“Daha önce de söyledim size. Benim hiçbir şeyden haberim yok.”
“Bu görüntülerdeki kişinin sen olmadığını mı söylüyorsun?”
Demet gözlerini binanın güvenlik kameralarından alınmış görüntülere çevirdi. Ekranda kutuları taşıyan bantların önünde olduğu anlar vardı.
“Sen değil misin bu?”
“Evet benim… ama…”
Yorgun düşmüştü. Buraya nasıl ve neden geldiğini bilmiyordu. Gözlerini açtığında ellerinde plastik kelepçeler vardı. Bir sandalyede oturuyordu. Önündeki masadan kafasını kaldırınca karşısındaki adamın silüetini fark etmişti. Aslında ilk birkaç saniye boyunca onun beton duvarların ortasında yükselen bir kolon olup olmadığına karar verememişti. Böyle düşünmekte pek de haksız sayılmazdı; adamın boyu çok uzundu. Yüzünün hatlarını ise ancak susuz kalan gözlerini defalarca kırptıktan sonra görebilmişti. Onu tanımıyordu. Üzerine kusursuz oturan takım elbisesinin yakasındaki küçük iğneyi görünce zihninin uzak bir köşesinde adamın kim olduğuna dair cılız bir ışık belirmişti, ama Demet onu hızla söndürüp oradan uzaklaşmayı tercih etmişti. Saatlerdir aynı sorulara aynı cevapları veriyordu.
“Paketi neden çaldın? Onu kime verdin? Kim için çalışıyorsun?” Takım elbiseli adam odanın diğer tarafından yavaş adımlarla yanına yaklaşıp kalçasının yarısıyla masanın üzerine oturdu.
“Paketi çalmam için bir sebep yok. Olamaz da. Çünkü paketlerin içinde ne olduğunu bilmiyorum. Hiçbirimiz bilmiyoruz. Kurallar böyle. Hem… istesek de bunu öğrenemeyiz zaten. Siz de görüyorsunuz,” diyerek başıyla ekrandaki donmuş görüntüyü işaret etti. “Paketleri saklayan kutuların hepsi aynı boyutta, aynı şekilde; birbirlerinden hiç farkları yok. Ben sadece banttan geldikleri sıraya göre kutuların üzerine daha önceden belirlenip sıraya konmuş şifreleri yerleştiriyorum. Başka bir şey bilmiyorum.”
Adam elini masanın üzerine koyarak Demet’e doğru eğildikten sonra, “Hiç inandırıcı değilsin,” diye fısıldadı. Sonra hızla geri çekilip sandalyeye oturarak sakin bir ses tonuyla devam etti. “Bu binadan bir paket çalmak için onun içinde ne olduğunu bilmene gerek yok. Paketlerin içindekilerin paha biçilmez olduğunu biliyorsun. Bu bina ülkenin bütün bankalarında bulunan varlıklardan daha değerli şeyleri saklıyor içinde. En azından bunun farkındasın, öyle değil mi? Bu bilgiye sahip olmasan burada çalışamazdın.”
Demet kafasını sallamakla yetindi.
“O halde şimdi konuşmaya başla. Gel, bu işi birinci sorguda bitirelim.” Adam hafifçe öksürdükten sonra fısıldadı. “Sırrını biliyorum.” Kelimeleri ürkütücü bir şekilde, neredeyse heceleyerek söylemişti. Demet’i köşeye sıkıştırmaktan keyif aldığını gizlemiyordu. Bu cümleyi söylemek için bir süredir sabırsızlandığı her halinden belliydi. Odada bir sessizlik oldu. Birinci sorguda bitirelim. Bu cümle daha önce zihninin uzak bir köşesinde beliren ışığı titretmiş, ama onu söndürmek yerine kuvvetlendirmişti. Sırrını biliyorum. Gerçekten biliyor muydu? Demet, hangi cümlenin daha korkutucu olduğundan emin olamasa da hızlanan kalbinin bu ayrıntıya onun kadar takılmadığı anlaşılıyordu. Soluklarının ve kalp atışlarının sesinin duyulmaması için hiç hareket etmeden sakinleşmeye çalıştı.
“Soluklarının ve kalp atışlarının sesini duyabiliyorum,” dedi adam. “Söylediğim gibi, sırrını biliyorum. İşte tam da bu yüzden, şimdi bana ne işler karıştırdığını anlatacaksın. Bana bu kutuyla ne yaptığını anlatacaksın. Kafanı kaldır ve bu görüntülerde ne olduğunu anlat bana! Burada oturup bütün günümü seninle harcayamam!”
Adam elindeki kumandanın bir tuşuna basıp görüntüyü hareket ettirdi.
Ekrandaki Demet yürüyen bandın başındaydı. Oturuyordu. Sağında duran tekerlekli kasadaki küçük kartlardan birini aldı. Üzerinde elektronik devreler olan mavi kartı, şeffaf plastik kabından çıkarıp kutunun üzerindeki yuvasına yerleştirdi. İleriye doğru itti. Üzerindeki yeşil ışık yanınca paneldeki bir düğmeye basıp bandı durdurdu. Ayağa kalktı. Biraz ferahlamak istiyormuş gibi kenarda bulduğu birkaç kâğıtla yüzünü yelpazeledi. Sonra cebinden çıkardığı telefonla konuşup saatine baktı.
“Burada kiminle konuşuyorsun?”
“Sadece bir arkadaşımla. Akşam bir şeyler içmek için buluşmak istediğini söyledi. Ben de ‘tamam’ dedim.”
Bunu söyledikten sonra saatin kaç olduğunu bilmediğini fark etti. Yüksek tavanlı odanın duvarları bomboştu. Kolundaki saati de almışlardı. Yetişmesi gereken bir yer yoktu ama ne zamandır burada olduğunu bilmek istiyordu. Sadece kendine geldikten sonra olanları hatırlıyordu. Öncesine dair hiçbir fikri yoktu. Saatler ya da günler geçmiş olabilirdi.
Adam, yüzünde duyduklarına inanmadığını belli eden bir ifadeyle başını sağa sola sallayıp yeniden kumandanın düğmesine bastı.
Demet ellerini başına götürdü, dengede duramıyormuş gibi sendeledi, hatta destek almak için bandın kenarına dayandı. Birkaç saniye geçtikten sonra birden hiçbir şey olmamış gibi doğruldu. Neredeyse otomatik hareketlerle bandın üzerinden kutuyu alarak yürümeye başladı.
“Burada ne oldu böyle? Başın mı döndü? Paketi nereye götürüyorsun? Telefon eden kişiye mi?”
Demet şaşkın gözlerle ekrandaki görüntüsüne bakıyordu. “Kutuya dokunmadım. Onu banttan almadım…” diye inledi. O anı düşünmeye çalıştı. Öncesindeki birkaç dakikayı kafasında tekrar canlandırdı. Şifreli kartı alıp kutuya takmıştı. Bip sesini duyduktan sonra diğer kutu gelmeden bandı durdurmuştu. Yüzünü yıkamak için küçük bir ara vermek istemişti. Telefonla konuşmuştu. Sonra… Sonra… vücudundaki her noktaya aynı anda çarpan bir darbe aldığını hissetmişti. Evet, bunu çok net hatırlıyordu. Sanki birden… öylece donup kalmıştı. Kafasını kaldırıp gözünü kırpmadan karşısındaki yeni görüntüye bakarken “Kutuya elimi sürmedim,” dedi yavaşça.
Asansörde yalnızdı. Gitmek istediği katın düğmesine bastıktan sonra cebinden parlak gümüş renkli, dikdörtgen şeklinde bir nesne çıkardı. Üzerinde bir düğme ya da tuş gözükmüyordu ama Demet köşesine basınca bir ışık yanıp söndü ve nesnenin uç kısmından yassı bir çubuk çıktı. Çubuğu kutunun üzerindeki minik ekrana okutunca kutu açıldı. Demet, içerideki küçük paketi aldı. Gömleğinin düğmelerini hızla açtıktan sonra onu göğsüne yapıştırılmış gibi gözüken çantaya benzer şeffaf bir şeyin içine yerleştirdi.
Ağzı açık kalmıştı. Birbirine bağlı ellerini hafifçe kaldırarak ekranı işaret etti. “Başım dönüyordu. Başka… başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Bunları… ben yapmadım.”
Adam şaşkınlığını ya da sesindeki yalvaran tonu umursuyormuş gibi gözükmüyordu. “Dalga mı geçiyorsun benimle?” Ayağa kalkıp odanın içinde dolaşmaya başlamıştı. “Gözümün önünde kutudan paketi çıkarıp gömleğinin altındaki tuhaf bir şeyin içine koyuyorsun. Sonra karşıma geçip hiçbir şey bilmediğini söylüyorsun. O elindeki şey neydi öyle? Seni yakaladıklarında üzerinde bulamamışlar.”
“O şeyi hayatımda hiç görmedim. Ne olduğunu bilmiyorum.”
Oradaydı. Asansörün içindeydi. Kutuyu almıştı. Paketi içinden çıkarmıştı. Bunu neden yaptığını bilmiyordu. Bütün bunları yapanın gerçekten kendisi olup olmadığını da bilmiyordu. Ama bu işten kurtulması imkânsızdı. Ona inanmayacaklardı. Neler olduğunu kendine bile açıklayamıyordu. Görüntüleri izlemeye devam etti.
