12 Eylül 2019
Oturduğu tekerlekli sandalyeyi güneşe doğru çevirdi. Titreyen elini yumruk yapıp, diğer avucunun içine sıkıştırdı. Denizin rüzgarı çarptı yüzüne. Uzaklara diktiği bakışları dalgalarda alabora oldu. Yitip giden ömrünün son demlerinde, hâlâ ciğerini yakan hasrete sitem etti; kimbilir kaçıncı kez. Doğan güneşe inat kapkaraydı gönlü. Zaman her derdin ilacı derlerdi bir de, oysa onun yarasına, aradan geçen kırk yıl bile merhem olamamıştı.
Belki de çok uzaklarda, hiç tanımadığı memleketlerde hâlâ yaşıyordu biricik oğlu. Yılların üst üste binmiş hasret sancısı bu düşünce ile biraz olsun hafifliyordu.
“Ah Münevver teyze! Ne arıyorsun sabahın köründe dışarıda? Kapıcı Veysel Efendi’ye tembihleyeceğim, bundan sonra bütün hemşireler gelmeden açmasın teras kapısını. Bak buz gibi olmuş ellerin. Hem, ne yapıyorsun sen burada?”
Deniz kenarında eski bir yalıdan bozma binaya dikti gözlerini. YADİGÂR BAKIM VE REHABİLİTASYON MERKEZİ. Güneşin doğuşunun bu terastan başka hiç bir yerde böyle muhteşem olduğuna şahit olmamıştı yıllardır.
“Oğlumu bekliyorum Ayşe kızım. Oğlum bugün kesin gelecek. Rüyamda gördüm. ‘Güneş doğarken geleceğim,’ dedi. Onu nasıl beklediğimi bir bilsen…”
“Ah be Münevver teyzem, oğlun daha dün buradaydı ya. Her gün gelemiyor biliyorsun. Gel, ben seni büyük salona götüreyim. Hem bak, bütün arkadaşların da oradadır şimdi. Nazife Hanım size yumurtalı ekmek pişirecekmiş bu sabah.”
“İstemiyorum ben yumurtalı ekmek falan çocuk! Oğlum gelecek diyorum sana.”
“Mustafa Bey bugün gelmeyecek canım teyzem. Haydi, inat etme; gel içeri.”
“Mustafa değil, Cemal’im gelecek! Rüyama girdi; ‘Güneş doğarken,’ dedi.”
Yüreği burkuldu Ayşe’nin. Münevver Hanım’ın buz gibi ellerini bırakıp, tekerlikli sandalyeyi itmeye başladı.
“Haydi Münevver teyze, söz dinle! Artık içeri girmeliyiz.”
On yedi yaşındaydı Cemal, gözü yaşlı annesi onu son kez gördüğünde. “Sokaklar tekin değil oğlum; gitme bu gece,” sözünü sanki daha dün söylemişti. Elinde kaçak göçek bastırdığı kağıtları sımsıkı tutan Cemal, “Biz de susarsak, kim konuşacak canım annem? Sen merak etme! Bana bir şey olmaz,” demişti anacığına. Oğlunun ardından etkisine çok inandığı o duayı da etmişti üstelik. O dua sayesinde, her seferinde sağ salim geri dönmüştü oğlu.
Ancak bu sefer öyle olmamıştı. Cemal’in yerine haberi gelmişti. “Yoldaş” dediği arkadaşlarından çelimsiz olanı nasıl da yumruklamıştı kapıyı. Zavallı kadın, pehlivanın biri evi başına yıkacak sanmıştı, korka korka kapıyı açarken.
“Cemal’i polis götürdü Münevver teyze. Çabuk gel! Şimdi bulamazsak, bir daha hiç bulamayız yerini,” demişti yavrucak nefes nefese.
Ne işi olurdu ki Cemal’in polisle? Zavallı kadının hiç aklı ermemişti zaten bu kavgalara. Sağcı kimdi? Kimdi solcu?.. Hepsi bu vatanın, hepsi bir ananın evlâdı değil miydi?
Eylül 1980
Dayandığı duvardan sırtına yayılan soğukluk iliklerine kadar işlemişti. Kaç saattir ya da belki de kaç gündür buradaydı farkında değildi. Zaman kavramı uçup gitmişti sanki. Ayak parmaklarının hâlâ yerlerinde durup durmadığını hissetmek için çabaladı. Zor da olsa kıpırdatabildiği başparmağına saplanan acı ile inledi. Gözüne bağlanmış bez parçasından yayılan pis koku genizine doluyordu. Ne kokusu olduğunu düşünmedi.
Artık acıyı duymazdan gelen vücudu gibi, keşke kulakları da duymazdan gelebilseydi yakarışları. Bazen bağıran seslerin dışarıdan mı yoksa kendisinden mi geldiğini ayırt edemiyordu. Az önce duyduğunu sandığı, “Sakın konuşmayın! Sakın konuşmayın!” diye bağıran adamın yüzünü hayal etmeye çalıştı. Yaşlı birinin sesi gibiydi. Belki de gençti. İdrak edebilmeyi bile unutmuştu. Belki de yapayalnızdı ve tüm o sesler onun hayal ürünüydü.
Ölmeyi hiç bu kadar çok istememişti. Ölmeyi isteyecek kadar bile yaşayamamıştı ki dünyada. Daha on yedi yaşındaydı. Ölmek için çok gençti; kurtuluşun ölüm olacağını bilecek kadar da yaşlı.
Demir kapının kulak deşen gıcırtısıyla, avcının yaklaştığını duyan ceylan misali dikti kulaklarını. Yine geliyordu işte; yine işkence başlıyordu. Yine aynı şarkıyı kondurmuştu iğrenç dudaklarına.
“Uyan uyan sabah oldu. Su başına gel Fadimem…”
Kahkahalar taş duvarlara çarpıp yankıyla kulaklarında uğuldarken, yanağına yediği şamarlarla daha çok artıyordu öfkesi.
“Uyandın mı lan? Kalk! Bak, kahvaltı getirdim sana. Bir kuş sütü eksik. Ballı kaymaklı ekmekle kapanışı yapacaksın hem de.”
