Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Hikaye: Vatan Borcu

Diğer Yazılar

Dinçer Batırbek
Dinçer Batırbek
1974 yılında Konya'da doğdu. Ankara Fen Lisesi ve ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Halen Ankara’da bir kamu kurumunda görev yapıyor. 2018 yılında Cemil Kavukçu ve Fadime Uslu ile Uygulamalı Öykü Atölyesi’ne katıldı. Öykü ve şiirleri, çeşitli edebiyat dergilerinde ve yarışma seçkilerinde yayınlandı. Fantazya ve Bilim Kurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) tarafından düzenlenen 2017 ve 2018 GİO Ödülleri’nde, öykü dalında iki kez başarı ödülüne değer görüldü. 2019 yılından bu yana Dedektif Dergi’nin yazarları arasında yer alıyor. Polisiye gizem edebiyatına ilgi duyuyor.

“Bir sigara alabiliyor muyuz, amirim?”

Karşımdaki çocuğun benim gibi yeniyetme bir komiser yardımcısına “amirim” diye hitap etmesi gururumu okşuyor. Göz ucuyla, yan taraftaki Başkomiserime bakıyorum. Başıyla olur verdiğini görünce masadaki paketten bir sigara çekiyorum, dudağıma emaneten iliştirip yakıyorum. İki nefeste hemen közleniyor ucu. Çocuğa uzatıyorum. Yüzüme bakmadan alıp ağzına götürüyor. Gözlerini kapatıyor. Katran kokulu dumanı, avurtlarını çökerte çökerte içine çekiyor. Sanırsın ki, bu dünyadaki son nefeslerini alıyor. Ağzından, burnundan çıkıp havaya yükselen gümüşî halkalar, sorgu odasının alçak tavanından sarkan floresanın ölgün ışığında kayboluyorlar.

Çocuk henüz yirmilerinde. Üzerinde kol ağızları hafiften eprimiş, krem rengi keten bir gömlekle bol kesim lacivert kot, ayağında siyah iskarpin. Teninin bakır rengi, kızgın bir güneşin altında geçen, uzun bir askerlikten miras kalmış belli ki. Üzerindeki ekşi ter kokusu, soğukkanlı ana-baba katillerinin, kader kurbanlarının, bir anlık öfkeye yenilip şeytana uyanların, odanın her bir yanına sinmiş kokularına ekleniyor.

Başkomiserim, oturduğu sandalyede arkaya doğru kaykılıp, bir bacağını diğerinin üstüne atıyor. Mekanik bir ses tonuyla, “Anlat oğlum bakalım olup biteni,” diyor. Oldukça bitkin görünüyor. Akşamın bu geç saatine kadar çalışıyor olmaktan mutlu değil gibi. Polislik böyle bir meslek işte; daha dün kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyünde işlenen cinayeti çözmeye çalışıyorduk, bugün buradayız.

Çocuk tekrar gözlerini açıyor. Sigarasını, önündeki çay tabağından bozma küllüğün kenarına yaslıyor. Bakışlarını esmer kollarının arasındaki hayali bir noktaya dikip, anlatmaya koyuluyor.

“Amirim, biz altı kardeşiz. Babam duvarcı ustasıydı. İnşaatlarda, şantiyelerde çalışır, iyi kötü karnımızı doyururdu. On dördüme bastığım sene iskeleden düşüp öldü. Ben ortaokuldaydım. Anamla kardeşlerime bakabilmek için okulu bıraktım mecburen. Tarla yok, tapan yok. Askerliği yapmadığımdan, kimse doğru dürüst iş de vermiyor. Ne yapayım? Pazarda hamallık, inşaatlarda amelelik ettim. Çöplükten kâğıt, teneke toplayıp sattım. Bir ara oto sanayisine girdim, sigortasız. Sabahın kör karanlığından gece yarılarına kadar çalışıyordum, amirim. Allah seni inandırsın, yıllarca bir tek gün bile rahat yüzü görmedim…

“Bu arada benim küçük birader liseyi bitirdi, muhasebecinin yanında çaycı olarak işe girdi. Kendi kendime dedim, ‘Yetti gayri, anamla bacılarımı biradere emanet edeyim de bir an önce vatani görevimi yapıp geleyim.’ Kurada kısmetime komando alayı çıkınca nasıl sevindim, nasıl gururlandım anlatamam. Ben de o mavi bereyi takacağım diye kaç gece uyuyamadım helecandan. Birliğime teslim olana kadar, vallaha havamdan yanıma varamadı kimse. Neden dersen, biz milliyetçi insanlarız amirim. Elimizde silah, dağda-bayırda eşkıya kovalayalım, memleketi aslanlar gibi savunalım isteriz.”

