Son zamanlarda erken yatar, geç kalkar olmuştum. Uyandığımda başımı yastıktan kaldıramıyor, göz kapaklarımın üstünden alnıma doğru yayılan ağrıyı ancak iki aspirinle kesebiliyordum. Her gece on iki saate yakın bir süre uyumaktan bütün dengem bozulmuştu. Oysa eskiden geç yatar, üstelik erken kalkardım. Bu yüzden en ufak bir rahatsızlık duyduğumu da hatırlamıyorum.
Evdeki tıp kitaplarını açıp derdime çare aramaya karar verdim. Sık sık doktorun kapısını aşındıranlardan olmadığım için, kendi kendimi tedavi etmeye kalkışmamda şaşılacak bir yan yoktu. Öncelikle su soruya bir cevap bulmalıydım. Neden her gece erkenden yatağa girip uyuya kalıyordum? Uykum geliyordu da ondan tabii. Peki neden uykum geliyordu? Hem de saat daha on olmadan. Yorucu bir iş yapmıyordum. Hatta son aylarda hiç iş yaptığım bile söylenemezdi. Çalıştığım iş yeri kapandığından beri işsizdim. Aldığım tazminatla bir fotoğrafçı dükkanı açmak istiyordum. Eskiden beri severdim fotoğraf çekmeyi ama profesyonel olarak bu iş nasıl yapılır bilmezdim. Haftada birkaç gün fotoğrafçı bir arkadaşımın Beykoz’daki dükkanına gidip onun yanında staj yapıyordum. Bizim buraya, Beşiktaş’a, yakın bir yer sayılmazdı ama öğlen on birlere, on ikilere kadar uyumamı gerektirecek derecede uzak da değildi.
Ya şu baş ağrısına ne demeliydi? Herhalde fazla uyumanın sonucuydu. Her sabah bir saatliğine arzı endam etmeden duramıyordu.
Karıma sorarsanız, bütün bunların sebebi işsizlik ve can sıkıntısıydı. Ne kadar çabuk iş bulursam her şey eskisi gibi olacaktı. Ona hak vermiyor değildim. Bir ara gene böyle işsiz kaldığım bir dönem olmuştu. O zaman da sırt ağrısından duramamıştım. Sokağa çıkıp iki adım atsam, ense kökümden belime doğru öyle kramplar giriyordu ki, her seferinde ayakta kalabilmem bir mucizeydi.
Ama tam anlamıyla işsiz biri sayılmazdım. Fotoğrafçılığa başlamak için, uygun bir dükkan aramış, bulmuş, sahibiyle görüşmüştüm. Beykoz’daki arkadaşım “tamam” der demez orayı tutacaktım. Biraz da bu yüzden karımın bir sitede bulduğu gece bekçiliği işine girmek istememiştim. Simdi, düşünüyorum da, iyi ki o işe girmemişim. Ya orada da bütün gece uyusaydım, ne olurdu? Ne olacak, ertesi gün kovarlardı beni. Gece bekçisinin uyuduğu nerede görülmüş?
Baktım, olacak gibi değil, bu abartılı uykunun ve inatçı baş ağrısının geçeceği yok, sonunda doktora gitmeye karar verdim. Karım buna memnun olmadı ve bir iş bulup çalışmam gerektiğini yineledi. İçimden bir ses karımın haklı olduğunu söylüyordu ama aylardır çektiğim baş ağrısına bir çözüm bulmak gerektiğini de biliyordum.
Beni yıllardır tanıyan doktorumun teşhisi karımınkinden farklı olmadı. Aşırı uyku ve baş ağrısının sebebi, yaşadığım depresyondu. Gene de her ihtimali göz önünde bulundurmak maksadıyla kan ve idrar tahlilleri yaptırmamı istedi.
