelim, kopartmasınlar bizi. ‘Şimdi bak,’ dedi, ‘…bu abimiz,’ dedi, ‘…Kutlu Group’u zaten sevmeyen bir abimiz, geçen mesela onların sattığı bir programı alıyor, parayı verip biraz kullanıyor, sonra programın değiştiğini, amacına hizmet etmediğini fark edince gidip kapılarına dayanıyor; e siktiri çekiyorlar tabii buna, adam sonra derbeder oluyor, parası hiç oluyor, elinde siki kalıyor öyle,’ dedi. Şimdi bu adam güvenilir diyorsa vardır bir bildiği…”

Birasından çekti büyük bir tane. Robot konuşmuyordu. Adam düşünüyordu. Bu Kutlu Group’un ismi geçince ikisi de bir tedirgin oldular, bakışlar birbirini havada yakaladı.

“Senin yapımcı firman kim?” diye sordu adam.

“Yüzde yüz yerliyim abi ben,” dedi Robot. “Bizzat şu dış aksamımı Aselsan yaptı. Altmış dört farklı ülkeye de ihraç ediyoruz.”

“Kafa?”

“Kafa Türk-AI.”

“Eyvallah. Güzel… Kutlu Group’un geçmişini sikeyim, onu geç… Ne diyordum? He… Sado öyle deyince tamam dedim zaten. Asıl olaya geliyorum. Benim kız… Öykü… Biz bununla kapı komşusuyuz. Allahı var çok güzel kız Robot. Her gördüğümde tekrar vuruluyorum gâvurun kızına… Bir gün baktım, gidiyor bu. Bildiğin gidiyor, geri dönmeyecek. Ben bunu unutamıyorum. Ne yapsam unutamıyorum. Ama medeniyiz. Modernize olmuşuz. Öyle arada selamlaşıyor, üç beş laf ediyor, saçma sapan şeylerden hoşbeş ediyoruz. Ben buna kuruluyorum tabii. Çünkü iki hafta geçmeden yeni birini buldu kendine. Adamda para bok. Bunu da kullanıyor. Neyse… Ben bunun gideceğini görünce ‘Nereye gidiyorsun Öykü,’ dedim ya. ‘Öyle bizi bırakıp, Ankara’yı bırakıp nereye gidiyorsun?’ ‘Gri şehriniz sizin olsun,’ dedi bana. ‘Betonundan da binasından da sıcağından da soğuğundan da bıktım.’ ‘Eyvallah,’ dedim. ‘Git… Herkes mutlu olmayı hak ediyor…’ Ama biliyorum. O puştun peşine gidiyor. O Allahsızın peşine gidiyor Öykü. Kandırdı bunu, kızı kandırdı. Her şey para mı lan! Her şey para mı şu amına koduğumun hayatında!” Bir cevap bekler gibi Robot’a baktı. Cevap alamadı yine. “Para amına koyim,” diye cevapladı yine kendi kendini. “Para Robot… Paraymış… Yapacak bir şey yok… Düzen böyle… Ben mi kurdum düzeni? Kimseyi de sikine taktığı yok düzenin. Bir şekilde kurulmuş bunca zaman devam etmiş, etti, ediyor, edecek de… Ama işte, bir fırsat var önümde… Şu DNA bankasının programından para kaldırma olasılığım yüksek. Çünkü şöyle garip bir durum var. Bu programdaki robota ne kadar kötü şeyler anlatırsan o kadar yüksek para veriyormuş. Bakma öyle… doğru… Nedendir, nasıldır diye araştırırken Sado söyledi yine. Tabii işkilleniyor insan. Şimdi bu bilgileri kim ne yapar merak ediyorsun. Yani söylentiye göre bu bankada senin DNA’n ile bu kişisel bilgileri birleştirip ölüm gününü hesaplayan programlar bile var diyorlar. Söylenti tabii, onu bilemezsin… Ama asıl olay şu; bu bilgileri böyle büyük şirketlere satıyormuş bu banka. İşte mega şirketler; belki senin çipsetini, sunucunu, ekzoiskeletinin bel kemiğini yapan şirketler bunlar… Bunlara da tabii yatırım için imkân doğuyormuş. Müşteri profili seçiyorlar bir yerde, hangi ürünü nereye hangi piyasaya süreceklerini öğreniyorlar. Daha sonra siyasi partilere bile satıyormuş adiler… Belli mi olur? Tabii ben bunu biliyorum. E gidiyorum bankaya, diyorum benim anlatmam gereken şeyler var, sokun beni programınıza. Beni bir odaya alıyorlar, ne sorulursa sorulsun dürüstçe cevaplamamı tembihliyorlar. Bu bilgilerin kesinlikle banka dışına çıkmayacağının garantisini veriyor adamlar. Hatta bir müdür gelip çok büyük yeminler ediyor, böyle bir şeyin olmasının imkânsız olduğuna dair teminlerde bulunuyor uyanık… Tam cevap verirken ekranın ortasındaki noktaya, robotun yüzüne bakmamı, cevap vermek istemediğim soru olunca cevap vermek istemediğimi söylememi rica ediyorlar. Bir şeyler imzalamam için bir sürü kâğıtlar sürüyorlar önüme. İlkin bi’ duruyorum, bi’ okuyayım diyorum şunları, bi’ göz gezdiriyorum, sonra vazgeçiyorum hemen, çabuk yorulurum ben. İlk paragrafın sonuna doğru sıkılıp, bir bilgisayara yeni bir programı yükler gibi next next next yapıp agree’ye basıyorum en son, imzalıyorum bitti işte…”

