Karanlıkta yayılan son kurşun sesinin üzerinden yarım saat geçmişti. Hava aydınlanmamış, ayak sesleri ortamdaki sis perdesini dağıtmaya başlamamış, meraklı gözler gölgelerin arasında belirmemişti henüz. Buna mukabil, yarısına kadar açılmış sürgülü kapının dibinden sarkan kol ve bacakların, etrafa yayılmaya devam eden ağır kan kokusunun ve arada sırada baykuş sesleri tarafından bölünmesi dışında hakimiyetini kararlılıkla koruyan sessizliğin tamamladığı tablo hâlâ canlıydı. Korku filmlerinde en fazla yirmi saniye kadar yer işgal edebilecek kadar sıradan ama bir o kadar da uzak bir köşeden bir anda yüzüne el feneri tutulmuşçasına insanı sıçratabilecek potansiyele sahip bu manzara, siren sesleriyle aniden bozuldu.
Üç ekip arabasından inen on polisin tren yolu etrafındaki incelemeleri hemen başlamıştı. İçlerinden ikisi vagona girip fenerle etrafı kontrol etmeye çalıştılar. Vagonun adeta her yanına yapışmış kan ve et parçaları, dosyanın seyri hakkında fikir vermeye yetiyordu. Kimileri suratından, kimileri göğsünden kurşunlanmış tam dokuz ceset, ikna edici cevapları uzun süre arayacak gibiydi. İlk tespitler hemen yapıldı. Ölenlerin hepsi erkekti. Hepsi otuz, kırk yaşlarındaydı. Kıyafetlerine ve vagonun pisliğine bakıldığında bile hayatlarına dair yorum yapmak pek kolay değildi. Makul bir ücret karşılığında rastgele bir ülkeye kaçırılmaya çalışılan bir grup göçmen miydi bu adamlar, işçi mi, yoksa kendi hallerinde yolculuğa çıkan bir grup arkadaş mı? Öyle ya da böyle, bu kadar insandan kimin ne istemiş olabileceği sorusu kafaları karıştırıyordu. Katil ya da katillerin para gibi somut bir beklenti içerisinde olmadıkları aşikardı. Birilerine hakaret edip de karşılığında kurşun yağmuruna tutulmuş olmaları da pek olası değildi. O halde sorun neydi? Gazeteleri birkaç gün meşgul etmeye yetecek bir kan davasının son halkası mıydı bu, yoksa çok daha büyük bir tezgâh mı söz konusuydu?
Henüz basından gelen kimse yoktu, olmasını isteyen de tabii. Kısa süre içinde cinayet mahalline gelen olay yeri inceleme ekipleri her detayı araştırmaya, fotoğraflar çekmeye başladılar. Saç telleri poşetlere konuldu, parmak izleri araştırıldı. Ne var ki kayda değer hiçbir delil bulunamayacaktı. Etrafta kamera falan yoktu. Kurbanların üzerinden cep telefonu çıkmamıştı. Katilin istifra etmediği açıkça görülebiliyordu. Öyle ya, dokuz cinayet işleyebilecek kadar soğukkanlı birinin kuytu bir yere gidip midesindekilerden bir delil yığını bırakması beklenemezdi. Diğer taraftan, makinist de kayıptı. Bunca belirsizliğin içinde fark edilen en dikkat çekici detay ise vagonda on çift bot olduğuydu. Bir anda herkes onuncu kişiyi aramaya başladı.
