Başkomiser Ahmet cesedin yanına çömelmiş, karnındaki kurşun deliğine baktı. Maktul, pek de uzun sayılmayan karanlık koridorun tam karşısında upuzun yatıyordu.
Ayağa kalktı. Başını çevirip etrafa bakındı. Evde bir boğuşma, bir kavga izi görünmüyordu. Dış kapıda da hiç bir zorlama yoktu. Sebebi neydi bu cinayetin? Kafasında dönen sorulara hâkim olamıyordu.
Feride’nin sesiyle kendine geldi.
“Başkomiserim, geciktim, özür dilerim. Sokağın başındaki kavşakta bir kaza olmuş. Yol ana baba günüydü.”
Başkomiser, “Merhaba Feride,” dedi. “Göreve başladığın ilk gün, seni ayaklarımın ucunda bir cesetle karşılamak istemezdim. Ama elden ne gelir?”
Onun tekrar sağlığına kavuştuğunu görmekten mutlu olmuştu
Feride bundan iki ay önce, ‘Temizlikçi’ lâkaplı bir seri katilin eline düşmüş ve belki de hayatı boyunca unutamayacağı korkularla yüzleşmişti. Olaydan sonra gözlerini hastanede açtığında, hem bedenen hem de ruhen ağır yaralar almıştı. Yediği darbeler sonucu sol gözünü kaybetme tehlikesiyle karşılaşmış, burnu ve kaburga kemikleri kırılmış, el bileği çatlamış ve ağır bir iç kanama geçirmişti. Hastanede haftalar süren tedaviler sonucu bedenen ona acı veren bir şey kalmamış fakat psikolojik olarak âdeta çökmüştü. Evine geri döndüğünde bu ruh halini kızına yansıtmamak için psikolojik yardım almaya başlamıştı. Büyük ölçüde ruhi bunalımını da atlattığını düşünerek, iki aydır uzak kaldığı mesleğine geri dönmüştü.
“Durum nedir Başkomiserim?”
“Durum ortada Feride. Karnından tek kurşunla vurulmuş. Olay sabahın çok erken saatlerinde olmuş olmalı. Muhtemelen kapıyı katile kendisi açmış. Beklediği bir saldırı değilmiş belli ki,”
“Peki, cesedi kim bulmuş?
“Kapıcı Hüsamettin Efendi bulmuş cesedi. Kurban, yani Sadık Efeli, yılın bazı zamanlarını bu apartmandaki dairesinde geçirirmiş. Kapıcı, maktulün burada olduğu zamanlarda, her sabah ona bir ekmek ve bir gazete getirirmiş. Her sabah kapıyı Sadık Bey’in kendisine verdiği anahtarla açar, getirdiklerini içeriye koyar, kahvaltısını hazır edip onu uyandırırmış. Bu iş için Sadık Bey ona yüklü bir maaş verirmiş. Bu sabah kapıyı açtığında bir tuhaflık fark etmiş. Koridor zindan gibi karanlıkmış. Oysa Sadık Bey koridora açılan beş kapıyı da açık bırakıp uyurmuş. Kapıların hepsi birden kapalı olunca, koridor burnunun ucunu bile göremeyecek kadar karanlık olurmuş. İçeri girerken önünü görebilmek için holün lambasını açmış, işte o sırada görmüş cesedi. Sonra da hemen polise haber vermiş.”
Başkomiserin sözü daha yeni bitmişti ki, dış kapıdan genç bir polis memuru girdi içeri.
“Apartman sakinleriyle görüştüm Başkomiserim. Başka bir emrimiz var mı?”
Başkomiser tanıştırdı.
“Feride, bu Selim. Senin yokluğunda onu ekibe dâhil ettik. Bir süre bizimle çalışacak,”
Selim henüz çok genç, mesleğinde çok toydu. Fakat Feride onun gözlerindeki azmi ve isteği ilk bakışta görmüştü. Elini Selim’e doğru uzatıp “Aramıza hoş geldin Selim. Seninle çok iyi işler yapacağımıza eminim,” dedikten sonra Başkomisere dönerek “Kapıları katil kapatmış olabilir Başkomiserim,” diye fikrini açıkladı. “Belki tek tek odalara girmiş ve bir şey aramıştır. Ya da, sadece böyle düşünmemizi istemiş de olabilir. Ama bunun sadece bir hırsızlık olduğunu düşünmemizi istese, evi böyle derli toplu bırakıp gitmez, giderken de şu portmantonun üzerinde duran cüzdanı bırakmazdı herhalde.”
