Yolun sonu gelip çattı. Bugüne dek, yaşam içerisinde asla tamamen korunaksız kalmayacağıma inanmıştım. Bu, içten içe sahip olduğum gizli bir inançtı. Sorunların daima var olacağını ve daima takipte kalacağını biliyorsam da onların, beni bir an içinde yok edebilecek kadar gafil avlayabileceğine ihtimal veremiyordum. Mutlaka bir yol, bir çıkar yol olmalıydı. İşte bu defa, beni kurtaracak ne bir kimse, ne de bir rastlantı görünüyordu ufukta. Üstelik kendimi savunabilecek bir konumda değildim. Kendimi nasıl olup da bu noktaya getirebildiğime ise bir anlam veremiyordum. Öncesi bilinmeyen, aslında öncesi olmayan fakat öncesi, sanki koca bir maziymiş gibi farkında olunan bir rüyada gibiydim. Yalnız bu defa, uyanabilmeyi ummuyordum. Bunun imkanı yoktu. Durumum tam olarak bu şekilde özetlenebilirdi ancak her şeyin başladığı noktaya, yarım saat öncesine dönmem gerekiyor.
Uzun vakittir yaşadığım köhne pansiyona biri geldi. Üstü başı kir içinde ancak iriyarı bir adamdı. Siyah, kumaş pantolonu tozdan artık neredeyse beyaza bürünmüştü. Üstünde ise beyaz, uzun kollu bir giysi vardı. Bu da yer yer yırtılmış, eski bir giysiydi. Pansiyona girdiği anda önüne set çekmiş dostlarıma; benden iş istediğini, benimle görüşmek istediğini söylüyordu. Açıkçası böyle bir adama yardım eli uzatmak işime gelebilirdi. Yurt dışından, Kara Kıta’nın, tıpkı diğerleri gibi unutulmuş bu ülkesine, Kamerun’a karaborsa ürünler sokmak oldukça meşakkatli bir işti. Bu adam, odamdan çıkıp aşağıya indiğimde gördüğüm bu cüssesiyle ve gözlerindeki parıltıyla epey faydalı olabilecek birine benziyordu. Pansiyonun diğer sakinlerini de fazla rahatsız etmemek gerekirdi. Bu yüzden onu odama getirmelerini istedim. İki dostumla birlikte, bu acz içindeki adamı odama aldım. Ne istediğini sordum. İş istediğini söyledi. Ne iş yaptığımı bilip bilmediğini sorunca, hazırcevap kimselere mahsus bir tavırla, hiç düşünmeksizin şunu söyledi.
“Ne iş yaptığınız beni ilgilendirmez. Çok zengin olduğunuzu biliyorum. Bay Jean, ne iş verirseniz yapmaya hazırım.”
Çok iyi bir Fransızcası vardı. Ancak benim dahi yıllar içerisinde beceremediğim şeyi, o da becerememişti. Aksanını bir kenara bırakamamıştı. O anda onun da Türk olduğunu anladım. Bunun bir tuzak olduğunu görebilmek hiç de zor değildi. Elbette bu tuzağı def etmek de. Buranın yerlisi olan ve en az bu adam kadar cüsseli dostlarıma, “Bitirin işini!” diyerek döndüm ve pencerenin kenarına doğru yürüdüm. Dışarıyı seyretmek ve sonrasında, Pierre ile Simon’a bundan sonraki aşamada ne yapacaklarını söylemek niyetindeydim. Ardımdan, beklediğim gibi bir ses işittim. Tek bir an içerisinde gerçekleşmiş bir ölümün sesi, bir hırıltı. Ancak pencerenin kenarına geldiğimde gördüğüm manzara bir terslik olduğunu gösteriyordu. Kapı önünde bekleyen adamlarım, sere serpe yere uzanmışlardı. Bu anda, bu adamın kapıdakileri nasıl atlatabildiği sorusu aklıma geldi ve aynı anda kendisine cevap buldu. Arkamı döndüm. Simon, elinde bıçakla, yerde can vermiş ve kanlar içindeki Pierre’in başında duruyor ve bana “Kusura bakma!” der gibi bakıyordu. İri adam, elleri belinde, kendinden emin bir halde benim neler olup bittiğini idrak etmemi bekliyordu. “Simon?” diyebildim ancak. O, ne sormak istediğimi anlamıştı. Yine de onun yerine iri adam cevap verdi. Türkçe konuşuyordu bu defa.
“O sadece daha iyi bir yaşamı tercih etti. Bunu, kişisel algılama!”