Durumun vahametine bakıldığında, profesyonel bir yardımın zorunluluğu apaçık ortada gibi görünüyordu ancak filmlerde görüldüğü gibi polislerin arasından süzülüp cesedin başında on saniyede yirmi tespit yapabilen süper dedektiflerin var olduğu bir dünyada da yaşamıyordu kimse. Diğer taraftan, sıra dışı olayların gereğinden hızlı bir şekilde yayılma huyunu pek terk etmemesinin bir sonucu olarak, bu olay da haber sitelerindeki yerini “son dakika” başlığıyla aldı. “İzmir’de seri katil vahşeti. On iki vagonlu bir yük treninin dokuzuncu vagonunda bulunan dokuz erkek cesedi, on çift bot, hiçbir yerde bulunamayan mermi kovanları, kayıp bir makinist ve neredeyse hiç iz bırakmayan bir katil.” Cinayetin ürpertici rüzgârı vakit kaybetmeksizin yayılıyor, vakit ise daralıyordu. Profesyonel bir katil için, profesyonel bir iz sürücüye ihtiyaç vardı.
Lakin bu olay, alışılagelmiş hikâyelerin aksine ünlü bir başkomiser tarafından aydınlatılmayacaktı. Aradan günler geçmesine rağmen hiçbir ilerleme kaydedilememişti. Düğümü, iki kişi hariç kimsenin aklına gelmeyecek biri çözecekti. Bugünlerde artık kurumaya yüz tutmuş bir akrabalık ilişkisi aydınlatacaktı bu cinayeti.
Tüm süreçler geride kaldıktan sonra ölenler ailelerine teslim edildi, cenaze törenleri yapıldı. En küçüğü, kısa süre içinde kuzeni tarafından ölümü araştırılmaya başlanacak olan otuz yaşındaki Emre’ydi. Anne ve babasını yıllar önce kaybeden Emre’nin ve diğer maktullerin dosyalarında şu ana kadar hiçbir netice alınamayınca, dört yaş küçük kardeşi Mustafa, adli vakalarla ilgili makaleler yazdığını bildiği kuzeni Aras’tan yardım istedi. Aras ilk etapta bu teklifi kabul etmedi. Senede üç defa bile görüşmediği biri için, tehlikeli olduğu her halinden belli olan bir yola girmeye bir türlü aklı yatmıyordu. Fakat bir gün sonra merakına yenik düşüp İzmir’e doğru yola çıktı.
Üç saatlik bir yolculuğun ardından İzmir’e varan Aras, otobüsten iner inmez paketteki son sigarasını yaktı. Kendini, pek de hevesli olmadığı bir davanın tam ortasında bulacağını düşünüp duruyordu. Soluğu, kuzeni Mustafa’nın yanında aldı. Kısa bir hâl hatır sorma faslının ardından hemen konuya girdi Aras, sırf iş için buraya geldiğini hissettirmek istercesine, “Katilin kimliği belli değil mi?” dedi.
“Hayır.” dedi Mustafa, “Hâlâ bulunamadı.”
“Dosya savcılıkta mı?”
“Evet.”
“Avukatınız kim?”
“Cemil diye biri. Ofisi Manas Bulvarı’nda. Ben tutmadım gerçi, bende avukata verecek para ne gezer? Ölenlerden birinin ailesi tutmuş. Tüm dosyalara o bakıyor.”
Aras başıyla onayladı, “Cemil diye biri.” diye tekrarladı, “Manas Bulvarı. Avukatı tutan kim?”
“Uğur’un babası. İsmi Halil’di sanırım.”
“Telefonu var mı?”
Mustafa telefonunu çıkardı, “Buraya kaydetmiştim.” dedi, “Vereyim mi numarasını?”
Aras sigarasını söndürüp ayağa kalktı, “Halil’i ara, o da avukatını arasın. Aras diye birinin dosyayı kontrol etmeye geleceğini söylesin.”
“Hemen gidiyor musun?”
Aras hafifçe kaşlarını çattı, “Başka bir şey var mı?” dedi. Mustafa omuz silkti. Aras tamam anlamında başını salladı, “O zaman gidiyorum.”
Evden hızlıca çıkan Aras, Fatih Caddesi’nden kuzeye doğru hızla ilerleyip Manas Bulvarı’na vardı. Biraz ilerledikten sonra Cemil’in ofisini buldu. Yavaşça içerip girip tokalaştı, “Benim adım Aras.” dedi, “Kuzenimi tren cinayetinde kaybettim. Sanırım dosyaya siz bakıyorsunuz.”
“Evet, hoş geldiniz.” dedi Cemil.
“Sizi arayan oldu mu?”
“Halil Bey aradı. Bu dava ile doğrudan bir alakanız var mı?”
Aras dudaklarını büktü, “Dosyaya bakınca öğreneceğim.” dedi, “İzniniz olursa tabii.”
“Buyurun, ne demek.”
Dosya şimdiden yeterince kalındı. Aras sayfaları hızla karıştırdı. Tutanaklar, zaptolunan eşya makbuzları, otopsi raporu, kaza yeri krokisi, olay yeri fotoğrafları, bilirkişi raporu, tahkikat evrakı… Pekâlâ. Akşam saatlerinde havaalanının yakınlarında durdurulan bir trende dokuz ceset ve on çift bot. Başka? Makinist kayıp. Olaydan sonra bulunamamış. Kafasını kaldırıp duvardaki saate baktı. On bire beş vardı. Katil makinist mi yani? Yok, olamaz. Niye makinist olsun? Hangi makinist trenini durdurup da katliam yapar? Sayfaları karıştırmaya devam etti. Başka yolcu yok muydu bu trende? Sadece dokuz kişi mi? Bir sayfa daha çevirdi, S*ktir! Yük treniydi ya bu, unutmuşum. Kaçak yolcuların infazı mı yani bu? Bu ne biçim dosya böyle arkadaş? Hiç ipucu yok. Peki tren neden havaalanının yanında durduruldu? Neden dokuzuncu vagon? Tesadüf mü? Başka ne var? Sahibi olmayan bir çift bot. Tutanaklarda trenin etrafında başka kan lekesi olmadığı yazıyor. Ceset sürüklenmesi söz konusu değil demek ki. Belki içlerinden birinin iki çift botu vardı. Belki katil gelmeden önce içlerinden biri son anda kaçmayı başardı ama botları orada kaldı. Belki de katil aklımızı bulandırmak için yanında getirdiği bir çift botu oraya bırakıp kaçtı. Kaşlarını çatıp birkaç saniye düşündü, Hepsi de birbirinden saçma teoriler. dedi, Hangi seri katil yanında eski bir çift bot taşır? Sayfaları karıştırmaya devam etti. Bakalım, başka neler var? Parmak izlerinden bir şey çıkmamış. Maktullerin üzerinde telefon yok. Vay anasını. İş giderek ilginçleşiyor. Tanık var mı? Birkaç sayfa daha çevirdi, Tanık da yok. dedi somurtarak. Tam dosyayı bırakacakken, son anda bir sayfaya gözü takıldı. Kurbanların birinin cebinden çıkan not. Ne bu? Yoksa “Beni bulun.” diyen birinin küçük oyunları mı?
Fotoğrafı çekilmiş olan not kağıdını inceleyen Aras, kaşlarını çatıp tekrar kafasını kaldırdı. Bu ne biçim not lan böyle? Hiçbir şey yazmıyor, sadece iki sayı var; dokuz yüz otuz beş ve bin seksen sekiz. Bir müddet gözlerini kapatıp düşündü. Anlamı ne bunların? Klasik bir eserdeki sayfa sayıları mı? İki önemli tarihi şahsiyetin doğum yılları mı? Telefon numarası mı? Vay anasını ya, şu işe bak arkadaş. Uğraş dur artık. Kapıdan dışarı bakıp bir süre gelip geçen insanları izledi. Bu notun katile ait olduğunu nereden biliyoruz peki? dedi içinden, Belki içlerinden birine aitti. Dosyanın kapağını kapatıp bir süre daha düşündü. Yok, yok, tabii ki biliyoruz. Notu katil bıraktı. Her zaman bir şeyler bırakırlar. Her seri katil egosunun kurbanı değil midir? O da nam salmak istiyor, övülmek istiyor. Kurbanlarının ağzına bozuk para atan katilden eksiğinin olmadığına inanıyor. Dudaklarını büküp anlamsızca duvara baktı, Tek sorun, bu iki sayının ne işe yaradığını bulmak.