Beş katlı apartmanın her katında üç daire vardı. Sadık Efeli, apartmanın ikinci katındaki dairelerden birinde oturuyordu. Apartman sakinleri hiç bir şey görmediklerini ve özellikle de silah sesi duymadıklarını, zaten sabahın o saatinde yataklarında uyuyor olduklarını söylemişlerdi. Hepsi de Sadık Bey’i tanıyorlardı ama onunla samimi olan, sadece Hüsamettin Efendi ve karısıydı. Başkomisere göre, bu durumda kapıcı bir numaralı şüpheliydi.
Sadık Efeli, altmışına yakın ama yaşından oldukça genç gösteren, uzun boylu, yapılı bir adamdı. Şehrin en büyük üniversitelerinden birinde tarih profesörüydü. Bu daireden başka, yılın büyük bir bölümünü geçirdiği, üç katlı villasının bulunduğu mahalle zengin bir muhitteydi. Karısı bundan yıllar önce ölmüştü; tek oğlu da çok uzun yıllardır Londra’da yaşıyordu. Kapıcı Hüsamettin Efendi, Sadık Bey’in oğlunu hiç görmemişti. Oysa yıllardır Sadık’ı tanır ve hizmetini yapardı. Baba ile oğulun arasında bir anlaşmazlık olabileceğinden şüphe etmiş, birkaç kez bunu Sadık Bey’e sormaya yeltenmiş ama cevap alamamıştı.
Başkomiser, kapıcıda Sadık Efeli’nin oğlunun telefon numarası olduğunu öğrenince, onu arayıp kötü haberi vermesini söyledi. Kapıcı için zor bir görev olacaktı bu.
Ertesi gün ilk iş olarak Sadık Efeli’yi çalıştığı üniversitede araştırmak üzere yola koyuldular. Henüz ellerinde kayda değer bir bilgi yoktu ama Feride üniversitede yapacakları araştırmadan oldukça ümitliydi. Selim’e göre, böyle saygın birinden, hem de bir profesörden kim ne isterdi ki? Belki de maddi durumunun iyi olduğunu bilen biri para koparmak için evine gelmiş, vermeyince de onu öldürmüştü. Feride böyle olduğunu düşünmüyordu. Bu işin içinde sadece basit bir para işi olamazdı. Sezgileri ona bu cinayetin ardında daha önemli şeyler olabileceğini söylüyordu.
Üniversiteye girdiklerinde Dekan’ı bulmak o kadar da zor olmadı. Sadık Efeli’nin bir cinayete kurban gittiğini öğrenmek sadece Dekan Bey’i değil, sorguladıkları tüm öğretim görevlilerini çok şaşırttı ve üzdü.
Sırada öğrencilerle görüşmek vardı. Bu konuda onlara en iyi yardımı Sadık Efeli’nin asistanının yapabileceğini söyleyen Dekan, onları Sadık Bey’in odasına götürmesi için sekreterini görevlendirdi.
Asistan Figen Gülpınar; esmer, kısa boylu, ufak tefek bir kızdı. Feride kızı görünce onun bir asistan değil de üniversiteye yeni kayıt yaptırmış bir öğrenci olduğunu düşündü. Telaşından, sekreterin onu konu hakkında bilgilendirdiği anlaşılıyordu. Kapıdakileri içeri buyur edip oturmaları için yer gösterdi.
“Kulaklarıma inanamadım duyunca. Ne olmuş, lütfen söyler misiniz? Nasıl olmuş?”
Kızın sorusunu Feride yanıtladı. “Dün sabah Sadık Efeli’yi evinde vurulmuş olarak bulduk. Katil belli değil. Buraya Sadık Bey hakkında bilgi almaya geldik.”
Kızın yüzünün küçüklüğüyle tezat oluşturan kocaman kara gözleri, daha da büyüyerek açıldı.
“Vurulmuş mu?” Ağlamaya başladı. “Ama nasıl olur, hocamın canına neden kıymış olabilirler? Bir türlü anlayamıyorum,” Titreyen elleriyle gözyaşlarını sildi. “Ne öğrenmek istiyorsanız sorun. Hocama bunu yapanı bulmanızda size her türlü yardıma hazırım.”
