Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Amcamın Bahçesi

Diğer Yazılar

UCUZ ETİN YAHNİSİ

FIRTINALI BİR GECE

SİYAH EL

Mustafa Şenocak
Mustafa Şenocak
1953 de İstanbul’da doğdum. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra (1972) , o zamanki adı ile DGSA’ya (Güzel Sanatlar Akademisi) Mimarlık eğitimi için girdim ve 1978’de yüksek mimar olarak mezun oldum. İlgi alanım olduğu, ailede de bu alanda kişiler bulunduğu ve bu yönelimimi destekleyen akademisyenlerin düşüncelerini ilginç, gerçekçi ve keyifli bulduğum ayrıca eğitim altyapım da belli alanlara uygun görüldüğü için tıp fakültesinde doktora yapmaya – Koruyucu hekimlik ve Halk sağlığı « kürsüsü » - başladım. 1983 de bu alanda doçent oldum. Bu bilimdalının o yıllarda altbölümlerinden biri olan « epidemiyoloji » , ‘nedensellik’ konularına matematiksel açıklamalar modellemeye çalışırken mantık ve felsefeyi de barındırması ile tam olarak ‘keyfime’ uygun geldi ve 1989’daki profesörlüğümden sonra akademik yaşantımı hep bu alanda sürdürdüm. Bu çerçevede, Cerrahpaşa tıp fakültesinde biyoistatistik bilimdalı ve anabilim dalı kuruculuğu ve başkanlığı yaptım, 2018’de de kendi isteğim ile emekli oldum. Bu süreçte (1986-2018 arası) ürettiğim 15 bilimsel kitap ve 5 kitap bölümü, uluslararası ve ulusal 106 yayınım, 92 kongre bildirim var. Eğitimlerim ve akademisyenlik sürelerimde 10 ödül ve başarı belgesi aldım. Yazma serüvenime şiir ve kısa öyküler (varoluşçu veya absürd) olarak yetmişli yılların başında başladım. Son altı yıldır ise ağırlıklı olarak felsefe ve gerçeküstü “yatağında” bilimkurgu, korku-gerilim öyküleri olarak sürdürüyorum. Öykülerin bir kısmı “Pazar akşamüzerlerinin karmaşık ruh hali” başlığı altında yayınlandı (2019), bir yaşlı-kadın seri katil romanı üzerinde de halen çalışıyorum. Edebiyat dışında, resim yapmak, polisiye romanlar, kriminoloji, kozmoloji, bilimsel çözümlemeler için bilgisayar programcılığı, fotoğraf, tarih, belge koleksiyonculuğu, radyo programcılığı ( İstanbul üzerine) keyiflerim arasında. Klinik araştırmalar için çözümleyicilik ve eğitimcilik etkinliklerime de eski deneyimlerimden yararlanmak isteyenler hatırına – biraz da yeni konular öğrenmek için – devam ediyorum.

Kumsalköy o zamanlar kentin oldukça dışında kalan küçük bir kıyı yerleşimiydi. Köy filan değildi aslında, asırlar öncesi imparatorlarından birinin yazlık sarayının kalıntılarının olduğu, zaman içinde hep üst düzey kişilerin yaşlılıklarında yerleştikleri veya özel zamanlar için kullandıkları evlerinin bulunduğu uzak bir mahalleydi. Bahçeli, birbirlerinden uzak evler, terk edilmiş veya zaten hiç el sürülmemiş arsalar, küçük ağaçlıklı alanlar, birkaç dükkândan oluşan küçücük bir çarşı, taşlık bir kumsal ve berrak bir deniz.