Bir an duraksıyor, “Müsaade var mı?”

Cevabımızı beklemeden sigarasından derin bir nefes daha çekip, tekrar yerine koyuyor.

“Acemilik eğitiminde, yemin olsun hiç zorlanmadım. Gücüm kuvvetim yerindeydi. Silah kullanmayı da iyi becerdim. Amma, bir ayın sonunda usta birliğine geçip de nefti takınca, tuttular, alayın hizmet bölüğüne yazdılar beni. Önceleri anlayamadım başıma gelecekleri. Birkaç gün sonra kafama dank etti. Hizmet bölüğü dediğin, bildiğin amelelik, temizlikçilikmiş meğerse amirim. Alayda ne kadar pis iş varsa hizmet bölüğünün göreviymiş. Sabah beş buçukta içtima, sonra bütün gün tuvaletleri temizle, odalardaki çöpleri dök, subay gazinosunda masaları silip yemek artıklarını topla, kirli tabaklarla bardakları yıka, mermer zeminleri paspasla, bahçedeki kuru yaprakları süpür, garnizona yeni tayin olan komutanların ev eşyalarını lojmana taşı. Hatta astsubayların postallarını boya, sivillerini ütüle. İşler akşam saat on-on buçuk gibi bittiğinde, kendini yorgun-argın koğuşa at. Ertesi sabah beşte uyan, bütün gün aynı devri daim sürsün dursun…”

Tekrar o günlere dönmüş gibi, yüzünü tiksintiyle buruşturuyor. “Zaten askerden önce ne çöpçülük kaldıydı yapmadığım, ne de garsonluk. Terhis olup da memlekete dönünce, gene aynı işlere devam edecektim mecbur. Peki, askerliği soran eşe-dosta ne anlatacaktım ya? ‘Komando olacağım diye gittim amma, orada komutanın helasını temizledim’ mi diyecektim?” Gözlerini aniden yerden kaldırarak, Başkomiserin yüzüne dikiyor. “Anlıyorsun değil mi, amirim? Ah, hiç olmazsa burada şöyle anlı-şanlı, koç gibi bir askerlik yapabileydim, bütün ömrüm boyunca iftihar edebileceğim tek şey bu olacaktı…”

Sonra bakışları o eski donuk halini alıyor, yeniden önündeki plastik masaya kilitleniyor.

“Her sabah içtimadan sonra bir elimizde sarı bez, öbüründe çöp poşetiyle mıntıkalarımıza dağılırdık. Komando bölüğünün askerleri de sırtlarında kamuflajlı yelekler, bellerinde kasaturalar, omuzlarında pırıl pırıl makinelilerle ya eğitim sahasına, ya tatbikata, ya da devriyeye doğru uygun adım yürüyor olurlardı. Öyle bir havalıydılar ki, hepsi de sırım gibi, fişek gibiydi. Postallarını yere vura vura yanımızdan geçip, ağaçların arasında gözden kaybolurlardı. Söyledikleri marşlar, kulaklarımdan hiç gitmezdi.”

Dudakları belli belirsiz kıpırdanıyor. Sesi çok uzaklardan geliyor sanki.

Anam beni yetiştirdi, bu ellere yolladı,

Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı,

Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana,

Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana…

Sonra susuyor. Yüzü gölgeleniyor. Bir süre öylece kalıyor. Ardından, kapana kısılmış birinin çaresizliğiyle devam ediyor. “Tam bir ay boyunca her sabah gün doğarken, komando bölüğünün göreve gidişini seyrettim amirim. Neredeyse kafayı yiyecektim. Daha önümde neredeyse bir koca yıl vardı ve bu şekilde sonuna kadar dayanamayacağımı artık anlamıştım. Elime silah alıp gerçek bir asker olabilmek için ne gerekiyorsa yapmaya, her bedeli ödemeye hazırdım…”