Başkomiser, Figen’e, Sadık’ı ne zamandan beri tanıdığını sordu.
“Neredeyse beş yıldır kendisini tanırım. Tarih bölümünde okudum. Kendisi benim profesörümdü. Son bir yıldır yüksek lisansımı yaptığım sırada, hocamın asistanlığını yapıyorum. Yeni adıyla araştırma görevlisiyim. Hocamın bütün derslerine girer, bütün öğrencilerini tanırım. İşlediği tüm konularla alakalı her türlü materyali ben bulur, ders planını hazırlarım. Bana çok güvenir. Şey yani… Güvenirdi.” Ağlamaktan çatallaşmış sesiyle.
“Peki, Sadık Efelinin bir düşmanı ya da anlaşmazlık yaşadığı biri var mıydı? Sen böyle bir şeye şahit oldun mu?” diye sordu Feride.
“Hayır, hiç düşmanı varmış gibi gelmedi bana. Sabah erkenden buraya gelir, akşama kadar üniversitede olurdu. Hiç anlaşmazlık yaşadığı birinden bahsetmedi. Öğrencileriyle bile öyle kayda değer anlaşmazlıklarına şahit olmadım.” İçini çekerek devam etti. “Çok iyi bir insandı hocam. Öğrencilerinin dertleriyle bile özel olarak ilgilenirdi. Geçen hafta sınıfından bir kız öğrenci, annesinin sinir ilaçlarını içerek intihar etmiş. Ailesiyle yakından ilgilendi. Acılarına ortak oldu. Bütün öğrenciler, hepimiz çok üzülmüştük. Bir gün derste, canına kıyan Gülcan için uzun bir konuşma yaptı. Görmeliydiniz, gözyaşlarına hâkim olmak için çok uğraştı.”
Başkomiser, Figen’e, Gülcan’ın intiharına neyin sebep olduğunu sorduğunda, Figen bu konu hakkında, ne ailesi ne de kendilerinin bir şey bildiklerini söyledi.
Bu arada Figen’in cep telefonu çaldı. Çantasına uzanıp telefonunu çıkarınca, Başkomiserden izin isteyip yanıtladı telefonu. Kapattıktan sonra açıklama gereği duydu. “Arayan nişanlımdı. On gün içinde düğünümüz olacak. İnanın koşturmaktan helâk olduk. Daha da yapılacak bir sürü iş var. Nişanlım bir ilaç firmasında kimya mühendisidir. Çok yoğun. O yüzden, bütün bu işler de bana kaldı…Buyrun, devam edebiliriz.”
Feride “Sadık Bey’in bir oğlu olduğunu duyduk. Sen tanıyor musun kendisini?” diye sordu.
Figen hayır anlamında başını salladı. “Hocam bir sefer ‘Çok hayırsız bir oğlum var. Ne arıyor, ne soruyor,’ diye bahsetmişti. Evin salonundaki resminden tanıyorum sadece oğlunu.”
Daha sonra Figen onları Sadık Efeli’nin birkaç öğrencisinin yanına götürdü. Haber okulda sandıklarından da hızlı yayılmıştı anlaşılan. Yanlarına geldiklerinde öğrenciler, uğultulu bir sesle Sadık Hoca’nın cinayeti hakkında konuşuyorlardı. Hepsi çok üzgün ve şaşkındılar. İnanmakta zorlanıyorlardı bu olaya.
Bütün öğrencileri dinledikten sonra, tam oradan ayrılacaklarken, Selim öğrencilere dönüp “Geçen hafta bir arkadaşınız canına kıymış. Başınız sağ olsun çocuklar,” dedi.
“Sağolun efendim. Gerçekten çok severdik hepimiz Gülcan’ı. Çok üzüldük duyunca. Hiç aklıma gelmezdi intihar edeceği. Oysa neşeli de bir kızdı,” dedi daha sonra adının Emre olduğunu söyleyen genç.
“Nasıl bir öğrenciydi Gülcan? Yani dersleri nasıldı?” diye sordu Selim.
Bu defa adının Sinem olduğunu söyleyen bir kız söz aldı. “Aslında çok zorlanıyordu. Hem maddi açıdan zor durumdaydı, hem de derslere de ayak uyduramıyordu.”
“Sadık hocanın dersinde de kötü müydü?”
Sinem yüzünü buruşturdu. “Özellikle de Sadık hocanın dersinde kötüydü. Her dersten sonra, ‘Başaramayacağım ben bu okulu. Hiç hayal ettiğim gibi olmuyor. Derslerden hiç bir şey anlamıyorum,’ derdi. Bundan bir kaç ay önce Sadık Hoca ders anlatırken, Gülcan’a bir soru sordu. Gülcan soruyu cevaplayamadı. Hoca, ‘Sen zor geçersin kızım benim dersimden. Bu kafayla sen hiçbir dersten geçemezsin,’ demişti. Çok ağlamıştı Gülcan o gün. Ama bir sonraki derste Sadık Hoca elinde kalın bir kitapla yanına gelip, ‘Al bakalım, bu kitap sana biraz yardımcı olacaktır. Senin benim dersimden kalmana gönlüm razı olmaz,’ deyince sevinçten havalara uçmuştu Gülcan. Dersleri de düzeldi aslında sonra.”
Emre yanında duran diğer çocuğun koluna dirseğiyle dokunup, sanki ona söylüyormuş gibi, “Ama dersleri düzeldikçe o daha çok içine kapanmıştı. Öyle değil mi Mert? Seninle bunu konuşmuştuk bile. Ne oluyor bu kıza böyle, mutlu olması gerekirken surat asıyor demiştik. Hatırladın mı?” dedi.
Mert, Emre’nin sözlerini onayladı. “Aynen öyle. O durgunluğunun sonucunda intihar edebileceğini hiç birimiz anlayamadık. En yakın kız arkadaşları bile sezmemişler niyetini.”
Sinemin yanındaki kız atıldı hemen. “Oysa her şeyi paylaşırdık. Gülcan da bir sıkıntısı olduğunda hemen bize açılırdı. Ama dediğim gibi son bir kaç aydır çok başka biri olmuştu. Mahallesinde bir sevgilisi vardı. Ondan ayrıldı sandık biz önce. Sorduk ama ayrılmadıklarını söyledi. Bir derdi olmadığını söyledi. ‘Hayat gailesi,’ deyip geçiştirdi. İşte en sonunda da hiç ummadığımız şeyi yaptı. Canına kıydı.”
Selim, gerçekten de çok üzülmüşe benziyordu bu genç kızın intiharına. Başkomiser Ahmet ve Feride hiç karışmadan kenardan dinlemişlerdi Selim’in sorularını. Ama Başkomiser, buraya Sadık’ın cinayetini soruşturmak için geldiklerini neredeyse unutan Selim’e başıyla, ‘Tamam’ işareti yaparak, konuya son noktayı koydu.
Merkeze giderken arabadaki sessizliği Feride bozdu. Öndeki yolcu koltuğunda oturan Selim’e, “Selim, bu genç kızın intiharı seni sarstı biraz galiba. Baksana çok durgunlaştın,” dedi.
Selim içini çekti. “Evet Komiserim, çok üzüldüm doğrusu. Gencecik bir insan neden canına kıyar ki? Bundan yıllar önce, ben daha çok küçük bir çocukken, o zamanlar yirmi yaşında olan halam da böyle canına kıymıştı. Herkes perişan olmuştu. Babaannem bu acıya dayanamamış, birkaç ay içinde o da üzüntüden ölmüştü. Ben daha çok küçüktüm ama o küçük halimle bile her şeyin farkındaydım. Halamın sevdiği delikanlı başka bir kızla evlenmiş. Bunu duyan halam da sevdiği olmadan yaşayamayacağını düşünmüş olmalı. Zaten çocukluğundan beri melankolik, duygusal birisiymiş. Bu da onun sonu oldu. Belki de bu yüzden sarsıldım bu kadar.”
***
Feride eve geldiğinde kapıyı ona annesi açtı. Aslında annesi, babası öldüğünden beri, ağabeyi ve yengesiyle yaşıyordu. Feride kocası Celal’den boşandıktan sonra, annesini yanına almak istemiş fakat yengesi yeni doğum yaptığı için sesini çıkarmamış,daha sonra da yaşlı annesinin rahatını bozmaya gönlü razı olmamıştı. Ama başına gelen son olaydan sonra, annesi onu ve torununu bir an olsun yalnız bırakmamıştı.
Hep birlikte huzurlu bir akşam yemeği yediler. Feride, kızı ve annesiyle yaptığı sohbetden sonra, onlar odalarına çekilince, o da kendini televizyonun karşısındaki kanepeye attı. Parmakları televizyon kumandasının tuşlarına bassa da aklı televizyondan çok cinayet soruşturmasındaydı. Sonra Selim’in Gülcan’ın intiharından neden bu kadar etkilendiğini hatırlayınca, bir kez daha üzüldü. Hem zavallı kıza hem de Selim’e. Bu düşüncelerle televizyonun karşısında bir kaç saat daha oyalandıktan sonra, yatmaya karar verdi. Tam yatak odasına doğru giderken kapının zili çaldı. Gecenin bu saatinde kim gelirdi ki? Acaba ağabeyi miydi?
Kapının önüne gelip, “Kim o?” diye sordu.
“Ben Celal,” dedi kapının ardındaki ses.
Celal, eski kocası. Neredeyse dört senedir değil yüzünü görmek, sesini bile duymadığı Celal. Kendisini ve kızını bir başka kadın için terkedip giden Celal. Şimdi burada ne arıyordu?
“Ne istiyorsun bu saatte?” diye sordu Feride kapıyı açmadan.
“Lütfen Feride, konuşmamız gerek. Aç kapıyı.”
Feride mecburen kapıyı açtı ve karşısında gördüğü adamın Celal olduğuna bir süre inanamadı. Eski kocasının dört sene önceki halinden eser kalmamıştı. Saçı başı darmadağınık, gözlerinin altı çökmüş, kirli sakalları beyazlamaya yüz tutmuştu. Üzerindeki kıyafetse özensiz ve kirliydi. Üstelik nefesindeki içki kokusu uzaktan bile fark ediliyordu.
“Ne var Celal? Gecenin bu saatinde neden geldin? Dört yıl sonra, ‘Kızımı görmeye geldim,’ demezsin herhalde.”
“Büyümüştür Hayal. Kimbilir ne güzel bir kız olmuştur. Tıpkı annesi gibi “Derdin ne Celal? Söyle artık!”
“İçeri girebilir miyim?”
Feride giremezsin, der gibi elini kapının pervazına dayadı. Celal, buyur edilmeyeceğini anladığı evin kapısında hemen konuya girdi.
“Paraya ihtiyacım var. Çok acil. Bir hafta içinde bu parayı yerine yetiştiremezsem, beni öldürecekler. Sen onları bilmezsin. Dediklerini yaparlar. Borcumu ödemezsem beni gebertirler. Kızının babasız kalmasını istemezsin herhalde.”
Feride bu hadsiz adamla evlendiği güne bir kez daha lanet etti içinden
“Âşık olduğun kadından iste. O verir sana. Sonuçta seni çok seviyor. Sen söylemiştin, hatırladın mı?”
“Aah hadi Feride, şimdi kıskançlık yapmanın sırası değil. Çok zor durumdayım ve senden başka da bana yardım edebilecek hiç kimse yok. Bana elli bin lira verebilir misin?”
Bu sözleri bardağı taşıran son damla oldu.
Feride, “Git başımdan Celal. O kadar para bende ne gezer,” deyip kapıyı kapatacakken, kapının aralığından bir silah uzattı Celal.
“Gir içeri! Hadi! Gir ve sesini çıkarma.”
Feride çok şaşkındı. Bu adamdan çok şey beklerdi ama kendisine silah çekebileceğini hiç aklına getirmemişti.
Celal onu içeriye doğru itti. “Bana bak! Dalga geçmiyorum ben burada. Sana, para lazım diyorum. Canımdan mı olayım be kadın? Sende para var, biliyorum. Babandan kalan tarlayı sattığınızı ve parasını ağabeyinle bölüştüğünüzü de biliyorum.”
“O halde o parayı kızımın eğitimi için sakladığımı da biliyorsundur,” dedi Feride. Ama onun ne kızını, ne de kızının geleceğini dert ettiğini de sanmıyordu.
Celal silahı Feride’nin başına dayadı ve isteğini tekrarladı. Bu sefer ağlamaklı bir tavır takınmıştı. Durmadan, “Öldürecekler beni be kadın. Hiç mi sevmedin beni? Ben senin kızının babasıyım. Öleyim mi yani?” diyordu.
“Öl,” dedi Feride. “İster öl, istersen de şuracıkta beni öldür, umurumda değil. Senden korkmuyorum. Bu saçmalığa derhal bir son ver. Şimdi, çek şu silahını başımdan ve defol git buradan.”
Celal tehditine daha fazla devam edemeyeceğinden mi, yoksa umudunu kestiğinden mi bilinmez, silahını indirdi. Başını ellerinin arasına alıp çömeldiği yerde ağlamaya başaldı. Zorla yaptıramadığı şeyi, duygu sömürüsüyle yapmak niyetindeydi.
“Büyük para kaldıracaktım bu son oyunda. Elimdeki, avucumdakini buraya döktüm. Önce kazandım ama sonra birer birer kaybettim kazandıklarımı. Nasıl oldu anlamadım, elli bin lira borçlandım içeri. Adamlar bırakırlar mı parasını? Birkaç aydır, öyle böyle oyaladım. Ama geçen gün yakaladılar beni. Eşek sudan gelinceye kadar dövdüler. İki hafta mühlet verdiler. Ödemezsen seni bu sefer öldürürüz dediler. Bir haftadır sormadığım kapı kalmadı. Sonra ağabeyinin bacanağını gördüm yolda. Havadan sudan konuşurken babandan kalan tarlanın nihayet yıllar sonra satıldığını ve parasını bölüştüğünüzü söyledi. Tek umudum sendeydi. Ben ne yapacağım şimdi?”
Feride zamanında hiç sevmediği halde, babasının zoruyla evlendiği Celal’in bu perişan haline acımıyordu ama kızının babası olması elini kolunu bağlıyordu.
“Bak Celal, sen bizi terkedip gittin. Arkana bile bakmadın. Ben de kızın da umurunda bile olmadık. Neler çektik, neler yaşadık, hiç bilmiyorsun bile. Polisim ben. Canım namlunun ucunda yaşıyorum. Daha iki ay önce ölümden döndüm. Ama o anda bile, ‘Kızımın bir babası var gözüm arkada kalmaz,’ diyemedim. Çünkü kızımın bir babası yok Celal. Hiç olmadı. Sen şimdi kalkmış, benden kızımın geleceğini senin avuçlarına vermemi istiyorsun. Üstelik de adi bir kumar borcu için. Yapma böyle Celal. Bak daha yeni iyileştim. İki gün oldu daha, göreve geri döneli. Döner dönmez de bir cinayet vakasıyla karşılaştım. Zaten kafam kazan gibi , bir de sen dert olma başıma. Çık git lütfen.”
Celal oturduğu yerde sırtı duvara dayalı, Feride’ye baktı. Ondan para kopartamayacağını anlamış gibi görünüyordu.
“İşler yoğun ha? Sen zaten eskiden beri çok iyi bir polistin. Komiser olmuşsun. Suçlular cezalarını bulur artık…Hatırlıyor musun? Sen daha yeni polis olmuştun. Amirin seni ilk kez sahaya çıkarmıştı. O zamanlar, eve geldiğinde heyecanla anlatırdın suçluları nasıl kovaladığınızı. Ben o zaman da hiç dinlemezdim. Sen de anlatmaz oldun sonraları zaten. Anlamıştın ilgisizliğimi. Yine anlatsana Feride! Eski günlerdeki gibi. Şimdi kimi kovalıyorsun?”
Feride gecenin bu saatinde Celal’e kimi kovaladığını anlatmayı düşünmüyordu.
“Hadi Celal, bırak şimdi bunları. Annem ya da Hayal uyanmadan git buradan,” dedi.
Celal ısrarla yalvarınca Feride yere, Celal’in yanına oturdu ve anlatmaya başladı.
“Dün sabah evinde bir kurşunla öldürülmüş bir üniversite hocası profesör bulduk ve elimizde katile dair hiç bir kanıt yok. Bu kadar bilgi yeter mi?”
“Vay bee! Profesör ha. Kimmiş bu profesör?” diye sordu Celal.
“Sadık Efeli, “ dedi Feride, bitkin ve bezgin bir sesle.
Sadık Efeli ismini duyan Celal, altları çukurlaşmış, mor halkaların çemberlediği gözlerini kıstı ve “Sadık Efeli mi? İyi de.. ben tanıyorum bu adamı. Benim gittiğim kumarhanede kumar oynar. Her cumartesi gecesi oradadır. Benim kumar oynadığım ev kodamanlardan geçilmez zaten. Sözde kumar yasak. Kim demiş onu? Bir görsen kimler var? Aklın şaşar.”