O zamanlar sadece tren veya özel araba ile erişim vardı buraya ve ben ilk kez altı yaşımda – sanki kırk sene geçmemiş gibi geliyor – amcamın yeni evini görmek için annem ve babamla birlikte gitmiştim oralara. İstasyonda inip çift atlı bir faytona binmiştik, tüm yol boyunca sadece tek bir otomobile rastladığımızı anımsıyorum. Bazıları çok gösterişli ahşap köşklerin olduğu ağaçlıklı, geniş ama tenha, tozlu sokaklardan geçerek çok da uzun olmayan bir süre yol almış ve bahçeli köhne bir evin önünde inmiştik. Sokaklarda ot bürümüş boş arsalar, yıkık evler ve seyrek de olsa yeni yapılan üç dört katlı apartmanları ilgi ile izlemiştim. Bunları çok iyi anımsayabiliyorum çünkü küçük bir çocuk olarak tüm bu gördüklerim, yaşamımda ilk kez karşılaştığım sahneler, durumlar, şeyler olarak çok derinlere kaydedildi.

O günlerde ev, eski, oldukça bakımsız, çok büyük olmayan, iki katlı bir kâgir yapıydı – en az otuz senelikti, amcam da kırklı yaşlarının başındaydı -. İki dönümü bulan bir bahçede, arkada daha geniş alan bırakılarak ve arsanın içinde bir tarafa çok daha yakın olarak konumlandırılmıştı. Amcam senelerdir komşu kasabadaki meslek okulunda teknik resim öğretmenliği yapıyordu ve büyükbabam ölüp babama ve ona çok büyük olmasa da belli bir miras bırakınca hem o parayı hem kendi birikimlerini birleştirip o evi satın almıştı. Buradan istasyona on beş dakikada yürüyüp trene binerek okuluna toplamda bir saatten az sürede erişmesi onun için olağanüstü bir kolaylık olmuştu. Birkaç sene daha öğretmenliğe devam etti, evi tamir etmeyi ve kendince düzenlemeyi sürdürdü sonra da emekli oldu ve ikramiyesinin çoğunu evi tam kendi isteğine göre biçimlendirmeye harcadı. Bir de sepetli motosiklet aldı, sepette fazla insan taşıdığını pek sanmıyorum, – ama ben çok bindim – fakat tüm alışverişlerini, bahçe ve marangozluk malzemelerini genellikle motosikleti ile taşıdığını biliyorum.

Birkaç sene içinde evin arkasındaki ve iki yanındaki bazı bölümleri çökmüş taş duvarlar tamir edildi, yükseltildi, güçlendirildi. Arka tarafın yüksekliği adam boyunu fazlası ile aşıyordu, bu duvarlar köşelerinden öne doğru yavaşça alçalarak yan duvarları oluşturuyor ve giriş tarafında bir metreden epey yükseğe erişerek sokağı bahçeden ayırıyorlardı. Sonradan bunların üzerine parmaklıklar ve sarmaşıklar da yerleşti. Amcam zamanla binanın arka duvarının iki taraftaki bitiş noktalarından yan bahçe duvarlarına doğru da duvarlar ördürtmüş böylece bahçeyi de ikiye ayırmıştı.

Önde çiçekler, süs bitkileri, küçük fıskiyeli bir havuz ve evi aldığında da orada bulunan iki palmiye ile bir yaşlı çınar ağacı vardı. Her zaman köpeği de olmuştu, alman kurt köpeklerini severdi. Ben üç tanesinin sıra ile ön bahçede keyifli yaşamlar sürdüklerini ve çok yaşlanınca uyutulduklarına tanık oldum