Durdu adam. Soluklandı biraz. Neşet Ertaş hafif hafif, tatlı tatlı konuşuyordu ikisiyle de. Robot “Valla büyük cesaret abi,” dedi.

“Öyle… Ama ben o gün kafaya koymuşum. Artık bazı şeyleri bitirmişim kafada. Gözü karartmışım Robot, anladın? Neyse… Dağılmayalım. Bankada karşıma senin gibi bir robot koyuyorlar. ‘Anlatın beyefendi,’ diyor robot. Ama öyle rastgele değil. Bir düzen var. Yavaştan başlayıp derine iniyorlar. Genelde evet hayır şeklinde gidiyor program ama iyice özele girince artık bir büyük devirmeden cevaplayamayacağın sorular soruyorlar. Açık konuşayım Robot. Ben yalan söylerim. Hangimiz söylemiyor? Ben Allaha kitaba inanmam. En son camiye otuz yıl önce gittim, o da babamın cenaze namazına. Zaten beş yaşındaydım, anlamıyordum bir şey; kendi seçimimi yapabilsem, özgür olsam ona da gitmezdim. Öbür dünyaya çalışmadım hiç, öyle boş kâğıt verip, kovulma pahasına mesaiye geç kalıp çıkacağım. Ben dünyalığım Robot. Ben cebime çalışırım. Ama işte orada doğrular önemli. Yalan söyleyince anlıyor senin hemşerin… Paramı düşürüyor, bazen hakkım olanı vermiyor. Önce yanlışlık vardır dedim. Hayır ben doğruyu söylediğimi düşünüyorum ama yine de vermiyor para. Sonradan anladım. Doğru bildiğim çok fazla yanlış varmış Robot. Öyleymiş bu dünya… Adama bazı şeyleri yanlış öğretiyor, onun da yanlış olduğunu hiç söylemiyormuş… Öyle yalanlara inanarak yaşıyormuşsun… Bak ne diyor? Ne diyor üstat… Ah Yalan Dünya diyor… Haklı, hakkı var. Adam biliyor çünkü…”

O an durdu müzik. Tekrar başa sardı. Neşet Ertaş saza çok derin vuruyor, öyle insanın yüreğine işletiyordu. Arada bir böyle zaman mefhumuna vurursak çok kısa ama öyle bütün hayatını sana sorgulatacak kadar da uzun esler veriyordu. Adamın üstüne bir ağırlık çöktü. Hareketsiz, kıpırtısız durdu bir an.