Vicdansız kelimesini çok az kullanmıştı, kısacık ömrü boyunca. Sonradan mı vicdanını kaybederdi insanoğlu yoksa doğuştan mı vicdansız olunurdu?
“Sabah sporumuzu yapmadan kahvaltı olmaz yalnız. Neydi ilk hareket? Hah! Gerinme ve ısınma hareketleri…”
Başının iki yanından yukarı doğru bağlanmış kollarında hissettiği acı, dudaklarının arasından aslan kükremesini andıran bir bağırtı ile çıkmıştı. Gerilen iplerin çıkardığı belli belirsiz ses sinirini bozuyordu. Bugün kopacağına emindi kollarının. Sabahları annesinin şevkat dolu öpücüğü ile uyandığında yaptığı gerinme hareketi ne tatlıydı oysa. O günleri hayal ederek acısını unutmaya çalıştı.
“Bağır, bağır! Ses tellerin açılır. Ciğerlerin genişler.”
Sırada ne var, diye düşündü. Elektrik şoku mu? Yok, yok! Onu en son yapıyorlardı. Ballı kaymaklı ekmekti elektrik şoku. Öyle demişti işkencecisi. Hangi tırnağındaydı sıra? Her gün birini çekiyorlarsa, belki yirmi gün sonra bitecekti acıları. Salıvereceklerdi belki de…
“Konuş ulan! Uğraştırma bizi. Kimin köpeğisin? Kim istedi o dergiyi basmanı?”
Yumruk burnuna gelmişti de, neden burnu değil de beyni zonkluyordu?
“Devrimciymiş? Peh! Yerim ulan sizin devriminizi. Sizin zorunuz düzeni bozmak. Düzeni bozdurmam ulan size. Anarşiste yedirmem ulan bu memleketi. Tek tek bulacağım hepinizi ulan.”
“Anarşiste yedirmezmiş… İşkenceciye yedirirsin ama; cuntacıya yedirirsin; koltuk sevdalısına yedirirsin; ülkeyi satana yedirirsin.” Dilinin ucuna gelen sözleri sesli mi söylemişti yoksa içinden mi, farkında değildi.
Demir kapının ardından gelen sesler yine kabus gibi üşüşmeye başladı odaya. Silik, uzaktan ama tane tane, açık açık duyuluyordu yakarışlar. Kendi işkencesinden daha acı vericiydi bu sesler. Kimbilir, belki bu da işkencenin başka bir çeşidiydi.
“Vurmayın, n’olur vurmayın! Anam avradım olsun ben bir şey yapmadım. Tanımıyorum ben o adamı. Vurmayın!..”
“Ben hiç kimseye yataklık yapmadım. Allah aşkına bırakın beni. Çoluğum çocuğum var benim. Yapmayın, n’olur, yapmayın…”
“Annee! Annee1 kurtar beni! Anne…”
“Allah belanızı versin şerefsizler. Aah,vurmasana ulan puşt. Aah, bırak beni, bırak…”
Kulaklarını elleriyle bastırdığını hayal etti. Sağır olduğuna inandırmaya çalıştı kendini. Parmak uçlarına elektrik kablolarının bağlandığını hissedebiliyordu. Az kalmıştı. Birazdan bayılacak ve derin bir uykuda rahatlayacaktı. Ayılması için üzerine atılan buzlu su gelene kadar, rüyasında annesini görürdü belki.
Eylül 2019
“Annenizin durumu günden güne kötüye gidiyor Mustafa Bey. Artık hangi zaman diliminde yaşadığını karıştırıyor. Dün, darbe oluyor diye bağıra bağıra herkesi birbirine kattı. Cemal diyor da başka bir şey demiyor son günlerde. “
“Farkındayım Ayşe Hanım. Nasıl üzülüyorum bu duruma, bilemezsiniz. Aslında ben kendimi bildim bileli annemin gel gitleri olurdu. Seksen darbesinden sonra, polisin götürdüğü ağabeyim Cemal’den bir daha haber alamayınca, toparlayamamış kendini. Ben o zamanlar üç yaşındaymışım. Psikolojisi bozuk bir anneyle büyümek benim için de hiç kolay olmadı. Sonraları bu hallerine bir de Alzheimer Hastalığı da eklenince, hayatımız kabusa döndü. Babamı da kaybedince annemin bütün sorumluluğu bana kaldı. Takdir edersiniz ki, bu çok zor bir durum.”
“Elbette Mustafa Bey, inanın bana, sizi çok iyi anlıyorum. Burası sadece bir bakımevi değil, aynı zamanda Demans hastaları için ülkedeki en iyi rehabilitasyon merkezlerinden biri. Anneniz burada emin ellerde. Gözünüz arkada kalmasın.”
Odasının güneş vuran penceresinin önüne yerleştirmişti tekerlekli sandalyesini. Puslu, dumanlı hatıraları bir gelip bir giderken, karmakarışık kafasını daha da çok yoruyordu.
Sabahları bu odada uyanmaya alışıktı. Şimdilik odasının her ayrıntısını eksiksiz hatırlıyordu. Yakalandığı bu unutma hastalığına şükrettiği vakitler de olmuyor değildi. Eğer doğru hatırlıyorsa, seksen yaşını geçmişti. Seksen yılda yaşadığı kayıplar, hafızasındaki kayıpların yanında, devede kulaktı. Bütün acıları bir anda unutabilseydi keşke.
“Merhaba anneciğim. Bak, ben geldim. Nasılsın bugün? İyi gördüm seni.”
“Sen de kimsin? Annen değilim ben senin çocuk! Benim oğullarım daha çok küçük. Sen git de başka odada ara anneni.”
“Ah annem ah, bunu bana neden yapıyorsun? Görmüyor musun, nasıl hasretim sana? Yıllardır beni gör diye etrafında dört dönüyorum. Ağabeyim öldüğünde neden beni de mezara koydun ki? Sana ne çok ihtiyacım vardı oysa.”
“Vah, vah… Ağabeyin mi öldü senin? Benim oğullarım ölmedi çok şükür. Sen Cemal’i tanıyor musun? Cemal benim büyük oğlum. Zehir gibidir, zehir. Bilmediği yoktur. Kardeşine sayı saymayı öğretiyor. Üç yaşında çocuğa sayı saydırılır mı oğlum, diyorum ama dinlemiyor beni. Cemal’im çok akıllıdır, çok. Mustafa’mı koruyup kollayacak o.”