Gerideki bahçeye sadece evin içinden geçilebiliyor, arka tarafta yer alan geniş mutfaktan, bir kapı ile onun bu ‘gizli bahçesine’ çıkılabiliyordu. Burada küçük bir kömürlük, sebzelerini yetiştirdiği bakımlı bir ‘bostan’, bir kuyu ve dört ağaç vardı – bir ara kümes de yaptı ama sonra tavukları hastalıktan ölünce bu işten vaz geçti – . Emekli olunca buraya ahşaptan bir kulübe inşa etti ve en sevdiği uğraşını uygulamak için marangozhanesini kurdu – üç-dört metrelik kenarları olan, asbest plaka çatı malzemesi ile örtülü bir tahta kutu düşünün, tavanı da en yüksek yerinde iki buçuk metreydi ancak -. O konuda çok yetenekliydi ve seneler içinde evin tüm mobilyalarını kendi yaptıkları ile yeniledi, ön taraftaki bahçeye de evin güney cephesine bitişik bir kameriye yaptı. Her iki bahçede de asma çardakları, yemyeşil çimenler ve taş döşeli yollar yavaş yavaş kendilerini gösterdi. Gerçek bir cennet yaratmıştı on sene içinde – benim de epey katkım oldu-. Karşıdan baktığınızda sarmaşık kaplı evin ancak ikinci katını ağaçlar, yeşillikler, çardağın yaprakları arasından fark edebiliyordunuz. Duvarların boyunu üzerindeki yeşillikler daha da yükseltmiş ve evi gerçek bir kale durumuna sokmuşlardı. Öndeki geniş, yüksek, sağlam, çift kanatlı ahşap bahçe kapısı – motosikletini de buradan içeri bahçede yaptığı özel sundurmanın altına koyardı- içerinin yabancı gözlerden uzak tutulması için son engeli oluşturuyordu.

O perişan hali ile ilk gördüğümde bile ev beni büyülemişti ve daha o günden orada geçirebileceğim mutlu, farklı, keyifli zamanların hayalini kurmaya başlamıştım ve neyse ki hepsi gerçek oldu. Sonunda da artık hayal bile etmeye kalkışılamayacak sıradışı bir noktaya geldim.

İlkokulu bitirdiğim yazdan başlayarak on sene her yaz iki ayımı orada amcamla geçirdim. Birlikte öndeki bahçeyi düzenledik, yeni çiçekler ektik, arkada domates, biber, karpuz, salatalık, çilek ve tuhaf bitkiler, meyve ağaçları yetiştirdik. Bahçeleri ve ‘bostanı’ günde iki kez sulamak benim sorumluluğumdaydı, toprağı ekime hazırlamak, tohum ekmek, bitkilerin dibini çapalamak, gübrelemek, olanları toplamak ise birlikte kotardığımız işlerdi. Diğer zamanlarda kameriyede oturup kitap okur – ikimizin özel bambu koltukları vardı- , konuşur, müzik dinler ve satranç oynardık, her gün yüzmeye gider, akşamları bisikletle dolaşır, yemek yapar, erken yatar erken kalkardık. Bazen marangozhanesindeki basit işler için de yardım ederdim. Bana ayrı bir oda hazırlamış, ahşaptan bir çalışma masası, küçük bir kütüphane ve kocaman bir yatak yapmıştı maharetli elleri ile.

Amcam hiç evlenmemişti, çok düzenliydi, çok okuyordu, fazla konuşmuyordu, resim yapıyordu, sürekli ek yaptığı eski belgeler koleksiyonu vardı, uzun yürüyüşlere çıkıyordu; ben de babamdan çok ona benzedim zamanla.

Yatak odaları üst kattaydı, aşağıda ise mutfak, şömineli büyük bir salon ve yemek odası, amcamın çalışma odası, kilitli bir depo-oda ve kiler vardı. Çalışma odasının kapısı da bazen kilitli olurdu, o oradayken ben de kapıyı tıklayıp girmek istersem birkaç dakika içinde kapıyı açardı ama nedense biraz rahatsız olduğunu duyumsardım sanki. Odada büyük bir çizim masası, bir duvarı tamamen kaplayan bir kütüphane, yazılarını hazırladığı bir klasik çalışma masası – hani şu üzeri eğimli çubuklardan oluşan kapakla kapatılabilenlerden- iki koltuk ve sehpadan oluşan bir oturma köşesi ve kilitli kapaklı dolaplar vardı. Duvarlar eski haritalar ve kendi yaptığı resimlerle doluydu. Sanırım evin en özel eşyası ise bir sanat eseri olarak yaptığı koleksiyon objeleri vitriniydi

