Apaçık bir Antalya havası… Havada tek bir bulut bile yok. Aylardan aralık, ekinokstan bir sonraki gün. Hâlâ gece gündüzden uzun. Ama kısa bir zaman önce gece, en parlak zamanını yaşadı ve her parlak dönemini yaşamış imparatorluktan herhangi biri gibi düşüşe geçti, çeyrek sene sonra da gündüz rakibi karşısında eşitliği sağlayacak, bundan sonra geçen günler gündüzün yükselişi olacak. Altı ay boyunca gündüz geceden uzun olacak. Antalyalılar için gecenin gündüzden kısa olmasının yahut diğerinin ötekinden uzun olmasının bir önemi yok. Bu memlekette gündüz de bir, gece de bir. Kış biraz daha uzun olsa iyi olur. Bilen bilir, Antalya’da ve diğer güney memleketlerinde yazın insanın buharlaşması muhtemel sıcaklar yaşanır.
Türkiye Futbol Süper Ligi’nde iki Antalya ekibinin olması şüphesiz şehirde bir rekabet havası yaşatıyordu. Bir yanda merkezin takımı Antalyaspor, diğer yanda da ilçe takımı Alanyaspor. Merkez takımının kadrosunda önemli dünya yıldızları olsa da, ilçe takımının gerisinde kalmış, ligin ilk haftasından bu yana beklenen formu yakalayamamıştı.
Maç saati geldiğinde saat yediyi geçmişti. Antalyaspor’un yeni stadında, her iki takımın taraftarları da yerini almıştı. Maça Alanyaspor iyi başladı, skor üstünlüğünü yakaladı, ancak ev sahibi yemeden üç gol attı ve maçı kazanmasını bildi.
Taraftarlar yavaş yavaş stadyumu boşaltıyorlardı. İki takımın taraftarı da dostane bir şekilde terk ediyordu stadı, iki tribün birbirini tahrik etmemiş, maçı bitirmişlerdi.
Stattan ayrılan pozisyonu anlatıyordu. Nasıl da kurtarmıştı kaleci Haydar, El-Kebir’in şutunu öyle. Oğlan iyi çalışmıştı maç boyunca, kaleci bir ona kapamıştı kaleyi sanki, yazıktır. O performansa en azından bir gol yenmeliydi. Sanki bir gol daha yese, ayıp olacak!
Hâlâ çıkan insanlar vardı. Bu sırada soğuyan havada keskin bir ses duyuldu: İnsanlar ürkerek kaçışmaya başladılar, bir yandan da içlerindeki merak dürtüsüyle etraflarına bakınıyordu; kendi vücutlarında bir şey yoksa, kime zarar gelmişti, şimdi sağda solda anlatmalık süper bir hikâye çıkmıştı işte.
Kalabalık içinde yere yığılan, orta yaşlarda bir adam vardı. Yanında on dört yaşındaki oğlu dövünüyordu. Silah sesi kesildiğinden midir nedir, insanlar kaçışmayı bırakmış, şimdi yerde yatan ve ağırdan altından kan sızan adama yaklaşıp bakıyorlardı. Statta bulunan polisler nihayet kalabalığı yarıp zavallının başına gelebilmişlerdi.
***
Alpaslan ve Ferdi mesai saati dolduktan sonra Kaleiçi Meyhanesi’ne gitmişlerdi, teklif Ferdi’den çıkmıştı, ama Alpaslan hiç düşünmeden kabul etmişti. Anons geldiğinde ikisi de büyük boy rakıyı yarılamışlardı. Alpaslan hiç olay mahalline alkollü gitmeyi sevmezdi. Orada savcısı vardı, örnek olması gereken ekip arkadaşları vardı, her şeyden önce acılı bir aile vardı, onlara saygısızlıktı. Ferdi yol üzerinde Starbucks’tan kahve almayı önerdi. Bu saatte, bu durumda bundan daha iyi bir öneri olamazdı. Hesabı ödediler, yarım kalan şişeyi de alıp ayrıldılar meyhaneden.
Kahveyi almak için beklediler. Sonra kahvelerini içtiler. Bakkaldan da naneli sakız alıp ağızlarındaki rahatsız edici anason kokusunu gidermeye çalıştılar.
Ve anonstan yarım saat sonra olay mahalline ulaştılar. Olay mahalline beraber geldikleri dördüncü cinayet vakasıydı (Alpaslan geleli altı cinayet işlenmişti, diğer iki cinayette de yalnız gelmişti). Artık Ferdi diğerleri tarafından başkomiserin yardımcısı olarak görülmeye başlanmıştı.