Tahlillerden nefret ederim. İnsanın yüreğine durup dururken “ya bir şey çıkarsa” korkusunu saldığı için sonuçları alana kadar geçen her dakika kabus gibi gelir bana. O gece de öyle oldu. Televizyonun karşısında büzülüp kalmıştım. Karım çayı ikinci kez fincanıma doldurup getirdiğinde içmek istemedim. O da ısrar etmedi. Oysa geceleri çaysız ve piposuz duramam. Yemekten sonra bir yandan pipomu tüttürürken, bir yandan da ağır ağır çayımı yudumlarım. Hem de en az iki fincan. Ama bu gece çakmağım gene ortalarda yoktu. Acaba karım mı saklıyor diye düşünmeden edemedim. Piponun dumanından hiç hoşlanmaz. Ne zaman elime alacak olsam yanımdan kaçar. Hem de söylene söylene.
Ertesi gün doktor, tahlil sonuçlarını açıklarken sesi tuhaftı. Karaciğer enzimlerimde artış varmış ama bu normalmiş. Bir süre sonra yeniden tahlil yaptırmak gerekecekmiş. Ama en önemlisi… Ah, işte ben de bunu bekliyordum… Şekerim çok yüksek çıkmış. Derhal şeker ve şekerli gıdaları kesecekmişim. Ayrıca sıkı bir diyet beni bekliyormuş. Doktorun uzattığı yasaklanmış ve serbest yiyecekleri gösteren listeyi aldım. Şöyle bir göz atmak bile, yemek konusunda çekilecek ıstırabın büyüklüğünü anlatmaya yetiyordu. En az on beş kilo kaybedene kadar, diyet listesinin milim dışına çıkılmayacaktı. Ama merak etmemeliymişim. Henüz şeker hastası olduğum söylenemezmiş.
Henüz hasta filan değildim ama biraz zayıflamam, fazla kilolarımdan kurtulmam gerekiyordu. İşten ayrılınca birikmişti bu yağlar vücudumda. Evdeki hareketsizlik şişmanlamama yol açmıştı. Demek, aşırı uyumamın sebebi de buydu. Elbette biraz psikolojik sıkıntı da vardı işin içinde. Bütün gün evde oturmak, bir iş de yapmıyorlarsa, biz erkekler için çekilecek kahır değildi.
Tahlil sonuçları beni mutsuz etmemişti. Tam tersine hayatımdan son derece memnundum. Kilo verme dışında bir derdim yoktu. Onu da ne yapacak edecek verecektim. Şeker yerine, karım gibi ben de yapay tatlandırıcı mı kullansaydım acaba? Küçük pembe kutu mutfak masasının üzerindeydi. İçinde yüzlerce minik tablet vardı. İkisini çayıma atsam karımın ruhu bile duymazdı. Hem duysa ne olacaktı ki? Gene de o tabletleri kullanmadım. Karımdan korktuğumdan değil. İçimden bir ses, onların zararlı olduğunu söylediği için aldığım yere bıraktım kutuyu. Çayı şekersiz içmeye alışmalıydım.
Pipomu yakmak için çakmağımı aradım, gene bulamadım. Sonra birden pipo çakmağımın bir haftadır kayıp olduğunu hatırladım. Uyku hastalığına tutulalı beri dalgınlığım da artmıştı. Evet, eskiden de dalgın biriydim; vapurda, otobüste şapkamı, şemsiye unuttuğum çok olmuştu. Ama şimdi bütün eşyalarımı kaybediyordum, hem de evin içinde. Neyse ki saatimi banyo dolabının yanında bulmuştum, en sevdiğim gravatım da su bidonunun arkasındaydı. Pipo çakmağım ise hâlâ ortalarda görünmüyordu. İş yerindeki arkadaşlarım hediye etmişti onu yıllar önce bana. Şirketin durumumunun iyi olduğu zamanlardı. Adımın ve soyadımın baş harfleri vardı üzerinde. Maddi yönden değerinin ne olduğunu bilmiyordum ama manevi yönden benim için çok değerliydi.
Çakmağım olmadan pipomu yakamazdım. Ben de içmekten vazgeçtim. Zaten yavaş yavaş üzerime bir ağırlık çökmeye başlamıştı. Televizyonda haberleri izledikten sonra, son haftalarda edindiğim alışkanlıkla yerimden kalktım, yatağın yolunu tuttum. İyice bastırmıştı uyku. Geçer diye biraz oyalandım ama oralı bile olmadı. Daha da ağırlaştı, göz kapaklarımı kaldıramaz hale getirdi beni. Karıma “İyigeceler,” derken dilim dolanıyor, ne söylediğimi ben bile anlamıyordum.