Tanıyorum, diyemedi Mustafa. Cemal benim ağabeyim, sen de benim annemsin diyemedi; demedi. Biliyordu ki, ne dese annesi onu dinlemeyecek, anlamayacak, duymayacaktı.
Yıllar olmuştu annesini bu bakımevine yerleştireli. Yıllardır her geldiğinde ondan sadece sıcacık bir gülümseme beklemiş ancak her geldiğinde aynı cümleyle karşılaşmıştı. “Sen de kimsin?”
Dizlerinin üzerinde, örgü şalının altında gizlenmiş ellerini tuttu annesinin. Öptü, kokladı… çömeldiği yerden başını dizlerine dayadı. Saçlarını okşaması için dua etti. Okşamadı annesi. “Olsun,” dedi. “Nefesini hissedeyim, yeter bana.”
Gözü arkada değildi, yine de içi acıdı odadan çıkarken. Son kez ardına dönüp baktığında, annesinin çoktan pencereye dönmüş, hülyalara dalmış olduğunu gördü.
Eylül 1980
“Allah aşkına Memur Bey oğlum, bir cevap ver! Oğlumu bu karakola getirmişler. Adı Mehmet Cemal Karlı. Bir bakıversen, burada mı? Bir görüştürsen bizi. Annenin güzel yüzü hürmetine. Ne olursun evladım.”
Karakolun önü ana baba günüydü. Her kafadan bir ses, her ağızdan bir söz çıkıyordu.
“Eh be oğlum,” dedi bir tanesi. “Eh be oğlum! Dedim sana, uyma şu ipsiz sapsız arkadaşlarına diye. Senin neyine ülkeyi kurtarmak? Hey Allahım! Nasıl bulacağım şimdi ben bu çocuğu?”
Ağlayanlara, ellerinde evlâdının fotoğrafını sallayanlara, ayılıp bayılanlara tek tek baktı genç Polis Memuru.
“Gidin teyze, yok burada çocuklarınız. Amirimi kızdıracaksınız. Gidin Allah aşkına.”
“Nasıl gidelim Memur Bey? Nasıl gidelim? Evlâdımız onlar bizim. Burada bırakıp, dönüp arkamızı nasıl gidelim?”
“Dün getirildiler buraya teyze. Bir kaç saat kaldılar sadece. Askeri araç topladı götürdü hepsini. Vallahi burada değil çocuklarınız. Varın, gidin evlerinize. Komiserim kızacak yoksa.”
Askeri araç neydi ki? Tank mıydı? Bilemedi zavallı kadın. Askerliğini yapmasına daha üç sene vardı Cemal’in. Seferberlik mi ilan edilmişti ki?
Kalabalıktan yükselen bir ses aklını başına getirdi kadının. Cemal askere alınmamıştı.
“Hapishaneye mi götürüldüler yani? Söyle evlâdım, ne olur söyle!”
“Bilmiyorum amca. Ben alelade bir Polis Memuruyum. Bana söylemezler öyle şeyleri.”
“Evlâdım, benim de torunumu almışlar. Adı Ahmet Baki. Yavrum daha on altı yaşında. Ne suçu olur ki o kadarcık çocuğun? Ona bir şey olursa, ne yaparım ben? O bana biricik oğlumla, rahmetli gelinimin emaneti.”
Huzursuzlanan kalabalığın ne susmaya, ne de çocuklarını almadan gitmeye niyeti vardı.
“Komiserin nerede? Onu görmek istiyorum. Benim de kızımı götürmüşler sokak ortasından. Bir lokma kız, ne yapacak; tek başına ülkeyi mi devirecek? Çağır Komiserini, ona anlatalım derdimizi.”
“Yasak hemşehrim, anlamıyor musun sen? Yasak!”
“Ne yasak Memur Bey oğlum? Ne yasak? Yaşamak mı?”
Eylül 2019
“Ne düşünüyorsun böyle kara kara Münevver teyzem?”
“Darbeyi.”
“Darbeyi mi? Hangi darbeyi teyzem?”
“Sen bilmezsin çocuk.”
Ayşe bu kuruluşta çalışmaya başlayalı çok uzun bir zaman olmamıştı. Yine de Münevver Hanım’a karşı özel bir ilgisi, anlayamadığı bir sevgisi vardı.
Yıllarca Alzheimer Hastası olan annesine baktıktan sonra, üç ay önce onu toprağa vermiş ve annesi gibi hastalara yardımcı olabilmek için bu bakımevinde hemşirelik yapmaya başlamıştı.
Unutmak mı daha zordu yoksa unutulmak mı? Ayşe, hangisinin daha acı olduğuna karar verememişti yıllar boyunca. Bedeni son ana kadar yanında olan ancak anıları bedeninden çok önce ölüp gitmiş annesini günün birinde unutur muydu, bilmiyordu. Bildiği tek şey, annesiyle aynı kaderi paylaşan bu insanların ellerini asla bırakmayacağıydı.
“Cemal’im neden gelmiyor? ‘Geleceğim,’ demişti, ‘Unutma beni anne,’ demişti. Unutmadım ki ben onu.”
Üç aydır tanıdığı Münevver Hanım’ın ağzından son günlerde Cemal ismi düşmüyordu. Bakımevindeki diğer hemşireler, her sene eylül ayında kadıncağızın ölen oğlu Cemal’i daha sık andığını söylemişlerdi. Ne karmaşık bir yerdi şu insan beyni. Unuturken de, hatırlarken de başına buyruktu.
“Cemal’i çok mu özledin Münevver teyze?”
Ayşe, boş gözlerle bakan Münevver Hanım’ın elini tuttu. Elbette ki, oğlunu çok özlediğini biliyordu. Cevap beklemedi sorusuna.
Onun için annesini toprağa vermek anlatamayacağı kadar acı bir duyguyken, evlâdını kaybetmiş bir annenin acılarını tarif edecek kelime bulamıyordu. Hangisi daha zor, diye düşündü; hangisini daha çabuk unuturdu bu karmaşık zihin? Evlâdını mı yoksa annesini mi?
