Üç katlı villanın bahçe kapısının önüne doluşan haberci ordusuyla uğraşan Selim, kime ne dert anlatacağını bilemiyor, uzatılan her mikrofonla daha da çok afallıyordu. Gazetecileri dağıtmak sandığından zor olacaktı. Başkomiserinin neden bu iş için onu görevlendirdiğini şimdi anlamıştı. Her kafadan çıkan bu gürültü kirliliğine dayanamazdı kesin. Kimbilir kaçıncı kez sorulan saçma soruları yanıtsız bırakıp kaçmayı düşündü.
“Firuze Hanım’ın öldüğü haberini aldık, bu doğru mu?”
“İntihar söylentileri var, siz ne diyorsunuz bu konuda?”
“İntihar mı yoksa Firuze Hanım bir cinayete mi kurban gitti?”
“Katil, Firuze Hanım’ın kocası Alpay Bey olabilir mi?”
“Nasıl ölmüş? Bileklerini kestiği söylentisi fısıltı gazetesinde yayılıyor.”
“Bizim aldığımız duyuma göre bıçaklanarak öldürülmüş, diyorlar. Bu konuda bize bilgi verir misiniz?”
“Katil, Firuze Devran’nın son kitabındaki cinayeti taklit etmiş, diyorlar. Bunda doğruluk payı var mı?”
Bu son soru karşısında sabrı tükenen Selim, omzunda taşıdığı kameradan, alnında boncuk boncuk terler birikmiş kameramanın önünde dikilen kadına ters bir bakış attı.
“Nereden uyduruyorsunuz bu saçmalıkları hanımefendi? Daha olay yerine yeni geldik. Siz ne ara öğrendiniz de koştunuz buraya anlamıyorum. Kapısına nöbetçi mi dikmiştiniz kadının acaba? Hadi arkadaşlar, hadi! Şimdilik size verebileceğimiz bir bilgi yok elimizde. Rica ederim dağılın da işimizi rahatça yapalım. Sizin yüzünüzden Olay Yeri İnceleme ekibi eve zor girdi.”
“Biz de işimizi yapıyoruz Memur Bey. Siz de bizim işimizi yapmamıza engel olamazsınız.”
“Hey Allah’ım ya. Kardeşim, sen laftan anlamıyor musun? Daha biz bile Firuze Devran’ın ölümü hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Cinayet mi yoksa intihar mı, araştırmalarımızdan sonra ortaya çıkacak. Aytekin! Aytekin, buraya gel! Arkadaşları bahçenin dışına alalım lütfen. Bahçe kapısını da kapatalım. Aytekin, sana söylüyorum! Arkadaşları, diyorum… Çıkaralım lütfen, diyorum… Oğlum, sağır mısın?”
Selim’in çıkışmasından neye uğradığını şaşıran polis memuru Aytekin apar topar gazeteci ordusunu kapının dışına aldı. Uğultulara aldırmadan demir kapıya sırtını dönen Selim, koşar adım Yazar Firuze Devran’ın villasına girdi.
“Ya Başkomiserim, Allah aşkına bundan sonra beni cezalandırmak isterseniz şarka falan sürün. Ben ne anlarım basın açıklamasından. “
Başkomiserin yanında dikilen Feride, Selim’in bu bezgin haline gülmemek için zor tuttu kendini. Üst katta, tüm güzelliği ile yatağında cansız yatan kadını düşünüp kıkırdamasını boğazının derinliklerine gömdü. Evin dört tarafında işlerini yapmaya çalışan Olay Yeri İnceleme ekibi ve Adli Tıp görevlileri koşuşturuyorlardı. Evin dışı medya mensuplarınca istila edilmişti, içindeyse telefon susmak bilmiyordu. Zavallı hizmetçi kız, hanımının cesedini bulduğu anın dehşetine mi yansın yoksa haber kanallarından meslektaşlarının öldüğü haberini alan yazar camiasına dert mi anlatsın, şaşırmıştı. Feride, hizmetçi kızı sorgulayabilmek için sabit telefonun fişini çekmek, cep telefonlarınıysa sessize almak zorunda kalmıştı.
Firuze Devran kırk beş yaşında olmasına rağmen, değme mankenlere taş çıkartacak kadar güzel bir kadındı. İçinde öldürüldüğü villa doğduğu ve büyüdüğü evdi. Küçük yaşta annesiz kalmasından dolayı babası tarafından el üstünde büyütülmüş, bir dediği iki edilmemişti. Ünlü bir iş adamı olan babasının vefatından sonra kendisine kalan mirasla ömrü boyunca çalışmasa bile rahat ve konforlu bir hayat sürebilirdi. Yazarlık hayatına on yıl önce başlamıştı. O yıllarda çıkardığı polisiye romanı ‘Kansız Cinayetler,’ satış rekorları kırmıştı. Ülkede, polisiye romanlara karşı oluşmuş bakış açısını ve tüm ön yargıları bir çırpıda silip çok okunanlar listesinde zirveye ulaşmıştı. Ardından gelen beş romanında da aynı başarıyı yakalamıştı. Okurları artık ondan ‘Kelimelerin Efendisi,’ diye bahsediyorlardı. Kuruculuğunu üstlendiği Polisiye Yazarlar Kurumu’nda iki yüzden fazla polisiye yazarı aynı çatı altında buluşturmuştu. Uzun yıllardır birlikte olduğu uzatmalı sevgilisi Alpay Pars ile iki yıl önce dillere destan bir düğünle evlenmişlerdi. Kocasının, Polisiye Yazarlar Kurumu’ndaki yöneticiliği devralmasıyla, kendini çoktandır boşladığı romanlarına vermişti. Son romanının yazım aşamasında olduğu için rahatsız edilmek istemediğinden şehir dışına yakın olan baba evinde inzivaya çekilmişti.
Hizmetçi kız yaşadığı şokun da etkisiyle sorulan sorulara cevap verirken arada ağlama krizine tutuluyordu. Hanımı hakkında bu anlattıkları zaten bütün Türkiye tarafından bilinen gerçeklerdi. Paparazzilerin özel hayatını didik didik ettiği Yazar Firuze Devran’ın hayat hikayesini artık çocuklar bile biliyordu. Feride de yazarı biliyordu hatta birkaç kitabını okumuştu bile. Ancak görevi dolayısıyla kitap okumaya çok vakit ayıramıyordu. Başkomiser Ahmet, Savcı Cevdet’le tekrar cesedin yanına çıkarken, o hâlâ hizmetçi kızın ağlama krizinin geçmesini bekliyordu.
“Biraz sakinleşsen Bahar. Sana soracak daha çok sorum var. Bize yardım etmek istemez misin?”
“İsterim tabii, istemez miyim hiç? Ah Firuze ablam ah, sen bu hallere gelecek kadın mıydın?”
“Öyleyse anlat bakalım. Ne zamandır Firuze Hanım’la çalışıyorsun?”
“Aslında kendimi bildim bileli tanırım Firuze ablayı. Annem, rahmetli babasıyla annesinin hizmetine bakardı. Uzun yıllar yanlarında çalıştı. Firuze ablamla beraber büyüdük sayılır. Rahmetli babası ikimizi hiç ayırmazdı. Ona ne alırsa bana da aynısını alırdı. Özel okullara bile gönderdi beni ama ah ah işte, nerede bende o kafa. Liseyi bile zar zor bitirdim. Firuze ablam okudu, üniversiteler bitirdi sonra ayrı eve çıktı. O zaman beni de yanına yardımcı olarak aldı. O gün bu gündür ben onun sağ koluyum. Evi çekip çevirmekle kalmam, her türlü işine de koşarım. Hiç evlenmedim. Ablamı yalnız bırakmak istemedim. O evlenince beni artık istemez diye de korkmadım değil hani ama ablam bırakmadı beni. Çok vefalı kadındır Firuze ablam, çok”
“Anlıyorum… Peki, cesedi nasıl buldun?”
“Son bir aydır romanının son düzeltmelerini yapması için buradayız. Aslında Nişantaşı’nda dairesi var, orada kalır. Ah canım Firuze ablam, ah… Çok sever bu evi. Babasından yadigar ne de olsa.