Yavaşça ayağa kalkıp dosyayı Cemil’in masasına koyan Aras, “Teşekkür ederim.” dedi. “Artık gitmeliyim.”
“Aradığınızı bulabildiniz mi?”
“Bir şey bulamadım.” dedi Aras, tam gidecekken tekrar döndü, “Siz ne diyorsunuz? Bu dosya bir yere varır mı?”
Cemil omuz silkti, “Pek sanmıyorum.” dedi, “Çok karmaşık, çok kapalı bir dosya. Yine de ilgileniyoruz.”
Aras başka bir şey söylemedi, yavaşça dükkânı terk etti. Kağıttaki iki sayı beynine kazınmış gibiydi. Dokuz yüz otuz beş, bin seksen sekiz. Gün boyunca oradan oraya dolanıp bu sayıları tekrarlayıp durdu. Bir yere varamıyordu. Geceye doğru eve geldi. Dokuz ceset, on çift bot, kayıp bir makinist, havaalanının yakınlarında durdurulan bir yük treni. Dokuzuncu vagon. Bir kâğıda yazılmış iki sayı. Yok, ne yaparsam yapayım parçalar bir türlü birleşmiyor.
Bir süre sonra pes edip uyuyakaldı. Ertesi gün sabah yedide uyandı. Sade bir kahve yapıp haberlere göz gezdirmeye başladı. Cinayet haberleri, ekonomi, politikadan üç beş satır, transferler… Sadece on dakika oyalandı, sonra kahvaltı bile etmeden evden çıktı. Transfer sezonunun bitmesine iki haftadan az kaldı. Transfer sezonu, Ağustos ayı. Neden Ağustos? Özel bir sebebi mi var? Yok elbette, neden olsun ki?
Notlarını çıkarıp göz gezdirdi. Cinayet gününe bakalım, belki bir şeyler atlamış olabilirim. Notlarının arasından kesik gazete kağıdını çıkardı. İzmir’de seri katil vahşeti. Ağustos’un on ikisi. Neden? Özel bir tarih mi? Biraz zihnini yokladı ama bir şey bulamadı. Hemen eve geri döndü ve tekrar bilgisayarını açtı. Biraz bakalım. dedi, Bugünün nasıl bir özelliği varmış?
Birkaç internet sitesinde dolanıp sorusunun cevabını aramaya başladı. Tarihte on iki Ağustos. Neler var? Schrödinger, uçak kazasında ölen general, Philadelphia deneyi, doğalgaz anlaşması, siyasi gelişmeler, yazarlar, oyuncular, modeller… Bu kadar mı? Başka bir şey yok mu? Somurtarak arkasına yaslanıp etrafa bakmaya başladı. Boşuna heyecanlandım. dedi, Demek ki özel bir tarih değil. Belki de bir doğum günüdür ya da bir ölüm günü. Kim öldü Ağustos’un on ikisinde? Bir süre daha düşünmeye devam etti. On iki Ağustos, dokuz yüz otuz beş, bin seksen sekiz, dokuz ceset, on çift bot. Bu kadar zor olmamalı be arkadaş! Kesinlikle bir bağlantı var bunların arasında. Hiçbir şeyin tesadüf olduğuna inanmıyorum.