“Sen bilmezsin çocuk,” demişti ya Münevver Hanım; aslında biliyordu Ayşe. On iki eylül, on iki mart, yirmi yedi mayıs ya da başka bir gün, ne fark ederdi ki tarihler. Bir ülkede darbe olmuşsa, o ülkede zaman durmamış, geri geri gitmiş demekti. Bir ülkede darbe olmuşsa, o ülke, kimbilir kimlerin kuklası olmuş demekti. Bir ülkede darbe olmuşsa, o ülkenin evlâtları ölmüş, o ülkenin anaları kan ağlamış demekti.
O günleri görmemişti Ayşe ama biliyordu. Eylülün ılık rüzgârlarına karışan, yanık kitap kokusunda saklı çığlıkları duyar gibi oldu bir an. Bacalardan çıkan dumanla, kelime kelime gökyüzüne yayılan çığlıkları…
Münevver Hanım’ın gözünden göremese de o günleri, onun gözlerindeki hüzünde darbenin izlerini görebiliyordu. Sözü daha fazla uzatmanın manâsı yoktu.
“Gelecek Münevver teyze, hiç merak etme, Cemal’in gelecek.”
Ekim 1980
“Ne yaptın ulan sen?”
“Benim bir suçum yok abi. Kendi istedi pislik. Kaşındı… Anama küfretti şerefsiz.”
“Başlatma ulan anandan!”
“Ayıp oluyor ama abi.”
“Ölmüş mü ulan bu? İşkenceye bir başladın mı, kendini kaybediyorsun oğlum. Konuşturamadın zaten günlerdir hiç birini. Al işte, ne yapacağız şimdi bununla?”
“Ölmemiştir belki abi.”
“Kapat çeneni! Ölmemişmiş… Bir çare bulacağız mecbur. Sen de bundan sonra daha dikkatli ol. Adama sorrmazlar mı ulan, bu kaçıncı intihar, diye?”
“Soracak olsalar şimdiye kadar sorarlardı abi. Bu memleket az çekmedi bu anarşistlerden. Kimin umurunda onlara ne olduğu? “
“Anarşistler kovalasın ulan seni. Hadi, giydir şunun pantolonunu; sonra da tutuştur eline jileti, kes bileklerini. Baksana gebermemiş daha. İş açacak başımıza. Ananızın karnından işkenceci mi doğdunuz, nedir?”
Analarının karnından işkenceci doğmamışlardı elbette. Öyleyse, neydi onları böyle cani yapan? Bu bitmek tükenmek bilmeyen öfkenin sebebi neydi? Acı çektirmeyi, cana kıymayı bu kadar çekici yapan, neydi? Yüreklerini nerede kaybetmişlerdi.
Kafasına üşüşen soruları kovalayacak gücü yoktu. Rutubetli duvara sırtını dayayıp gitmişlerdi. Ne hikmetse, gitmeden kıyafetlerini de giydirmişlerdi. Gözlerinin bağını neden çözmüşlerdi acaba? Bayramdı belki de… Bayramda da işkence edecek değillerdi ya?
Camsız, dar odada gezdirdi sisli bakışlarını. Gözündeki şişlik sızladı, aldırmadı. Gücü tükeniyordu. Elinde tuttuğu jilete baktı. Ne arıyordu ki elinde? Bileğinden akan kanın bacaklarına doğru usul usul yayılışını seyretti. Hayret, hiç canı acımıyordu.
Çiçek kokusu çalındı burnuna. Yasemin ya da manolya… İkisini de çok severdi. Derin derin çekti içine bu güzel kokuyu. Kuş sesi miydi o duyduğu? Evet, evet kuş sesiydi. Cıvıl cıvıl…
Yok, acıdan değil, sevinçten dökülüyordu gözyaşları. Nedenini bilmediği, içini sarıp sarmalayan huzurdan ağlıyordu. Artık açık tutmaya dayanamadığı gözlerini kapadı. Uzaktan, çok uzaktan annesinin sesini duydu.
“Sokaklar tekin değil Cemal’im. Gitme bu gece!”
Ekim 1980
“Yok diyorum ya kadın! Sen laftan anlamıyor musun?”
“Karakoldan söylediler Komiser Bey kardeşim. Asayiş Şube Müdürlüğüne getirmişler oğlumu. Burada değilse, nerede o zaman?”
“Tamam, buraya getirmişler. Bak, kaydı burada var. Siyasi Şubede sorgusu yapılmış, sonra da salıverilmiş. Ne bileyim ben, ondan sonra nereye gittiğini.”
Koca defterde alt alta yazılmış yüzlerce isme baktı Münevver. Cemal Karlı ismini buluverdi, bir çırpıda. Oğlunun adını okumak bile içini titretti zavallı kadının.
“Kaçmış gitmiş işte besbelli. Artık, ne haltlar yediyse?”
“Öyle deme Komiser Bey, yapmaz benim oğlum öyle şey. Annesini bırakıp gitmez. Nereye gidecek on yedi yaşında çocuk? İyice baktın mı? Tutuklanmıştır belki de. Ankara’ya götürüyorlarmış, cezaevine. Oradadır belki. Kaçıp gitmez benim oğlum. Bir suçu yok ki onun, neden kaçsın? Öyle değil mi Bey? Sen de bir şey söylesene!”
Pardösösünün kolunu çekiştiren kocasına konuşmadığı için sinirlenen kadın, sertçe çekip kurtardı kolunu kocasının elinden. Susmayacaktı… Cemal de öyle söylememiş miydi? “Hepimiz susarsak, kim konuşacak canım anam,” dememiş miydi?
Tam otuz sekiz gün olmuştu. Münevver ve kocasının, otuz sekiz gündür aramadıkları, sormadıkları karakol kalmamıştı. Yoktu, oğullarından hiç bir haber yoktu.
Delirmek böyle bir şey miydi? Her güne umutla uyanırken, umutsuzluğun denizinde boğularak yatağa girmek miydi delirmek? Elini kolunu bağlayan çaresizlik tüketiyordu zavallı kadını. Bir ses, bir nefes duymak istiyordu Cemal’den.