“Arada sırada kaçar geliriz buraya. Özellikle de Alpay Bey’le tartışınca. O zamanlarda yalnız gelir ama. Beni almaz yanına. Dün gece evde büyük bir davet vardı. Yeni roman bitmişti ve her biten romanın ardından yaptığı gibi yine bütün arkadaşlarını topladı ve kutlama yaptılar. Geç saatlere kadar sürdü parti. Herkes birer ikişer evlerine dağılmaya başladı. Sadece Sümer abiyle Tuğrul Bey, bir de Fulya Hanım biraz daha oturdular.”
“Kim bu bahsettiğin kişiler?”
“Sümer Genç, Tuğrul Şirvan ve Fulya Manolya… Üçü de Firuze ablamın en yakın dostlarıdır. Yıllardır hiç ayrılmadılar. Tuğrul Bey ablamın editörüdür. Fulya Manolya İstanbul Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı Profesörü’dür; aynı zamanda da yazardır. Bir okusanız romanlarını, şiir gibidir. Polisiye roman ve şiir de ne alaka demeyin sakın; o bu ikisini öyle güzel harmanlıyor ki şaşıp kalıyor insan. İlk romanı ‘Sabun Kokusu’ öyle güzel ki kelimelerle anlatılamaz; okumanız gerek. Şimdiye kadar sekiz romanı çıktı, hiç birini kaçırmadım ama ben en çok ‘Kim Ölmeli’ adlı romanını seviyorum. Son romanı ‘Perde Arkası’ da yakında çıkacak. Bakalım onda neler olacak? Firuze ablamın üniversiteden beri arkadaşıdır Fulya Hanım. Yazarlık konusunda ablamı teşvik eden de o olmuş vaktiyle. Sümer Bey de polisiye yazarıdır. Onun da yirmi dört romanı var hepsini de okudum. Hatta Sümer abinin ‘Feneryolu’ romanını üç kez okudum. Çok severim nedense o romanı. Siz de okudunuz mu ‘Feneryolu’nu? Çok güzeldir, çok. Şimdi, bir tane dedektif var, aslında dedektif değil Ülkü Lokantası’nın sahibi. Adı da…”
Feride, konuyu yine dağıtmaya yeltenen Bahar’ı susturdu. Sadede gelmesini yineledi. Bahar burnunu çekerek devam etti anlatmaya.
“Neyse, Firuze ablam Fulya Hanım’ın sayesinde Sümer abi ve Tuğrul Bey’le tanışmış. Çok sıkı dost olmuşlar zamanla. Firuze ablam, ‘Bu camiada gerçek dost bulmak çok zor,’ der hep. Beş sene önce, dördü bir olup birlikte bir dergi çıkarmaya karar verdiler. Ama öyle basılı bir dergi değil bu. Profesyonel ya da amatör yazarların polisiye öyküler yazdığı aylık bir internet dergisi. O dergiden kaç yeni polisiye yazar çıktı, tahmin bile edemezsiniz Komiser abla. En son, derginin yazarlarından Necva Esengil, Orkun Yenilir ve Tuğba Turhanlı’nın romanları çıktı meselâ. Neyse, uzatmayayım; o dergi hâlâ var. Ancak Sümer abi ve Tuğrul Bey işlerinin yoğunluğundan dolayı yönetimi geçici olarak başka birine devretmişlerdi. Firuze ablam da Fulya Hanım gibi, son zamanlarda dergiyle ilgilenemiyordu zaten ama devredilmesine de çok üzülmüştü. ‘Çocuğum gibiydi o dergi benim,’ demişti bir keresinde. Tuğrul Bey’le ufak bir tartışma bile olmuştu aralarında. Neyse ki hemencecik barışmışlardı. Geçen sene Sümer abi bir yayınevi kurunca derginin yönetimini de tekrar eline aldı. Şimdi dergide pişen yazarların kitapları Dedektif Yayınevi’nden çıkıyor. Firuze ablamın son kitabı da o yayınevinden çıkacak.”
Feride bu kızla ne yapacağını bilmiyordu. Böyle anlatmaya devam ederse, sabaha kadar Firuze Devran’ın hayat hikayesi yetmezmiş gibi, polisiye yazarlar hakkında da bir romanı dolduracak malumata erişecek ancak olay gecesini bir türlü öğrenemeyecekti. Bahar hem ağlayıp hem bu kadar cümleyi nasıl arka arkaya kurabiliyordu, onu da anlamamıştı zaten. Daha bir saat önce evde bir ceset bulmamış da, kız arkadaşlarıyla en iyi yazar kim, muhabbeti yapıyormuş gibiydi. Bahar’ın bu, duygudan duyguya sıçrayan halleri Feride’yi bile yormuştu ancak Bahar’ın yorulmaya hiç niyeti yok gibiydi. Bu kadar safiyane görünmese onun katil olabileceğini dahi düşünebilirdi. Fakat saf görüntüsünün ardında hangi gerçeklerin yattığı da belli olmazdı. Feride bunu da göz ardı etmemeliydi. Evin hizmetçisi polisiye romanlarda katil çıkarsa o kurgu etkileyici olmayabilirdi fakat gerçek hayatta herkes katil olabilirdi.
“Anladım, tamam. Artık ceseti nasıl bulduğunu anlatsan, diyorum Bahar. Bak saat kaç oldu?”
“Aman be abla, sen de hem soruyorsun hem kısa kes, diyorsun. Bir bir anlatıyorum işte. Zaten elim ayağım tutmuyor. Vallahi düşüp bayılacağım şimdi…”
Bahar yeniden ağlamaya başlarsa işinin zor olacağına kanaat getiren Feride, ılımlı bir ses tonuyla kızı sakinleştirdi. Bırakacaktı, nasıl isterse öyle anlatsın. “Yeter ki anlatsın,” diye geçirdi içinden.
“Kalan misafirler de gidince Alpay Bey’le birkaç saat daha oturdular. Ben de o arada dağınıklığı toparladım biraz. Aslında Alpay Bey geceyi burada geçirmek istedi. Firuze ablam yorgun olduğunu söyleyince tartıştılar. ‘Sana inanamıyorum Firuze. Biz evliyiz artık. Sanki sevgilinmişim gibi bana , evine git, diyemezsin. Bıktım artık,’ dedi Alpay Bey.”
“Ne yani senin yanında mı tartıştılar?”
Ağzından kaçırdığı sözle suçu ortaya çıkan Bahar başını önüne eğdi. Kağıt kadar beyaz yüzüne çöken kırmızılıktan, utandığı belli oluyordu.
“Yok, benim yanımda konuşmadılar. Ben ortalığı toparlayınca sessizce odama çekilmiştim. Karı kocayı rahatsız etmek istememiştim. Ancak Alpay Bey sesini yükseltince ben de odamda duramadım daha fazla. Benim odam salona çok yakındır zaten. Oradan da duyuluyordu bağırışları ama ben yine de merdiven altına saklanıp dinledim. Sinirli birisidir Alpay Bey; tutar el kaldırır falan ablama diye tetikteydim.”
“Kocası Firuze Hanım’a şiddet mi uyguluyordu yoksa?”
“Yok yook, tövbe! Hiç görmedim öyle bir şey. Şimdi, gördüm dersem yalan olur. Ama işte, nasıl diyeyim, ters adamdır Alpay Bey. Tez alevlenir. Tez alevlenir ama çabuk söner. Sessizce bekler Firuze ablam o sinirlenince. Bilir kocasının huyunu. Ee, yıllardır tanışıyorlar tabii. Çözmüş adamın huyunu suyunu. Sabırlıdır ablam zaten. Sabırlıdır aslında ama dün gece o da sesini yükseltti Alpay Bey’e. “
Son cümlesinden sonra birden sessizleşen Bahar, Firuze ablasının ardından sanki yaşıyormuş gibi konuştuğunu fark edip hüzünlendi.
“Sabırlıydı, diyecektim Komiser abla.”