Dakikalar sonra bir anda ayağa kalkıp küfür savurdu. Bin seksen sekiz ve dokuz yüz otuz beş. Okul numarası mı lan bunlar? Birkaç saniye duvarlara boş boş baktı. Tabii ya, okul numarası. On iki Ağustos, dokuz ceset, on çift bot. Hatırla Aras, hatırla! On iki Ağustos’ta ne oldu? Henüz lise birinci sınıfa giden on öğrenciydik. Bir halı saha maçından dönüyorduk. Raylara yaklaştık. Tren sağ taraftan geliyordu. Acele edip geçmek istedik. Diğerleri geçti ama Faruk trene çarptı. Sonra ne oldu? Dava açıldı, mahkeme çıkışı aileler birbirine girdi, makinistin hayatı karardı. Ne oldu orada? Herkes Demir’i suçladı ama aslında sorumlu olan bendim. “Treni beklemeyelim iki saat, geçelim hadi.” diyen bendim. Kimse beni ele vermedi, olan Demir’e oldu. Demir ceza aldı mı? Hayır, almadı ama ailesi başka bir şehre taşınmak zorunda kaldı. On kişiden dokuz kişi kalmıştık ve o dokuz kişi de bir daha bir araya gelemedi zaten. Dokuz ceset, on çift bot, Ağustos’un on ikisi. Okul numaram bin seksen sekizdi, Demir’in numarasını hatırlayamıyorum ama muhtemelen dokuz yüz otuz beşti onunki de. Belki de Faruk’un okul numarasıdır, kim bilir? Gerçi bir önemi yok bu saatten sonra. Katil bulundu. Katil, Demir’in ta kendisi.
Korku içerisinde volta atmaya başladı. Hedefin kendisi olduğunu anlamıştı. Abartıp abartmadığını düşündü bir an, fakat abartmadığını rahatça görebiliyordu. Neden havaalanı? Çünkü Demir’in babası pilottu. Tabii ya. Diğeri, Kerim, onun babası da şofördü. Şoför yerine makinisti aldı. Tam bu esnada kapı çaldı. Zihnindeki bulutları hızla dağıtan Aras, hızla mutfağa gidip bir bıçak aldı ve koluna gizleyip kapının arkasına geçti. “Kim o?”
“Benim.”
“Sen kimsin arkadaş? İsim ver!”
“Mustafa’yım ya, tanımadın mı sesimden?”
Aras somurtarak kapıyı açtı, “İsim söyleseniz olmuyor mu acaba?” dedi sert bir ses tonuyla. Mustafa ise Aras’ın bu gerginliğine bir anlam verememişti. “Ne bileyim?” dedi, “Öyle söylerler ya hep.”
“Biliyorum.”
“Biraz sinirlisin sanırım. İstersen daha sonra geleyim.”
Aras hayır anlamında başını salladı, “İyiyim.” dedi, “Biraz kafam dağınık, hepsi o kadar.”
“Var mı bir haber?”
“Hayır. Araştırıyorum.”
Mustafa somurtarak arkasına yaslandı, “Belki de bırakmalıyız.” dedi, “Belli ki bir şey çıkmayacak. Seni de yorduk boş yere.”
“Parçaları birleştirmeye çalışıyorum.” dedi Aras, “Çözeceğim. Az kaldı.”
“Sonra?”
“Sonrası ne oğlum? Savcıya isim vereceğiz, gerisine onlar bakacak.”
Mustafa yüzünü buruştu, “Bu kadar mı?”
Aras hafifçe öne eğildi, “Ne yapmamı istiyorsun?” dedi, “Adamı öldüreyim mi? Katil miyim ben?”
Mustafa omuz silkti, “Ben öldürürüm.” dedi. Aras kaşlarını çatarak Mustafa’ya baktı, “O zaman gittiğim yere seni götürmeyeyim. Sen uzaktan izle.”
“Uzaktan izlerim, olur. Nasıl istersen.”
Mustafa yavaşça ağaya kalktı, “Biraz işim var. Sonra yine uğrarım.” dedi ve kapıya yöneldi. Aras başıyla onayladı. Mustafa tam kapıdan çıkarken, demirlere sıkıştırılmış zarfı gördü, alıp masaya koydu, Aras’a bakıp “Sana gelmiş.” dedi, “Bak istersen.”