Cemil, hemen başkomiserine olan biteni anlattı. Alpaslan çevredeki mekânların ve stadın güvenlik kamerasının incelenip incelenmediğini sordu, ancak komiser yardımcısı buna “Çok kalabalıkmış başkomiserim, kimin sıktığı belli olmuyor,” yanıtını verdi. Alpaslan içtiği rakının çok uzağındaydı. Ancak Ferdi kendini ele veriyordu. Alpaslan bunu fark ettiği için, Ferdi’yi savcıdan uzak bir yere gönderdi. Cemil’i yanına çağırdı, yakınlardaki tüm sokak ve mahallelerdeki güvenlik kameralarının incelenmesi için emir verdi. Cemil, ekipten bir memuru yanına alıp gitti. Selda da amirinin yanında duruyor, kendisine görev verilmesini bekliyordu. Genç meslektaşını ayrımsaması biraz zaman aldı. Ancak bir görev vermedi. Olay mahallinde görgü tanıklarının ifadeleri alınmıştı. Maktulün kimliği de belirlenmişti: Cevat Akay. Elli beş yaşında, DSİ’den emekli, iki çocuk babası, üç kardeşin en büyüğü. En dikkat çekici özellik ise otuz sene önce bir ay cezaevinde yatmasıydı. Alpaslan, Selda’dan maktulün oğlunun kendine geldiği haberini aldı. Savcıdan izin alıp ambulansa doğru yöneldi. Savcı da onu takip etti.
Ambulansın kapısını açmadan önce nefesini kokladı. Bir anason kokusunu duydu, ancak şu saatte yapacak bir şey yoktu. Kapıyı açtı. Sedyede yatan oğlanı gördü. Bir yetmiş boylarında, kalıplı, oğlandı -babasına hiç benzemiyor-. İki yanağı yaş içindeydi. Alpaslan oturdu. Yanına da savcı oturdu. Selda kapıda bekledi.
“Başın sağ olsun oğlum,” diyebildi Alpaslan.
Çocuk hâlâ ağlıyordu. Başkomiser ile savcı göz göze geldiler, konuşmamanın doğru olduğuna kanaat getirdiler.
Dışarıda acı bir feryat duyuldu: “Cevat’ım! Evimin direği! Kim kıydı sana?”
Ambulanstan çıktılar. Polisler kadını tutmaya çalıştılar. Alpaslan, Selda’nın gözlerinin dolduğunu fark etti. İçinden bir kez daha lanet okudu bu mesleğe. Bu kaçıncı cinayetti? Yıllar önce Ortadoğu’da ölüm haberleri artınca İstanbul’da yerel bir gazetenin tam sayfa yayımladığı bir Çehov öyküsünü anımsadı, karganın insan demeye getirdiği gibi ne alçak yaratıklardık. Cebinden sigara paketini çıkarıp bir tanesini dudaklarının arasına sıkıştırıp yaktı. Savcı, “Bana da bir tane verir misin?” dedi, ilk defa senli benli konuşmuştu, ona da bir tane verdi.
***
Ertesi gün Alpaslan, ekip arkadaşlarını odasında topladı. Selda ifade tutanaklarını başkomiserin masasına bıraktı. Alpaslan ilk defa okuyordu tutanakları. Bir yandan da Cemil anlatıyordu.
“Stadyum ve civardaki güvenlik kameralarını iyice taradım başkomiserim. Ama önünüze koyabileceğim bir şey yok maalesef.”
Ferdi, dün gece içtiği rakının hâlâ etkisinde, Alpaslan’ın karşısındaki koltukta oturuyor, tırnağının kenarından kalkan eti koparıyor dişiyle. Alpaslan tutanakları bıraktı, bunlardan bir şey çıkacağa benzemiyordu. Hepsi aynı şeyden bahsediyor: Kalabalıkta kim yapmış ola! Rastgele sıkılmış bir kurşunsa Allah korumuş kendilerini.
“Bir de ben bakarım,” dedi Alpaslan.
Selda: “Başkomiserim, ailenin evine ne zaman gideceğiz?”
“İyi hatırlattın. Ferdi, sen, Cemil ve ben gidelim.”
“Emredersiniz başkomiserim,” dedi Cemil.