“Tamam Bahar, hadi anlatmaya devam et sen. Nasıl buldun ablanı?”
“Nerede kalmıştım? Hıh, tamam. Firuze ablam Alpay Bey’e, ‘Seninle evlenirken böyle anlaşmıştık, bunu unutma. Beni istediğim zaman rahat bırakacaktın, sıkboğaz etmeyecektin. Şimdi, çık git lütfen bu evden. Seninle daha fazla tartışamayacak kadar yorgunum,’ diye bağırdı. Alpay Bey de söylene söylene çarptı kapıyı gitti. Ablam uzun uzun ağladı arkasından. Vallahi onları dinlediğimi anlamasın diye gitmedim yanına ama içim acıdı onu öyle üzgün görünce. Sessizce odama çekildim. Bir süre sonra üst kata, odasına çıktığını duydum. Sabahın olmasına birkaç saat kalmıştı. Yorgunluktan sızmışım çabucak.”
Evde dün gece verilen davet, Olay Yeri İnceleme görevlisinin bahsettiği yirmiye yakın farklı parmak izini açıklıyordu. Bahar lafın sonunu getirebilirse ondan davetli listesini almasında yarar vardı. Bu gidişle tüm polisiye yazarlar camiasını sorgulamak zorunda kalacaklardı. Bahar ağlamaktan şişmiş gözlerini bir kez daha elinde tuttuğu buruş buruş kağıt mendile silip devam etti anlatmaya.
“Her sabah erkenden uyanırım. Firuze ablamın kahvaltısını hazırlarım. Taze portakal suyu olmadan katiyyen oturmaz sofraya. Bu sabah çok geç yatmış olmamdan dolayı mıdır nedir, bir açtım ki gözümü saat on olmuş. Yataktan zor kalktım. Çok başım dönüyordu. Gece geç yattık ya, ondan böyle oldu kesin. Neyse zar zor çıktım yataktan. Ablamı uyandırmadan önce kahvaltısını hazırladım. Tam kahvaltı tepsisini odasına götürüyordum ki o anda teras kapısının aralık olduğunu fark ettim. Geceleri bütün pencereleri ve kapıları kontrol etmeden gitmem odama. Dün gece de kontrol etmiştim. Kapı kapalı olmalıydı. Acaba ablam mı açtı ki, diye düşündüm. Yine de bir kurt düştü içime. Bıraktım tepsiyi mepsiyi, şu metal şamdanı aldım elime. Malum, çok ıssız bir yerde ev. Allah korusun, hırlısı var, hırsızı var. Neyse, parmaklarımın ucuna basa basa çıktım üst kata. Korkudan elim ayağım titriyordu ama ablamı da o hırsıza yem edecek değildim. Bir hışımla açtım yatak odasının kapısını. Baktım ablam yatağında melekler gibi uyuyordu. Uyuyordu uyumasına ama bir gariplik sezdim yatışında. Yorganı üzerinde değildi. Boylu boyunca uzanmış yattığı yatağın etrafı güllerle çevrilmişti. Yüzünde makyajı olduğu gibi duruyordu. Saçları da gece davet için yaptığından bile daha düzenli daha bir havalı taranmıştı. Üzerindeki elbiseyi fark ettim sonra. Davette giydiği elbise değildi, başka bir elbiseydi. Hatta onun elbiselerinden biri bile değildi. Kan kırmızısı renkte, dize kadar uzun, şifon bir elbiseydi. Saçının sağ tarafında, elbisenin renginde, ucunda tüyler olan bir toka takılıydı. Hiç ablamın tarzı bir kıyafet değildi yani. Dudağındaki parlak kırmızı ruja uygun oje bile sürmüştü tırnaklarına. Oysa dün gece saks mavisi bir elbise giymişti ve ona uygun pembe ojesini ellerimle sürmüştüm.”
Bahar anlatırken adeta o anı tekrar yaşıyordu. Ojeyi sürdüğünü söylerken, baş parmağıyla işaret parmağını birleştirip diğer elindeki parmaklarından birinin tırnağına sürtmüştü.
“Yok, dedim; eğer ablam delirmediyse, bu işte bir iş var. Yanına yaklaştım, yavaşça dürttüm. Hiç tepki vermedi. Bu sefer biraz daha sarsarak seslendim. Hiç ses gelmedi ablamdan. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Neden uyanmıyor, diye düşünürken elindeki şişeyi fark ettim. Ufacık, kristal bir şişeydi. Elinden alıp kontrol ettim, İçi boştu ama kapağını açtığımda keskin bir koku doldu ciğerlerime. Anında kapattım ağzını. Kesin bir şey oldu ablama, dedim. Nabzını kontrol ettim; atmıyordu. Yüzümü yüzüne yaklaştırdım; nefes almıyordu. Dehşetle çığlık attım. O anda acaba polise mi, ambulansa mı yoksa Alpay Bey’e mi haber vermeliyim, karar veremedim. Sonra önce polisi aradım, onlar ambulansla geleceklerini söylediler. Hemen sonrasında da Alpay Bey’i aradım fakat ulaşamadım. Hâlâ haberi yok karısının öldüğünden. Yıkılacak adam.”
“Son zamanlarda Firuze Hanım’ın ruh hali nasıldı? Depresyon, bunalım veya benzeri bir sebepten görüştüğü bir doktoru var mıydı?”
“Yok Komiser ablam. Olsa ben bilmez miyim? Yıllar var ki doktor yüzü görmemişti Firuze ablam. Nezle bile olmazdı. Öyle psikoloğa falan da gitmedi hiç. Gitse bilirdim. Her şeyini anlatırdı ablam bana. Kardeşi gibiydim ben onun. İntihar etmiş olamaz. Hayat doluydu o. Asla, asla intihar ettiğine inandıramaz kimseler beni. Ben bunu bilir bunu söylerim Komiser abla; Firuze ablamı kesinkes biri öldürdü.”
“Dur bakalım! Orasını araştırıyoruz daha. ‘Biri öldürdü,’ diyorsun da, bildiğin bir düşmanı var mıydı peki Firuze ablanın? Varsa sana anlatmıştır kesin, değil mi?”
Bahar Feride’nin alaycı ses tonuna ya aldırmadı ya da farkına bile varmadı.
“Çok arkadaşı vardı ama dostları bir elin parmaklarını geçmezdi fakat belli bir düşmanı da yoktu. Diğer yazarlar arasında anlaşamadığı birkaç kişi vardı tabii. Onlarla da arasındaki mesafeyi hep koruyordu. Sadece biriyle mahkemelik olmuştu. Üç sene önce Deniz Sergi adında yeni yetme bir yazar bozuntusuna intihal davası açmıştı ablam. Çıkardığı polisiye romanda, ablamın romanından esinlenmekle kalmamış, adeta satır satır aşırmıştı kadın. Davayı ablam kazanmıştı tabii ki. Fakat kadın durmak bilmiyordu. Sosyal medya hesabından ablama binbir çeşit hakaretler yağdırıyordu. İstese hakaret davası da açardı Firuze ablam ama açmadı. Kadın da bir iki seneye kalmadı kayboldu gitti. İşte böyle Komiser ablam, anlatacaklarım bu kadar. Alpay Bey’i arayayım ben bir kere daha iznin olursa. Adamcağız perişan olacak.”
***
Yatağında, peri masallarından fırlamış bir prenses gibi boylu boyunca yatan Firuze Devran’ın baş ucunda dikilen Başkomiser Ahmet, hizmetçi kızın ifadesini bir çırpıda anlatan Feride’ye baktı. Bir ay önce organ mafyası tarafından kaçırılan kızı Hayal sağ salim bulunduktan sonra, kısa sürede kendini toparlamış ve görevinin başına dönmüştü. Günde en az beş defa eve telefon etmesini saymazsa, Feride yine eski Feride’ydi. Eskisi gibi olmayan tek bir şey vardı. Feride artık Savcı Cevdet’e mesafeli davranmıyor, onunla daha fazla vakit geçiriyordu. İki yıl önce Feride’nin hayatını kurtaran Cevdet, şimdi de kızını geri vermişti ona. Kimbilir, belki de artık Cevdet’in aşkına karşılık vermeye karar vermişti. Günün birinde Cevdet’in gelip Feride’yle evlenecekleri haberini vermesi en büyük dileğiydi Başkomiserin. Acaba karısına çıtlatsa da Feride’nin ağzını aramasını mı istese, diye düşünürken elindeki fotoğraf makinesiyle maktulün fotoğraflarını çeken Selim’in sorusuyla olay mahalline geri döndü.