Gidip yattım ve hemen uyudum. Bir yığın karmaşık, mantıksız rüyalar gördüm. En sonuncusunda denizin ortasında bir sandaldaydım. Çok uzakta bir kara parçası hayal meyal belli oluyordu. Ben de oraya doğru gitmeye çalışıyordum ama kürekler kayıptı. Akıntı beni ters yöne doğru sürüklüyordu. Tam paniğe kapılmak üzereyken gözlerimi açtım. Bulunduğum ortamı algılayınca içimi bir sevinç kapladı. Evimde, yatağımdaydım. Ne deniz vardı ortalıkta ne de sandal. Saate baktım ikiye geliyordu. Uzun zamandan beri ilk kez uykum bölünmüştü. Son aylarda sandal batsa bile uyanmazdım oysa. Başımda da en ufak bir ağrı kırıntısı yoktu. Tam yeniden uykuya dalacaktım ki, yatağın diğer kısmının boş olduğunu farkettim.
Karım yatakta değildi.
Onu göremeyince, endişelenir gibi oldum. Ama gelip geçici bir duyguydu bu. Tuvalete kalkmış ya da uykusu kaçmış olabilirdi. Yorganı üstüme çekip yeniden uyumaya karar vermiştim ki, içimden bir şey beni yeniden dürttü. O andan sonra uykum kaçmıştı artık. Yorganı itip yataktan kalktım. Odanın kapısına gelince, banyoya doğru karıma seslendim. Cevap veren olmadı. Mutfağın da ışığı yanmıyordu. Salona gidip lambayı açtım. Balkona , tuvalete, diğer odalara baktım. Hayır, karım hiçbirinde değildi. Evde benden başka kimse yoktu.
Olur şey değildi, karım bana haber vermeden nereye gidebilirdi ki? Ne yapacağımı düşündüm. Bu saatte sağa sola telefon ederek kendimi küçük düşürecek sorulara cevap vermekle uğraşamazdım. Polise telefon etmek aklıma geldiği halde sırf bu yüzden vaz geçtim. Mutfağa gittim. Büyük bir bardağa buzdolabındaki soğuk sudan doldurup taburelerden birine oturdum. Viski içer gibi ağır ağır yudumlamaya başladım. Tam bardağı yarılamıştım ki, kapıdan bir tıkırtı sesi geldi. Karım geri dönmüştü.
Öfke ve kızgınlığımı gizleyen endişeli bir sesle ona nereye gittiğini sordum. Karım, umursamaz bir tavırla bana baktı ve “Yarın konuşuruz,” dedi. “Şimdi çok yorgunum.”
Gerçekten de yorgun görünüyordu. Yatar yatmaz uyudu. Neyse, geri dönmüştü ya. Dediği gibi, yarın sakin kafayla konuşmak daha iyiydi. Ama şimdi de beni uyku tutmuyordu. Bir sağa, bir sola dönmekten sırtımdaki ağrının nüksetmesine ramak kalmıştı. Terlemiştim de üstelik. Yatakta kıvranmaktan helak olacaktım. Sonunda dayanamayıp kalktım, tekrar mutfağa gittim. Yarım kalan suyum kahvaltı masasının üzerinde duruyordu. Tabureye oturup hepsini bir dikişte içtim. Su sihirli miydi neydi, daha bardağı yerine koymadan esnetti beni. Bir, iki, derken üçüncü esnemeden sonra yatağa geri döndüm.
Karım hala mışıl mışıl uyuyordu. Kimbilir kaçıncı rüyasını görmekteydi? Bir an için ona imrendim. Zaten hep kolay uyurdu. Yatağa yatar yatmaz gözleri kapanır, soluğu yavaşlardı. Acaba gece yarısı nereye gitmiş olabilirdi ki? Annesine ya da kız kardeşine gittiğini sanmıyordum. Annesini meraklandırmak istemezdi, böyle münasebetsiz bir saatte zilini çalarak. Kız kardeşiyle arası bir süredir iyi değildi. Hoş, ben bildim bileli aralarında yakın bir ilişki yoktu zaten onların. Her zaman resmi ve uzak dururlardı birbirlerinden. Hayır, kız kardeşine de gitmiş olamazdı. Belki de göl kıyısına gitmişti. Orayı çok sevdiğini söylerdi. Ama gece yarısı gidecek kadar seviyor olamazdı. Hem de tek başına. Yoksa…
Aklıma kötü senaryolar getirmemeye çalışıyordum. Yarın sabah nasıl olsa bol bol zamanım olacaktı. Kafam şimdiden karmakarışıktı. Arka arkaya iki kez esnedim. Uyumuşum.
Uyandığımda güneş çoktan doğmuştu. Saate baktım on biri geçiyordu ve karım yatakta değildi. Onu göremeyince, yeniden panikledim. Tansiyonum hızla yükselmiş olacak ki, şiddetli bir ağrı, kulaklarımın üstünden alnıma doğru akmaya başladı. Buna rağmen odadan dışarı çıkmayı başarabildim.
Salona, banyoya, mutfağa baktım. Hiçbir yerde yoktu. Başımın dönmesi iyice artmıştı. Kalbim sıkışıyor, nefes alamıyordum. Bir koltuğa oturup düşünmeye çalıştım. Ama bunu başarmam imkansızdı. Kafamı bir türlü toparlayamıyordum. Tam kendimi bayılacakmışım gibi hissettiğim anda kapıda bir tıkırtı oldu. Başımı kaldırıp karımın eve girmesini bekledim. O sırada nefesimi bile tutmuştum. Ama karım gelmedi. Onun yerine zil çaldı. Hem de üst üste birkaç kez. Acımasız bir parmağın dokunduğu zilin sesi beynimi paramparça edercesine kulaklarımda çınlıyordu. Zorlukla ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Zil hâla çalmaya devam ediyordu. Dışarıdaki her kimse, parmağını zile adeta yapıştırmıştı.
Sonunda kapıyı açabildim, çınlama birden kesildi. Karşımda iki adam duruyordu. Önce yüzlerini iyi seçemedim. Kafamdaki bulanıklık gözlerime de yansımıştı. Sonra görüşüm yavaş yavaş netleşti. Öndeki şişmanca, kısa boylu ve ak saçlıydı. Arkadaki ise ince ve uzundu. Onu bir yerden tanır gibiydim ama hatırlayamamıştım. Şişman olan, cebinden bir kimlik çıkarıp “Polis,” dedi.
Öylece kalakaldım. Aklımdan yüzlerce düşünce bir anda geçti. Polislerin ne işi vardı burada? Niye gelmişlerdi? Hem de iki polis. İki sivil polis.
“Girebilir miyiz?” dedi öndeki.
Onlara ne cevap verdim bilmiyorum. Onlar da zaten cevabımı beklemediler. Kalbim yeniden sıkışmaya başlamıştı. Kendimi salona zor attım. Kanapeye oturup derin derin nefes alıp verdim. Polisler şimdi tam karşımda, ayakta duruyorlardı.
“İyi misiniz?” diye sordu uzun boylu olanı.
İyi olduğumu söyledim.
“Karınızı bulduk,” dedi şişman polis.
Şaşkınlıkla “Ne?” diye bağırdım.
Ama ben karımın kaybolduğunu kimseye söylememiştim ki. Evet, dün gece bir ara habersizce evden çıkmıştı. Bu sabah da yatakta değildi. Benden gizli bir işler çeviriyor olmalıydı. Kaybolduğunu hiç sanmıyordum. Çok komikti bu.
İki polis birbirlerine baktılar. Sonra şişmanca olanı yanıma yaklaşarak, “Onu göl kıyısındaki sazlıkta bulduk,” dedi.
Endişeyle sordum. “Bulduk, derken?”
“Boğularak öldürülmüş.”
“Olamaz,” diye inledim.
İki polis gene birbirlerine baktılar.
Bu kez uzun boylu olan yanıma yaklaşıp bir fotoğrafı bana doğru uzattı. “Bu adamı tanıyor musunuz?”
“Evet,” dedim. “Bu benim arkadaşım. Beykoz’da fotoğrafçılık yapar.”
“Onun cesedi de karınızın yirmi metre uzağındaydı.”