Aynı yere gittikleri için tek araba kullandılar. Maktulün evi Kepez’deydi. Asayişten orası on dakika sürdü, yol müsaitti. Yolda tek bir kelime bile etmediler. Hepsinin de aklını meşgul eden sorular vardı. Maganda kurşunu kurbanı mıydı zavallı adam? Öyle değilse, çok iyi bir ân seçmişti katil. Etraf karanlık ve kalabalık, katil kendisini çok iyi gizleyebilmişti.
Eski, tek katlı bir evin önünde durdular. Saygıyla zile bastılar. Kapıyı açan başörtülü, kilolu, kırklı yaşlarda bir kadındı. Gözlerinde yaşlar vardı. Dün gördükleri -Cevat’ın karısı- değildi. Alpaslan kendisini ve ekibi tanıttı. Kadın, erkeklerin aynı avluda bulunan diğer evde oturduklarını söyledi. Hâl böyle olunca, Selda içeriye girdi, diğerleri de diğer eve yollandılar. Aynı işlemler orada da yapıldı, zil çalındı. Kapıyı kısa boylu, zayıf, yaşlıca, bıyıklı bir adam açtı. Gözlükleriyle yabancıları süzdükten sonra, bir densizlik yaptığının farkına varmışçasına kapının önünde bostan korkuluğu gibi durmaktan vazgeçip çekildi. Alpaslan yine de tanıttı kendini. Oturma odasına girdiler.
“Selamünaleyküm,” dedi Alpaslan. Arkasından da diğerleri. Tek tek baş sağlığı dilediler, sonra boş bir yere geçip oturdular -Cemil ayakta kaldı-.
“Ben Cinayet Büro Başkomiseri Alpaslan. Vaka bize verildi. Biliyoruz, yeri değil, ama Cevat’ın katilini bir ân önce bulmak bizim görevimiz, rahmetli huzur içinde toprakla kavuşmak ister.”
Cevat’ın kardeşlerinde kederlenme yinelendi. Odadaki en büyüğü aldı sözü.
“Sen buraya niye geldin komiserim? Bilgisayarda çıkmadı mı? Kardaşım bir ay içeri girdi. Bu onun intikamı!”
“Olur mu ağbi?” diye karıştı söze, koltuğun sonunda oturan. “Kaç sene geçti üzerinden. Ağbim o kadar çalıştı, gezdi dolaştı, o zaman vurmadılar da… Şimdi mi?” Gözlerinden gelen yaşı elinde tuttuğu mendille sildi. “Havaya açılan kurşunla vuruldu, dağ gibi ağbim. Ah! Yalan dünya. Hiç de gitmez maça amirim. Yeğenime söz vermiş de… Ah kardaşım!”
“İyi diyon da kardaşım, kaç kez haber saldılar bize…”
Alpaslan olup bitenleri idrak edememişti. Dün bir ay cezaevine girdiğine dair bilgi almıştı, ama bu sabah hiç konuşulmamıştı. Üzerinde durulmaya değer bir dava değil miydi? Dava konusunu hatırlayamadı.
“Cevat niçin girmişti içeriye?” diye sordu.
“Niye olacak amirim… Kız meselesi. Ağbim, Nahit emmimin kızını kaçırdıydı. Kaçtıkları yerde kız ölmüş. Suç ağbime kaldı. Ah garibim. Ama meselenin öyle olmadığı anlaşıldı. Emmimin kendi öldürmüş. Sonra da babam iki aile arasında kan davası olmasın diye çıktı geldi buralara. Olay bu. Emmimin iki tane hayırsız oğlu var. Allah belalarını versin onların. Yirmi sene önce insanlık yaptı ağbim, ölmüş bacılarının hatırası için. Ama yemek yediği kaba sıçtı onlar. Kara para mı ne şeyapmışlar!”
“Nerede bunlar?”
“Manavgat’a taşındılar diye duyduyduk. Birkaç kez dirliğimiz sizin yüzünüzden bozuldu, hesabını vereceksiniz diye haber saldılar. Biz de sövüp saydık içimizden. Böyle olacağını bilmezdik.”
Küçüğü karıştı. “Amirim, ben yine de onların yapacağına ihtimal vermiyorum.”
“Niye yapmasın? Babası kızını öldürdü. Çocukları da ağamı!”
Cinayet masasının polisleri gerekli notu almışlardı. Büyük olanı bir ağıt tutturdu. Kardeş acısıydı bu.