Sonra da kapıyı dışarıdan kapattı. Aras zarfın yanına uğramayıp pencerenin yanına gelerek Mustafa’ya bir süre baktı. “Bir bu eksikti anasını satayım. Biz cinayet çözelim diye uğraşıyoruz, adam buraya gelmiş, cinayet işlemekten bahsediyor.”
Kısa süre sonra tekrar koltuğa kuruldu. Çok geçmeden zarfı açmayı unuttuğunu fark edip ayağa kalktı, masanın yanına kadar gitti. Zarfın üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Yırtıp içindeki kâğıdı açtı. Kısa bir not vardı sadece, “Aradığını buldun mu? Bence bulmuş olmalısın. Beni nerede bulacağını biliyorsun. Faruk’u hatırla.”
Gözleri kocaman açılmış bir halde kâğıdı yavaşça masaya bıraktı Aras. “Vay şerefsiz!” Hemen dolaba koşup silahını altı ve arka bahçeden çıktı. Etrafı dikkatlice kontrol ederek duvardan atladı. “Halı sahanın orada beni bekliyor.” dedi, “Buraya bir yere pusu kurmadıysa tabii. Silahı var mı peki?”
Somurtarak yürümeye başladı. On beş dakika sonra halı sahaya geldi. Etrafta kimse yoktu. Silahının emniyet kilidini açtı. Çok geçmeden, gölgelerinden arasından biri belirdi. “Çok kıymetli dostum Aras.” dedi biri, gür bir ses tonuyla. “Nihayet geldin. Hoş geldin.”
Aras hemen silahını doğrulttu. Geleni tanıması zor olmadı. “Demir?” Neredeyse hiç değişmemişti Demir. Yüzündeki yara iziyle, yürüyüşüyle, koyu mavi gözleriyle dünyanın neresinde karşılaşırsa karşılaşsın Aras’ın yüz metre öteden dahi tanıyabileceği bir profildi. Kısa bir sessizliğin ardından “Sen misin?” diyebildi. Demir omuz silkti, “Benim tabii oğlum, kim olacak?” dedi. Başıyla silaha işaret etti. “Onu indir. Durduk yere katil olacaksın.”
Başını kaldıran Aras, “Böyle iyi.” diyerek mesafeyi korumaya çalıştı. “Sen mi öldürdün o adamları?”
Demir dudaklarını büktü, “Hangi adamları? Ha, trendeki adamları diyorsun. Yok usta, bana inanmayacaksın ama ben değildim.”
“S*ktir lan oradan!” diye bağırdı Aras, “Kimi kandırıyorsun? Her şey ortada. Sayılar, havaalanı, tarih… Her şey ayan beyan ortada. Ömrünün sonuna kadar hapishanede yatacaksın.”
Demir kahkaha atmaya başladı, “O cezaevinde bir gün bile kalmayacağım Aras.” dedi, “Hem ne olacak? Beni polise mi teslim edeceksin? Öldürsene işte. Ne kadar da kanunlara saygılı bir adamsın sen öyle!”
“Gülmeye devam et sen. Polis geldiğinde biraz daha gülersin.”
“Kanıtın nerede Aras? Polise ne diyeceksin? Not kağıdıyla mı halledeceksin her şeyi?”
“Makinist nerede lan?”
Demir omuz silkti, “Makinist öldü.” dedi, “Ama onu da ben öldürmedim.”
“Tabii, tabii. Kalp krizinden gitmiştir.”
Demir bir kahkaha daha attı, “Nereden bildin lan?” dedi, “Yemin ederim kalp krizinden ölmüş herif. Dayanamamış garibim.” Boğazını temizledi, “Bak, eski dostum, sana yemin ediyorum ki o adamların hiçbirini ben öldürmedim.”
Aras başıyla onayladı, “O zaman katilin adını söyle de ikinizi de teslim edeyim.”
“Emin misin?”
“Evet, evet, söyle hadi.”
“Mustafa.”
Aras kaşlarını çatarak Demir’e baktı, “Hangi Mustafa lan?”
Demir somurtarak başını eğdi, “Arkandaki Mustafa.”
Aras başını yavaşça arkaya çevirdi. Mustafa’nın kendisine silah doğrulttuğunu gördü. “Vay anasını. Şenlik yeni başlıyor desene sen şuna.”
“Onun gibi bir şey.” dedi Demir, hafifçe somurttu, “Bence silahını bırakman lazım Aras. Elemanın şakası yok yani.”
Aras yavaşça silahı bıraktı, sonra da öfkeyle Demir’e baktı, “Ne biçim tezgâh lan bu? Sana ne verdi de böyle anlaştınız?”
“Parayla bu işlere girmem ben, Aras. Bana ne teklif etti biliyor musun? Seni.”
“Hadi ya? Bak sen!”
“Evet. Seni öldürecek, ben de senin olmadığın bir dünyada hayatıma devam edeceğim.” Omuz silkti, “Fena bir teklif değil bence.”
“Beni niye öldürsün lan Mustafa? Öldürecek olsa evde de yapardı. Hem seni ne diye buraya çağırdı?”
“Silahtan uzaklaş Aras.” dedi Mustafa. Aras ayağıyla silahı geriye doğru savurdu. Mustafa başıyla onayladı, “Aferin. Böyle ol.”
“Bilmiyorum.” diye araya girdi Demir, “Herhalde ölümünü izlememi istedi.”
Göz ucuyla Mustafa’ya bakan Aras, Mustafa’nın eldiven giydiğini fark etti. Aras’ın silahını yerden alan Mustafa, hiç beklemeden tek atışta Demir’i öldürdü. Sonra da Aras’ın karşısına geçip silahını doğrulttu. “Sen kafayı mı yedin lan?” dedi Aras, “Seri katil olmaya mı karar verdin?”
“Her şeyi ince ince hesapladım.” dedi Mustafa, “Trendekileri de ben öldürdüm, Demir’i de. Sıra sende. Sonra da bu silahı Demir’in eline tutuşturup havaya bir el ateş ettirip kovanı da alıp gideceğim. Polis, birbirini öldüren bu iki eski arkadaşın dosyasını çabucak kapatacak. Nasıl, planım güzel mi?”
Aras başıyla onayladı, “Anladım ben seni.” dedi, “Akıl sağlığını yitirmişsin. Seni birazdan paketleyip götüreceğim, merak etme.”
“Birazdan toprağa karışacaksın Aras.”
“Kardeşini niye öldürdün lan, ruh hastası?”
Mustafa omuz silkti, “Beni dolandırdı.” dedi, “Benden çaldığı paralarla kaçıyordu, arkadaşlarıyla keyif çatıyordu. Bakma sen kıyafetlerine falan, yarısı zengin sayılır onların. Öldürmem gerekiyordu Aras, ne yapayım? Fakat ihaleyi birine yıkmam lazımdı. Ben de Demir’e ulaştım. Başınızdan geçenleri biliyordum tabii ama detaylara ihtiyacım vardı. Babasının pilot olması, Faruk’un öldüğü tarih… Şansa bak ki Ağustos ayındayız, büyük şans hakikaten.”
“Bu mu lan? Hepsi bu mu?”
“Değil. Faruk’tan sonra kardeşim bir daha eskisi gibi olamadı.” Bağırmaya başladı, “Delirdi ulan o çocuk. Sizin yüzünüzden delirdi.”
“Kazaydı lan hepsi. Hem Demir’in suçu da yoktu. Ben zorladım herkesi.”
“Biliyorum Aras, o yüzden seni aradım ya zaten. Başka ne diye arayayım ki zaten? Sen de sazan gibi atladın. Fakat itiraf edeyim ki iyi iz sürdün, bravo. Bu kadarını beklemiyordum. Sana ipuçları vermeme gerek bile kalmadı.” Hafifçe Demir’e baktı, sonra tekrar Aras’a döndü, “Demir’in seni buraya çekmesi gerekiyordu. Seni buraya çekti ve görevini tamamladı.”