Kafamın içi karıncalanmaya başlamıştı. “Buna inanamam,” diye bağırdım. “O da ölmüş mü?”
“Evet. İkisi de gravat gibi şeyle boğularak öldürülmüşler. Vücutlarında ayrıca pek çok darp izleri de var.”
Hayır, hayır, bu doğru olamazdı. Bu işte bir yanlışlık vardı.
“Emin misiniz?” diye sordum. “O kadının karım olduğundan emin misiniz?”
Şişman polis başını salladı. “Cinayet altı gün önce işlenmiş ama cesetler bozulmamış.”
“Hah, işte,” diye bir çığlık attım. “Onun karım olması imkansız. Karım daha dün gece evdeydi, yataktaydı.”
İki polis bir kez daha birbirlerine baktılar. Suratları bir kaya gibi ifadesizdi. Uzun boylu olanı yatak odasının bulunduğu koridora doğru yürürken, diğeri, “Karınızın kız kardeşi, az önce cesedi teşhis etti,” diye mırıldandı.
Baldız mı? Cesedi teşhis mi etti? Yok artık, kesin bir kabustu bu.
Uzun boylu polis yeniden salonda belirdi. Elinde ilaç kutuları vardı.
“Bu ilaçları siz mi kullanıyorsunuz?”
“Evet,” dedim. “Doktorum verdi, karaciğerim rahatsız, şekerim de yüksekmiş.”
“Karaciğeriniz için bu ilaçları mı verdi doktorunuz?”
“Evet, ne olmuş?”
Kutuların üzerindeki yazıları okudu.
“Loroxyl, Nörofren… Hmmm… Bunların karaciğerle alakası yok. Kutuların üzerinde antipresan ve antipsikotik oldukları yazıyor.”
İlaç kutularından birini diğer polise uzattı. “Bunlar şizofreni depresyon tedavilerinde kullanılıyormuş.”
Şişman polis, kutuyu inceledikten sonra düşünceli bir yüz ifadesiyle bana döndü. “Altı gün önce karınızın kaybolduğunu polise bildirdiniz. Bunu hatırlamıyor musunuz?”
Karımın kaybolduğunu mu? Altı gün önce mi? Başımı iki yana salladım. “Hayır, hatırlamıyorum. Çünkü böyle bir şey yapmadım.”
Cebinden küçük, parlak bir cisim çıkardı.
“Bunu hatırladınız mı peki?”
“Bu benim pipo çakmağım. Günlerdir kayıptı. Nerede buldunuz onu?”
“Karınızın cesedinin yanında.”
Duraksadım. Kafam gene karışmıştı. “Ne? Ama nasıl olur?”
Şişman polis donuk gözleriyle beni süzdü. “Herhalde karınızı göl kıyısındaki sazlığa bırakırken düşürdünüz.”
Ne diyordu bu adam böyle? Ben neredeyse bir yıldır gitmemiştim oraya. Bir haftadır doğru dürüst evden çıkmamıştım ki zaten. Bir yanlışlık vardı bu işte. Hem de feci bir yanlışlık. Karım öldürülmüş olamazdı. Polis iki ceset bulmuştu ve şimdi bütün suçu benim üzerime yıkmaya çalışıyorlardı.
Beni tutuklayacaklarını söyledikleri zaman hiç sesimi çıkarmadım. Uzun boylu polis bileklerime kelepçeyi geçirirken de bir kedi gibi uysal davranmaya özen gösterdim. Hiç itiraz etmedim. Nasıl olsa hata yaptıklarını anlayacak ve beni serbest bırakacaklardı. Ben masumdum. Kimseyi öldürmemiştim. Bunu biliyordum. Gerekirse en iyi avukatları tutacak, hakkımı savunacaktım.
Esnedim. Hem de birkaç kez ve üst üste. Göz kapaklarım giderek ağırlaştı. İçimdeki uyuma isteği o kadar büyüdü ki, bir ara kendimi tutamayarak kanapeye kıvrılıp uyuyacağımı sandım. Ama uyumadım. Hatta arabada giderken bile uyanıktım. Nasıl olsa beni götürdükleri yerde uyumak için bol bol zamanım olacaktı. Bunu düşünerek gülümsedim.