Evden çıktı üç polis de. Arabanın yanına gelince Selda’yı aradılar. O da çıktı. Arabaya girmeden önce Selda’ya sordu, bir şey öğrenebilmiş miydi? Selda, baldızına sorabilmiş bir tek. “Eniştem melek gibi bir adamdı. İkiletmezdi hiç. Her isteğimizi yapardı,” demiş o da.
Arabaya binip gittiler. Selda ve Cemil asayişte indiler, Alpaslan, Cemil’e Manavgat’taki Cevat’ın akrabalarını ekiple gidip alıp gelmesini söyledi. Cemil ise başkomiserinin gözüne girebilmek için tüm fedakârlığı, özveriyi gösteriyordu, memnuniyetle emri aldı. Diğerleri de stadyum yakınlarına gittiler, arabayı park edip çevredeki lokanta, restoran, kafe veya diğer dükkânlardan güvenlik kamerası olay yerini görenlere baktılar. Girdikleri mekânlardan sadece bir tanesi olayı gösteriyordu.
Stadyum çıkışıydı. Dolayısıyla kalabalık. Ancak stadyum çevresindeki ışıklandırmalar gayet yeterliydi. Çıkışta kameranın bulunduğu yerden bir adam gelip Cevat’a yaklaşıyor. Cevat adamı fark ediyor, ancak çok geç kalıyor. Cevat çocuğunun üstüne kapandığı için de kurşunu sırtından yiyor. Adam, Cevat’ın ölüp ölmediğinden emin olmadan olay mahallini geldiği yolun aksine terk ediyor. Bu yüzden de yüzü seçilemiyor. Ancak bodur, kel biri.
Kamera kayıtlarını alıp çıktılar.
Alpaslan ile olay mahalline giden, soruşturmalara beraber katılan Ferdi, Cemil’e lâf sokmadan duramadı. “Başkomiserim, hani Cemil bakıyordu buralara. Biz yarım saat içinde bulduk kamera kaydını.”
“İşte o, bu yüzden henüz komiser yardımcısı. Öğrenecek,” dedi Alpaslan arabanın kilidini açarken.
Ferdi zevzeklik ettiğinin farkına varıp sustu. Yol boyunca konuşmadılar.
Akşama doğru Cemil, Manavgat’ta bulunan Cevat’ın emmioğullarını tutup getirdi. Sorgu odasının ışığını yakıp kamerayı kurdular.
İlk giren kırk beş yaşındaki uzun saçlı, uzun boylu, zayıf adamdı.
Cevat’a yıllar önce yaşanmış olaydan ötürü tekmil kızgınlığı vardı. Ablasını kandırdığını söylüyordu. Ancak babasının yaptığı davranışı da onaylamadı. Babası ailenin en büyüğüymüş. Ailenin en büyüğüne işi barışla çözmek yaraşırmış. Gidip kızını öldürmek, ailenin şerefini de yerin dibine sokmak değil. Babası cezaevine girince, el kapılarında sürtmüş. Cevat’ın kardeşinin dediği olayı da doğruladı, şeytana uyup soymuş. Ama sonradan çok pişman olmuş. Hatta bu yüzden Cevat’tan dayak yediğini kabul ediyor, ancak kızgınlığının sebebinin bu olmadığını söylüyor. Maç saatinde ise evinde, ailesiyle yemek yiyormuş. Neden öldürmek istemiş olsun ki Cevat’ı? Bu işi kardeşi de yapmış olamazmış.
Alpaslan diğer adamı da içeri aldırdı. Ağabeyi gibi uzun boylu ve zayıftı. Ancak saç bakımından noksandı. O da ağabeyini onaylayan cümleler kurdu. Cevat’ın bir kere yardım elini uzattığını, ne yazık ki kendilerinin iyi değerlendiremediğini söyledi. Maç saatinde ailesiyle televizyon izliyormuş. Olayı da polis kapıya geldiğinde öğrendiğine yemin ediyor. Birkaç kez barışmak için haber saldıklarını, ama aynı duygularla karşılaşmadıklarını söylüyor.
Ferdi iki kardeşin de ifadelerini imzalattıktan sonra ekiple gönderdi. Büroya çıkan Alpaslan’ın peşinden koşup yetişti. Sandalyeye oturdu, gözlerini kapatıp düşünmeye başladı başkomiser. Karşısındaki sandalyeye de komiser oturdu. “Başkomiserim ifadeler tamam. Bence doğru söylüyorlar. Geçmişte hata yaptıklarını da kabul ediyorlar. Maç saatinde de merkezde değillermiş.”