“İntihar gibi görünüyor sanki Başkomiserim. Siz ne diyorsunuz?”
“Bilmiyorum Selim. Elimizde neler var? Önce delilleri toplamalı ve onlara bakmalıyız. Sen ne diyorsun Kemal?”
Cesedin ayak ucunda, ayakkabılarını çıkarmakla meşgul olan Adli Tabip Kemal Başkomiserin sorusuyla elindeki ayakkabıyı yere bıraktı.
“Cesedin katılaşma durumuna bakılırsa ölüm saati sabaha karşı 04:00’le 05:00 arası olabilir. Detaylı incelemeyi Adli Tıp’ta yapacağım elbette ancak gördüğüm kadarıyla vücutta darp ya da boğuşma izi yok. Cildinin rengine bakın Başkomiserim. Tuğla renginde…Ölüm sebebi siyanür zehirlenmesi olabilir, diyebilirdim fakat siyanür ölümlerinde ağzın içinde, mide ve bağırsaklarda oluşan kanamadan kaynaklı kan birikir. Görünürde kan yok. Labaratuar incelemelerinden önce çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Yalnız, bir şey daha var…”
Bir yandan konuşurken diğer taraftan Firuze Devran’ın, ayakkabının içinde durmaktan kaskatı olmuş ayak parmaklarını gösteriyordu Doktor Kemal. Karga burnu gibi öne bükülmüş baş parmağı işaret ederek devam etti sözlerine.
“Ayakkabısını çıkarınca fark ettim; cesedin ayak parmakları büzüşmüş. Parmaklar olması gerektiği şekilde durmuyorlar. Topuklu ayakkabıları ayağına bir numara küçük gelmiş olabilir ya da…”
“Ya da topuklu ayakkabılar ayağına giydirilirken çoktan ölmüş olabilir. Tamam, topuklu ayakkabı biz kadınların çok severek giydiğimiz bir ayakkabı çeşidi değildir. Değildir ama ayaklarımıza verdiği acıya aldırmadan giymekten de vazgeçmeyiz. Fakat ayakkabının içinde sımsıkı duran ayak parmaklarımızı da böyle büzüştürüp sokmayız içine. Anlaşılan ayağına topuklu ayakkabılar giydirilirken maktül artık yaşamıyordu. Giydirenin de acelesi varsa ayakların tam yerleşip yerleşmediğiyle ilgilenmemiş olabilir. Eğer ayakkabılar bir numara küçükse o zaman zaten cinayet şüphemiz de bir kat daha artmalı. Bir dakika izin verir misiniz Kemal Bey? Cesede dokunmam gerek.”
Adli Tabip bir baş hareketiyle Feride’yi onaylayıp kenara çekildi. Yatağın kenarında yere çömelen Feride maktulün kan kırmızısı elbisesinin eteğini yukarı sıyırdı. Kadının düzgün bacakları ortaya çıktı. Eteğinin altına giydiği ten rengi, parlak tül külotlu çorabı yukarı doğru çekiştirdi. İnce tül çorap daha fazla çekilmeye dayanamayıp camdan süzülen su damlaları gibi aşağıya doğru kaçmaya başladı. Feride’nin bu hareketine anlam veremeyen Savcı Cevdet, Başkomiser Ahmet, Doktor Kemal ve Selim sabırsızca bekliyorlardı. Bir yandan da Feride’nin anlamsız gibi görünen muayenesi yüzünden karnına kadar çıplak kalan Firuze Devran’dan gözlerini kaçırmaya çalışıyorlardı.
“Bence bu kadın bir cinayete kurban gitti. Siz nedenini sormadan ben anlatayım. Öncelikle, Olay Yeri İnceleme ekibinin yaptığı araştırmalardan da bildiğimiz üzere evin hiç bir bölümünde bir veda mektubu yok. İntiharların vazgeçilmezidir veda mektupları. Özellikle de canına kıymadan önce böyle bir seremoni düzenlemişse insan, mutlaka bir mektup da olmalıydı. Ancak benim asıl delilim mektup değil. Henüz ayakkabıları bir numara küçük mü bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey var. Bir kadın, özellikle de Firuze Devran gibi bakımlı bir kadın asla bir beden küçük tül çorap giymez. Çekmecelerinde mutlaka başka külotlu çorapları vardır. Karşılaştırırsak da anlayabiliriz üzerindekinin bir beden küçük olduğunu tabii ama ben bir kadın olarak size bunun teminatını verebilirim. Şimdi, gözlerinizi kaçırmaktan vazgeçip kadının kalçasına doğru bir bakarmısınız? Bakın, arka kısım daha aşağıda duruyor. Kadının yattığı yerden külotlu çorap giymek gibi bir huyu yoksa bu çorap bu kadına yatarken başkası tarafından giydirilmiş. Bir bebeğe külotlu çorap giydiren birini görmüşsünüzdür eminim hepiniz. Çorabın kalça kısmının oturması için bebeğin kalçasını havaya kaldırırız, değil mi? Bu hareket bebeklerde kolayca yapılabilir ancak Firuze Hanım gibi 1.75 boyunda birine yapılırken aynı sonucu vermez. Ne yaparsanız yapın çorabın kalçaya gelen kısmı tam olarak yukarı çekilemez. Aynen burada olduğu gibi. Şimdi parçaları birleştirelim. Katil, Firuze Devran’a zehiri verebilmek için önce etkisiz hâle getirmeliydi. Bunun için onu bayıltması gerekirdi. ‘Al sana zehir getirdim iç ve öl,’dememiştir herhalde. Önce bayıltıp zehri sonradan vermiş olduğu en doğru çıkarım bence. Nasıl bayıltmış olabilir bunu belki otopsiden sonra öğrenebiliriz. Sonuç olarak beyler, bence Firuze Devran intihar etmedi, öldürüldü.”
Savcı Cevdet konuşması biten Feride’ye hayran hayran baktığını fark edip aceleyle ciddi bir tavır takındı. Bu kız ona dünyayı unutturuyordu. Nasıl da görevine dört elle sarılıyordu. Bu düşüncelerden sıyrılmak istemeyen beynini kendine getirebilmek için Firuze Devran’ın cesedine baktı ve Başkomiser Ahmet’e döndü.
“Soruşturmaya başlayabilirsiniz Başkomiserim. Gelişmeler hakkında ara ara raporlar hazırlar bana gönderirsiniz. Kısa zamanda bu vakayı da çözeceğinizden eminim. Kolay gelsin. “
Olay yerini terk ederken az önce beyninin derinliklerine gönderdiği Feride’nin hayali, saklandığı yerden çıkmış ağır adımlarla yüreğine doğru süzülüyordu. Kendini liseli aşıklar gibi hisseden kalbine daha ne kadar söz geçirebilecekti, bilmiyordu.