“Bu işten kurtulabileceğini mi sanıyorsun Mustafa? Seni bulmayacaklar mı sanıyorsun?”
“Belki bulamazlar Aras. İkinizi görenler, başka birini aramayacak bile. Baksana, daha trendeki cesetlerin katili bile bulunamadı. Etrafta kamera var mı? Bence yok. Tanık var mı? Bence o da yok. İşin zor gibi görünüyor be Aras.”
Bu sırada Aras sahanın kenarındaki hareketliliği fark etti. Boğazını temizleyip tekrar Mustafa’ya baktı, “Haklısın.” dedi, “Fena bir plan değil. Hatta iyi bile denebilir.” Hafifçe gülümsedi, “Fakat bir kişiyi fazla hafife almışsın.”
“Kimi mesela?”
Aras kaşlarını çattı, “Beni tabii ki. İtiraf edeyim, ben de senin bu kadar ileri gidebileceğine ihtimal vermiyordum ama yine de bir şeyler anlamıştım. Senin bu denli yoldan çıktığını görebilseydim silahını belinden alırdım.”
“Silahım olduğunu bilmiyordun Aras.”
“Biliyordum Mustafa, biliyordum. Her neyse. Buraya gelirken polisi aradım ben de. Yani, beni öldürsen de kaçışın yok.”
Mustafa kaşlarını çattı, birkaç saniye sessizce bekledi. “Yalan söylüyorsun.” dedi, “Paniklemem için oyun oynuyorsun. Hem polis gelene kadar ben çoktan uzamış olurum.”
Aras kaşlarını çattı, “O pek mümkün değil be Mustafa.” dedi, “Bana inanmıyorsan arkana bak. Fakat dönerken yavaş ol. Silahını çevirirsen ölürsün.”
“Hadi lan oradan, palavra hepsi. Yer miyim ben bunları?”
“Keyfin bilir Mustafa.”
Bu esnada arkadan polisin sesi duyuldu. “Silahını at ve teslim ol.”
Aras başıyla onayladı, “Oyunu ben kazandım.” dedi. Mustafa ise Aras’ı rehin almak için hamle yaparken Aras eğilerek Mustafa’dan kurtuldu. Fakat silah bir el patladı ve kurşun Aras’ın omzuna girdi. Bu esnada polisler hemen müdahale ettiler. Mustafa ikinci kurşunu sıkamadan silahını aldılar ve kelepçe taktılar. Mustafa bağırmaya başladı, “Ben çıkınca ne yapacaksın lan?” dedi, “Bu iş burada kalacak mı sanıyorsun? Görüşeceğiz seninle.”
Yaralı halde yerde oturan Aras, tebessümle Mustafa’ya baktı, “Beni bir daha bulursan görüşürüz.” dedi. Mustafa bağırmaya devam ederken araca bindirilip götürdüler. Aras da olduğu yere çöktü, gözlerini yumdu, Yine bir sürü iş çıktı. dedi kendi kendine, Hastaneye git, kurşunu çıkarsınlar, dikiş atsınlar, polise ifade ver, savcıya ifade ver, sonra mahkemeye git. Vay anasını arkadaş! Somurtarak etrafa baktı, Öyle ya da böyle, artık körelmişim. diye söylendi, Kabul etmek gerekiyor. Eskiden olsa kaçırır mıydım böyle şeyleri? Adım attırmazdım bunlara. Demir’in cansız bedenine son defa şöyle bir baktı, Eskiden olsa, Demir ölmeden çözerdim ben bu işi. Omuz silkti, Gerçi insan, kuzeninin psikopatın teki çıkacağını da tahmin edemiyor tabii, ne kadar iyi iz sürerse sürsün. Ben ne yapayım?
Gürkan Akpınar