“Bu kadar emin olma. Belki kendileri yapmamıştır,” dedi Selda. “Birini tutmuş olabilirler.”
“Sanmıyorum. İntikam için araya birini sokmazlar.”
“Emriniz nedir başkomiserim?”
“Çocukla konuşalım. Belki bir şey görmüştür. Selda, sen yarın çocuk şubeden birini alıp eve git. Çocukla konuşun bakalım.”
“Emredersiniz.”
“Hadi bakalım, yapacak iş kalmadı. Evli evine, köylü köyüne.”
Ekip elemanları, cinayeti ilk günden çözememenin üzüntüsüyle çıktılar asayişten.
***
Alpaslan masasında otururken kapısı çalındı. Olay mahallinde tutulan tutanakları yeniden okuyordu o sıra; elindekileri masanın üzerine bırakıp içeri buyur etti başkomiser.
Giren savcıydı. Savcı karşısında saygıyla ayağa kalkıp selâm verdi, sonra elini sıktı. İkisi de oturdu. Savcı ne yaptıklarını soruyordu. Savcının her olayda böylesine kendisini sıkması hiç hoşuna gitmiyordu Alpaslan’ın. Ancak yine de saygıyı elden bırakmıyor, gereğince ilgileniyordu. Şimdi de ne yaptıklarını tane tane anlatmıştı.
Savcı da memnundu bu başkomiserden. Yol yordam biliyor, okumuş, kültürlü biriydi.
Savcı çıkarken Selda geldi. Cevat’ın oğlunun ifadesini almıştı. Genç komiser kapıda savcıyı selâmladıktan sonra ifade tutanağını başkomisere verip çıktı. İfade tutanağı neredeyse boştu. Çocuk hiçbir şey görmemişti.
Savcı çıktıktan sonra sandalyeye oturup başını iki elinin arasına alıp düşünmeye başladı. Cevat’ın kardeşlerini düşündü, kendi hallerinde insanlardı. Üstelik ikisi de ağabeylerine çok düşkündü. Yıllar önce yaşanmış olayın da bir sonucu değildi bu. Karısının tarafından da sevilen biriydi.
Cemil’i çağırdı.
Cemil içeriye hemen girdi.
“Maktulün emekli olduğu kuruma git. Onunla aynı dönem görev yapanlara sor bakalım, müdür tanıyorsa müdürle de konuş. Bu işte bir iş var. Herkes tarafından sevilen bir adam, niye cinayete kurban gitsin?”
“Emredersiniz başkomiserim!” deyip odadan çıktı Cemil.
Alpaslan da odadan çıktı. Ferdi ve Selda masalarında oturuyor, telefonla uğraşıyorlardı. Kendisinin geldiğinden haberleri yoktu. Gür sesi ile, “Ferdi, Selda’yla cenaze evine gidin bakalım. Aileye sorun, bu adamın geçmişte yaşadığı başka bir sorun var mıymış?”
“Emredersiniz başkomiserim,” dedi Ferdi.
“Ha,” dedi Alpaslan, unuttuğu bir olayı anımsadı, “şu Cevat’ın bir küçük kardeşinin adı neydi?” Ekipten cevap verilmesini bekledi ancak cevap veren olmadı. “Her neyse sorun ona bakalım, niye yalan söylemiş. Adamlar barışmak için haber yollamış, ama bize o gün başka anlattı.”
“Emredersiniz başkomiserim,” dedi Ferdi yine.
Alpaslan ekibi koordine ettikten sonra elleri ceplerinde dışarıya çıktı, bir kamelyaya oturup sigara yaktı. Düşünüyor, düşünüyor, bir sonuca varamıyordu. Cemil’den iyi bir haber bekliyordu. Ondan gelecek haber bu işi çözebilirdi.
Havada tek bulut yok. Ama üşüten bir soğuk var. Gün akşam olurken hava daha da soğuyor.