***
“Söze nereden başlayacağımı bilmiyorum. Aslında dün gece bir konuşma metni hazırlamaya çalıştım fakat üzüntümü anlatacak kelimeleri bulmakta zorlandım ve sonunda içimden geldiği gibi konuşmaya karar verdim. O ölmek için daha çok gençti. Daha yapacak çok işi, yaşayacak çok günü vardı. O işine tutkun bir yazardı. Yazmak onun hayatında her şeyden önce gelirdi. Tükenmeyen yazma tutkusunun en yakın şahitlerinden biri de benim. Sabahlara kadar uykusuz kaldığının, içine sinmemişse eğer sayfalarca yazıyı acımadan sildiğinin, romanlarını adeta yaşayarak yazdığının şahidiyim. Onunla tanışma hikayem çok eski yıllara dayanıyor. Hepinizin bildiği bir hikaye bu. Tanışmamıza vesile olan, öz kızım gibi sevdiğim Fulya Manolya’ya ömür boyu minnettar kalacağım. Firuze, hayatının baharında ölüme sürüklenecek kadar büyük kederler içinde olduğunu biz dostlarına belli etmedi hiç. İntiharı hepimizi derinden sarstı. Daha geçtiğimiz hafta Tuğrul’la beraber son romanının düzeltmelerini yapmışlardı. Hayat dolu olduğunu sanıyorduk. Ama hiç bir şey bizim gördüğümüz gibi değilmiş demek ki. Onun içinde fırtınalar kopuyormuş. Keşke sıkıntılarına bizleri de ortak etseydi ve keşke ona yardım etmemize izin verseydi. Bu acıya nasıl katlanabileceğim, bilmiyorum. Hayat devam edecek tabii ki. Ancak devam eden hayatta Firuze Devran da asla unutulmayacak. Ardında bıraktığı eserleri onun adını nesilden nesile taşıyacak. Her yeni okurla yeniden doğacak Firuze Devran. Yaşarken de efsaneydi, ölümünden sonra da efsane olmaya devam edecek.”
Salonu saran alkış dalgası kesilecek gibi değildi. Yazar dostları, Firuze Devran’ın ardından bir anma töreni düzenlemişlerdi. Başkomiser Ahmet ve ekibi için, olay gecesi Firuze’nin evinde olan yazarlarla görüşebilecekleri bulunmaz bir fırsat olmuştu bu toplantı. Bir tiyatrodaki gibi sıra sıra dizilmiş sandalyeler salona sığmamış, Polisiye Yazarlar Kurumu’nun koridorlarına kadar taşmıştı. Salon hıncahınç insan doluydu. Kürsüde konuşma yapan Sümer Genç’in bir yanında Fulya Manolya diğer yanında Tuğrul Şirvan duruyor ayakta durmakta zorlanan Sümer Genç’e destek olmaya çalışıyorlardı. Konuşması sık sık hıçkırıklarıyla bölünen ünlü yazar gözyaşlarını zor zapt ediyor gibiydi. Anma töreninin ardından yan salonda bir kokteyl verilecekti. Bazı yazarlar kokteyle katılmadan ayrılmış olsa da Başkomiserin konuşmak istediklerinin hepsi oradaydı.
Dün olay yerinden ayrılır ayrılmaz Firuze Devran’ın kocası Alpay’ın evinin yolunu tutmuşlardı. İstanbul’un Nişantaşı semtinde, lüks bir otelin resepsiyonunu andıran bankoda dikilen görevliye başvurmadan geçilemeyen, her katında güvenlik kamerası olan, sekiz katlı bir apartmanın, 3+1’lik penthouseunun kirası oldukça yüksek olmalıydı. Görevlinin söylediğine göre Alpay Bey gece eve dönmemişti. Görevliye durumu anlatıp kapıyı açmasını sağlamışlardı. Dairenin içi de dışı kadar havalıydı. Özel dekorasyonunun yanı sıra dillere destan bir teras manzarası vardı. Üçünün maaşını bir araya toplasalar kirasını ancak ödeyebilecekleri evde, ufak çapta bir araştırma yapmışlardı. Anladıkları kadarıyla Firuze ve Alpay ayrı odalarda uyuyorlardı. Bu durum Başkomiserin çok tuhafına gitmişti. Aşkları dillere destan olan bir çift neden ayrı yataklarda hatta ayrı odalarda uyurdu? Firuze Devran’ın kocasıyla nasıl bir özel hayatı olduğu Cinayet Büro ekibini ilgilendirmezdi ancak bir kadın öldürülmüştü ve kocası meydanda yoktu. Bir an önce ortaya çıkmazsa birinci derece cinayet zanlısı olarak aranacaktı.
Komşularıyla yaptıkları görüşmelerin sonucunda Firuze’nin hepsi tarafından çok sevildiğini ve sayıldığını öğrenmişlerdi. Alpay Bey’le pek samimi değillerdi. Kendisi mizacı dolayısıyla etrafındakilerin üzerinde sert bir izlenim bırakmıştı. Apartmandaki komşulardan elle tutulur bir malumat öğrenemeyeceklerini düşündükleri sırada bir tanesi çok önemli bir bilgi paylaşmıştı onlarla. Bir kaç gün önce asansörün gelmesini beklediği sırada telefonla konuşan Firuze, karşı tarafa onu tehdit edemeyeceğini söylemişti. Apartmanın koridorunda sesi yankılanan Firuze’yi duyan alt kat komşusu, neler olduğunu merak edip kapıya çıkmıştı. Ardından konuşulanlar kulağına kesik kesik gelmişti fakat biriyle kavga ettiğine emindi. “Beni korkutacağını mı sanıyorsun, elinden geleni ardına koyma, sen artık çok oluyorsun,” gibi cümlelerin arasında en net duyduğu “Asıl ben seni yok edeceğim,” sözü olmuştu. Asansörün gelmesiyle oradan uzaklaşan Firuze hâlâ telefonla konuşmaya, daha doğrusu karşı tarafa bağırmaya devam ediyordu.
Firuze Devran’ın bir cinayete kurban gittiği, bu sabah gelen otopsi ve labaratuvar raporlarıyla kesinleşmişti. Elinde tuttuğu küçük kristal şişede siyanüre rastlanmıştı. Siyanür ağızdan verilmişti ve midesinde yüksek derecede siyanür tespit edilmişti ancak ölüm sebebi bu zehir değildi. Zehir verildiğinde zaten ölmüş olan maktulün burun deliklerinde ve nefes borusunda pamuklu bir beze ait olabileceğini düşündükleri kalıntılar vardı. İncelenen kalıntılarda dietil eter saptanmıştı. Muhtemelen eterle bayıltılmak istenmiş fakat miktarı ayarlanamadığı için kurban daha o esnada ölmüştü. Firuze’nin yardımcısı Bahar’ın kanı da, olay sabahı bahsettiği halsizlik durumu göz önüne alınarak incelenmiş ve bayıltıcı özellikli bir maddeye rastlanmıştı. Olay Yeri İnceleme polisinin raporuna göre kristal şişede sadece Firuze’nin parmak izi vardı. Cesetin bulunduğu yatak odasında dört farklı parmak izi tespit edilmişti. İzlerin biri Bahar’a diğeriyse Firuze’ye aitti, diğer ikisi henüz belirlenememişti. Açık olan teras kapısında bir zorlama yoktu. Salonda bulunan çok sayıda parmak izinin kimlere ait olduğu ise bu toplantıdan sonra belli olacaktı.
“Burada böyle dikilecek miyiz Başkomiserim?”
“Evet Feride, kokteyl bitene kadar burada böyle dikileceğiz ve herkesi gözlemleyeceğiz. Selim nereye kayboldu? Ona bir görev vermiştim.”
“En son gördüğümde ikramların olduğu masanın başındaydı Başkomiserim.”
“Hey Allah’ım, git topla şunu. Sanki yemek yemeye geldik buraya.”
Feride Selim’i çağırmaya gidemeden, Selim bir anda arkalarında bitiverdi. Hâlâ ağzına attığı keki çiğnemekle meşguldü. Başkomiserin sert bakışıyla çiğneme işlemini yarıda bırakıp arta kalanları hızla midesine yolladı.
“Başkomiserim ne büyükmüş bu Polisiye Yazarlar Kurumu’nun binası. Yan salondan bile daha büyük bu kokteyl salonu. Çeşit de bol, getireyim mi size de yiyecek bir şeyler?”
“Bırak şimdi yemeği falan Selim. Sana söylediğimi yaptın mı?”
“Yapmaz mıyım Başkomiserim? Buraya yemek yemeye gelmedik herhalde. Masa masa dolaştım, neler konuştuklarına kulak kabarttım. Şu karşı masadaki bey, adı Mehmet Ümit. Onun yanındakiler Altan Sezgin, Armağan Tuna ve Çağatay Yağmur. Durmadan polisiye konuşuyorlar. Mehmet Bey geçen ay son romanına malzeme toplayabilmek için Mısır’a piramitlere gitmiş. Altan Bey’le Armağan Bey de önümüzdeki hafta Amerikalı bir seri katil ile cinayetleri hakkında görüşme yapacaklarmış. Çağatay Bey gitmeyecekmiş bir yere. İnzivaya çekilecekmiş. ‘İstanbul’un arka sokaklarında yeterince malzeme var,’ dedi yanındakilere. Ne tuhaf değil mi Başkomiserim? Bize gelseler ya, biz onlara en iyi cinayet haberlerini veririz. Neyse, şu kapı kenarındaki hanımlar Nurhan Aşkın, Yonca Çiftçioğlu, Ayla Kova . Vallahi korktum ben bu hanımlardan Başkomiserim. Üçü bir olursa Türkiye’de ne kadar tacizci, tecavüzcü, sapık varsa bir tokatta yere sererler. Toplumsal sorunlardan, çocuklara ve kadınlara yapılan kötülüklerden bahsedip durdular. Ha, bir de Başak Say var onların yan masasında almış karşısına Elif Poyrazlar’ı, valla dünyayı bir üst akıl mı yönetiyormuş, neymiş? Dediler bir şeyler ama aklım ermedi pek.”
“Bırak oğlum şimdi üst akılı falan. Anlat! Sonra?..”
“Kızmayın Başkomiserim, anlatıyorum. Şu beyin adı Şahin Şahbeyit ve yanında konuşan da Veli Ramazan. Veli Bey eski polismiş, meslektaş yani. Onların çaprazındaki masada duran hanım Lidya Nasbant. Sanırım polisiye yazarlığa yeni adım atmış. Pek tanımıyor aslında Firuze’yi. Ayşe Algan ile birlikte gitmişler kutlama partisine, o kadar. Zaten kedisi Duman’dan bahsetti bol bol Ayşe Hanım’a. Sümer Bey’le konuşanların isimleri Necati Gök ve Reha Gülkıran. Anladığım kadarıyla onlar da Firuze Hanım’ın yakın dostlarından. Başka muhabbet geçmedi hiç masalarında. Yağmur Öz, Tümay Gaffuroğlu ve Cenk Çalışkan ile aynı masayı paylaşan kişi de Suphi Varlıklı. Onun da yeni romanı çıkmış. Yanındakiler, “Üstadım, senede beş romanı nasıl çıkartabiliyorsun? Bravo vallahi,” diyorlardı. Emre Eroğlu ile Osman Denizci de birlikte yayınevi kuracaklarmış, başka bir şey konuşmadılar. Yalnız, Başkomiserim tam arkamızdaki masada bir yazar var. Şişşt bakmayın Başkomiserim. Adı Ayfer Kafka. Arkın Gerilim’le bir şeyler konuşuyor ama tek kelime anladıysam arap olayım. Osmanlıca konuşuyor galiba. Adam da pek anlıyormuş gibi bakmıyordu zaten. Anlayacağınız Başkomiserim, ölen gitti. Hayat kaldığı yerden devam ediyor.”
“Sen pek üzgünsün gördüğüm kadarıyla Selim. Evinde bir mevlüt okut istersen? Hey Allah’ım ya!.. Bu kadar mı? O gece partide olanların hepsi bu kişiler mi?”
“Hepsi bu kadar Başkomiserim. Olay gecesi maktulün evinde bulunan yazarlar, listedeki sırasına göre bu kişiler. Hangisinden başlıyoruz konuşmaya?”
Selim sorduğu soruya cevap beklerken Başkomiser ve Feride çoktan Sümer Bey’e doğru harekete geçmişlerdi bile.
“Merhaba Sümer Bey. Başınız sağ olsun. “
“Teşekkür ederim. Dostlar sağ olsun.”
“Ben Cinayet Büro’dan Başkomiser Ahmet. Bu, Komiser Feride ve bu da Komiser Yardımcısı Selim. Buraya Firuze Devran cinayetinin soruşturması için geldik. Sizinle biraz görüşmek istiyorum. Mümkün mü acaba?”
Cinayet kelimesini duyduğu anda başını sağa sola sallayan adamın tombul yanakları titreşti. Önce kıstığı gözleri sonra fal taşı gibi açıldı. Şaşkınlığından ne diyeceğini bilemez bir halde başını yukarı kaldırdı. Kirli sakalının altından çenesindeki gamzesi görünüyordu.
“Firuze intihar etmemiş mi? Öldürülmüş mü yani? Ama kim?.. Neden?..”
Kalabalığın arasında, en köşedeki masada dikilen Fulya Manolya ve Tuğrul Şirvan, Sümer Bey’in kimlerle konuştuğunu merak edip hemen yanlarına gelmişlerdi. Ayakta duramayacak kadar sarsılmış olan Sümer Genç’in en yakın sandalyeye oturmasına yardım eden Selim ve Başkomiser Ahmet, Tuğrul’un sesiyle başlarını kaldırdılar.
“Ne oluyor burada? Siz de kimsiniz? Abi, kim bunlar? Bir sorun mu var?”
“Merhaba Tuğrul Bey. Cinayet Büro’dan geliyoruz. Firuze Hanım’ın cinayet soruşturması için. Bu sabah elimize ulaşan deliller neticesinde, Firuze Devran’ın cinayete kurban gittiğini düşünüyoruz. Şu listedeki yazarları bir araya toparlarsanız ve diğerlerini de evlerine yollarsanız memnun olurum. Bugün burada işimiz uzun sürecek.”
Esmer yüzünün her zerresinde Sümer Genç’in yaşadığı şaşkınlığın aynısı görülebilen Tuğrul Şirvan, aralık dişlerinin arasından tıslama gibi çıkan “Cinayet mi?” sözünden sonra daha fazla konuşamadı.
Yanında duran Fulya Hanım’ın zarif çığlığı salondaki tüm gözlerin Başkomiser Ahmet ve ekibinin üzerine çevrilmesine sebep olmuştu.
***
“Al işte açmıyor yine telefonu.”
“Kim açmıyor?”
“Süheyla.”
“Annenin bulduğu kız değil miydi bu Süheyla? Ne ara bu kadar samimi oldun sen bu kızla Selim?”
“Çok güzel kız be Komiserim. Valla annemin bulduğu kıza bu kadar tutulacağımı rüyamda görsem, inanmazdım. Ama korkarım bizim iş başlamadan bitecek. Dün gece sinemaya gidecektik sözde. Polisiye Yazarlar Kurumu’ndan çıkamadık ki. Gece yarısına kadar işin yoksa yazar sorgula. Hem de polisiye yazar. Bitirdiler beni, mürüvvetimi engellediler, mutluluğumun önüne set gibi geçtiler. Bravo vallahi, bravo… Bak, yine açmıyor işte.”
“Açar açar, biraz zaman ver kıza. Sonra yine ararsın. Olmadı bir demet çiçekle dayanırsın kapısına ama şimdi değil. Acele edelim; Başkomiserim odasında bekliyor bizi. Kız peşinde koşma vakti değil Selim’ciğim. Şimdi vakit katil peşinde koşma vakti.”
Dün gece yarısına kadar, olay gecesi Firuze’nin evinde olan bütün davetliler sorgulanmıştı. Başkomiser Ahmet’in aracında çağrılmayı bekleyen Olay Yeri İnceleme polisi tek tek herkesten parmak izi örneği almayı da ihmal etmemişti. Polisiye yazarları camiası yaşadıkları şoku atlatmakta zorlanmışlardı. Fulya Manolya, arkadaşlarının bir cinayete kurban gittiğini öğrenen bazı hanım yazarlara su taşımaktan bitap düşmüştü. Başkomiser Ahmet nedense, uzaktan gözlediği bu kadından şüphelenmişti. Birkaç saat önce bir cinayet haberi almış, üstelik öldürülen kişi de yıllardır en yakın arkadaşı olan biri için, fazla sakindi. Bu şüphesinden Feride’ye de bahsetmişti fakat Feride’ye göre bu durum bir insanı cinayet şüphelisi yapmaya yetmezdi zira herkesin acıyla baş etme tarzı farklıydı. Güçlü biri olabilirdi. Belki de ayılıp bayılanlardan şüphelenmek daha doğruydu. Bu da aşırı bir tepkiydi. Başkomiserin Feride ile ayak üstü yaptığı bu konuşmaya son noktayı Selim koymuştu.
“Kadının kocası ortada yok Başkomiserim. Bence biz başka şüpheli arayarak aklımızı daha fazla karıştırmayalım. Kimin öldürdüğü ayan beyan ortada.”
Yirmi dört kişiden oluşan davetlilerin hepsi, hemen hemen aynı saatte Firuze’nin evine gelmişlerdi. Maktulün, her yeni kitabını çıkarmadan önce yaptığı geleneksel kutlamalardan biriydi bu da. Hiç kimse salon, mutfak ve misafir tuvaletinin bulunduğu alt katı terk etmemiş üst katlara hiç çıkmamışlardı. Firuze’nin yardımcısı Bahar’ın bahsetmediği bir şey vardı ki bu, şüpheli listesinin daha da kabarmasına sebep olacaktı. O gece evde misafirlere hizmet eden sadece Bahar değildi. Bir yemek ve organizasyon şirketinden yollanan üç garson vardı. Bu kişileri de bulmak zor olmayacaktı.
Alpay’la ilgili sorulara aldıkları yanıtlardan sonra ondan pek de memnun olmadıklarına kanaat getirmişti Başkomiser Ahmet. Birkaçı hariç, hepsi Alpay adını duyunca yüzlerini buruşturmuşlardı. Sümer Genç, “O adamla evlenmemesi gerektiğini Firuze’ye kaç kez söyledim ama ne yazık ki beni dinlemedi. Böyle olacağını bilseydim ne yapar eder Firuze’yi Alpay’dan vazgeçirirdim,” derken Alpay’ın katil olduğunu çoktan kabullenmişti bile. Tuğrul Şirvan’ın ellerinin titremesinden ağlamamak için zor dayandığı görülebiliyordu. Çok sinirli davranıyordu. Cümlelerinin arasında, “Bulun o Alpay denen katili,” sözünü defalarca tekrarlamıştı. Alpay’ın katil olduğu düşüncesi kendi fikri miydi yoksa Sümer Genç’ten mi etkilenmişti, belli olmuyordu.
Gece geç saatlere kadar süren sorgulamada elle tutulur bir bilgiye ulaşamamışlardı. Bir salon dolusu yazardan bir tanesi katil olabilirdi. Ya da olmayabilirdi. Şüpheli davranan hiç kimse yok gibiydi. Bir polisiye yazar gerçek bir cinayete karışsa, bunu kitaplarındaki kadar ustaca saklayabilir miydi? Gerçek hayat kitaplarda yazıldığı gibi değildi. Başkomiser Ahmet de romanlardaki polislerden biri değildi, gerçekti ve gerçek bir cinayeti çözmeye çalışıyordu. Kapısının önünde fısırdaşan Feride ve Selim’e seslenerek içeriye çağırdı. Geç kaldıkları yetmezmiş gibi bir de kapısının önünde dedikodu yapıyorlardı. Yine de onları çok seviyor ve kızamıyordu. Roman polisi değillerdi ama romanlara konu olacak polislerdi onlar. Yaza kalmaz emekli olacağı geldi yine aklına, hızla savuşturdu bu hüzünlü gerçeği zihninden.
“Sen şimdi Fulya Manolya’nın hareketlerinden şüphelenmiyorsun, öyle mi Feride?”
“Biliyorsunuz ben soruşturmalarda emin olmadan fikir yürütmeyi sevmem Başkomiserim ama bu sefer eminim. O kadının hareketlerinde şüpheli bir durum yok gibi. Yine de içiniz rahat etsin diye bugün evine uğrayabilirim. Sakin bir mekanda tekrar konuşmuş olurum. Ne dersiniz?”
“Olabilir Feride. Sen dün gece Emniyet’e dönerken ne geveliyordun öyle Selim? Gitti güzelim randevu falan?”
“Yok Başkomiserim, ne randevusu? Onu bırakın da, benim aklıma bir fikir geldi. Şu zehir şişesi vardı ya, onu araştırdım ben dün gece biraz internetten. Ona benzeyen küçük kristal şişeler satan bir sürü site buldum. O şişenin aynısını görmedim hiç bir yerde ama yine de şehirdeki hediyelik eşyalar satan dükkanları dolaşsak, diyorum. Eğer bu şişe katile babaannesinden miras kalmadıysa mutlaka bir yerden satın almış olmalı, öyle değil mi? İsterseniz ben de bugün dükkanları dolaşayım. İzniniz olursa Aytekin’i de alırım yanıma, iki koldan dolaşırız. Bir kaç adres çıkardım ben zaten Eminönü’nden. Gerisini de sora sora buluruz. Hem, görün bakın kesin o Alpay denyosu çıkacak bu işin altından. “
“Bakacağız artık orasına Selim. İyi! Tamam, sen de oraya git. Ben de şu organizayson şirketine gideceğim. Kimmiş bu üç garson ve neler biliyorlarmış bir öğrenelim bakalım.”
***
İstanbul’un kalabalık, dik yokuşlu, bol binalı mahallesinde aracını bir köşeye sıkıştıran Feride, toplu taşıma aracıyla gelmediğine bin pişman oldu. Bir saatten fazla zamandır trafikte bocalamış ve nihayet Fulya Manolya’nın evine ulaşabilmişti. Firuze gibi villası ayrı muhteşem, dairesi ayrı muhteşem birinin en yakın arkadaşı, oldukça orta halli insanların oturduğu bir semtte yaşıyordu. Üstelik de bir üniversite profesörüydü. Kapının ziline uzanırken “Demek ki profesör ve aynı zamanda yazar da olsan çok para kazanamıyormuşsun,” diye geçirdi aklından. İkinci çalışta açılan kapının ardında güzeller güzeli bir genç kız duruyordu. Fulya Manolya’ya olan benzerliği onun kızı olduğunun ispatıydı. Zarif görünümünü annesinden almıştı. İncecik ses tonu ipek gibi yumuşacıktı.
“Buyrun, kimi aramıştınız?”
“Fulya Hanım beni bekliyordu küçük hanım. Anneniz oluyor sanırım. Evde değil mi kendisi?”
“Hayır, hayır evde. Yani, evet annem. Buyrun lütfen. Misafir beklediğinden haberim yoktu sadece. O yüzden şaşırdım. Çalışma odasında kendisi. Buyrun ben sizi oraya götüreyim”
Kumral saçlarını ensesinde toplamış genç hanımın adı Selin’di. On dakika önce okuldan gelmişti ve bir saat sonra da kursa gidecekti. Zavallı yavrucakları yarış atı gibi koşturan eğitim sisteminin kendi zamanından beri hâlâ düzelmediğini hatta daha da kötüye gittiğini kendi kızından biliyordu zaten. Başarılar diledi Fulya Manolya’nın en az kendi kadar güzel kızına ve çalışma odasının kapısını tıklattı. İçeriden gelen ses titrek ama etkileyiciydi.
Ortamdaki keskin kitap kokusu odanın üç duvarını kaplayan kütüphanedeki binlerce kitaptan geliyordu. Kahverenginin hakim olduğu odada tek renkli obje masada duran kırmızı abajurdu. Bordo ojeli tırnaklarının arasında tuttuğu kalemi usulca kalemliğe bırakırken diğer eliyle Feride’yle el sıkıştı Fulya Manolya. Zarafetinden etkilenmemek mümkün değildi.
“Rahatsızlık verdim Fulya Hanım. Kusura bakmayın. Size sormak istediğim birkaç soru vardı.”
“Estağfurullah kuzum, rahatsızlık ne demek? Hoş geldiniz. Buyrun, oturun lütfen.”
“Dün gece epeyce yorduk sizi. Ama malum, çok kalabalıktınız. Bazı sorular sonradan aklımıza geldi.”
“Rica ederim, lütfen ne isterseniz sorun. Keşke bir yardımım dokunsa.”
“Evinizin daha seçkin bir semtte olduğunu sanmıştım. Doğrusu şaşırdım biraz. Hem ünlü bir yazarsınız hem de bir üniversitede profesörsünüz. Daha iyi kazanıyorsunuz zannediyordum.”
“Yazarlık öyle bol paralar getiren bir meslek değildir kuzum. Keza profesörlük de öyle. Firuze’nin zenginliği yazdığı kitaplardan değil, babasından kalmaydı. Biz yazarlar, hayatımızı idame ettirecek başka bir mesleği yapmıyorsak eğer tutunabilmemiz çok zordur. Bunda halkımızın kitap okumaya ne kadar az meraklı olduğu kadar, kitap satın almaya da ne kadar az hevesli olduklarının payı da yok değil. Ancak bunun en büyük suçlusu yayınevleri. Yazarlarına güvenmeyen, onları birer para makinesi olarak gören, genç ve tanınmayan yazarların dosyalarını nereye koyduklarını kendileri bile unutan, onlara küçücük bir şansı bile çok gören, tam tersi bünyelerindeki tanınmış yazarları ne yazarsa yazsın pohpohlayıp, öven yayınevleri sahiplerinde. Neyse, konumuz benim maaşımsa eğer hayır, ben bir villada oturacak kadar çok para kazanmıyorum.”
Feride karşısındaki deri koltukta oturan kadının solundaki rafa dizilmiş kitaplara dikti gözlerini. Bunlar Fulya Manolya’nın bu güne kadar çıkan romanlarıydı. Yıllar önce, daha Celal ile evliyken Fulya’nın bir romanını okumuştu. Adı ‘Kırmızı Boncuklu Kolye’ydi. Akıcı ve heyecanlı bir romandı. Romandaki kadın karakterin boyun eğmiş, kabullenmiş hallerini kendisine benzetmişti. Son sayfaya geldiğindeyse hiç kimsenin göründüğü kadar çaresiz ve masum olmadığını görmüştü. Etkili bir romandı. Para konusunu değiştirme vakti gelmişti. Başıyla romanların olduğu rafı işaret ederek sordu.
“Yazmak nasıl bir duygu? Yani ben olsam hiç beceremezdim kesin.”
“Yazmak bir tutku; tutku olmalı yani, olmazsa yazdıkların sadece zorlamadan, oradan buradan duyduklarından ibaret olur ve o da günün birinde tükenir. Yazdıklarını hiç kimsenin okumayacağını da bilsen, yine de aynı şevkle yazabiliyorsan o tutkunun girdabına girmişsin demektir. Yine de birkaç kişi bari okusun ama değil mi Feride Hanım? Ah çok özür dilerim. Size bir kahve bile ikram etmedim. Kahvesiz duramam da ben. Üniversitedeyken iki arkadaşımla aynı evde kalıyorduk. Onlar tostları hazırlardı, ben de kahveleri. O zamanlardan kaldı belki de bendeki bu kahve tutkusu. İçer misiniz bir kahve?”
“Elbette, çok teşekkür ederim Fulya Hanım.”
Kısa süre sonra dumanı oynaşa oynaşa tüten kahvenin kokusu odadaki kitap kokusunu bastırmıştı. Şık desenli fincandaki kahveden ufak bir yudum alıp devam etti Feride.
“Firuze Hanım’la çok iyi dost olduğunuzu, nasıl tanıştığınızı, neler yaşadığınızı dün gece anlatmıştınız zaten. Merak ettiğim bir şey var. En yakın arkadaşınızın ölümü sizi çok sarstı mı?”
“Neden sizi hiç sarsmadı, diye soracaktınız herhalde. Evet, hiç ağlamadım ama bu ne kadar üzgün olduğumu değiştirmez. Firuze’nin ölmesi, hem de öldürülmesi korkunç bir şey ve inanın bunu belli etmesem de en yakın dostumun ardından çok üzülüyorum. Bu beni sarsmadı çünkü ölümlerin ardından ağlamayı çok küçük yaşımda bıraktım ben. On yaşlarındayken babaannemi, ondan iki sene sonra da babamı kaybettim. İkisinin ardından da çok ağladım ve aylarca kendime gelemedim. En zoru da neydi, biliyor musunuz Feride? Babam ölmeden önce ona son bir kez daha ‘Seni seviyorum,’ diyememek. Öyle ani kaybettim ki onu… Günlerce sayfalar dolusu yazılar yazdım ardından. Onu ne çok sevdiğimi yazdım, ona söyleyemediğim tüm kelimeleri yazdım. Yazdım, yazdım, yazdım ve bir gün o defteri sıkıca kapatıp bir daha hiç kimsenin ardından ağlamayacağıma söz verdim kendi kendime. Yani, Firuze’yi ben öldürmedim Komiser Hanım. Eğer duymak istediğiniz buysa.”
“Katil olmadığınızı biliyorum Fulya Hanım. Bir sorum daha var, müsaade ederseniz? Son zamanlarda Firuze Hanım’ın davranışlarında bir farklılık sezmiş miydiniz? Kocasıyla arası nasıldı mesela? Ya da korktuğu, onu tehdit eden birilerinden bahsetmiş miydi? Sosyal medyadan, telefonla, mektupla ya da başka türlü. Bunları Bahar’a da sordum fakat duymak istediğim yanıtları alamadım.”
“Bir soru demiştiniz kuzum. Bu ne böyle, soru bombardımanına tuttunuz beni. Tamam, yanıtlıyorum bütün sorularınızı. Birincisi davranışlarında bir tuhaflık sezmedim. Her zamanki Firuze’ydi işte. Neşeli, esprili, hayatı o kadar da ciddiye almayan. Kocasına gelince, Alpay’la evlenmesini herkes gibi ben de istememiştim ama ne yapabilirdim? Firuze ona sırılsıklam aşıktı. Alpay’ın gerçek niyetini asla görmek istemedi. Bu soruşturmanın sonunda katil Alpay çıkarsa hiç şaşırmayacağım, biliyor musunuz? Ha, adamda katil tipi olduğunu, ya da psikopatça hareketlerde bulunduğunu falan söyleyemem. Sadece bakışkarında bir sinsilik olduğunu düşündüm, ilk tanıdığım günden itibaren. Firuze birçok kez aldatıldığını düşünüp bu konuda benimle dertleşmişti ama bunu asla ispat edemedi. O zamanlar evli de değildiler zaten. Evlendikten sonra da kocası hakkında tek bir serzeniş duymadım ağzından. Mutlu görünüyorlardı. Tehdit edildiği konusunda bir bilgim yok. Bunu dün de sormuştunuz… Ama… Bir dakika şimdi aklıma geldi. Sanırım dört beş ay önceydi. Birlikte benim son kitabımı inceliyorduk. Telefonu çaldı. Arayan şu yıllar önce mahkemelik olduğu yazar kadın, neydi adı?…”
“Deniz Sergi. “
“Ah, evet! Deniz Sergi aramıştı. Firuze ile buluşmak istemişti. Etiler’de Güneş Kafe’de buluşmak için randevulaşmışlardı. Firuze randevuya gitti. Saatler sonra arayıp ne istiyormuş, diye sordum. ‘Önemli değil. Sadece yüz yüzeyken özür dilemek istemiş,’ demişti Firuze. Afedersiniz Feride, eğer sorularınız bittiyse artık gitmem gerek. Sümer abi ile buluşacağız. Biliyorsunuz, yarın Firuze defnedilecek. Çok işimiz var. Alpay hâlâ ortaya çıkmadığı için ve Firuze’nin Sümer abi, Tuğrul ve benden başka hiç kimsesi olmadığı için defin işlemleriyle bizim ilgilenmemiz gerekiyor. Umarım size yardımcı olacak bilgiler verebilmişimdir.”
*******Birinci bölüm sonu*********