Saatine göz attı. Asansörün kapısı açıldığında baş parmağını hâlâ elinde olan gümüş renkli dikdörtgen nesnenin tam ortasına bastırdı. Birden dengesini kaybedince asansörün kenarına tutundu. Doğrulunca sendeleyerek kabinden dışarı çıktı.
Bu anı hayal meyal hatırlıyordu. O sırada başı dönmüştü. Hafiflediğini… ya da çözüldüğünü hissetmişti. Evet evet, çözülmüştü. Bunun ne demek olduğunu bilmiyordu ama o anı düşündüğünde aklına gelen ilk kelime buydu.
“Bundan sonra nereye gittiğini gösteren bir görüntü yok. Seni zemin kattaki kafede yerde baygın halde yatarken bulmuşlar. Paket üzerinde değilmiş. Onu ne yaptın? Kime verdin?”
Demet’in gözleri adamın temiz ayakkabılarına takılmıştı. Bu sorulara cevap vermezse sorgulamanın ikinci aşamasına geçileceğini biliyordu. Dikkatini, ilk defa o anda, zihninin uzak köşesinde yanan ışığın aydınlattığı düşüncelere verdi. Bir kutu kaybolmuştu. Bütün deliller onu işaret ediyordu. Binadaki bir kutunun kaybolmasının ne demek olduğunu biliyordu… Kutulara elini sürenlere neler yaptıklarını duymuştu…
Kafasını yavaşça yerden kaldırıp korku dolu gözlerle adamın yüzüne bakarken soruya verebileceği tek cevap dudaklarından yavaşça döküldü. “Bilmiyorum.”
***
Arkadaş, bir sonraki görevi için binanın önüne geldiğinde gün henüz aydınlanmamıştı. İçeri girmeden önce kafasını kaldırıp binaya baktı. O kadar yüksekti ki son katın gökyüzünün tam olarak neresinde sonlandığını baktığı noktadan kestiremiyordu. Kilometrelerce uzaktaki evinden bu binayı her gün görmese onun gökyüzüne kadar uzandığına yemin edebilirdi.
Kapıdan geçerek kartını turnikeye okuttu. Seksen dokuzuncu kata çıktı. Asansörün sağındaki bankoya yaklaşarak cebinden çıkardığı dikdörtgen şeklindeki metal plakayı önünde durduğu küçük ekrana okuttu. Ekranın üzerindeki deliklerden mekanik bir ses yükseldi. “Yedi numaralı transfer odasına geçiniz. İyi günler.”
Arkadaş, uzun koridorda ilerleyerek kapısında harflerle yedi yazan odaya girdi. İçerideki masada bir kadın oturuyordu. Daha önce onu hiç görmemişti. Hiçbir şey söylemeden karşısındaki sandalyeye oturup bekledi. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra kadın gülümsüyormuş gibi dudaklarını kıpırdattı. Arkadaş, hafifçe başını sallayarak karşılık verdi.
“Bugünkü göreve hazır mısınız?”
“Evet.”
Kadın, önündeki dosyayı uzattı. “Tüm ayrıntılar dosyada yazıyor. Bir sorunuz olursa karşıdaki odadayım.”
Arkadaş, başıyla onaylayıp kadının odadan çıkışını izledi.
Yalnız kalınca derin bir nefes aldı. Elindeki dosyanın kapağını hemen açmak istemiyordu. Önceki gün transfer olduğu bedeni düşünüyordu. Aslında saatlerdir ondan başka bir şey düşünemiyordu. Bedenine birkaç dakikalığına misafir olduğu kadının hayatını tamamen değiştirmişti. Bina kameralarla doluydu. Kadının masumiyetini ispat etmesi imkânsızdı.
Bu ilk defa olmuyordu. Daha önce de benzer riskler taşıyan görevleri yerine getirmişti. Transfer olduğu bedenlere karşı sorumluluk hissetmiyordu. Hayır. Böyle bir sorumluluğu yoktu. Yapması gerekeni yapmıştı. Suçluluk duymuyordu. Pakete ulaşmak için içeride çalışan birini kullanmaktan başka çareleri yoktu. Görevi ona vermişlerdi. Arkadaş, kurallara harfi harfine uymuş, görevini başarıyla tamamlamıştı. Peki, neden böyle hissediyordu?
Masadaki kaleme boş gözlerle baktığı dakikaların sonunda düşüncelerinden sıyrılıp kafasını sağa sola sallayarak kendini toplamaya çalıştı. Bu tür düşüncelere kapılıp zamanını boş yere harcayamazdı. Görev her şeyden önceydi.
Elindeki dosyanın kapağını açtı ve yeni beden hakkındaki ayrıntıları okumaya başladı.