Ekip büroya döndü. Cemil hiçbir şey bulamamıştı. Mesai arkadaşları tarafından çok sevilen birisiydi Cevat. İyi olmaktan başka, saflıktan sonra kötülüğü yoktu. Ferdi ve Selda aileden bir şey öğrenememişti, baldızın dediği gibi, melek gibi bir adamdı. Cevat’ın kardeşi, o gün yalan söylemesinin sebebi olarak da “O gün ne dediğimi bilemedim,” demişti. Ancak sonradan Ferdi, evden çıkınca mahalle kahvehanesine uğramıştı (Cevat’ın küçük kardeşinden, kahvede takıldığını öğrenmişti). Orada kayda değer bilgi öğrendiler.
Üç sene önce Cevat, baldızına sarkan birini kahveden kovmuş. Aralarında bayağı bir sorun yaşanmış hatta. Cevat bir hafta evden çıkmamış. Polis gelmiş, mahallede ikisini de barıştırmış.
Alpaslan, Ferdi’yi dinlerken ailenin neden bunu söylemediğini, sakladığını sorguladı.
“Adamın adını öğrenebildiniz mi?”
“Adını ve adresini öğrendik başkomiserim. Çok uzakta oturmuyor.”
“Niye alıp gelmediniz o zaman?”
“Emriniz olmadan hareket etmek istemedik.”
“Oğlum, ara söyle o zaman. Biz de gelirdik. Belki adam kahveye gittiğinizi öğrendi, çoktan kaçtı. Ferdi, sen kaç yıllık polissin oğlum? Kafan çalışmıyor mu?”
Ferdi, böyle bir azar işitmeyi beklemiyordu. Aklına gelmediyse, daha tatlı bir dille anlatılabilirdi. Cemil’e bile kızmıyordu. Selda’nın ve diğer ekip arkadaşlarının içinde böyle azarlanmak hiç hoş değildi.
Neden sonra hatasını anladı, arabada adamın -adı Üstün- evine giderken mırıldanır gibi af diledi. Alpaslan duymazdan geldi.
Üç katlı bir apartmandı. İkinci kattaydı daire. Ferdi kapıyı iki kez çaldı. Açılmadı. Bir kez daha çaldı yine açılmadı.
Alpaslan fısıltıyla Selda’ya merdiveni tutmasını söyledi. Sonra gerildi, kapıya bir tekme attı. Ancak kapı kırılmadı. Bir kez daha gerildi, yine açılmadı. Yıkılmaz bir kapıydı.
İçinden ağır bir küfür savurdu. Sonra Ferdi ile gerildiler, omuz attılar, kapı düştü. Karanlıktı. Komiser el fenerini çıkarıp içeriyi aydınlattı, lamba düğmesini bulup bastı. Ev çoktan terk olunmuştu.
Alpaslan buna fena şekilde bozuldu. Belki komiseri kendisine telefonda durumu açıklasa, şimdi Üstün’ü eliyle koymuş gibi bulup götüreceklerdi.
Karşı dairenin kapısı açıldı. Yaşlı bir kadındı. Merdivenlerdeki Selda’ya bağırdı.
“Ne gürültü yapıyorsunuz kızım!” Karşı dairenin kapısının açık olduğunu görünce dayanamadı, “Ne istiyorsunuz Üstün’den? Niye girdiniz?”
Alpaslan kadına yaklaştı, kendini tanıttı, kimliğini gösterdi.
“Teyze, sen bu Üstün nerededir biliyor musun?”
“Hayırdır evladım?”
“Cevat Akay cinayetinde şüpheli durumda. Kendisini bulup sorgulamamız lazım.”
Kadın düşündü, komşusunu ele vermeli miydi? Ya kendisinin de başı ağrırsa? Bu dünya öyle bir dünya artık. Gerçek suçlulara bir şey olmaz da. Gelir seni bulur.
“Teyze, zamanımız yok.”
“Konyaaltı Plajı’nda mısır satıyordur bu saatte.”
“Plajda niye mısır satıyor?” diye sordu Ferdi’ye.
“Plaj lafın gelişi oğlum,” dedi yaşlı kadın. “Orada iş yapıyor.”
“Emin misin teyze?”
“Oğlum ben Allah’tan ve peygamberden korkarım. Bir gece geliyorsun, soruyorsun. Niye yalan söyleyeyim? Hem polissin. Çok şükür ailemiz her zaman polisin yanında olmuştur. Amcan, seksen öncesinde çok anarşist kovaladı.”
“Tamam teyze,” dedi Alpaslan, “teşekkür ederim. Çok yardımcı oldun.”
Araçlara binip Konyaaltı Plajı’na yollandılar. Selda, Üstün’ün bir fotoğrafını tüm polislere gönderdi.