Feride bu tesadüfe öyle şaşmıştı ki, bir süre öylece bakakaldı. “Ne yani?” dedi bir süre sonra. “Bizim profesör kumarbaz mı çıktı şimdi?”
“Valla ben bilmem o kadarını. Her hafta gelir oynar. Bazen kazanır, bazen de kaybeder. Ama çoğunlukla kaybeder…”
Celal’in sözünü kesti Feride.“Bildiğim kadarıyla profesörün maddi durumu iyi. Yani kaybetse bile, onun alnına silah dayamalarına gerek kalmazdı herhalde.”
Birden kafasında sanki bir şimşek çaktı. Neden olmasın? Belki profesör, zannettikleri kadar paralı değildi. Ya da kumar illeti tüm parasını alıp götürdü. Bu adamlara borçlandı ve ödeyemeyeceğini anladıklarında onu çekip vurdular. Sonuçta Celal abartmıyorsa, ödemezse onu da öldüreceklerini söylememişler miydi?
Feride, Celal’in bu gece, evine gelmesine şimdi çok memnundu. Celal farkında olmadan belki de cinayet soruşturmasına bir ışık tutmuştu. Bu konuyu mutlaka araştıracaktı ama önce Celal’i artık gitmesi için ikna etmesi gerekti.
***
Feride gecenin yarısı amirini rahatsız etmekten çekindiği için,Celal’den öğrendiği şaşırtıcı bilgiyi paylaşma işini sabaha bıraktı. Sabah kahvaltı bile etmeden çıktı evden. Soluğu doğruca Başkomiserin odasında aldı. Kapıyı tıklatıp içeri girdiğinde, Başkomiser sabah kahvesini yudumluyordu.
“Günaydın Başkomiserim, afiyet olsun.”
Feride’ye oturmasını işaret etti Başkomiser. Feride hemen söze girdi.
“Sadık Efeli hakkında müthiş birşey öğrendim Başkomiserim. Duyunca kulaklarınıza inanamayacaksınız. Bizim profesör, şu kaçak kumar oynatılan evlerden birinin müdavimiymiş.”
Başkomiser Ahmet çok şaşırdı. “Öyle mi? Sen nereden öğrendin bunu?”
Feride gece yaşadıklarının tamamını anlatmayı düşünmüyordu. “Eski eşim Celal’den size daha önce bahsetmiştim. Gece evime geldi. Çok kumar borcu olduğundan ve ödemezse onu öldüreceklerinden bahsetti. Sanırım önce sıkı bir dayak yemiş onlardan. Sonra da ölüm tehditi almış. Çaresizce anlattı durdu işte. Sonra söz arasında ben Sadık Efeli’den bahsettim kısaca. O da Sadık’ı kumar evinden tanıdığını söyledi. Anlayacağınız Başkomiserim, bizim profesör eli silahlı adamların mekanında kumar oynuyormuş.”
“Bu çok büyük bir gelişme Feride. Bu adamlarla mutlaka görüşmeliyiz. Aradığımız katil, onlardan biri olabilir. Şimdi, Selim’i bul ve kapıcı Hüsamettin ile karısını merkeze getirmesini söyle. Bu kumar olayından haberi vardır muhakkak. Sen de şu kumarhanenin adresini öğren.”
Selim’in apar topar evinden alıp getirdiği Hüsamettin Efendi ve karısı polis merkezinin koridorunda meraklı ve ürkek gözlerle sağa sola bakınıyorlardı. Başkomiser onları Sadık’ın cesedini buldukları gün zaten sorgulamıştı. Neden tekrar sorgulanacaklarına aklı ermiyordu Hüsamettin Efendi’nin.
Başkomiser Ahmet, belli belirsiz kapısının tıklatıldığını duydu. Ardından titrek titrek açılan kapıdan Hüsamettin girdi içeri.
“Gel bakalım Hüsamettin Efendi. Otur şöyle.”
“Aman beyim! Ne haddime?” der gibi bir bakış attı kapıcı. Başkomiser teklifini yineleyince koltuğun kenarına ilişiverdi.
“Çok meraklandım Amirim, bir gelişme mi var? Buldunuz mu yoksa Sadık beyimin katilini?” dedi.