Gülüyordu. Biriyle belki mümkündü ancak aynı cüsseye sahip bu iki adamla baş edebileceğimi sanmıyordum. Kapının dışında, onlarca adam vardı. Simon satın alınabilirdi belki ama onların en azından büyük bir kısmı, sadık kalmayı tercih edecek kadar vazgeçmişlerdi normal yaşamdan. Bağırdım. “Çocuklar! Gelin buraya!” Karşımdaki iki adam da gülümseyerek bana baktılar. Bir müddet bekledim. Fakat Simon ve öteki adam o kadar şeytani bir gülümseme ile bakıyorlardı ki bana, kimsenin gelmeyeceğini anlamam çok uzun sürmedi. “Sizce bu pansiyona, son zamanlarda çok fazla insan gelmedi mi?” dedi iri adam. Yine Türkçe. “Adamlarınızdan sağ kalan olduysa gelir ancak buna çok fazla umut bağlamamanızı istiyorum Aras Bey. Buyurun oturun. Yalnızca konuşmak için geldim.” Dediğini yapmaktan başka bir çıkar yol yoktu. Kısa bir vakit sonra pencerenin dibinde, karşılıklı duran iki sandalyeye oturmuş konuşmaya başlamıştık.
“Ben Yavuz Kaya. Elçilikle görevliyim. Babanızın ölümünden sonra, yeni elçinin güvenliğinden ben sorumlu oldum. Buraya bana inanan bir kaç arkadaşım ve satın aldığım yahut vaatlerde bulunduğum birkaç insanın yardımıyla girebildim. Uzun zamandır bu anı bekliyordum. Bu resmi bir operasyon değil. Çünkü ortaya attığım teoriye bir kaç kişi dışında kimse inanmadı.”
Sakin kalmam gerekiyordu. Ağzımdan çıkacak herhangi bir laf, kendimi bütünüyle yok etmek demekti. Gerçi her şey ayan beyan ortadaydı. Bu saatten sonra bu adamın hakkımda sahip olduğu görüşü değiştirmenin bir yolu yoktu. Ancak en iyi yalan da bir takım itirafların içine yedirildiği yalanlardı, bunu biliyordum. Tek yapmam gereken sakin kalmak ve olabildiğince mağdur rolü oynamaktı.
“Elçinin kayıp oğlunu buldunuz. Bu sizin için Avrupa bileti bile olabilir. Ne duruyorsunuz, kullansanıza!”
Güldü, söylediklerime inanmadığını belli etmek istercesine başını öne eğdi ve sallamaya başladı. Benimle dalga geçiyordu ancak ne yapıp edip, sonunda onu dalga geçilecek konuma getirmem ya da hiç değilse kendimi bu konumdan kurtarmam gerekiyordu. Kısa bir müddet sonra başını yerden kaldırdı ve kahverengi gözlerini, gözlerime dikti. Bu anda son derece ciddiydi.
“Hadi ama! Kayıp olmadığınızı ikimiz de biliyoruz. Bu adamlar sizi burada zorla mı tutuyorlar? Demin onlara beni öldürmeleri için emir bile verdiniz. Benim teorim bundan daha farklı ve eminim ki, söyleyeceğim her şey size, hafızanızdan kopup gelmiş gibi görünecek.”
“Neymiş o teori?”
“Anlatayım o vakit! Babanızın ölümünde sizin parmağınızın olduğunuzu düşünüyorum. Şayet onu öldüren çete sizi de yakalamış olsaydı, sizi de gövde gösterisi için kullanabilir yahut öldürebilirlerdi. Babanızın ölüm anında ortadan kaybolmanız kaçırıldığınıza yahut kaybolduğunuza işaret olarak gösterildi. Ancak ben böyle düşünmüyorum. Bir büyükelçiyi ancak kendisine çok yakın biri bu kadar savunmasız yakalatabilirdi. Güzel gidiyorum değil mi?”
Ayağa kalktı. Odayı amaçsızca dolaşmaya başladı. Ara sıra, ani hareketlerle bana dönüyor ve teorisini kuvvetlendirmekten keyif alıyor görünüyordu. Esasında bu yanlış bir teori değildi. Aksine, gerçeği eksiksiz bir biçimde ortaya koyuyordu.
“Ne yazık ki hiç kimse bu teorime aldırış etmedi. Herkes, bir kanıt bekledi benden. Takdir edersiniz ki sizi bulmadan bunu kanıtlamam olanaksızdı. Kimse inanmadı bana. Neden biliyor musunuz? Anlattıklarımı inandırıcı bulmuyor değillerdi. Ancak hiç kimse bunu inandırıcı bulduğunu itiraf etmeye cesaret edemiyordu. Kendilerinden korkuyorlardı, doğru bildiklerini bir tarafa atmak zorunda kalmaktan. Size toz konduramıyorlardı anlayacağınız. Bugün buraya gelmekle her şeyi ispatlamış oldum. Yalnızca kendime ve yanımdaki bir kaç dostuma. Yeni bir kimliğe sahip olduğunuzu görmek beni hiç şaşırtmadı. Jean’dı değil mi?(İğrenç bir kahkaha kopardı.) Evet, bu tam olarak gösteriyor ki çete, size istedikleri şey karşılığında yeni bir kimlik vermeyi kabul etmiş. Buralarda bu işi yapabildiklerini herkes biliyor. Merak ettiğim tek bir şey var. Bunu neden yaptınız? Babanızla aranızın çok iyi olduğu da söyleniyordu. Bunu yapmanızın sebebi nedir?”
Hala soğukkanlı kalmaya çalışıyordum fakat bunu becerebildiğim söylenemezdi. Her yanım ateş içindeydi. Özellikle suratım, yanıyordu. Bunu anlamamasını umuyordum ve elimden başka da bir iş gelmiyordu. “İlginç bir teori,” diyebildim ilk olarak. “Sizden öncekilerin babamı koruyamamasının faturasını bana kesmeyi tercih etmişsiniz. O günden sonra ne yaşadığımı bir tek ben bilirim. Bir başıma, bu adi yerde yaşama tutunmaya çalıştım. Kimse yüzüme bakmadı biliyor musunuz? Diyebilirsiniz ki; ‘Neden elçiliğe sığınmadınız?’ Bu yerinde bir soru olurdu. Cevabı çok basit. Aylarca esir hayatı yaşadım. Beni neden kullanmadıklarını bilmiyorum. Belki de istediklerine eriştikleri için. Ancak sonra kaçmayı başardım. Bana bu insanlar sahip çıktı. Kapıda, pansiyonun içinde ve şurada yatan insan.(Pierre’i gösterdim.) Ne yapabilirdim başka? Bu hayatı tercih ettim ben de.”
Söylediklerimde hiçbir doğruluk payı yoktu. İnanmamıştı zaten. Az evvelki şeytani gülümsemeyle karşılık verdi. Simon, yine ona eşlik ediyordu. Türkçe bilmemesine rağmen, köşeye sıkıştığımı anlamış olmalıydı o da.
“Simon’u unuttunuz. Bu çok komik. Fazlasıyla gerginsiniz. Oysa bu işlere girmiş bir insanın biraz olsun soğukkanlı olması gerekir. Merak etmeyin, eski dostunuzdan çok fazla şey öğrendim. Şunu da bilmenizi isterim. Buraya sizi tutuklamaya gelmedim. Şansınız var ki fazlasıyla kibirli bir insanımdır. Zekama güvenirim. Onun marifetini ispatlamak için de yapmayacağım şey yoktur. O denli kibirli bir insanım ki, zekamın marifetini kendimden başka bir insana ispatlamaya lüzum duymam. Sizi tutuklamam mümkün değil. Çünkü bir nevi yasadışı bir operasyon bu. Bu kadar insanın ölümünü yalnızca çatışmayla da açıklayamam zaten. Dediğim gibi, sizin gibi bir sıçanı tutuklamak niyetinde değilim. Sizi öldürmek niyetinde de değilim. Buradan, teorime dair delilleri ve elbette en mühim şahidim Simon’u da alarak ayrılacağım. Niyetim, sizi ölmekten ya da tutuklanmaktan beter etmek. Bir daha isteseniz de Türkiye’ye dönemeyeceksiniz. İnsanlar sizin adınızı iyi bir biçimde anmaya tenezzül dahi etmeyecek. Küfürlerle, beddualarla anılacaksınız. Nereye giderseniz gidin, sizi tanıyabilecek birinin, bir Türk vatandaşının sizinle karşılaşmasından korkarak gezineceksiniz. İster Jean olun, ister Pierre, isterseniz de başka bir bok. Daima linç edilme korkusuyla yaşayacaksınız. Ben de siz dahil hiçbir sıçanın benimle baş edemeyeceğini bilmenin keyfiyle yaşayacağım.”
Simon’u da yanına alıp kapıdan çıkmaya koyuldu. O sırada, her şeyini yitirmiş ve kaybedecek bir şeyi kalmamış bir insanın özgüveniyle, olup biteni kısaca anlatmak ihtiyacı hissettim.
“Sıkılmıştım. Tek sebebi buydu.”
Geri dönüp, yüzüme baktı. Hızlı bir biçimde üzerime doğru geldi. Beni öldüreceğini düşündüm. Ancak bunu yapmadı. Bacağıma bir tekme attı. Yere düştüm. Ardından kolumu kaptı ve kaptığı gibi kırdı. Acılar içinde kıvrandım ve elimde olmadan avazım çıktığı kadar bağırdım. Her şey bittiğinde, elimde yalnızca; kırık bir kol, yok yere kirlettiğim bir kimlik ve bundan sonra bana huzur vermek adına hiçbir işe yaramayacak yeni bir yaşam kalmıştı.