Aradılar, taradılar, bulamadılar.
Alpaslan iki elini açıp biçare etrafına bakındı. Selda’ya “Adamın fotoğrafını tüm birimlere gönderdin mi kızım?” diye sordu.
“Gönderdim başkomiserim. Görüldüğü yerde çevrilecek.”
Komiserinin yaptığı hatayı hâlâ unutamayan Alpaslan, dönüp “Zamanında bana söylesen şimdi çözmüştük Ferdi,” dedi.
“Özür dilerim başkomiserim.”
Araçlara binip asayişe yollandılar. Yolda da Üstün’ün Muratpaşa yakınlarında yakalandığını öğrendiler. Hemen U dönüşü yapıp Meydan Polis Karakolu’na gittiler.
Karakola vardıklarında saat on bire yaklaşıyordu. Nezarethanede tutulan Üstün’ü alıp kalorifer dairesine soktular. Alpaslan bir sandalyede oturuyor, Ferdi ve Selda ayakta bekliyordu.
Üstün, el pençe divan, gözleri yerde, bekliyordu. Kamera kayıtlarındaki adamı andırıyordu. Alpaslan sandalyeden kalkıp ellerini belinde birleştirdi. Üstün’e bir metre uzaklıktan sordu.
“Cevat’ı sen mi öldürdün?”
“Hayır.”
“İnkâr etme lan!”
“Yemin ederim ben öldürmedim komiserim,” dedi Üstün.
Ferdi, “Baldızına sarkmışsın oğlum adamın,” dedi.
“Yemin ederim yalan. Ben kimsenin bacısına kızına sarkmadım. Yalnızca bekâr kadın. Ben de yalnızım. Yol yordam… Ama saldırdı. Hiçbir günahım yoktur amirim.”
Alpaslan adamın cümle kurarken yüzünde oluşan çocukça ifadeden ikna olmuştu. Zavallı adamın hiçbir şey yapmışlığı yoktu, hele karşısında böyle ezilip büzüldükçe acıyordu ona.
“Tamam Ferdi,” dedi. “Sen Üstün’ü al, merkeze götür, ifadesini al, imzalat, nezarethaneye at.” Üstün’e baktı, sonra çaresizce genç meslektaşlarına baktı. “Kamera kayıtlarındaki adama birebir benziyor. Bulamazsak kimseyi, bunu veririz.”
Üstün ilk defa gözlerini Alpaslan’a dikti, yalvardı. Alpaslan iyice ikna oldu. “Var mı şahidin?” dedi. Maç saatinde plajdaymış yine. Bugün plajda olmamasının sebebi zabıtanın denetim yapacak olmasıymış. Kendisini yakaladıklarında da o mevkide satışa çıkmaya gidiyormuş.
Selda ifadesini aldı.
Üç polis de el elde baş başta asayişe döndüler. Epey geç olmuştu.
“Ne yapacağız başkomiserim?” diye sordu Selda. “Kimi sorguladıysak olayla ilgisi yok. Maganda kurşununa kurban mı gitti acaba gerçekten?”
“Kamera kayıtlarında kasıt var, görmüyor musun komiserim?”
Selda cevap veremedi. Kimse kalmamıştı. Herkes evine gitmişti.
“Hadi biz de çıkalım, baksanıza kimse kalmamış.”
***
Öğle namazına müteakip Cevat’ı Sütçüler Mezarlığı’na defnettiler. Ekipten Ferdi ve Cemil katıldı.
Bir saat sonra da savcı büroya gelip ahvali öğrendi. Ancak savcı gelişmelerden pek memnun olmadı. Çaylar içilirken Cemil içeriye girdi. Alpaslan, izinsiz odaya dalan meslektaşına iyi bir fırça atmaya hazırlanmıştı ki odada savcının olduğunu anımsadı ve sonraya bıraktı. Cemil heyecanlı heyecanlı bir savcıya bir de başkomisere bakıyordu.
“Kusura bakmayın savcım, başkomiserim. Cenaze evinde Cevat’ın büyük kardeşi kavga çıkartmış. Şimdi 155’i aradılar, adresten de bize geldi bilgi. Görüşleriniz nedir başkomiserim bu konuyla ilgili?”
Alpaslan savcıya baktı.
“Sayın Savcım izninizle ben de olay mahalline gidip yakından takip etmek istiyorum.”
“Tabii başkomiserim, zaten ben de kalkıyordum şimdi.”