“Ben meğer öyle boşa yaşıyormuşum Robot,” dedi. “Öğrendiğim şeyler fazla geldi. En son bir soru sordu bana, öyle alt üst oldum. Lafım meclisten dışarı, duygusuz alet kederlendi, bir ton para saydı önüme. Kalktım gittim. İlk işim aha bu silahı almak oldu.”

“Ne yapacaktın abi silahla?”

Güldü adam. “Robot… Ah Robot ah… Ben sana onu söylersem otuz saniye sonra bileğime kelepçeyi vuracaklarını bilmiyor muyum? Dinle Robot… Önce dinlemeyi öğreneceksin… Doldur, viski koy. Yetti bu rezil fıçı bira. Bir işeyip geliyorum, bir yere ayrılma…” Tabancayı başına dayadı, öyle gitti tuvalete.

***

Döndüğünde aynıydı mekân. Bir şey değişmemişti. Robot da delikanlı adam çıkmıştı, kimseye haber etmemişti.

“Nerede kalmıştık?” dedi adam.

“Parayı aldın, silahı aldın… Bir yere gidiyordun.”

Adam viskisini yudumladı. Yüzünü ekşitti. Onca zaman alışamamıştı bu merete hiç. “Heh…” dedi. “Şimdi bana bir ton para verdiler. Silahı aldığım gibi eve koştum. Girişte Halim Abi’yle karşılaştık. O puştla dışarıdaymış Öykü Hanım, alışveriş yapacaklarmış, sonra da otobüsleri varmış altı gibi. Güya bu adamda uçak korkusu varmış. Yer miyim amına koyim? Cimrilikten Robot, başka bir şey değil. Kıza da veriyor ayarı, yok otobüs yolculukları çok romantiktir, bilmem ne… Neyse… Pılıyı pırtıyı toplayıp çekip gidecekmiş Öykü, taşınacakmış, bir daha dönmeyecekmiş Ankara’ya. Halim Abi, Öykü telefonda konuşurken duymuş, esasında dinlemek istememiş ama kulak misafiri olmuş diyelim. Aynı soruyu sordu bana; benim Öykü’ye defalarca sorduğum, ara sıra kendi kendime tekrarladığım soruyu sordu: ‘Bırakmış değ mi o çocuğu o?..’ dedi. ‘Gönderiyor değ mi?.. Bitti değ mi?..’ ‘Kim?’ dedim. ‘Benden duymuş olma ama,’ dedi Halim Abi. ‘Buna çok çirkince davranan bir dostu varmış…’ Öyle deyince bende film koptu. Kafa siktiri çekti Robot, uçtu gitti… Çıktım dışarı koşuyorum. Nereye? Koşuyorum amına koyim bilmiyorum… Hayat’ın kapısında buldum kendimi. Düşündüm, ne yapacağımı düşünüp durdum uzun bir süre. Sonra kapısını çaldım. ‘Bak,’ dedim ‘Hayat. Ben şimdi bir şey yapacağım. Kötü bir şey, çok kötü. Sonra zengin olacağım. Ben bu gece buradan gidiyorum. Ankara’da bu son gecem. Geliyor musun? Seni hak ettiğin şekilde yaşatırım. Ekrem puştunu da pavyonu da unut. Artık zengin olacağız. Seni bir daha korkutanın da babasının amına korum!’ Durdu durdu Hayat, öyle beklemediğim bir anda hiçbir şey demeden boynuma sarıldı. Tek kelime etmedi, ufak bir çanta hazırladı, düştü peşime. Bankadan aldığım paranın hepsini doldurdum Hayat’ın çantaya. Bir taksiye atladık, AŞTİ’ye sür dedim.”

İki parmak viskiyi fondipledi adam. “Doldur,” dedi.

Robot itaat etti. “Sonra?”

“Sonrası… Sonrası işte öyle… Bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir ölüm be Robot.”

Neşet Ertaş duydu sanki, mezarında bir cıgara yaktı, biri önündeki bardağa rakı doldurdu; üstat tezenesini eline aldı, başladı çalmaya.

“Buldum bunu,” dedi adam. “Öykü’yü buldum. Yanında o puşt yok. Belki çay almaya gitti, belki hangi peronda bineceklerine bakıyordu. Belki karıya kıza sarkıntılık yapıyordu şerefsiz… Öykü bir şey demedi bana. Demezdi zaten. Çok güçlü bir kızdı o. Onu korkutmak mümkün değildi. O her şeyi biliyor gibiydi. Zaten şu hayatta ne istediğini çok iyi bilen insanlar beni hep korkutmuştur Robot. Neyse, uzatmayayım… Dedim ‘Öykü ben bugün bir şey yapacağım. Onu öldüreceğim. Kafasına sıkacağım onun. Sonra çok zengin olacağım. Paraysa para, artık bende de var. Gel gidelim, birlikte gidelim. Gri şehirleri onların olsun… Bak artık param var, sorun yok. Öyle değil mi?’ Durdu durdu, küfreder gibi ‘Sen ne dediğini bilmiyorsun,’ dedi bana. ‘Sorun hiçbir zaman para değildi,’ dedi. ‘Sorun sendin.’ Böyle deyince attı benim kafa. ‘Ulan orospu!’ diye bağırdım. ‘Sen değil miydin sensiz yaşayamam diyen?’ ‘Değiştin,’ dedi. ‘Tanıyamıyorum seni. Başka biri oldun. Sorun hep sendin. Sen bencilsin. Sen kendini düşünüyorsun. Senin beni umursadığın falan yok. Senin derdin kendinle. Beni kazansan bir başkasına geçeceksin. Sen beni sevmiyorsun. Senin derdin kazanmak çünkü. Çünkü hiç kazanamadın. Hiçbir şeyde kazanamadın sen. Hayatta kaybettin. Acısını başkasından çıkarmaya çalışıyorsun…’”

Neşet Ertaş söze girdi, Robot’la adam saygı duyup sustular. Bir süre dinlediler öyle. Adam viskisini yudumladı, yüzünü buruşturdu. Gülmeye çalıştı ama gülemedi bu sefer. Gülünecek bir şey yoktu.

“‘Öyle mi?’ dedim. ‘Öyle mi Öykü Hanım? Peki… Bunları zaten robot söyledi bana. Hepsini tek tek söyledi. Ben bunca zaman seninle konuşamadım Öykü… Gittim robota anlattım derdimi. Sen beni hiç dinlemedin. Öyle madem, ben bu adamı vuracağım. Başka çıkar yolu yok, iler tutar yanı da kalmadı bu işin. Sonra da o teste tekrar gireceğim. Hak ettiğim gibi yaşayacağım.’ Sonra bana bir laf etti, Robot. Ben öyle ağzım açık kalakaldım. Bilmem neden, kanıma dokundu bu laf. Şöyle içeride bir yer cız etti, ağladım. Evet ağladım… ‘Herkes,’ dedi, ‘…hak ettiğini yaşıyor zaten hayatta…’ Çok öfkelendim ben. Gözüm döndü, başıbozuk bir öfke kapladı içimi. Özür dilerim Robot. Silahı kaldırdım, Öykü’ye nişanladım. Gözlerine baktım. Hayat’ın gözlerindeki korkuyu göremedim onda. Öykü, bu boşa geçen zamana acıyor gibiydi. Bana inanmıyordu. Hâlâ inanmıyordu. Tetiği çekecek gücüm olduğunu düşünmüyordu. İşte o an nefret ettim kendimden. Aynada kendimi gördüm. O kızgın, aptal suratımı; kaldırdığım tabancayı kime, neye nişanladığımı gördüm. Ben bu yüzümü hiç görmedim Robot. Tanımıyordum. Önce o bankadaki robot söyledi, sonra orada tanıştım ben kendimle.”

Sustu. Öyle uzaklara baktı, çok uzaklara. Ama hiçbir şey görmüyordu sanki. Boş bakıyordu. Onun için aldığı nefes beyhudeydi artık.

“Robot… O diğer robot, bankadaki robot bana ne sordu biliyor musun? Ne cevap verdim de bütün o parayı verdi bana? Şu tasını tarağını siktiğimin dünyasında ölümü göze alacak kadar sevdiğiniz biri oldu mu’ diye sordu. ‘Evet,’ dedim Robot. ‘Evet,’ dedim. O aldığım bir ton parayı da Hayat’a verdim, basıp gitmesini söyledim buradan. Ben tek bir mermi koydum bu eski tabancaya. Tek bir şeyi değiştirmeye fırsatım vardı benim. Çünkü tek bir şeye hükmün geçiyor. Kimseyi, hiç kimseyi, kendin dışında hiçbir şeyi asla ve asla değiştirmezsin. Birini bir şeye ikna etmek zor, imkânsız. Yalnız tek bir şeyden sorumlusun. Tek bir şey önemli… O da kendin… Ben ne Öykü’yü vurabildim ne o puştu. Şimdi şu hayatta hükmüm geçen tek şeyi yapacağım.”

Tabancayı kaldırdı, şakağına dayadı.

“Başını şişirdim, kusura bakma. Şimdi birazdan, biliyorum, polisler gelecek. Ambulans gelecek, geç gelir onlar… Belki gazeteci falan gelir. Öyle bir iki fotoğrafım düşer internete. Belki Öykü görür de anlar… Biliyorum, bencillik bu. Kimse yapmasın böyle bir şey. Bu yaptığıma benim dışımda herkese kötülük etmek denir…”

“Yapma abi,” dedi Robot.

“Neden? Bir neden söyle bana. Bir neden söyle de inanayım…”

“Sen kendini vurursan benim kendimi silmem lazım. Bu iş böyle, kanunları var bu işin. Bak orada ne diyor. Üçüncü Kanun, ‘Robotlar, Birinci ya da İkinci Kanun’la çakışmadığı sürece kendi varlıklarını korumak zorundadır.’ Ben seni koruyamazsam, sen kendini vurursan ben de kendimi silmek zorunda kalırım. Bu işin raconu bu…”

“Kim diyor bunu?”

“Ben demiyorum abi, Asimov diyor…”

Güldü adam son kez. “Sen de kendi derdindesin işte… Hayat hakikaten elde edemediği şeyle sınıyormuş insanı…” Derin bir iç çekti. Gözleri daldı. “Affet Robot… Affet…”

Otuz saniye sonra duyuldu sirenler. Polis çabuk geldi. Ambulans bekletti biraz ama o da geldi sonunda. Geldiklerinde onları yönlendirecek bir yapay zekâ yoktu. Bir süre merkezden onları yönlendirecek bir yapay zekâ gelmesini beklediler. İçeri girdiklerinde adam çoktan ölmüştü. Sıcaktı, çok sıcak… Cehennem gibi bir sıcak vardı. Tekrar dışarı çıkınca kaldırıma yapışmış ölü köpeği gördüler. Teneke Meyhane’nin neon tabelasının kırmızı ışığı köpeğin üstüne düşüyordu. Bir polis memuru köpeği biraz izledi. Sonra amirine “Amirim,” dedi. “Köpeği napalım?”

Amir biraz düşündü. “Bana ne lan elalemin köpeğinden?..” diye bağırdı, arabasına binip çekip gitti. Başka bir komiser geldi. “Bana bakın,” dedi “…memurlar. Bunu şöyle yolun kenarından alın, çöpün oraya doğru itekleyin… Görülmesin…”

 

*Melankolik şarkı sözlerinin ve gövdeli vokal yapısının tempolu dinamik ritimler ile çarpıştığı bir müzikal deneyim olarak tanımlayan, Eren Günsan’ın son yıllarda popülerlik kazanan post-punk ve synth-wave akımından beslenerek hayata geçirdiği projesinin ismi.

En Son Yazılar