“Yok Hüsamettin Efendi. Henüz bulamadık. Ama sen bize yardımcı olursan, buluruz belki.”
Hüsamettin Efendi buraya sadece yardım için getirildiğini sanınca, üzerine bir rahatlık geldi.
“Söyle bakalım Hüsamettin Efendi, Sadık Efeli’yi kaç yıldır tanıyorsun?”
Başkomisere şaşkınlıkla baktı kapıcı. Bu sorunun cevabını daha o gün vermişti zaten.
“On yıl olacak neredeyse Amirim,” diye cevap verdi yine de.
“Şimdi soracağım soruya doğru cevap vereceksin. Bu on yıl içinde, Sadık Bey’in kumar oynadığına şahit oldun mu? Ya da duydun mu böyle bir şey?”
Başkomiser sorusunu sorarken bir yandan da kapıcının hareketlerini inceliyordu. Sonuçta katil belki kumar evinden biriydi ama pekâlâ kapıcı da olabilirdi.
“Görmedim ben Amirim, valla görmedim,” dediği anda anladı kapıcının yalan söylediğini. Gözünü korkutma vakti gelmişti öyleyse.
“Pekâlâ, madem görmedin, o zaman söyle bakalım, neden öldürdün Sadık Efeli’yi?”
Kapıcının kaytan bıyıkları titredi. Dudakları büzülmekle yayılmak arasında kararsız kaldı. Gözlerinde hem şaşkınlık, hem de korku aynı anda görülebiliyordu.
Hüsamettin Efendi elinin tersiyle başında biriken terleri sildi.
“Aman Amirim. O nasıl söz? Ben kimseyi öldürmedim. Ne diye yapayım böyle bir şey? Sadık Bey’i severdim ben. Çok iyi adamdı. Eli boldu. Koca apartmanda benim karıya evlerini temizletirler, önüne sadaka olmayacak parayı atıverirler. Ama Sadık Bey her ay tıkır tıkır maaş sayardı benimkine, evini temizliyor diye. Hem öyle az para da değil hani. Ötekilerin verdiğinin üç katından fazla. Beni de hep ihya etmişti son gününe kadar. Ben onu ne diye öldüreyim? Etmeyin , eylemeyin.”
Kapıcı kıvama geliyordu.
“Öyleyse ilk sorumu tekrar ediyorum. Sadık kumar oynar mıydı?”
Başkomiser daha sorusunu yeni bitirmişti ki, Hüsamettin Efendi anında cevabı bastı.
“Tamam Amirim tamam. ‘Deme kimseye,’ diye yemin verdirdiydi Sadık Bey. Koskoca profesör, duyulursa diye korkuyordu belli ki. Demedim zaten ben de kimseye. Benim de haberim olmazdı da bir gün sabahın köründe iki adam dayandı kapıya. Üç dört sene oluyor. Ben de her sabah olduğu gibi yine oradaydım. Bir kapı çalışları vardı ki, kıracaklar sandım. Neyse, açtık kapıyı, ‘Buyur’ falan dinlemeden, daldılar içeri. Sadık Bey kahvaltı sofrasının başında gazetesini okuyor. Yapıştılar yakasına. ‘Bizim orada bedava kumar olmaz,’ dediler. ‘Bırakın yakamı beyler. Siz beni ne sandınız? Elbette ödeyeceğim borcumu. Ben size borçlanmazdım da o gece ne fazla nakit vardı yanımda ne de çeklerimi almışım. Oyunun tadına da doyum olmadı bir türlü. Hafta sonu gelince zaten verecektim sizden aldığım parayı,’ dedi Sadık Bey bunlara. Sakinlediler biraz. Sonra da, ‘Vermezsen olacaklardan biz sorumlu değiliz,’ dediler ve gittiler. İşte o gün öğrendim ben de. Çok tembihledi Sadık Bey, kimseye bahsetmek yok diye. Velinimetim ne de olsa, kızdırır mıyım onu? Sonra birkaç kez daha bahsetti, ‘Tadına doyum olmuyor şu kumarın,’ diye. Ayıplamadım desem yalan olur. Koskoca profesör. Ama işte, bol para adama neler yaptırıyor. Öncesini ben bilmem de, ondan sonra istisnasız her hafta sonu kumara gittiğine, aha şu iki gözümle şahit oldum.”
-DEVAMI GELECEK SAYIDA-