Haftalar süren aramalardan sonra oğullarının Gayrettepe Siyasi Şubede göz altında olduğunu öğrenmişler, koşarak değil, adeta uçarak gelmişlerdi buraya. “Yok,” diyordu Komiser. “Oğlun burada yok.” Aklı almıyordu zavallı kadının. Salıverilse gelmez miydi oğlu evine? Koşarak sarılmaz mıydı, biricik annesine? Olmazdı, olamazdı öyle şey. Kaçıp gitmiş olamazdı Cemal.
“Hanım hanım, koskoca Komiserim ben. Yalan mı söylüyorum sana yani? Sen ne demeye çalışıyorsun? Bana bak! Al şu karını, yıkılın karşımdan. Anarşist misiniz siz yoksa? Alayım mı sizi de içeri?”
“Anarşist falan değiliz biz Komiser Bey kardeşim. Oğlumuzu arıyoruz sadece. Senin çocuğun yok mu? Anan baban yok mu? Vicdanın yok mu?”
Karısının sözlerinin başlarına iş açacağını anlayan adam, daha sert bir hareketle tutup, çekti kolundan Münevver’i. Zorla dışarı çıkarırken, bakışlarındaki öfkenin sonuçlarını kestirebilmesine imkân yoktu.
Eylül 2019
“Huu Münevver Hanım, sana söylüyorum, dinlemiyor musun sen beni? Aklın nerede yine anlamadım ki?”
Bakımevinin büyük salonunun devasa penceresinden geçip içeriyi aydınlatan güneşin ışığında Nebahat Hanım’ın yüzü çok komik görünüyordu. Gülmemek için zor tuttu kendini Münevver Hanım.
Kendini Cahide Sonku zanneden bu zavallı kadına acısa mıydı, bilemiyordu. Acınacak halde olan kendisiydi belki de. En azından Nebahat Hanım, bu haliyle bile mutlu olmanın yolunu bulmuştu. Unutma hastalığı, neşesinden hiç bir şey eksiltmemişti. Cahide Sonku’nun şuh kahkahalarını bire bir taklit edebilmesi de, ayrı bir başarıydı.
“Dinliyorum Nebahat hanım, dinliyorum.”
Nebahat, Cahide Sonku’nun Şehvet Kurbanı filmindeki gibi iki yanından buklelediği saçlarını sağa savurup Münevver Hanım’a baktı.
“Bak, yine karıştırıyorsun Münevver Hanım. Kaç kez söyleyeceğim? Cahide benim adım. İyice bunadın galiba sen. Bir tuhafsın zaten son günlerde. Neydi o geçen günkü halin? Darbe de darbe diye tutturdun. Ayy, ne darbesi Allah aşkına?”
Yavaş yavaş, azar azar eksiliyordu hatıraları. Şu kadının dediği gibi, bunuyordu belki de. Annesinin yüzünü, ne kadar çabalasa da hatırlayamıyordu meselâ. Babasının pos bıyıkları hâlâ aklında olsa da, ona dair de çok az anı vardı hafsalasında. Küçük oğlu Mustafa’yı bir bulup, bir kaybeden zihnine, daha ne kadar söz geçirebilirdi, bilmiyordu. Aynadaki yüzü bile başkasına ait oluveriyordu sık sık. En çok da o anlarda, içine düştüğü girdaptan asla çıkamayacağı korkusu sarıyordu benliğini.
“Oğlum gelecek, biliyor musun Cahide Hanım? Kaçtı dediler oğlum için. O Komiser kovdu bizi; söylemedi oğlumun yerini ama ben biliyorum, gelecek Cemal’im. Duydum ben, kulaklarımla duydum. Cemal’in yerini biliyormuş o Komiserin yanındaki adam.”
“Aman Münevver Hanım, sen de bir Cemal tutturdun, gidiyorsun. Ben duydum, ölmüş senin oğlun. Hani şu on sekiz numaralı odada kalan emekli Müşavir Zeki Bey var ya, o söyledi. ‘Kaçmadıysa, öldürmüşlerdir,’ dedi. Çok ölen olmuş seksen darbesinde. Kabul et artık, senin oğlun da ölmüş işte.”
Karşısında hiç susmadan konuşan kadına baktı. İşte yine unutmuştu; neydi bu kadının adı? Hani şu kendini Cahide Sonku sanan. Sussaydı ya artık. Yalnız kalmak istiyordu. Cemal’i düşünmek, uyumak ve rüyasında Cemal’i görmek… Darbeyi unutmak, silah seslerini unutmak, yanık kitap kokusunu unutmak, korkuyu, endişeyi, ümitsizliği, çaresizliği unutmak istiyordu.
Yok olup giden bunca anının yanında, zihnini bir kartalın pençesi gibi yakalayıp bırakmayan o iki acı hatırayı da unutabilmek isterdi. Kocasının ölüm gününü unuttuğu gibi, oğlu Mustafa’nın doğum gününü unuttuğu gibi, evinin adresini unuttuğu gibi, o iki günü de unutmak isterdi. Biri Cemal’in polis tarafından alındığı o karanlık gün, diğeri de…
Ekim 1980
Kocasını işe geçirip, Mustafa’yı da komşu teyzeye bıraktıktan sonra soluğu Siyasi Şubede aldı Münevver. Bu işte bir iş vardı. Oğlu kaçmış olamazdı.
Bütün gece hiç uyumamıştı. Aklına takılan bir sorun vardı. Oğlunun adı Cemal Karlı olarak kayıt edilmişti Emniyet Müdürlüğündeki o koca deftere. Oysa oğlunun nüfustaki ismi Mehmet Cemal Karlı idi. Yanlışlık yapmışlardı işte. Kimbilir hangi Cemal Karlı’ydı o salıverilen.
Kocasının korkaklığına dayanamıyordu. Nasıl olurdu da, oğlunu bulmak için yeri göğü birbirine katmazdı? Bu şüphesinden bahsetmedi hiç ona. Biliyordu engel olmak isteyecek, yine “Başımızı belaya sokacaksın sen be kadın!” diyecekti.
İki saate yakın bir zamandır Asayiş Şube Müdürlüğünün dış kapısından caddeye uzanan, sıra sıra taş merdivenlerin başında bekledikten sonra, bir fırsatını bulup kapıda duran Polis Memurunu atlatıp içeri girdi. Komiserin odası üçüncü kattaydı. Ona, yaptıkları yanlışlığı anlatacak, oğlunu hangi cezaevine gönderdiklerini öğrenecekti.
Kapının önünde cesaretini toplamaya çalıştı. Aralık duran kapıdan içerideki konuşmaları rahatlıkla duyabiliyordu. Komiserin misafiri her kimse, çok samimi bir muhabbet geçiyordu aralarında. Şimdi kapıyı tıklatıp onu sinir etmek istemedi. Denize düşen yılana sarılır misali, güzel bir dille ikna edecekti Komiseri, oğlunu aramaya. Sessizce beklemeye devam etti.
“İşler çok karıştı Aykut abi. Her gün gelenlerle uğraşmaktan işime bakamaz oldum. Yok çocukları neredeymiş, yok suçsuz yere tutuluyorlarmış, bir sürü terane. Çocukları bu devleti yıkmaya çalışırken neredeydiler acaba? “
“Haklarından geleceğiz Evelallah. Bir değil, bin tane de olsalar, bu devleti yedirmeyeceğim hiç birine. Elimdekiler ötünce diğerlerine de ulaşmak çocuk oyuncağı. El birliği ile kurutacağız köklerini.”
“Aman diyeyim abi, son günlerde fazla göze batıyorsunuz. Sizin evden sağ çıkan olmuyor pek. Adamlarına söyle, biraz daha dikkatli olsunlar. Konuşturacağız diye, işkencenin dozunu ayarlayamıyorlar. Kime nasıl hesap vereceğimi şaşırıyorum sonra.”
“Bir de hesap mı vereceksin bunlara? Sağcısı, solcusu hepsi anarşist bunların. Anaları babaları az mı sanki? Aslında sülâleleriyle toplamak lazımdı hepsini.”
Aralık kapı dile gelmiş, sanki zehrini kusuyordu. Neler oluyordu bu insanlara? Nefret gözlerini neden böyle kör etmişti? Münevver nefes bile almaya korkuyor, sessizce duyduklarını sindirmeye çalışıyordu.
“Ben de şaşırıyorum işte abi. Ne yapayım? Her gün birine oğlun, kızın yok burada demekten içim şişti. Bir de inatçılar ki, sorma. Devletin kurumuna, Komiserine bile güven kalmamış yahu. Yok diyorsam yoktur, öyle değil mi yani?”
“Patronun kim olduğunu öğreteceksin onlara. Hem o anarşistlere, hem de laf anlamaz ana babalarına.”
“Bir tanesi daha dün oğlu için kükreyip duruyordu burada. Cemal miymiş neymiş adı? Geçenlerde sizden biri, ‘Salıverildi yazın kayıtlara,’ demişti, biz de öyle yaptık. Kadına, yok oğlun, salıverilmiş diyorum ama keçi gibi inatçı; laf anlamıyor ki. Kaçmazmış onun oğlu. Bak, bak, bak ,bak, lafa bak!”
“Çok sıkboğaz ederse, al gözaltına. Yolla bizim eve, gözüyle görsün oğlunun leşini.”
Adamın attığı kahkaha Emniyetin duvarlarını yıkıp, delip Münevver’in kulaklarında çınladı. Ne diyordu bu adam? Oğluna ne yapmışlardı? Damarlarında dolaşan kanı hissedebiliyordu. Beynine hücum eden öfkeyi bastırmaya çalıştı. Sakin olmalı ve önce bu adamın kim olduğunu öğrenmeliydi.
Koridorun bir köşesine çekildi ve adamın odadan çıkmasını bekledi. Kapıyı açan uzun boylu, yapılı vücutlu, kır saçlı adam oğlunun yerini biliyordu. Sivil giyimliydi ancak yüzündeki kibir, eline büyük fırsatlar verilmiş bir rütbeli olduğunu gösteriyordu. Asker ya da polis, her neyse, her kimse, Münevver onun peşini bırakmayacaktı.
Eylül 2019
Odasındaki eşyalara tek tek baktı. Onlarla çok fazla anıları birikmemişti henüz. Anı biriktirebilme becerisi çoktandır yok olmuştu zaten. Koskoca geçmişten geriye anılar değil, acılar kalmıştı şimdi bir tek.
Mustafa’yı düşündü. Ona haksızlık ettiğinin farkındaydı. Elinden daha iyisi gelseydi, Cemal’inden arta kalan sevgiyi de ona verir, mutlu bir çocuk olmasını sağlardı. Ancak bunu başaramayacağını daha o gün biliyordu. Artık eskisi gibi olamayacağını biliyordu.
Olmadı da… Bir daha eski Münevver olmaya çabalamadı bile. Omuzlarında taşıdığı yükü görmeyenler ona deli damgası vurmuştu. Gel git akıllı, meczup, oğlunun hasretine dayanamadığı için, diğer oğlundan vazgeçmiş bir deli. Nereden bileceklerdi ki…
Bir lütuf saydığı unutma hastalığı zihninden hep en güzel günleri söküp almıştı. Sabırla beklemişti yıllardır. Yavaş yavaş avuçlarından kayıp giden benliğinden, günün birinde o kara günün de çıkıp gitmesini beklemişti.
Tıklatılan kapıyı duymazdan geldi. Tahammül edemiyordu artık hiç kimseye. Bundan neredeyse kırk yıl önce yalnızlığa mahkum etmişti o kendini. Çekip çıkarmalarını istemediği bir mahzene kapatmıştı ruhunu.
“Girebilir miyim Münevver teyze?”
Girme dese sanki dinleyecekti. Bu kız neden peşini bırakmıyordu ki? Annesi falan sanıyordu herhalde onu. Cevap vermedi.
“Bak, sana ne getirdim teyzeciğim. Beğeneceğini sanıyorum. Açsana!”
Şıkır şıkır bir hediye paketi uzatıyordu Ayşe. Ne diyeceğini bilemedi Münevver Hanım. Hediye mi almıştı bu çocuk ona? İçindekini merak bile etmiyordu ama Ayşe’yi üzmemek için sevinmiş gibi yaptı.
“Teşekkür ederim Çocuk. Hiç gerek yoktu hediyeye falan. Doğum günüm mü yoksa bugün?”
“Hayır canım teyzem, doğum günün değil. İçimden geldi, seni sevindirmek, biraz olsun yüzünü güldürmek istedim. Umarım beğenirsin.”
Titreyen parmaklarıyla paketin üzerinden, özenle kurdale yapılmış saten bağları çözdü. Hayret, bayram çocuğu gibi heyecanlanmaya başlamıştı. Uzun zaman olmuştu hediye paketi açmayalı. Uzun zaman olmamış mıydı yoksa? Kafası karışmaya başlamadan, şu dakikayı da silip atmadan beyni, aceleyle açtı geri kalan bağları.
Aralanan paketten gözünü alan gece mavisi renk yüreğini hoplattı. Öyle bir mavi ki, maviye hiç yakışmayan bir karanlıkla örtülüydü sanki. Paketin içinden çıkardığı hediye ellerini yakmaya başladı adeta. Bu ipek bir şaldı. Önünde oturduğu pencereden sızan güneşi bile zindana çeviren gece mavisi ipek bir şal…
Tüm vücudu titriyordu. Sesler çok uzaktan geliyordu. Kırk yıl kadar uzaktan. Biri kükrercesine kahkaha atıyordu. “Seni de cehenneme yollayacağım,” diyordu. Daralan nefesine hakim olamıyordu artık. Duyduğu son ses tanıdıktı, sıcacıktı.
“Unutma beni anne!”
Ekim 1980
Evin önünde beklemeye başlayalı bir saati geçmişti. Emniyetten çıktıktan sonra özel otomobiline atlayıp tozu dumana katan adamı bindiği taksi ile takip etmek hiç de kolay olmamıştı. Şoför iki sefer arabayı kaybetmiş, neyse ki sonunda bulmuştu.
Oğlunun tutulduğu eve geleceğini sanmıştı ama adam şehrin göbeğinde bir apartmana girmişti. Hangi dairede olduğunu nasıl bulacağını düşünürken, beşinci katın penceresini açan adamı gördü. Demek beşinci kattaydı. Daha fazla beklemeyecekti. Gidip onunla konuşmalıydı. O da bir insan evladıydı; anlayacaktı mutlaka derdini ve bir çare bulacaktı.
Açık duran apartman kapısından girerken içine dolan ümit nefesini kesti. Yüreğinde uçuşan kelebekler vardı ve her biri Cemal’in adını fısıldıyordu sanki. Bulacaktı oğlunu, bulacaktı…
“Ne var Hanım? Sen de kimsin? Haa, dur dur! Sen şu Safiye Hanım olmalısın. Necati’nin karısı yollayacaktı seni temizlik için. Yarın geleceksin sanıyordum ama olsun, madem geldin gir içeri, temizle şu evi; pislikten gebereceğim yoksa.”
İşte yine o kükremeye benzer kahkahayı atmıştı. Tiksinti ile karışık bir öfke dalgası geçti Münevver’in içinden. Pek sevememişti bu adamı nedense.
İçeri geçene kadar kim olduğunu, ne istediğini söylemeyecekti. Anlayıp dinlemeden kapıyı yüzüne kapatmasından korkuyordu. Oturmasını işaret eden adam tam karşısındaki koltuğa yayılır gibi oturdu.
Huzursuz bir his doldu Münevver’in içine. Az önceki kelebekler yerini bir kovan arıya bırakmıştı sanki. Bakışlarını hiç beğenmedi bu adamın. Hemen söze girdi.
“Ben Safiye değilim.”
“Safiye demişti sanki Necati… Olsun canım, adının ne önemi var. Sen işini yap yeter bana.”
“Yanlış anladın sen Beyim. Benim adım Münevver Karlı. Oğlumu sormak için geldim sana. Oğlum Mehmet Cemal Karlı’yı tanıyor musun?”
“Nereden tanıyacağım ben senin oğlunu be kadın? Kim dedi sana oğlunu tanıdığımı? Kim demişse yalan demiş.”
“Allah aşkına beyim, ne olursun söyle. Duydum ben senin Komiserle konuştuklarını. Oğlum senin evindeymiş. Adamların, ‘Salıverildi diye yazın,’ demiş Komisere. Götür beni oğluma! Ne olursun?”
Oturduğu koltuktan fırlayan adamın gür sesinden yer gök inledi. “Başlatma oğlundan be kadın!” diye bağırırken sağ elini havaya kaldırmıştı. Koltukta büzülüp, başını ellerinin arasında saklayan kadını kolundan tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. Yüzüne patlattığı tokatın etkisiyle odanın ortasına doğru savruldu Münevver. Dizlerinin üzerinde doğruldu. Boynunun iki yanından sarkan gece mavisi şalına iki damla kan damladı. Burnu kanıyor olmalıydı.
“Ben sana ne yaptım? Oğlumu sormak suç mu?”
Bağırdığını sanmıştı kadın oysa sesi fısıltıdan bile cılız çıkmıştı.
“Oğlunu soruyorsun, öyle mi? Umurumda mı sanki senin oğlun? Benim elimden olmadıysa da, bu memleketin, yüreği vatan sevgisiyle dolup taşan bir evlâdı almıştır kesin o anarşist oğlunun canını. Düzeni bozmaya kalkarken düşünecekti oğlun sonunu. Defol git şimdi buradan yoksa seni de toplar götürürüm o bok çukuruna. Kıçına elektriği verince unutursun oğlunu falan.”
Tanrım, bu nasıl bir kahkahaydı. Münevver’in sıktığı yumruklar bu beton gibi adamı yere düşürebilseydi, elleriyle parçalamak isterdi onu.
“Gitmiyorum hiç bir yere. Oğlumun yerini söyleyeceksin bana. Yoksa…”
“Yoksa ne ulan? Orduyla gelsen, vız gelir tırıs gidersin. Horozlanıyor musun bir de? Gel bakalım, geel. Seni götürmek şart oldu ama götürmeden önce bir tadına bakalım. Sinirlenince daha bir güzelleştin sanki.”
Adamın kollarından kurtulmak, mengeneden kurtulmaktan zor görünse de, bu şerefsize pabuç bırakmayacaktı Münevver. Bacaklarının arasına salladığı tekmeyle kollarından kurtulmayı başardı. Sevinci kısa sürdü. Arkasını dönüp kaçacakken, boynundan bir şeyin asılarak çekmesiyle geri tepti. Ayaklarının dibine düştüğü adam, gece mavisi şalın uçlarını eline dolamış, var gücüyle sıkıyordu. Kesilen nefesi dışarı çıkacak yer bulamıyor, gözleri yuvalarından fırlamamak için zor dayanıyordu. Debelenmeyi bırakıp bir çare bulmazsa, şuracıkta ölecekti.
“Oğlunu ben mi geberttim bilmiyorum ama seni ellerimle geberteceğim. Şu ellerimle, görüyor musun? Ondan sonra cehennemde kucak kucağa oturursun, o çok sevgili oğlunla.”
Sıktığı şalı gevşeten adam, kendine doğru çevirdiği kadına gösterdiği eliyle sert bir yumruk patlattı. Kadın tekrar yere düştü. Bu, kaçabilmek için son fırsat olabilirdi. Zorlanarak da olsa ayağa kalktı ve dış kapıya doğru koşmaya başladı. Yine başaramamıştı. Saçlarından yakalayan adamın pis nefesini boynunda hissetti. Tüm vücuduna elektrik verilmiş gibi titreyerek var gücüyle adamı itti. Can havliyle kaçarken kendini mutfakta buldu. Ne yapacağını bilemeden etrafa bakındı. Adam gelmek üzereydi.
Mutfak tezgâhında duran ekmek kesme tahtasının üzerinde yan yatan bıçağı kaptı. Kendinden önce pis ter kokusu mutfağa dolan adamın üzerine çullandı. Gözü dönmüş gibi savurdu bıçağı adamın vücuduna doğru. Ne kolay girmişti bıçak o koca cüsseye. Karnını tutan adam yıkılmıyor, bir eliyle Münevver’in boğazını sıkmaya çalışıyordu. Son bir gayretle yine savurdu bıçağı kadın. Ve yine, yine, yine… Taa ki boğazındaki el gevşeyip, adam ayaklarının ucuna boş bir un çuvalı gibi serilene kadar.
Bir süre öylece kalakaldı. Ne yapmıştı böyle? Katil olmuştu. Ama, o adamı öldürmeseydi, adam onu öldürecekti. Ne diyecekti herkese? Kim inanırdı ona? Belki de anarşist damgası vurup, derdini bile anlatamadan asacaklardı onu. Mustafa ne olacaktı? Cemal ne olacaktı? Asarlarsa, Cemal’i bulamazdı ki.
Hayır, ölmeyecekti… Toparlanıp, kendine gelmeliydi. Elinde tuttuğu bıçağı kanlı şala sarıp pardösösünün cebine tıkıştırdı. Ellerine baktı tekrar. Bu eller birinin hayatına son vermişti. Bir katildi o artık. Belki de oğlunu öldüren bir katilin, katiliydi. Pişman olmadığını anladı o anda. Cemal’in kanıyla olmasa bile, kimbilir hangi ananın evlâdının kanıyla pislenmişti bu adamın elleri. Hak etmişti ölmeyi.
Koşarak kaçtı oradan. Apartmanın merdivenlerini üçer beşer inerken, tek düşündüğü Cemal ve Mustafa’ydı. Bir de yüreğinin en derinlerinde onu huzursuz eden, henüz dışarı çıkamamış bir duygu. Acaba biri onu görmüş müydü?
Eylül 2019
Görmemişti… O apartmandan kaçarken de, gece mavisi şala sarılı bıçağı denizin derinliklerine fırlatırken de, evine girerken de hiç kimse görmemişti.
Bir daha oğlunu aramak için neden Emniyet Müdürlüğüne gitmediğini bir kere bile sormayan kocası da şüphelenmemişti ondan, o pisliğin cesetini bulan polisler de. Ellerine bulaşan kanı yıkarken, lavabodan akıp giden su gibi, akıp gitmişti günahı da.
Eski Münevver olamayacaktı artık. Eskisi gibi olan tek duygu, Cemal’in bir gün, bir yerlerden çıkıp geleceğine olan inancıydı. Hiç bir zaman eskisi gibi bir eş, eskisi gibi bir anne olamadı.
Çok geceler oğlu Mustafa’nın yatağının başında oturup, sessizce af diledi ondan. Cemal’le beraber Mustafa’yı da kaybetmişti çünkü. Kanlı elleriyle ona dokunmak bile istememişti. Sığındığı delilik maskesinin ardından, gözü yaşlı seyretmişti kocasını ve küçük oğlunu. Tanrı da ondan yana olacak ki, cezalandırmak yerine, unutma hastalığına yakalatarak mükâfatlandırmıştı onu.
Yattığı yatakta doğruldu. Burası bir hastane odasıydı. Doktor, “İyi olacaksın Münevver Hanım, merak etme” derken, iyi olmayacağını biliyordu. Kalp krizi geçirmişti. Oğlu Mustafa o günden beri başucundan bir dakika bile ayrılmamıştı. Tabii ki Ayşe de… Kendini suçluyordu yavrucak ama nereden bilecekti ki, kırk yıl evvel mavi bir şalın ona neler ettiğini.
Mustafa’yı tanımıyormuş gibi yaptı yine. Oysa Cemal’den sonra, hafızasının sımsıkı yakalayıp asla bırakmadığı tek kişiydi Mustafa. Onu her unuttuğunda, tekrar hatırlaması için zorluyordu beynini. Her seferinde de bulup çıkarıyordu Mustafa’yı zihninin karanlık zindanından. Ona bunu hiç bir zaman belli etmedi. Annesinin unutma hastalığıyla acılarını unuttuğunu sanması Mustafa için en iyisiydi.
Kalbinin yorgun atışlarını kulaklarında hissediyor, vaktinin azaldığını biliyordu. Çilesini doldurmasına çok az kalmıştı, bunu hissedebiliyordu. Sessizce başını yastığa gömdü. Gözlerini yumdu. Bedenini yavaş yavaş bıraktı yumuşak döşeğe. Huzurlu muydu? Belki de…
Sıcacık bir elin eline dokunduğunu hissedince gözlerini araladı. Başucunda duran Cemal’e sevgiyle ve hasretle baktı.
“Geldin mi çocuk? Çok bekledim seni. Ömrümce bekledim…”
“Geldim anne, geldim. Kapat gözlerini. Bundan sonra hep yanındayım artık.”