Kalktı yerinden ve başkomiserle el sıkıştıktan sonra çıktı. Savcının ardından da Alpaslan, Ferdi ve Cemil’i de yanına alıp Cevat’ın evine doğru yol aldılar.
Olay mahalline geldiklerinde bir ekip otosu vardı, aracın içinde Cevat’ın büyük kardeşi elinden kapıya kelepçeli oturuyordu. Alpaslan durumu anlamak için polis memuruna sordu, polis memuru olayları anlattı: Geldiklerinde iki kardeş birbiriyle tekme tokat kavga ediyordu. Küçüğü büyüğüne ana avrat sövüyordu da. Her şey, büyük kardeşin Cevat’ın birikmiş altınlarını alıp evden çıkmak istemesiyle olmuştu. Ancak Cevat’ın küçük oğlu tarafından fark edilmiş, küçük amcasına haber edilmişti. Sonra da kavga, gürültü.
Alpaslan küçük kardeşi kenara çekip olayı bir kez daha anlatmasını istedi. Her şey böyle olmuştu. Sonra ekip otosuna gidip büyük kardeşin yanına oturdu ve kapıları kapattırdı. Büyük kardeşe niçin böyle bir şey yaptığını sordu, o da yanıtladı.
“Amirim, kumar borcum var. Ödemem gerekiyordu. Zaten rahmetli ölmeden önce bana bu parayı kendisi verecekti. Ama ağır konuşmuştu. Olsun, ağbimdir. Şimdi de sıkıştırdılar. Ben de alıp vermek istedim. Hepsi bu. Ama kardaşım kötü belledi beni.”
Alpaslan neden sonra yumruğunu adamın dizine vurdu. Adam acısından uğundu.
“Bana yalan okuma lan,” dedi dişlerini sıkarak. “Linç edilme diye, burada ifadeni almıyorum. Şimdi bizim fabrikaya gideceğiz, bana ağbini neden öldürdüğünü anlatacaksın, tamam mı lan?”
Adam duydukları karşısında yıkıldı. Nasıl olurdu da…
“Bak, beni iyi dinle! Sen Cevat’tan borç para istedin, o da para yerine sana öğüt verdi. Ağbinden birikmiş parasının olduğunu bir şekilde öğrendin, istedin bir kez daha. Ama vermedi. Baktın seni sıkıştırıyorlar, köşede karşına çıkıp seni duvara yaslıyorlar,” bu esnada bir kez daha vurdu adamın dizine, “bıçağı orana burana dayayıp senden para istiyorlar. Sen de… Böyle oldu değil mi lan?”
Adam sessiz kaldı.
“Amirim, beni buradan götürün.”
“Götüreceğim, Allah belanı versin lan senin. Siktir git adam gibi çalış öde. Ne istedin Cevat gibi bir adamdan? O kadar sorduk, soruşturduk. Arkasından hiç kimse kötü konuşmadı. Bir de o gün ağıt yaktın inanalım diye. Kardeşin, yok amcamın çocukları yapmaz, dedikçe sen bizim görüş açımızı değiştirdin. Bok suratlı! Sen neler neler hak ediyorsun da bakma işte. Sonra adımız dayakçıya çıkıyor.”
Adam hâlâ sessizce dışarıyı seyrediyor, Alpaslan’ın sözlerinin altında ezildikçe eziliyor, buna rağmen de gözlerinden bir damla yaş akmıyordu. Biraz daha beklese yahut yeğeni tarafından görülmese belki yakalanmayacaktı.
Alpaslan indi araçtan, polis memurlarına sessizce aracı asayişe çekmelerini söyledi. Sonra ekip arkadaşlarıyla asayişe geçtiler.
İfade tutanağını imzalayıp savcılığa gönderdikten sonra odasında otururken kapısı çalındı. İçeriye giren Cevat’ın küçük kardeşiydi. Alpaslan’a teşekkür etti. Sonra gitti.
Böylesine çıkar cinayetlerinin ustaca kurgulanmış senaryolarla gerçekleşmesini düşündü. Altı üstü üç beş kuruş para için stadyumun çıkışının seçilmesi, bir kamera dışında hiçbir kameraya yakalanmamak ve polislerin karşısında acılı bir ağıt yakmak, sonra da ufak bir hata yapıp yakalanmak… İnsanlarımız gerçekten arzularının kölesi oluyordu.
28 Temmuz 2018; Ereğli