Bu, yerden bir buçuk metre kadar yüksek, dört tarafı kristal camlı, içinde eş aralıklarla yerleştirilmiş beş camdan rafı olan, en altta kapalı, gizli çekmeceler saklayan bir tabana oturan kırkar santim köşeli, kare prizma şeklinde oymalı bir sergileme mobilyası idi. Yanılmıyorsam ben orta ikinci sınıfta olduğum senenin kışında yapıp yerleştirmişti odasına. İlk gördüğümde raflar pek dolu değildi; en üst rafta kısa ve eksikli bir inci kolye ve gümüş kaplamalı bir saç fırçası, altındaki rafta değirmen figürlü metal bir anahtarlık ve takılı beş anahtar,  onun altındaki rafta birkaç metal İngiliz parası ve boş bir deri cüzden vardı. Bana ortak konusu olan bir düzenleme gibi gözükmediği için sormuştum ne olduklarını. Sokaklarda atılmış, düşürülmüş olarak bulduğu, sıradışı, özellikli nesneleri biriktirdiğini söylemişti. Sonra belge koleksiyonlarının olduğu dolapların birinden kartonlar arasında sakladığı üçyüzelli yıllık bir eski gazete çıkartmıştı özenle. Zaten iki sayfa olan gazetenin arkasındaki bir sütun kayıp ilanlarını içeriyordu ve düşürülmüş çantalar, altın paralar, kitaplar, anahtarlar hatta bir köpek konu ediliyordu ayrı ayrı. Amcam insanların yanlarında ne beklenmedik şeyler taşıyabildiklerinden ve bunları nasıl kaybedebildiklerden söz etmişti uzun uzun sonra şaka ile karışık; “Bazen taşıdıklarını fark bile edemedikleri canlarını da kaybedebiliyorlar ansızın,” demişti gülerek.

Yaz tatili başladıktan en geç bir hafta sonra beni almaya gelirdi; ben çoktan küçük bavulumu, kitaplarımı hazırlamış, gece sohbetlerimizde ona anlatacaklarımı not etmiş, pencerede bekler olurdum. Güle oynaya, iki otobüs ve tren kullanarak sonra da halen kullanılan atlı faytonlardan birine binerek eve varırdık ve benzersiz mutluluğum başlardı.

Arka bahçedeki ‘bostan’ olarak adlandırdığımız bölüm aralarında birer metre aralıkla yanyana oluşturulmuş, yaklaşık beş metre genişliğinde, boyları yirmi metreyi aşan üç tarhtan oluşurdu; o aralıkları sulamak, ürünleri toplamak veya toprakla ilgili diğer işlemler için kullanırdık. Her şerit de, ortalama dörder metrelik alt ‘tarlalara’ bölünmüştü. Komşu tarlalarda aynı ürün yetiştirilmezdi, araya en az bir tane başka ürün yetiştirilen alan sıkıştırılırdı. Her sene gittiğimde en az iki farklı tarlanın toprağının kazılmış, ters yüz edilmiş olduğunu görürdüm, amcam onları ‘dinlenmeye’ bıraktığını söylerdi ve oraların kazılması, çapalanması kesinlikle yasak olurdu.

“Oralara çok özel, çok zor yetişen ağaç tohumları yerleştirdim, yıllar sonra belki kendilerini gösterirler, şimdi rahat bırakılmalılar,” derdi. Şaka mı yapardı, ciddi mi söylerdi bilemezdim. Gittiğimde karşılaştığım bir diğer yenilik de – gerçi her sene olmazdı – sergi vitrinine eklenmiş ‘kayıp eşyalar’ olurdu. O on sene içinde bir zarif kadın saati, bir bıyık tarağı, iki güneş gözlüğü, bir gümüş kısa zincir, bir dolmakalem – altın uçlu olduğunu yerinden çıkartıp bana göstermişti – yıpranmış, bir küçük bozuk para çantası eklendi fark ettiğim kadarı ile. En ilginç obje ise açılmamış naylon poşetinde, kırmızı, dantelli, büyük boy bir kadın külotu idi. Bunu yol kenarında bir çalılıkta bulmuştu, neredeyse tüm bir gece nasıl olup da oraya gidebildiğine ilişkin senaryolar üretip çok gülmüştük.

Sanırım lise birinci sınıfa geçtiğim yazdı ve benim ön bahçede bir işle ilgilendiğim bir gündü; kameriyedeki ferforje iskemleleri boyuyordum sonra birden aklıma amcamın boyaya belli oranda başka bir seyreltici katmamı istemiş olduğu geldi, gidip arkadan malzeme almam gerekecekti. Eve girdim, mutfaktaki kapıdan arka bahçeye çıktım, amcam görüntüde yoktu dolayısı ile doğrudan marangozhaneye gittim. Bu atölyenin arka ve yan yüzlerde penceresi yoktu çünkü ön tarafındaki geçme kapılar bir yandaki sabit tek kanat üzerinde toplanabiliyor böylece bu yüzün üçte ikisi tamamen bahçeye açık olabiliyordu. İçeride çalışıldığı zaman havalandırma rahatlıkla sağlanıyor, gerektiğinde ise bu kapılar kapatılıp, sürgülenip, kilitlendiğinde marangozhane dört tarafı da kapalı bir kutu oluveriyordu. Önden baktığımda da görünmediğine göre amcam kapalı kalan tek kapı kanadı tarafındaki alet dolabının önündeydi diye düşünerek ilerledim ve içeri girdim. Düşündüğüm gibi oradaydı, dolabın iki kanadı da açıktı ve amcam yere çömelmiş dikkatle bir şeylerle uğraşıyordu. İstemeden de olsa çok sessiz yanaşmıştım yanına; tavana dek yükselen kırk santim kadar derinliği olan dolabın dört sağlam rafı vardı, aletlerin kullanım sıklığına ve özelliklerine göre alttan ikinciden başlayıp yukarı doğru giderek, malzemeler ve gereçler ya arkadaki çengellere düzenli olarak takılmış veya raflardaki özel bölümlere yerleştirilmiş olurdu. En alt bölmenin önündeydi amcam, dolabın tabanını oluşturması düşünülen ahşap bir plaka dışarı alınmıştı ve yerde duruyordu, o boşlukta, ilk rafın da altında, beton zeminde açılmış bir oyukta, yere yatırılarak kapağı yukarıya doğru açılmış küçük bir demir kasa görülüyordu.

Amcamın birden çok şaşırdığını, kızdığını, ne yapacağını bilemediğini yüzündeki mimiklerden ve gözlerindeki ışığın çok farklılaşmasından anladım yine de derhal kendini denetlemeyi bildi. Hiçbir şey söylemeden çömeldiği yerden kasanın kapağını iyice kapattı, üzerindeki kilidin dairesel kadranını rastgele çevirdi,  yerdeki ahşap plakayı alıp dolabın en altına, dikdörtgen çerçevenin içine dikkatle yerleştirdi böylece orada gömülü bir kasa olduğu anlaşılamaz oldu. Sonra ayağa kalktı, yine hemen oracıkta duran ama ilk bakışta fark edemediğim bir küçük örsü dışarıdan zorlukla alıp dolabın en alt boşluğuna, ahşap tabanın üzerine yerleştirdi, dolabın kapaklarını kapattı, sürgüsünü yerine itti.

Bir süre yüzüme baktı sonra, “Herkesin sırları vardır, olmalıdır da, yaşamın bazı gölgeli köşelerinin keyfi onlar sayesinde çıkartılır. Eminim senin de sırların vardır ve onları kimsenin bilmesini istemezsin, zaten o yüzden onların adı sırdır. Ama gereğinde bazı kişilere, zamanı geldiğinde o sırlara erişme hakkı verebilirsin. Benim için sen onlardan biri olmaya adaysın ama bekleyeceksin biraz. Haydi, gidip birer soğuk limonata içelim!” dedi sakince.