“Bölükteki diğer askerler yaptıkları işten pek de şikâyetçi görünmüyorlardı. Kızgın güneşin altında koşarak ya da diz boyu karın içinde sürünerek eğitim yapmaktansa, dört duvar arasında çöpçülüğe, bulaşıkçılığa razıydılar herhalde. Bense derdimi kimseyle paylaşamıyor, günden güne eriyip gidiyordum.” Başını hafifçe yana eğiyor. “Sonunda dayanamayıp birine danışayım, belki bir yol gösterir diye düşündüm. Alayın kantininde çalışan, efendiden bir çocuk vardı; Sadık Ali. Ona söylemeye karar verdim. Bir gece yoklamadan sonra gizlice koğuşuna gittim. ‘Devrem bir bak hele,’ dedim, ‘Buyur devrem,’ dedi merakla. Sesimi iyice alçaltıp, yaptığımız işten rahatsızlığımı anlattım. Sonra çekinerek asıl mevzuya girdim. ‘Diyorum ki, gidip tabur komutanıyla konuşsam, komando bölüğüne geçmek istediğimi söylesem. Nasıl olsa her iki bölük de ona bağlı. Zaten komando bölüğünde kıdemlilerden biri hava değişimine gidip erken terhis olacakmış, onun yerine talip olsam. Ne dersin?’ Sadık Ali sessizce dinledi beni. Sonra, ‘Devrem bak aramızda kalsın ama, bu Bülent Binbaşı pek güvenilir biri değil gibi. Bence hiç girme bu işlere,’ dedi. Canım sıkılmıştı. Kös kös koğuşuma döndüm. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Düşünüp durdum. Sonunda, gün ağarırken kararımı vermiştim. Ne olursa olsun, gidip tabur komutanı ile konuşacaktım. Hayatım zaten cehennem gibiydi, başıma daha fena ne gelebilirdi ki?..

“Sabah içtimadan sonra koğuş tuvaletlerinin temizliklerini bitirip kimseye görünmeden bölükten sıvıştım. Bir yandan da komutana ne söyleyeceğimi kuruyordum kafamda. Karargâh binasının bir ucundaki beton merdivenlerden tırmanarak tam ikinci kata ulaşmıştım ki, bir de baktım Bülent Binbaşı’nın odasından bizim Sadık Ali çıkıyor. Çocuk beni fark etmedi. Koridorun diğer tarafına dönüp, hızla uzaklaştı. ‘Hayırdır inşallah,’ dedim içimden, ‘Neden burada acaba?’ Tedirgin adımlarla yaklaşıp, yüreğim titreyerek kapıya vurdum. “Gir” sesini duyunca da yavaşça açıp, eşikte esas duruşta bekledim. Bülent Binbaşı, masasının arkasından şöyle bir başını kaldırdı. Belli ki çok sinirliydi. Zaten bu kısa boylu, kel kafalı, sert bakışlı subay her daim sinirliydi. Ben tereddüt edince, ‘Ne var? Ne istiyorsun?’ diye gürledi. O anda dizlerimin bağı çözüldü. Göğsüme bastırdığım kepimi tutan elim tir tir titremeye başladı. Zorlukla topladığım bütün cesaretim, uçup gidiverdi. Orada olduğuma bin pişman oldum. Ama artık çok geçti. Önce bağırarak künye verdim, “Er Ramazan Şahin, Erzurum.” Sonra, dilim döndüğünce meramımı anlattım. Bir şey söylemeden dinledi, ardından eliyle ‘çık’ işareti yaptı. Başımla selam verip, kendimi dışarı attım. Koridorda birkaç dakika durup, nefesimin düzelmesini bekledim. Bacaklarımın titremesine engel olamıyordum. Adeta yıkılmıştım. Gerçek bir asker olabilmek için tek umudum da ne yazık ki az önce eriyip gitmiş, kalan askerliğimi tuvalet temizleyerek ve bulaşık yıkayarak tamamlayacağım artık kesinleşmişti.

“Yarım saat sonra, hiç beklemediğim bir şey oldu. Haberci onbaşı yemekhaneye gelip, tabur komutanının acilen beni görmek istediğini söyledi. Apar topar gittim karargâha. Yol boyunca, ‘Herhalde hıncını alamadı, ölümlerden ölüm beğen oğlum Ramazan,’ dedim kendi kendime. Kaderime boyun eğdim, çekinerek girdim odasına. Yine masasında oturuyordu. Kendimi okkalı bir tokada hazırlamışken, beni yanılttı, sakin bir tavırla ‘Geç bakalım içeri, Ramazan. Kapıyı da kapat,’ dedi. Emri yerine getirdim. ‘Komando bölüğüne geçme meseleni düşündüm. Anlıyorum, çok heveslisin ama başka talipleri de var oranın. Mesela, bu sabah sizin bölükten Sadık Ali geldi yanıma. O da komando bölüğünü çok istiyormuş,’ dedi. Birden başımdan aşağı kaynar sular döküldü, amirim. Yüzümdeki şaşkın ifadeyi komutan da fark etmiş olacak ki, teselli etmeye çalıştı beni. ‘Ramazan bak oğlum, komando bölüğüne sadece bir kişiyi alabiliriz. Bu durumda Sadık Ali’nin şansı daha fazla, çünkü o lise mezunu, sen ise ortaokuldan terkmişsin. Alay komutanına her ikinizin de ismini götürdüğümde, kesinlikle Sadık Ali’yi seçer.’

Binbaşı birkaç saniye duraksadı, durumun ciddiyetini tam olarak kavrayabilmem için bana zaman tanıyordu herhalde. Sonra yerinden kalkıp, yanıma yaklaştı. Elini omuzuma koydu. ‘Bana kalsa, seni isterim tabii. Çünkü bu kahraman bölüğe, senin gibi milliyetçi bir kardeşimiz yakışır.’ Sesini alçalttı, ‘Bak bu Sadık Ali iyi çocuk da, sonuçta mezhebi farklı. Bize uyar mı?’ Bir an durup, devam etti, ‘Lâkin komutan yine de onu tercih eder. Bak, albayım şehir dışında. Çarşamba günü dönecek.’ Alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne, ‘Yani, bu bir-iki gün içinde Sadık Ali’nin başına bir şey gelmediği sürece, mecburen onu alacağız komando bölüğüne. O yüzden, sen bu işi unut. Mevzuyu burada kapatalım. Ha, Sadık Ali’ye sakın bir şey söyleme. Ona da tembihledim, sorarsan inkâr eder zaten. Aranızda problem olsun istemiyorum. Şimdi çık bakalım dışarı…’

“Amirim inan olsun ki, binbaşının karşısında ayaz yemiş çeltik gibi, öylece donakaldım. Tam bu kadar yaklaşmışken, hayalim yine parmaklarımın arasından uçup gidiyordu. Benim için artık her şey sona ermişti. Merdivenleri inerken, içimden Sadık Ali’ye sövüyordum. Yerime göz dikmiş, gidip benden önce komutanla konuşmuştu, pis hain! Karargâhtan çıkınca soluğu kantinde aldım. Çocuğa baktım, yoktu. Mal getirmek için bölüğün kamyonetiyle toptancıya gitmiş. Bulsam, o sinirle Allah yarattı demeyip, kafa göz girişecektim. O akşam yine uykuyu yitirdim. Komutandan duyduklarım çok ağrıma gitmişti. Kafamın içindeki binlerce solucan, sürekli beynimi kemirip durdu. Hıyanete uğramış olmak, burada takılıp kalmanın ıstırabından bile daha çok acıtmıştı canımı…

“Ertesi sabah, her zamankinden daha da erken uyandırdılar bizi. Bayrak asılacakmış. Ha, söylemeyi unuttum amirim, milli bayramlarda askeri binaların ön yüzünü dev Türk bayrakları, koca koca bez afişler kaplar ya; işte onları asma görevi de hizmet bölüğünündür. Giyindik, bahçeye çıktık. Yağmur çiseliyordu. Dışarısı zifiri karanlıktı. Sadece cılız, haleli bir ay ışığı süzülüyordu bulutların arasından. Önce herkesi sıraya soktular. Beşer, altışar kişilik takımlar oluşturup, başlarına birer onbaşı verdiler. Bizim takımın payına, alayın yan tarafındaki yola bakan malzeme deposu düştü. Karanlıktan, takımdakilerin yüzlerini seçmekte zorlanıyordum. Aynı yeşil parkaların içinde, herkes birbirine benziyordu. Üstelik gece hiç uyuyamadığımdan, başım fena ağrıyordu. En öndeki karaltının peşine düşüp, tek sıra halinde kısa bir yürüyüşün ardından depoya ulaştık. Depo dedikleri iki katlı, hâki boyalı, çirkin bir binaydı. Birkaç kişi duvara dayalı merdivenden çatıya tırmandı. Ben o arada duvarın dibinde dalıp gitmişim. Arkamdan onbaşının bağırmasıyla irkildim, ‘Ramo, sen ne bekliyon lan burada? Çıksana dama…’ Çaresiz, ben de yukarıya çıktım. Bizimkiler çatının dört yanına dağılmış, bayrakları taşıyacak urganları kirişlerdeki halkalara geçirmeye uğraşıyorlardı. Baktım, ön taraftakiler ikişer kişiyken, arka köşede birisi tek başına çalışıyor. Dar beton sundurmanın üzerinden dikkatle yürüyerek, yanına gittim. Arkası dönüktü, geldiğimi fark etmedi. Tam aramızda birkaç adım kalmıştı ki, bir an ay ışığının aydınlattığı yüzünü gördüm. Sadık Ali’ydi bu…

“Sonra… Sonrası zihnimde pek net değil amirim, hayalle gerçek arası bir yerde. Beynimin içinde bir ses yankılanmaya başladı. Önce fısıltıyla konuştu benimle, ardından bağırarak… ‘Tam da kenarda duruyor… Yerdeki toprak zemine en fazla beş metre var… Ne olur ki? Küçük bir kaza sadece… Belki önemsiz bir kırık… Zaten, sana ihanet etmedi mi bu oğlan? Arkadaşını satmadı mı? Hain o! Hain…’ Hiç tanımadığım, daha önceden duymadığım, bana ait değilmiş gibi gelen bu şeytanî sesle mücadele ettim mi, etmedim mi, tam olarak hatırlayamıyorum. Efsunlanmış gibiydim. Kendime engel olamıyordum. Bir adım attım, bir adım daha. Gözlerimi kapadım. Ve yaptım, amirim. Sadık Ali’yi ittim. Tıpkı içimdeki o sesin söylediği gibi, azıcık dokanıvermem yetti. Dengesini kaybedip, boşluğa yuvarlandı çocuk…”

Dirseklerini masaya dayayıp, yüzünü ellerinin arasına alıyor. Sanki o anı yeniden yaşıyor gibi. “Gözlerimi tekrar açtığımda, çatıdaki askerler bağırıyordu. Yerdeki onbaşı bağırıyordu. Herkes bağırıyordu. Geriye dönüp, diğerleriyle birlikte merdivenden aşağıya indim. Sadık Ali’nin, aşağıdaki toprak zeminde basit bir kırık ile, acı içinde kıvrandığını görmeye hazırlamıştım kendimi. Ama yanılmıştım. Bağırmıyordu. Ağlamıyordu. Askerler, etrafına toplanmışlardı. Yanlarına gittim ve onu gördüm. Düştüğü yerde toprak zemin değil, inşaat demirlerinden oluşan koca bir hurda yığını vardı. Çocuk, onun üzerinde yüzüstü yatıyordu. Serçe parmağım kalınlığında sivri çubuklar, göğsünden ve karnından girmiş, sırtından çıkmıştı. Islak, kahverengi demirlerden aşağıya yağmur damlaları ile birlikte, kıpkızıl kan da süzülüyordu. Geldiler, alıp hastaneye götürdüler onu. Yaraları kötüydü. Bir saat uğraştılar, ama fayda etmedi.”

Duraksıyor. Sesi boğazında düğümleniyor. “O sabah güneş doğarken, Sadık Ali öldü amirim…”

Tekrar duruyor. Derin bir nefes alıyor. Yüzünü buruşturuyor. Sorgu odasının her bir köşesine sinmiş binlerce acılı hatırayı hissediyor sanki.

“Olay, resmi raporlara kaza olarak geçti. Birkaç gün sonra, alay komutanının emriyle komando bölüğüne verdiler beni. Kalan askerliğim boyunca elimde tüfek, belimde kasaturayla dağlarda gezdim, kırsalda devriye attım. Atladım, süründüm, tırmandım, bir dolu mermi yaktım. Hayallerime kavuşmuş, tam bir asker olmuştum. Kendimle gurur duymalı, mutlu olmalıydım. Ama olmadı amirim. Yapamadım. Hiç mutlu olamadım…”

“Aylar geçti, sonunda tezkere zamanı geldi çattı. Tüm terhis olacaklara bugün son kez çarşı izni vermişlerdi. Sabah erkenden, sivillerimi giymiş halde tam nizamiyeden çıkıyordum ki, hizmet bölüğünün yazıcısı olan Çanakkaleli çocuk seslendi arkamdan. ‘Baksana Ramo,’ dedi, ‘Dolapları düzenlerken, rahmetli Sadık Ali’nin mektubunu buldum çekmecede. Vefatından önce, dışarı çıktığımda göndereyim diye bıraktıydı bana. O hengâmede vallahi unutup gitmişim. Ben gelemeyeceğim çarşıya, çok işim var. Sana versem postaneden atıverir misin? Emanettir ne de olsa…’ Ağzı yapıştırılmış beyaz zarfı elime tutuşturdu, bir şey söylememe fırsat vermeden dönüp gözden kayboldu. Çaresiz, mektubu katlayıp cebime koydum. Nizamiyeden çıkıp dolmuşla çarşıya indim. Postane henüz açılmamıştı. Vakit geçirmek için meydandaki parka kadar yürüyüp, bir banka oturdum. Bir sigara yaktım. İnsanın yüzünü yalayan, ılık bir esinti vardı havada. Etraf buram buram hanımeli kokuyordu. Önümdeki süs havuzunun kıyısına konan gök kanatlı güvercinler guruldayıp duruyor, gırtlaklarını titrete titrete oradan oraya vakurla salınarak yürüyorlardı. Ama benim ne bu güzel havayı düşünecek halim vardı, ne de güvercinleri. Aklım fikrim cebimdeki mektuptaydı. Sonunda nefsimle yaptığım mücadeleyi bir kez daha kaybettim, amirim. Zarfı açıp içindekini okudum.

“Sonrasını biliyorsunuz işte. Dolmuşa atlayıp, garnizona döndüm. Silahhanenin yedek anahtarını aldım. Kapıdaki nöbetçi asker, sigara içmeye çıkmıştı. Kimseye görünmeden içeriye girdim. Bir tane tüfek seçip, şarjörünü taktım. Karargâha girdiğimde, Bülent Binbaşı tam merdivenlerden aşağıya iniyordu. Gözlerinin içine baktım. Beni elimde silahla görünce, önce şaşırdı. Sonra birden, başına gelecekleri anlamış olmalı ki, geri dönüp üst kata doğru kaçmaya çalıştı. Ama bırakmadım namussuzu. Boşalttım bütün mermileri üzerine. Geberttim iblisi…

Birden omuzları çöküyor. Bakışları yabancılaşıyor. Artık daha fazla konuşamayacak belli ki. Başkomiserime bakıyorum. Sarkık, kırçıllı bıyıklarının uçlarını ısırmakla meşgul yine. Bana dönüyor, “Şu mektubu hele bir çıkart bakayım,” diyor.

Olay yeri tutanaklarıyla, maktulün fotoğraflarının bulunduğu sarı karton dosyaya uzanıp evrakların arasından buruşuk beyaz zarfı alıyorum. Üzerinde, “Sayın Zeynel Abidin Ertaş, Güven Avukatlık Bürosu” yazıyor. Zarfın yırtılıp açılmış, tırtıklı kenarından iki parmağımı uzatıp, içindeki katlanmış kâğıdı çıkarıyorum. Düzgün bir el yazısıyla yazılmış. Üzerinde geçen yılın tarihi var. Yüksek sesle okumaya başlıyorum.

Kıymetli Dostum Zeynel Abidin,

Asker ocağından bir kez daha selam eder, hasretle kucaklarım. Sana yazmayalı epey oldu, kusuruma bakma. İyisindir inşallah. Beni soracak olursan, şikâyetim yok. Sayılı gündür, geçer elbet.

Kıymetli kardeşim, sana danışmak istediğim mühim bir konu var. Ben şu anda, alayın kantininde görev yapıyorum. Depoya gelen malları taşıyor, raflara diziyorum. Geçenlerde bir şey dikkatimi çekti. Hesap defterine kaydedilen malların sayısı, gerçekte depoya giriş yapanlardan daha az görünüyor. Diyelim on kasa gazoz taşıyoruz, kayıtlarda sadece yedi kasa gelmiş de satılmış görünüyor. Aklım takıldı bu işe, bir bit yeniği var diye düşündüm. Biraz daha araştırınca anladım ki bizim kantin sorumlusu astsubay, kayıtlarda oynama yapıp satışları olduğundan az gösteriyor. Aradaki farkı da cebe indiriyor. Üstelik yıllardır sürüyormuş bu tezgâh. Devletin, milletin parasını göz göre göre çalıyor yani.

Durumu fark edince tabur komutanı binbaşıya gidip, durumu çıtlattım. Ne yazık ki duymazlıktan geldi beni, üstüne bir de tehdit etti. Korkarım ki o da bu işin içinde. Yarın tekrar gidip, bu defa açıkça yüzüne vurayım, bir tedbir almazsa doğrudan alay komutanına çıkacağımı söyleyeyim, diyorum.

Sen bir hukukçu olarak bana bir yol yordam gösterirsen, bir tavsiye verirsen memnun olurum.

Bu vesile ile köydekilerin ellerinden öper, tüm canlara sıhhat ve huzurlar niyaz ederim.

Arkadaşın Sadık Ali…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar