“Nefret ediyorum. Şu mıcık mıcık tiplerden, her yerde koklaşanlardan, sevgisini ellere göstermelik yaşayanlardan… Birbirlerine “aşkitom, kediciğim, balım, böreğim, çöreğim…” gibi sözcüklerle hitap edenlerden de nefret ediyorum. Bir çukur açıp hepsini içine gömmek istiyorum. O kadar lüzumsuzlar ki! Toprağa karışıp en azından gübre olarak bir faydaları olsun bu dünyaya.
Sevda dediğin, aşk dediğin böyle ucuz bir şey mi ki, gösteriye dönüşüyor? Bizim zamanımızda böyle miydi ya? Sevdiceğinin gözlerine bakmaktan, elini tutmaktan imtina ederdin. Sanki o gözlere baksan dipsiz kuyularda kaybolmaktan, kendini yitirmekten korkardın. Ellerini tutsan, o tenden senin tenine kor ateşler akacak sanırdın. Yüreğin kaldırmazdı. De ki attın kendini o ateşe, mühürlenirdin. Şimdi bir tenden başka bir tene çorap değişir gibi geçmiyorlar mı, deli oluyorum…
Ben Efsun’u ilk gördüğümde anlamıştım, ömrümce başkasını sevemeyeceğimi. Onun altın saçlarında eriyeceğimi, derya gözlerinde yitip gideceğimi anlamıştım. Deli gibi korkup kaçmak istedim önce, beceremedim. Pervane oldum etrafında. Onun güzel yüzünde kayboluyor, izlemeye doyamıyordum. Beni gerçekten görmesinden ölesiye korkarken, beni görmesi için ne dualar ettim. Anlamadınız mı? Gerçekten görmek… Gerçek beni görmesi yani…
Her insanın dış kabuğunun altında saklanan bir özü vardır. Özümüz bizim en gizli hazinemizdir. Herkes görsün, herkes bilsin istemeyeceğimiz bir hazine. Çünkü o hazinenin içinde parlayan bilgeliklerimizin yanı sıra, başkalarının görmelerinden korkacağımız canavarlarımız da vardır. En çok da o canavarları saklamak için dış kabuğumuzu cilalarız. İyi insan maskelerimizi takınırız. Maskelerimizle, dış görünüşümüzle süslediğimizi başkalarına satmaya çabalarız. Oysa bizi gerçekten sevenler, canavarlarımızı görüp de kaçmayanlardır.
Annemi hep elinde tespihi, başucumda dualar okuduğu haliyle hatırlarım. Yedi saat sürmüş beni dünyaya getirmesi. Çığlıkları tüm köyü inletmiş. O zamandan belliymiş böyle iri yarı olacağım. Ben doğarken bile yakmışken onun canını. o beni hiç incitmedi ama daha süt bebesiyken terk etti bizi. Babamı terk etmesinin nedeni malumdu; şiddet. Ama beni neden terk ettiğini kimseler anlayamadı. Çok konuştular arkasından. Özümü ilk o keşfetmiş, hazinemde saklı canavarlarımı görmüş olmalı. Kızmıyorum ona. Nerededir, ne yapar, hayatta mı, yoksa kavuştu mu Rahman’a, bilmem… Onun canavarı korkaklığıydı. Onu affediyorum ama babamı affetmedim. Annemden sonra beni evimizden, köyümüzden koparışını, şehir denilen bu b*k çukuruna getirmesini, tenden tene gezişini affetmedim. Eve sarhoş gelişlerinde bana ettiği eziyetleri, annemin hatıralarına saygı duymadan yatağına soktuğu kadınlarla eğlenişlerini ve tüm bunları yaparken aç yattığım geceleri önemsemeyişini affedemedim. Birine sevdalansa ve onu evine kadın, bana ana yapsa saygı duyardım da, cezasını kesmek zorunda kalmazdım. Biraz serpilip güce kuvvete erdiğimde o da gitti. Onun gidişinde de herkes terk edilenin ben olduğumu sandı. Bir ben bilirim kimin kimi, nerede terk ettiğini. O ve içinde yaşayan acımasızlık canavarı hak ettiği yerde.”
“Babanı da öldürdüğünü itiraf ediyorsun sanırım.”
“Nasıl anlarsanız anlayın, artık umurumda değil.”
“Peki, Efsun’a ne oldu, yani karına?”
“Efsun… Biriciğim. Efsun’un bizim atölyeye geldiği ilk günde sanki atölyenin küf kokan yeşillenmiş duvarları yıkıldı da içeriye güneş doğdu. Makinelerin beynimizi şey eden sesleri, dünyanın en güzel şarkısına dönüştü. Efsun… Benim güzel kadınım, adı gibi efsunluydu. Güzelliğini bir ben görüyorum sansam da bu düşünce kısa sürdü. Baktım atölyede ne kadar bekâr erkek var, ağızlarının salyaları akıyor. Onlar sarı saçlara, mavi gözlere, sütun bacaklara bakıyorlar. Ben Efsun’un özüne… Efsun saf, Efsun iyi kalpli, cömert, saygılı; Efsun’un tek canavarı kıskançlığı… ‘Onlar benim gibi sevemezler bu nadide çiçeği,’ dedim, çabuk davrandım, Efsun’un gözlerine bakıp, seni seviyorum dedim, elini tuttum, sinemaya götürdüm de sağını solunu mu okşadım sanıyorsunuz? Hâşâ, öyle olmaz o işler. Efsun, babamın alkol kokan, pullu, boyalı kadınları gibi kara mıydı da, hemen koynuma alayım… O beyazın kendisiydi nazarımda, kirlenmemeliydi. Bir iş çıkışı takip ettim, evlerini öğrendim. Birkaç gün sonra giyindim en kral kıyafetlerimi, limon sıktım saçlarıma, sinekkaydı tıraşlı dikildim babasının karşısına. Dedim, niyetim ciddi. Ustabaşıyım, gelirim de iyi. Kimim kimsem yok ama babadan kalma evim var, otomobilim de. İçki koymadım ağzıma, tütünü de sevemedim gitti. Kızınıza düşen gönlüm başkasına düşmemişti, düşmez de.
O vakitler benim yaş olmuş otuz dört, Efsun daha on dokuzunda. Nemrut anası pek beğenmedi beni. Neymiş yaşım çokmuş, bu zamana evlenmediysem bir kusurum olmalıymış… Mış, mış, mış… Muharrem baba he deyince itiraz edemedi. Kaynanamın canavarı paragözlülüğüdür. O da maaşıma, evime kandı da sevdi beni sonradan. Evlendik, bir yastığa baş koyduk. Efsun ürkek bir yavru kediydi önceleri. Sonra sonra evin içinde seke seke gezen bir ceylan, dışarı da namusuna laf getirmeyecek bir panter oluverdi. Kim yan bakabilir ki zaten Efsunuma. Başı önünde benimle işe gitti, benimle döndü, geldi.”
“E, amca sadede gelsen diyorum artık. Karına ne oldu?”
“Ana olamadı, yavru alamadı kucağına. Bunun için gücenmedim ona. Rabbim böyle istemiş demek ki, kararından sual olunmaz. Çok dil döktüm Efsun’a, inci tanelerini bu kadar akıtma, hasta olursun, bana sen lazımsın, dedim.”
“Hastalandı, dayanamadın öldürdün yani?”
“Yok hastalanmadı.”
“Tövbe estağfurullah. Bak amca, sen farkında değilsin sanırım durumun. Bir kere daha açıklayayım. İyi dinle. Karın Efsun Soykan, yaş 43. Cesedini ormanda bulduk. Neredeyse iki aydır ortada yokmuş. Yokluğunu bildirmemişsin. Sen de çok ortalarda görünmeyince komşular şüphelenmişler. Bir de, iki ay önce bir sabah evinizden yükselen çığlıkları duyan şahitler var. Karının bağrışı olduğuna yemin ediyorlar. İyisin, hoşsun, güzel konuşuyorsun, hatta çok güzel konuşuyorsun da, gözünü seveyim yorma bizi artık.”
“Anlatıyorum ya evladım, dinlemiyorsun ki! Siz gençlerin saklamaktan çekinmediğiniz canavarınız da bu; sabırsızlık.”
Zafer Başkomiser aslında genç sayılmazdı, sabırlı biri hiç sayılmazdı. Lafı dolandıran insanlara karşı öfkesi çabuk kabarır, tepesinin tası atardı ama bu adama karşı oldukça sabırlı yaklaşıyordu. Adam, sorgu odasına girdiğinden beri bir dünya şey anlatmıştı ama laf karısına geldiğinde, bir türlü konuya giremiyordu. Zafer’in kafası çok karışıktı çünkü karşısında oturan bu nur yüzlü adamla ilgili övgü dolu sözler işitmişti. Kimse karısını öldürebileceğine ihtimal bile vermiyordu. Emekli olduğu iş yerinden çalışma arkadaşları, mahalledeki komşuları, adamı yere göğe sığdıramıyordu. Kaybolan eş Efsun’un babası Muharrem Bey bile damadından şüphe etmeyeceğini, ona sonuna kadar güvendiğini vurguluyordu. Üst katta oturan kadın bir süredir üniversitede okuyan oğlunun yanında kaldığını söylüyor, adamın katil olmasının mümkün olamayacağını ağıtlarla haykırıyordu. Adamın iyilik timsali olduğuna yeminler ediyordu. İfadeler bu minvalde olsa da adam karısının kaybolduğunu bildirmemişti. Bu normal bir durum değildi. Kadının cesedinin bulunduğu ormanlık alanda, adama ait bir av kulübesi vardı ve kadının cansız bedeni kulübenin yakınlarında bulunmuştu. Üzerine yağan kar yüzünden kısmen de olsa korunmuş olan maktulün kimliği tespit edildiğinde kadının kocasına ulaşılmaya çalışılmış ama adam ancak sekiz gün sonra, bir dostunun dağ evinde bulunabilmişti. Şimdi de babasını öldürmüş olabileceğine dair sözler söylüyordu ki bu sözler mecazî de olabilirdi.
Hüseyin Komiser kollarını birbirine bağlamış, sandalyede geriye doğru kaykılmış oturuyor, bir yandan da sağ dizini sallayıp duruyordu.
“Amca! Bak ben geriliyorum, sonra… La havle… Devam et haydi, seni dinliyorum.”
“Efsun bir bebe alamadı kucağına ama dört bebeye analık etti, büyüttü onları. Ben de babalık ettim sayılır hani. Giydirdim, aşlarını da harçlıklarını da eksik etmedim, okuttum.
Benim bir kayınım vardı, Sedat. Adı batasıca. Dört çocuğu peş peşe yaptı bıraktı hanımına. Ayfer kız çok içli, çok gariban. Onun canavarı beceriksizlik. Elinden pek iş, aş gelmez. Bebeleri de biz olmasak perişan ederdi. Beceriksiz falan ama yıllarca boyun eğdi kocasının haytalıklarına.
Sedat’ın canavarı bir değil, iki değil. Kumara bulaştı önce. Borç ettiğini duyduk sağa sola. Muharrem baba kapattı borçlarını, çekti oğlanın kulağını. Adam oldu sanıyoruz. Bir gün bizim atölyeden bir Kâmil vardı, Antepli, o geldi bana. Kâmil’in canavarı da dedikoduculuğudur, bu kez işe yaradı; bizimkini batakhanede gördüğünü fısıldadı. Yine gırtlağa kadar borçlanmış. Bu kez hırgür çıkmasın, Ayfer kız üzülmesin, Efsunum utançtan boyun bükmesin dedim de, ben kapattım borçlarını. Allah’tan bizimkisi çapsız da, büyük paralarla boyumuzu aşmamış. Neyse. Adam oldu bu, bir süre kapattı kumar defterini. Sonra duydum tütün çiğner, sigara sarıp içer olmuş. Aman dedik, kumara bulaşmasın da. Meğer onun kadar beter bir şeye bulaşmış mikrop. Bağımlılığın eşiğinden aldık, içi dışı temizlenene kadar evimizde baktık, sonra da üst katımızdaki kiracımızı çıkardık da bunları gözümüzün önüne yerleştirdik. Atölyede bir de iş ayarladık Sedat’a, bizimle birlikte gidip gelsin diye. Efsun nasıl utanır ağabeyinden anlatamam, ellerin yanında görmezden gelir.
Dördüncüye hamile olduğu vakitlerdeydi Ayfer bacımın. Sedat atölyeden bizimle çıkıyor ama yolda ayrılıyor. Duyuyorum ki eve geç geliyor, sağda solda takılıyor. ‘Aman’ dedim, ‘yoruluyordur, ilişmeyin de bunaltmayın oğlanı.’ Bir oldu, iki oldu derken bizimki atölyeye de eve de uğramaz oldu.”
Zafer derin bir nefes aldı ve sanki aldığından fazlasını dışarı saldı.
“Amca, anladık Sedat haytaymış da konuyla bir ilgisi var mı? Vallahi sabrım taşıyor. Böyle tatlı tatlı anlatıyorsun, masal dinler gibi dinletiyorsun kendini de bizim de vaktimiz değerli. Bak bu çocuk evine gidecek, yorgun, iki gündür uyumadı. Haydi, deyiver neden karını aramadın, bize haber vermedin? Sen mi öldürdün?”
“Evli misin sen evladım? İnsan yuva kurmalı. Yuvasız canlı gördün mü şu dünyada? Yuva güvendir, mutluluktur. Hele o yuvaya girip kapını kapattığında dünyanın dertleri de o kapının ardında kalabiliyorsa, o yuvayı bir eş şenlendiriyorsa, o yuva huzurdur. Ben yuvasız bir kuş gibi büyüdüm. Kanatlarım kırıla kırıla uçmayı öğrendim. Ne önüme düşenim vardı, ne ardımda dağ gibi duranım. Sedat hata etti. Hem de büyük hata etti. Yuvasını başka bir dişi kuş için dağıtmaya meyletti. Ben her şeyi affederim de bunu affetmem işte. Onu takip edip şıllığın koynundan çekip aldığımda ilk kez bana direndi. Direndi de ne oldu, yine de gitti. Hatta o şıllıkla beraber gitti.”
“Kayının evi terk etmiş. Başka kadınla çekmiş gitmiş. Bu da tamam da karın diyorum…”
“Hah işte, herkes de senin gibi düşündü, öyle bildi. Ayfer bacım da üzülmedi, hep beddua etti. Benim de işime geldi. Ama yıllar sonra ilk defa benim canavar çalıştığında, bir terslik oldu. Adamı vurduğumda sıçrayan kanı pantolonuma bulaşınca, benim Efsunum kirli çamaşırlarla birlikte pantolonu da yıkayayım deyince, kanı görünce…”
Hüseyin neredeyse uyumak üzereyken bir anda sandalyede dikleşti. Tıpkı Zafer gibi o da hayretle, sakin sakin konuşan adamın yüzüne dikti gözlerini. Adamda en ufak bir ses değişimi bile olmamıştı ama adam işlediği bir cinayeti, bu kez açıkça itiraf ediyordu.
“İçimdeki canavarı da gördü. Dedim ya, onun içindeki canavar kıskançlıktır. Beni, Ayfer bacımdan bile kıskandığı olmuştur. Benim içimdeki canavar da keşke onunki kadar masum olsaydı.”
“Bir dakika, bir dakika…” Zafer başını kaşıdı, aklı iyice karışmıştı, “Sen şimdi Sedat’ı da öldürdüğünü itiraf ediyorsun. Baban, Sedat, karın… Başkası da mı var?”
“Karım mı? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin evladım? Efsun’un tırnağı kırılsa dünyayı yakardım ben.”
“Be adam o zaman neden merak etmedin, hiç aramadın, sormadın karını?”
“Aramam mı? Tabanlarım delinene kadar aradım. Sokak sokak aradım, fellik fellik aradım. Günlerce, gecelerce, ağlaya ağlaya aradım.”
“Bize niye gelmedin peki?”
“Efsun benden kaçtı sandım. İçimdeki canavardan korktu sandım.”
“Yani karını sen öldürmedin öyle mi? Kafasının arkasına sert bir cisimle vurmadın, onu ıssız ormanda bayır aşağıya yuvarlamadın?”
“Yapar mıyım hiç öyle bir şey? Efsun’un kılına zarar verir miyim? Ha o da babam gibi, Sedat gibi ya da diğerleri gibi başka tene meyletseydi, nefsine yenilseydi onu da öldürürdüm. Her şeye tahammül ederim de sevdaya ihanete edemem. İnsan dediğin sevdanın kendisine bile sevdalanmalı… ”
“Baban ve Sedat dışında başkaları da var, anladık o kadarını da amca sen ne dediğinin farkında mısın?”
“Evet evladım, elhamdülillah aklım da yerinde kuvvetim de. Hepsi av kulübesinin orada gömülü… Babamı avlanma bahanesiyle götürdüm ve vurdum. Sedat alçağı kulübenin anahtarını evimden yürütmüş meğer orada şey edermiş karıyı. Tövbe tövbe… Ağzımı bozduracak, beni günaha sokacaklar. Sonra bizim mahallede bir kasap vardı, evliydi ve aynı zamanda oğlancıydı. Onu da kimselere görünmeden oraya gelmesi konusunda ikna ettim, ona sürprizim olduğunu söyledim. Beni de kendi gibi sandı p.zevenk. Efsun onun kanını gördü işte. Ha bir de… Daha eskilerde kaldı, babamdan hemen sonraydı, bir müdürümüz vardı, şerefsiz. Kızlara asılır, ses çıkarmayacakları odasına çeker, sağlarını sollarını mıncıklardı. Eşi de bir merhametli kadındı. Benim garibanlığımı bilir, bana kazak falan örer yollardı. Hak etmemişler mi evladım sen söyle? Hepsi kanserli bir hücre gibi insanlığın hastalıklı yanıydı. Islah edilmez canavarları vardı.”
“Amca onların cezasını vermek sana mı düştü? N’aptın sen?” Hüseyin’in ses tonunda merhamet ve acıma vardı. Kanunlar olmasa, Başkomiser’e “Gönderelim gitsin bu adamı,” diyecek gibi bakıyordu.
Zafer ona aldırmadan, sorguya yakışır sertlikte bir tonlamayla sordu, “Karın pantolonu bulunca ne yaptı?”
Adam da Zafer’in tersine, sanki dizine oturttuğu torununa masal anlatır gibi bir sakinlikle konuşmaya başladı. “Bastı yaygarayı. Kanın nereden geldiğini sordu. Ben karıma her şeyi anlatırdım, canavarlarımdan başka her şeyi. ‘İte köpeğe bulaşsan söylerdin, bu kan nereden bulaştı be adam?’ diye sordu durdu. Bunca yıllık karım anlar beni diye düşündüm, anlattım her şeyi. Diğerlerinde kılı bile kıpırdamadı fakat Sedat’ı duyunca çığlık çığlığa… Kötü de olsa, alçak da olsa kardeş işte, canı yandı meleğimin. Konu komşu duyacak deyip ağzını kapattım ama duymuşlar işte. Sonra konuşmadı benimle. Günlerce gözünü kırpmadı, yanıma sokulup yatmadı. Döndü durdu evin içinde. Bir gün çarşıya çıktım, döndüm ki benim ay yüzlüm gitmiş. Baktım kulübenin anahtar da yok. Anladım ağabeyini bulmaya gitti. Hemen peşine düştüm amma bulamadım. Ormana yakın köye giden araçlara sordum, resmini gösterdim, tanıyan çıkmadı. Zaten eve hiç girmemiş. Girse yerlerdeki tozlarda ayak izi kalırdı. Etrafa bakındım, yok. Derken kar başladı. Önce sulu sulu yağdı mübarek. Her yer çamur oldu. Kayıyor ayaklarım. Kulübe yamaçta; kayıp düşmek, kafayı gözü dağıtmak var işin ucunda. Dedim, ‘Efsun çamuru, karı, yaşı sevmez dönmüştür eve.’ Belki de hiç gelmedi o yana, ben de döndüm eve. O gün bugün, bildiğim her yerde Efsun’u arar dururum. Beni terk ettiğini yediremediğimden, sebebini de sevdamı bilen herkese açıklayamayacağımdan, sessizce ararım hem de. Ben kıymet bilirim evladım. Efsunum da en kıymetlimdi…”
Yaşlı adam cebinden kolalı bir kumaş mendil çıkardı. Nemlenen gözlerini usulca sildi ve boynunu büküp sordu:
“Şimdi siz deyin bana, Efsunuma ne oldu?”
Okura Not: Herkesin içinde bir canavarı varsa, sizinki ne? Öykünün sonuna yorum olarak bırakabilirsiniz…