Ön bahçedeki kameriyeye geçtik, koltuklarımıza kurulduk. Neler anlatacağını merak ediyordum; kasayı, sırları ve hayal bile edemediğim bir yığın olası konuyu. Hiçbir şey anlatmadı, havadan sudan konuştuk, ne tür bir meslek düşündüğümü, arkadaşlarımı sordu, hiç duymadığım, anlamakta zorluk çektiğim ahlak, hukuk, insan tuhaflığı öyküleri anlattı. Bir ara gidip ikimize bir yığın farklı sandviçler hazırladı getirdi, karşılıklı yedik, o birasını içti ben limonataya devam ettim. Gece bastırdı, bir ara esnedim o zaman bu çok özel sohbetimizin en anlaşılmaz bölümü ile bitirdi, “Sen bizim ailenin en akıllılarından birisin, ayrıca senin farkında olmadığın başka pek çok özel konuda da benzer olduğumuzu hissediyorum. Sana iki kelime öğreteceğim, şimdi ne işe yarayacaklarını bilmeyeceksin, yıllar sonra anımsarsan ve perdeler aralanmışsa pek çok gizemi, evrenin, ailenin, benim sırlarımı bulacaksın. Bu söylediklerimi unut sadece şunları aklında tut; Dexter: sağ, Sinister: sol. Unutma ve şimdi başka hiçbir şey sorma!”

Soramadım zaten, yatmaya gittim ama unutmadım da.

Üniversitenin üçüncü sınıfından sonra yazları amcama gidemez oldum, stajlar, gençlik arkadaşları, okuldan sonra işe girmem, ayrı eve çıkmam, – kız arkadaşımla – evlilik, meslekteki aşamalar için uğraşlar derken o mutlu çocukluk keyifleri doğal olarak son buldu. Sık sık telefonla arardım, bazen aile toplantılarında karşılaşma şansımız olurdu, bazı hafta sonları onu ziyarete gittiğim ve hatta gecelediğim de olmuştur, eşimle de iki gece için kalmaya gitmiştik; bakışlarından, konuşma düzenlerinden birbirlerini hiç sevmediklerini anlamıştım. Amcam haklı çıktı, dört sene içinde boşandım ve yalnız başına yaşamanın keyfini çıkartarak işim, dış mekân hobilerim, – yürüyüş, fotoğraf, kampçılık – okumak, film seyretmekle dolu oldukça özgün bir sürece başladım. Zaten fazla yakın arkadaş edinmeyi hiç sevmemişimdir dolayısı ile kısıtlı sayıdaki arkadaşımla zaman geçirmem ancak seyrek içki geceleri, yakın çevrede bisiklet gezintileri ve briç oynanan toplantılardan öteye geçmedi. Babam ben otuz beş yaşındayken öldü, annem oldukça sağlıklı ve kendini idare ederek yaşayabiliyor, haftada en az iki kez ona akşam yemeğine gidiyorum, her gün telefonla konuşuyorum, her tür gereksinimini karşılıyorum. Hep bir torunu olamadığından şikâyet ediyordu o yüzden bir de oldukça genç, yatılı bir kız tuttum yanına yardımcı olarak – araştırıp, soruşturup, denetleyip uygun birini bulmam dört ay sürdü- şimdi keyifli gözüküyor, kızla bir haftalık tatile bile gittiler.

Şubatın yedisinde amcam öldü. Yetmiş altı yaşındaydı, çok sağlıklı olarak biliniyordu. Düzenli olarak evine haftada bir damacana ile içme suyu getiren servis üç gün üstüste uğrayıp yanıt alamayınca beni aramıştı – bu tür özel durumlar için benim telefonumu vermiş – benim aramalarıma da yanıt alamayınca Kumsalköy’e gitmiştim. Bana bir yerlere gideceğine ilişkin hiçbir şey söylememişti, zaten bu tür bir bilgiyi yönelteceği başka kimsesi yoktu.

Bahçe kapısını – artık köpek besleyemiyordu – ve kimsenin açmadığı evin kapısını çilingirle açtırıp girebildik. Oldukça kötü bir koku vardı etrafta. Amcam yukarıda, yatak odasındaydı, günlük kıyafeti ile yere uzanmıştı, gözleri açıktı, yüzünde ani, dayanılmaz bir ağrı karşısında takınılabilecek bir ifade vardı sanki. Havanın ve evin soğukluğu göz önünde bulundurulduğunda görüntüsü korkunç sayılmazdı. Polis ve uğrayan doktora göre yaklaşık dört gün olmuştu öleli; evin ve cesedin durumuna göre adli bir olay sayılmadı, biraz baştan savma, sorundan kaytarma bir karar gibi gözükebilir ama bana göre çok yerinde oldu. Otopsiye de gerek duyulmadı, ağır bir enfarktüs, beyinde ya da başka büyük bir damarda anevrizma yırtığı olabileceği düşünülerek konu kapatıldı. Basit ve tenha bir törenle son yolculuğuna çıktı, gitti.

Evi bana bırakmıştı. Kısa bir süre onun beklenmedik kaybını iyice sindirebilmek, anıların hayaletlerine hazırlanmak için Kumsalköy’e gidemedim, sonra bu konuda ne yapacağıma karar verebilmek için gidip iyice incelemeyi düşündüm. Zaten pek çok keyifli günümün geçtiği bir yer olduğu için elden çıkartmayı planlamıyordum ama mobilyalar, bahçeler, marangozhane, tamirat gerektirebilecek yerler için düzenlemeler yapmalıydım. Çalışma odası kilitli değildi, sergileme vitrinine benim en son gördüklerimden başka sadece bir kadın eşarbı eklenmişti, tuhaf kahverengi lekeler vardı üzerinde. Buradaki dolaplarını, çekmecelerini karıştırdım farklı, gizemli hiçbir şeye rastlamadım; fotoğraflar, belgeler, çeşitli koleksiyonlar, henüz düzenlenmemiş haritalar, resim eskizleri ve kişisel kıvır zıvır. Sonra en üst çekmecede, amcamın pasaportunun içine yerleştirilmiş, üzerinde benim adım yazılı bir zarf buldum, eskiydi, kapalıydı, balmumu mühürlüydü. Heyecanla yırtarak açtım; katlanmış tek bir sayfaydı, bir dizi harf ve sayıdan oluşan bir yazı vardı üzerinde: D5S10D6D14S9, bir de tuhaf bir şekil. Mürekkeple çizilmiş bir dikdörtgen ve ortasına yakın bir yerde daha küçük bir daire; dairenin dışında çevresinde düzenli olarak yerleşmiş çentikler gibi yirmi dört kısacık çizgi.

Amcam haklıydı, akıllıydım, düşündüm, anımsadım, bağdaştırdım. Bu kâğıt ile perdelerimi açmış, bazı sırlar için ipuçları bırakmıştı.

Marangozhanedeki dolaba gittim, örs yerinde değildi, döşeme de tozsuzdu ,– zaten neredeyse her şey temiz ve düzenliydi – en alttaki sahte döşemeyi çıkarttım ve kasanın kapağındaki kadran benim sola ve sağa çevirmelerime hazırdı.

Sadece dokuz defter vardı içinde; kırk iki senelik günlük notları, düşünceleri. Hepsini topladım, kasayı kapattım, atölyeyi kilitledim, evde amcamın yatağına uzanıp sabaha dek okudum, sonra uyuyakalmışım. Derin bir uyku sonrası keyifle uyandığımda kışa pek yakışmayan parlak bir güneş ve küçük beyaz bulutlar vardı gökyüzünde. Artık amcamdım sanki onun yaşamını ikimizin ortak özelliklerini saygı, sevgi, haz ve sırlarla yoğurarak sürdürmeye hazırdım. Üç benzersiz duygu içimde keyifle dans ediyordu.

Her şeyden önce o sıradışı adamın farklı, özel bir ‘ustalık’ yönü birden bire gözümün önünde açılıvermişti. İkinci olarak içimden müthiş bir rahatlama duygusu yükselivermiş, kendimi yapayalnız, alçak, benzersiz, kötü bir canavar hissettiren baskı uçup gidivermişti. Üçüncüsü de eskiden kendi ağaçlarımı geleceğe bırakmakta zorlandığım günler bitmiş, artık özel ürünlerimle zenginleştirebileceğim tarlalarım olmuştu. Sergileme vitrinine de ben devam etmeliydim. Mutluydum.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar