Kapı zilinin, kulak zarımın dayanıklılığını sınaması ile uyandım gecenin bir yarısı. Zil sesine, küçük dostum Totti’nin çılgınca havlaması da eşlik ediyordu. Salonda cam kenarındaki berjerimde uyuyakalmışım. Yerimden hızlıca doğrulup açık kalan televizyona aldırmadan koşar adımlarla ulaştığım kapının deliğinden baktığımda, sabaha karşı evinize almak istemeyeceğiniz hırpanilikte bir izbandut gördüm. Adamın parmağını zilden kaldırmaya niyeti yoktu belli ki. “Ne olacaksa olsun!” diyerek kapıyı aralamamla sesin kesilmesi bir oldu. Totti’ninkini kastetmiyorum elbette, onun bağırış çığırışı hız kesmeden sürüyordu.
Göz göze geldiğimiz an adamın yüzü bana bir yerden tanıdık geldi. Sonra hafızam berraklaştı. Hukuk fakültesinden sınıf arkadaşım Yavuz’du karşımdaki. Belki on yıldır görüşmemiştik. Ben Almanya’ya kriminoloji yüksek lisansı okumaya gitmeden hemen önce onu da askere uğurlamıştık. Döndüğümde o babasının avukatlık bürosunda çalışıyordu. Özel dedektif olmaya karar verdiğimi açıkladığımda bana güldüğünü de çok net hatırlıyorum. Sonra araya giren başka öncelikler olunca hiç görüşemedik. Hepsi bu. Yani başı sıkışınca, üstelik sabaha karşı, kapımı çalacak yakınlıkta bir arkadaşım değildi kesinlikle. Ev adresimi nereden öğrenmiş olabilirdi ki? Kafamdaki bulutları dağıtıp onu içeri aldım. Üstü başı yırtılmış, yüzü gözü biraz kan olmuştu. Gözle görülür bir yarası yoktu. Sadece birkaç sıyrık…
“Hayırdır? Ne oldu Yavuz? Nedir bu halin?” dememle elleri ile yüzünü kapatıp koltuğa çökmesi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlaması bir oldu. Uzun süredir kırk yaşında birinin gözyaşı akıtmasını kanlı canlı izlememiştim. “Biraz içini döksün,” deyip yanına ilişmedim, sadece uzaktan gözlemledim.
Bu sırada, foks teriye cinsi minik ama akıllı dostum bağırmayı kesmiş, bacaklarımın arkasında kendini sağlama almış vaziyette arada bir kafasını çıkarıp Yavuz’u kesiyordu. Zararsız olduğunu anlamış olacak ki yanına gidip ayaklarını ve bacaklarını koklamaya, sonra da yalamaya başladı.
Yavuz biraz kendine gelince dili açıldı. Adresimi ortak bir arkadaşımızdan almış. “Gecenin bir yarısı pat diye geldiğim için kusura bakma İrfan Pat,” dedi. Hayır, espri olsun diye söylememişti ama ağzından çıkanları komik bulmuş olacak ki gülmeye başladı. Bir an önce sadede gelmesini istediğimden, “O klişe bana ait,” demedim.
“Bir kız arkadaşım vardı,” dedi. “Kayboldu.”
“Eee?”
“Senin halen özel dedektiflik yaptığını duymuştum Numan’dan. Bana yardım edebilirsin diye düşündüm.”
“Sabaha karşı dayak yiyince mi bu düşünceye kapıldın?” diye sordum pat diye. İçimden bir ses asıl konunun Yavuz’un hikayeyi anlatmaya başladığı yerin epey uzağında olduğunu söylüyordu.
“Pardon, izin ver hızlıca anlatayım her şeyi. Sonra bana yardım edip etmeyeceğine karar verirsin. Ardından çeker giderim.”
“Seni dinliyorum.”
“Biliyorsun babamın hukuk bürosunda çalışıyordum. Bir rutin tutturmuştuk. Fakat babamın geçen sene vefatı sonrası…”
“Başın sağ olsun.”
“Dostlar sağ olsun. Zor bir dönemdi benim için. Babamla çok yakındık. Vaktimizin çoğu beraber geçerdi. Haftada bir akşam Çiçek Pasajı’nda kafaları çekerdik. İki haftada bir maça giderdik. İşimiz de ortaktı. Bir evlerimiz ayrıydı. Annemi kaybettikten sonra hayata birbirimize sarılarak tutunmuştuk adeta. Tabii onu da yitirmeyi kaldıramadım. Normalde yapmayacağım işlere bulaştım.”
“Hep bir bahane vardır,” dedim içimden. “Ve?” diyerek imalı bir pas attım.
“Ve pavyonvari bir mekana takılmaya başladım. Haftanın en az üç günü Beyoğlu’ndaki büromdan çıkıp yürüyerek gittiğim bir eğlence yeri…”
“Kızı da o yerde mi buldun yoksa?” dedim. Gerçek olma ihtimaline karşın bunu gülmeden söyledim.
Maalesef hakikat buydu. Yıllardır bekar gezen arkadaşım, aşkı orada bulmuştu belli ki.
“Evet…” dedi iç çekerek. Serçe’ye orada rastladım. Yüksek Kaldırım Serçesi’ne…”
Bu sefer gülmemek için kendimi gerçekten zor tuttum. Yüksek Kaldırım Serçesi de neydi yahu? Muhakkak bir lakaptı ama ister istemez aklıma efsanevi Fransız şarkıcı Edith Piaf geldi; nam-ı diğer Kaldırım Serçesi!
“Herhalde bahsettiğin yer Yüksek Kaldırım’da?”
“Evet.”
“Oranın paralelinde bilindik bir genelev var.”
Gözleri karardı. Bağırarak “Hayır!” dedi. “Farklı bir yer benim gittiğim!”
“Peki dostum, sakin sakin konuya gelirsek?”
Sanki nasıl anlatacağını bilemiyormuş gibi duraksayıp ağzını burnunu kaşıdı. Biraz düşünüp devam etti.
Sormadığım halde açıklama gereği duymuş olacak ki “Serçe kızın gerçek adı,” dedi önce.
Halbuki çok da garipsememiştim; Şahin ya da Kartal diye isim oluyordu da Serçe niye olmasındı. Diğer kuş isimlerini aklımdan geçirmeye gerek duymadım.
“Peki,” dedim. “Serçe tam olarak ne yapıyor o mekanda?”
Soruma cevap vermeden kafasındakini anlatmayı sürdürdü: “Yerin adı Ceneviz Kabare. Büyük bir sahnede sürekli gösteriler olur. Canlı müzik de vardır, dans gösterisi de illüzyon da…”
Pavyonvari gelmemişti söyledikleri. “Ee?” dedim girizgahı geçsin diye.
“Yalnız bir özelliği vardır. Sadece erkekler gelir gösterileri izlemeye. Önceden rezervasyonunun olması da şarttır. Girişte sana eşlik etmesi için bir hanım seçersin, o gece partnerin olur.”
Yüzümdeki gülümsemeyi fark etmiş olacak ki, “Hayır, sadece yemek yiyip bir şeyler içilir,” diye ekledi.
“Sonrası?” diye sordum, orada bitmeyeceğini bilerek.
“Sonrası sana kalmış,” dedi. “Hanım arkadaşla iyi anlaşırsan mesaisi dışında da görüşebilirsin.”
“Siz Serçe Hanım’la iyi anlaşıyordunuz sanırım?”
Alınganlık göstermeden “Evet,” dedi. Çıkışta beraber ayrılırdık.
Aşağı yukarı hikaye kafamda oturuyordu. “Sonra?”
“Ceneviz’e bir yıldır gidiyordum ama Serçe yeniydi. Aşağı yukarı iki ay olmuştur tanışalı. Onu tanıdığım anda tutuldum. Güzelliğinin dışında kültürlüdür de.”
Klişe, dedim içimden.
“Klişe gelebilir ama gerçekten sevdim onu,” dedi.
“Nasıl kayboldu ortadan?” diye sordum.
Düşündü yine birkaç saniye.
“En son üç gün önce salı gecesi görüşmüştük. Ertesi sabah memleketten ablası gelip onda kalacak diye üç gün izin almıştı Kabare’den. Güya perşembe akşamı üçümüz yemeğe çıkacaktık. Sözleştiğimiz saatte onları almak için evine gittiğimde ne telefonuma cevap verdi ne de kapıya. Biraz gürültü koparınca kapıcı yanımda bitti. Meğerse o sabah pılı pırtı toplayıp taşınmış Serçe. Ne hale geldim bilemezsin, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Oracıkta iki büklüm yığıldım. Bayılmış, ayılamamışım. Kapıcı ambulans çağırmış. Gözlerimi hastanede açtım. Kendime gelince yine aradım Serçe’yi ama telefonu kapalı çıktı. İzini sürmek için bu akşam kalkıp Ceneviz’e gittim. Mekanın sahibi vardır, Bedo. O da benden öğrendi kızın kaybolduğunu. Şaşkınlığı kısa sürede kızgınlığa dönüştü. Benim kaçırdığımı, ayak yaptığımı sandı. Bu hale beni o getirdi, daha doğrusu yanındaki korumaları…”
“Polise neden gitmedin?”
Önüne bakıp iki üç saniye derin bir iç çekti. “Gidemezdim,” dedi. “Haberin var mı bilmiyorum ama müşterilerimin neredeyse tamamı babamın eski arkadaşları. Bu konu büyüyüp onların kulağına giderse ben maddi manevi biterim. Her şeyimi kaybederim.”
Ulan sen zaten her şeyini, kendine saygını yitirmişsin, demedim. “Sen de haklısın,” dedim.
“Benden Serçe’yi bulmamı mı istiyorsun?”
“Evet, Numan’dan şartlarını da öğrendim,” deyip sağ cebinden kabarık bir zarf çıkarıp uzattı alelacele.
Arkadaşımsın, bu parayı senden alamam, dememi bekler gibi bir hali yoktu. “İşi kabul etmeden önce sana iki soru soracağım,” dedim. Elinde zarfla öylece kaldı.
“Ne soracaksın?”
“Neden beni telefonla aramadın da evime kadar geldin?”
“Yüz yüze konuşup seni ikna etmek istedim. İşim gereği insanların telefonda reddetme ihtimalinin çok daha yüksek olduğunu biliyorum.”
“Numan çalışma şartlarımı söylerken, benimle baştan açık konuşman, tek bir yalan bile söylememen gerektiğini de iletti mi?”
“Hayır, ama zaten seninle açık konuştum. Yalan da söylemedim. Neden yalan söyleyeyim şu halimle? Sana yalan borcum mu var?”
Bu işten hiç hoşlanmamıştım. Yine de eski arkadaşımın hatırına, dolgun zarfı aldım. Yavuz’u yolculamadan Serçe’nin adresi ile bir fotoğrafını istedim. Kız o güzelliği ile serçe falan değil, olsa olsa cennet kuşu olabilirdi.
***
Geç yattığımdan dolayı epey geç kalktım. Totti’nin ısrarlı havlamaları olmasa, öğleni bulabilirdi yataktan ayrılmam. O da haklıydı; erkenden sabah yürüyüşü rutinimizi pas geçmiştim.
Küçük dostumu gezdirip bilgisayar başına oturdum. Google sağ olsun, uğrayacağım iki adresi güncel sokak fotoğraflarına kadar önüme sermişti. Öğleden sonra Serçe’nin apartmanına, akşam da müşteri kisvesi altında Ceneviz Kabare’ye uğramayı planladım.
Beşiktaş’ta, daha önce Beşiktaş’ta bulunanların yüzde doksan dokuzunun uğramadığına emin olduğum, izbe bir sokaktaydı Yüksek Kaldırım Serçesi’nin apartmanı. Karşısındaki köşede bir mahalle bakkalı vardı. Hemen içeri dalıp, kasadaki orta yaşlı kara kuru adamın beni süzmesine fırsat vermeden, kimliğimi -göremeyeceği hızda- cüzdanımın arasından gösterip “Komiser Yılmaz,” dedim.
“Buyurun komiserim,” diyerek ayağa dikildi.
“Şu karşı apartmanın ikinci katında oturan Serçe Dikici isimli şahsı tanır mısın?” diye sordum sertçe.
İkiletmeden “Tanırım, komiserim, üç ay kadar önce gelmişti ama fazla kalmadı, iki gün önce taşındı,” dedi.
“Orasını biliyoruz,” dedim. “Nereye taşındı biliyor musun?”
“Nereden bileyim komiserim? Arada siparişini götürürdüm. Merhaba merhaba. Başka muhabbetimiz yoktu.”
Kadıncağızı görmek için, çırağını göndermek yerine özellikle kendi gidiyordu siparişe belli ki hergele.
“Kim bilir?”
“Bilemiyorum ki komiserim.” Biraz düşünüp ekledi: “Bilse bilse kapıcı Zeki bilir.”
Uzatmayıp apartmana yöneldim. En alttaki zile bastıktan bir dakika sonra Zeki karşımdaydı. On kişiye gösterip “Bu adam hangi hayvana benziyor?” diye sorsan sekizinin tilki diyeceği kadar tilkiye benziyordu tipi.
“Buyurun?” dedi beni süzen şüpheci gözleri üzerimde.
“Komiser Yılmaz,” dedim, bu defa kimliği göstermeden; bu uyanık eline falan almaya kalkardı bakmak için.
İnanmamış gibi bir bakış sezdim. Kimlik falan sormasına fırsat vermeden.
“Serçe Dikici’yi senin kaçırdığın söyleniyor,” dedim.
Yüzü asıldı, gözüne korku yerleşti. “Ne diyorsunuz komiserim, kim iftira etti? Allah canımı alsın bir ilgim yok. Hem Serçe Hanım buradan taşındı. Bir yere falan kaçırılmadı.”
“Öyleyse yeni adresini ver de kontrol edeyim. Sistemde ikameti burada görünüyor halen. Bize de kaçırılma ihbarı geldi.”
“Bir yanlışlık olmalı komiserim.”
Biraz daha sert çıksam ötecekti belli ki.
Elimi omzuna koyup, “Taşındığı adresi söyle bakayım,” dedim. Donup kaldı.
Cevap vermesine imkan tanımadan telefonla birini arıyor numarası çektim.
“Tuncay, Serçe Dikici’yi kaçırdığı söylenen şahıs yanımda. Serçe Hanım kaçırılmamış, taşınmış. Yeni adresi de…”
Adama döndüm tekrar, “Neydi kardeş yeni adresi?”
Serçe’nin yeni adresini bülbül gibi şakıdı Zeki’nin dudakları. Kuş isimlerinin soyadı olarak da bolca kullanılmakta olduğu aklıma geldi.
Serçe mi? Fazla uzağa gitmemiş; iki arka sokağa taşınmış. Evi Zeki ayarladığından adresi biliyormuş. Kimseye söylememesi için tembihlemiş kızcağız, özellikle Yavuz olacak o pisliğe. O pislik? Bu durumda ya Yavuz bana yalan söylemişti ya Zeki söylüyordu, ya da hikayenin bir yerinde eksik bir parça vardı.
“Yavuz da kimmiş birader?” diye sordum kapıcıya. “Yoksa onun Serçe Hanım’ı kaçırma niyeti mi vardı?”
“Valla komiserim, affedersin her şey beklenir o itten.”
Bu adam bizim Yavuz’dan mı bahsediyordu? Yoksa başka bir Yavuz daha mı vardı diye aklıma soru işareti düştü.
“Hayırdır? Rahatsız mı ediyordu hanımefendiyi?”
“Komiserim, affedersin Serçe Hanım pavyon neyin yerlerde çalışırdı. Yavuz iti de son zamanlarda peşine takılan serserilerden biriydi. Ama fena sarmıştı. Sabaha karşı gelir naralar atar, apartmanı ayağa kaldırırdı. Serçe Hanım onu eve almazdı. Artık canına tak etmiş olacak ki civarda yeni ev bulmam için benden yardım istedi. Mahallede çevremiz geniştir. Hemen ayarlayıverdim bir daire.”
“Peki, anladım,” dedim. “Karakoldan bir memur gelip ifadeni alacak gün içinde. Bir yere kaybolayım deme.”
“Tabii komiserim, yerimiz yurdumuz belli çok şükür. Her zaman beklerim.”
***
Doğruya doğru Zeki bana Yavuz’dan daha çok güven vermişti. Bu canımı sıktı. “İş iştir,” dedim içimden, ama nasıl nihayetlendireceğime Serçe’yi bulup konuştuktan sonra karar verecektim. Hikaye gerçekten bu tilkinin anlattığı gibiyse, kuzuyu kurda teslim edecek değildim. Zarf mı? Onu iade ederdim bana baştan yalan söyleyip kuralımı çiğneyen ite.
İki arka sokağa yürüyüp Serçe’nin evini bulmam on dakikamı aldı. Apartmanın birinci katındaki Serçe’nin taşındığı dairenin perdeleri henüz asılmamıştı. Hava kararmaya başlamasına rağmen evin içinde ışık yoktu. Aşağıdan zile bastım ama kapıyı açan olmadı. Evde olmadığını düşünüp civarda biraz turlamaya karar verdim.
Çarşı içine yürüyüp oyalandım. Balıkçı çiftlikte yetişme levreklerin irilerini ayrı bir yere toplayıp üzerine deniz levreği yazmıştı. Kilosunun fiyatı bir ufak rakıdan daha pahalıydı.
Her tarakta bezi olduğunu tahmin ettiğim, yakın zamanda faydam dokunmuş bir mafya patronunu aradım dolanırken, Şahin Taştan’ı.
“Buyur ula İrfan Pat,” diye açtı telefonu, rahmetli Müslüm Gürses’e benzeyen sesiyle.
Fazla vakti olmadığını anlayıp hemen konuya girdim.
“Bir konuda yardım rica edecektim.”
“Söyle hele.”
“Ceneviz Kabare’ye gitmek istiyorum bu akşam. Etrafa bakınıp bir şeyler yiyip içip ayrılacağım. Referans ile müşteri kabul ediyormuş. Benim adıma rezervasyon yaptıracak birine ihtiyacım var. Bela çıkarmayacağım, söz veriyorum.”
“Çıkarsan ne olur ula. Ararım şimdi Bedo’yu.”
“Mesleğimden bahsetmezseniz sevinirim.”
“Tamam ula! Ona ne mesleğinden!”
“Teşekkür ederim.”
Pat kapandı telefon.
Serçe’nin yeni sokağına geri döndüm. Hava iyice kararmıştı. Daire cansız duruyordu halen. Ertesi gün tekrar yoklayabileceğimi düşündüm.
Saatime baktım. Nişantaşı’na evime dönüp, Totti’yi gezdirip yemeğini verecek, sonra da giyinip akşam yemeği vaktine kabareye yetişecek kadar zamanım vardı. Her şey planladığım gibi gitti.
***
Taksiden Karaköy’de Bankalar Caddesi’nde indim. Elektrikçi, uyducu ve avizecilerin arasından Yüksek Kaldırım Caddesi’ne tırmanıp, bir paralel sokaktaki mekanı bulmam on beş dakikamı aldı. Ceneviz Kabare’nin bulunduğu binanın önünden geçen biri, burayı sıradan bir iş hanı zannedebilirdi. Dışarıda ne bir tabela ne de kalabalık vardı. Girişte beni teke tek dövüşmek istemeyeceğim sert bakışlı iri yarı bir koruma karşıladı.
“Buyurun?”
“Ceneviz Kabare’ye bakmıştım.”
“İsminiz?”
“İrfan Pat.”
Yanında duran bankodan aldığı kağıda göz gezdirip ismimin yanına tik atması bir dakikasını aldı.
Muhtemelen adıma rezervasyon yaptıran kişi de not düşüldüğünden, sert bakışları yumuşayıverdi. Bana ağabey diye hitap ederek köşedeki asansöre kadar eşlik etti.
Bu arada takınabileceği en kibar tavırla üzerimde emanet olup olmadığını sordu. Cevabımı duyunca rahatladığını hissettim.
Françoise Hardy’nin 1960’lardan gelen, insanın kulağını okşayan sesi eşliğinde seyahat ettiğim asansör beni bir alt kata indirdi. Ben henüz kapıya elimi atamadan, geldiğimden haberdar görünen kırklı yaşlarda sonradan sarışın şık bir hanım kapıyı açtı.
İlk gelişim olduğunu suratıma baktığı anda anlamış olacak ki, beni karşılayıp halimi hatırımı sorduktan sonra kurallardan bahsetti: Girişte beni hanım arkadaşlarla tanıştıracaklarmış. Dilersem hoşuma giden birine yiyecek içecek ısmarlayabilecekmişim. Son derece nezih bir eğlence merkeziymiş. İnsanlar konuşa konuşa anlaşırmış. Enerjilerimizin uymaması halinde, hanımların masadan ayrılma hakkı varmış. Benim gibi kibar bir beyin, bu tip bir durumu anlayışla karşılayacağına eminmiş.
Kibarca “Kadınlara fazla sarkma, rahatsız olan kalkar gider!” demek istemişti. Pek yorum yapmadan başımı sallayarak ve gülümseyerek geçiştirdim. Bir kapı sonra, amfiteatr düzenine benzer yedi setten oluşan, her sette loca tipi en az on masanın bulunduğu loş, genişçe, yüksek tavanlı bir salona girmiştim. Hemen girişte soldaki bara aldılar önce beni. İçkimi yudumlarken tamı tamına on beş hanım sırayla yanıma yanaşıp bana “Hoş geldiniz,” deyip elimi sıktı ve ismini söyledi. Görevini yapan ortadan kayboluyordu. Benim için zor ama keyifli bir seçim olduğunu söyleyebilirim. Hafif heyecan hissettim, güzel bir duyguydu. Burada bir açıklama borçluyum: Seçimlerimi kişisel zevkim uğruna değil, bilgi alma şansımı arttırma amacıyla gözüme en naif ama bir yandan da konuşkan görünen iki ismi belirleme yönünde yaptım: Alya ve Kumru. Her ikisi de yirmili yaşlarının sonunda görünen, kumral ve güzel yüzlü tiplerdi. Barmen bana bir kağıt uzatıp üzerine bir isim yazmamın, sonra da masamda beklememin uygun olacağını söyledi. Bense kağıda iki ismi birden yazdım. Kuralları ilk andan zorlarken, adıma rezervasyon yaptıran kişiye güvendiğimi itiraf etmeliyim. Aradan beş dakika geçmeden yanımda biten garson masama üçüncü bir servis daha açtı. Hafifçe ona doğru uzanıp ceket cebine tedavüldeki en yüksek banknotu koydum. Gülümseyip teşekkür etti. Bir ihtiyacım halinde memnuniyetle yardımcı olacağını hissettirdi.
Fransız şansonları ardı ardına kulağımın pasını silerken diğer masalara göz gezdirdim. Salonun doluluk oranı yüzde yetmiş seviyelerindeydi. Biraz daha geç saatlerde yer bulunmayacağı kesindi. Önce Alya geldi masama. Üzerinde siyah pullu, vücuduna oturan mini bir elbise vardı. Ayağa kalkıp nazikçe buyur ettim. Yüzündeki bol makyaja eklenen ela rengi lensleri ona yapmacık bir ifade katmıştı. İçki tercihini sordum. İyi kalite bir şişe kırmızı şarap sipariş ettim bir peynir tabağıyla beraber. Sonra Kumru da sırtı açık, kırmızı abiye elbisesi ile aramıza katıldı. Arkadaşına göre daha hafif bir makyajı vardı, belirgin yüz hatlarını saklamayan. Ancak tanışma esnasındaki kendinden emin elimi sıkan, vurgulu bir şekilde ismini söyleyen kadın gitmiş, yerine çekingen biri gelmişti. Alya gibi konuşkan değildi hiç.
Kendimi müzmin bekar bir bankacı olarak tanıttıktan sonra, her ikisinin de bu kulüpte yeni olduğunu, en fazla üç aydır çalıştıklarını öğrendim.
Muhabbet ilerlemeden Edith Piaf’ın nevi şahsına münhasır sesi işitildi.
“Quand elle me prend dans ses bras,
Elle me parle tout bas,
Je vois la vie en rose!”
“Fırsat bu fırsat,” dedim içimden, kuş isimli kadınlar konusuna sonra gelirdim.
“En sevdiğim şarkı çalıyor!”
Bir ağızdan “Aaa öyle mi?” deyiverdiler.
“Fransızların efsanevi şarkıcısı Edith Piaf,” dedim. “Nam-ı diğer Kaldırım Serçesi!”
Alya’nın gözleri büyüdü. “Kaldırım Serçesi mi dedin?”
“Evet, 60 yıl kadar önce ebediyete göçmeden evvel aldığı lakabı oydu.”
“Bizim de burada bir Yüksek Kaldırım Serçemiz vardı, ama yuvadan uçtu,” deyiverdi.
“O da mı güzel şarkı söylüyordu?”
“Yok canım, sesi kart hatta. Ama Allah var, güzel kızdır.”
Kumru “Bütün kuşlar güzeldir,” dedi çekine çekine. Müthiş bir zekanın ürünü değildi ettiği lakırtı.
Beklediği iltifatı iletmekte gecikmedim. “Eminim senin kadar güzel değildir.”
“Hoş kızdır,” diye uzattı Alya Kumru’nun alıngan bakışlarına aldırmadan. “Belalısı yüzünden uçtu gitti ama…”
“Demek musallat olan biri vardı?”
“Buraya her türden insan geliyor. Herkes senin gibi beyefendi, kibar değil.”
“Ne yapıyordu mesela bu adam?”
“Birçoğu aynı ayol. Çıkışta evine kadar takip etmeye çalışırlar. Atlatmaya çalışırsın sabahın bir vakti. Savsaklarsın bir daha gelir. Bahane uydurup kaçarsın, ertesi gün bulur seni yapışır.”
Dili açılmıştı gerçekten. Bir pas daha atıp çekildim: “Buranın patronu, müdürü yok mu sizi koruyacak?”
“Var da neye yarıyor. Şu kapıdan çıkınca yüzüne bakmazlar. Taksi şoförünün babacanını bulursan yaşadın. O korur seni evine girinceye kadar. Bizim Serçe de bir atlattı, iki atlattı, sonra yapıştırdı kendine adamı sülük gibi. Başta bir iki çıktılar ama adam manyak çıktı. Kıza nefes aldırmadı. Evine zorla gidiyor, rahat vermiyordu. Serçecik de kaçtı buradan, evini de taşıdı.”
Anlaşılan Alya’yla yakındı bizim Serçe.
Kumru araya girdi: “Kız dilin açıldı maşallah!”
“Ay pardon İrfan’cığım, sıktım seni de.”
“Yok canım, ne sıkması. Herhalde yakındınız Serçe’yle?”
“Evet ama abisiyle daha yakındık,” dedi ve yaramaz bir kahkaha attı.
Daha fazla didiklemenin bir yararı yoktu. En azından o an öyle düşündüm.
“Haydi gelin tüm kaldırım serçelerine içelim? Yükseği alçağı, hepsine!”
Birkaç saat süren eğlence assolistin performansıyla sona erdi. İllüzyon gösterisi yoktu programda. Yavuz burayı mazbut göstermek için onu da mı uydurmuştu ne!
Gece boyunca masamızda tüketilen iki şişe şarap ve bolca mezenin ardından müesseseden meyve ve kahve ikramı geldi. Hesap beklendiği gibi kabarıktı ama çok üzmedi beni. Kızlarla vedalaşıp mekandan ayrılmadan evvel, yıllar geçse de üstünden unutamayacağım cinsten mürdüm eriği rengi kruvaze ceketiyle, siyah boyalı saçlı, kirli kır sakallı, ellili yaşlarda bir adam yanımda bitti: Bedo!
“Affedersin İrfan Bey gardaşım, geldiğini çok geç haber ettiler. Dışarıdaydım, ancak yetiştim. Geceniz güzel geçmiştir inşallah? Bir sıkıntı yok, değil mi?”
Kuşkusuz bu yalancı, zorunlu ihtimam, Şahin Taştan’a aktarmam için yapılan bir raconun gereğiydi. Ben de karşılığını verdim tabii. Harika bir gece geçirdiğimi söyleyip, ikramlar için teşekkür ettim.
Daha geniş bir zamanda uzunca sohbet edeceğimiz yalanını önceden anlaşmış gibi birbirimize geveledikten sonra beni kapıya kadar geçirdi. Nihayetinde evimin yolunu tuttum, yalnız başıma.
***
Sabah ısrarla çalmayı sürdüren telefonumun sesiyle uyandım.
“Bedo’yu vurmuşla ula İrfan Pat. Senin ilgin yoktur, değil mi?”
“Ne? Ne zaman?”
“Sabaha karşı ula, soruma cevap ver önce!”
“İlgim yok tabii ki.”
Telefon kapandı.
Yazılı ve görsel basına henüz bir haber düşmemişti. Küçük dostumu hızlıca gezdirip içimdeki sesi dinledim.
Taksiye atladığım gibi soluğu Serçe’nin yeni evinin sokağında aldım. Apartmanın önüne olay yeri şeritleri çekilmişti. Etraf ana baba günüydü. Polisler civarda cirit atıyor, konu komşunun ifadesini alıyordu. “Tilki Zeki beni görse polis olmadığımı anlayabilir,” diye düşündüm. Fazla yanaşmadan bilgi almanın bir yolunu aradım. Karşı apartmanın giriş katındaki pencereden sarkmış, kabak çekirdeği çitleyen, etrafa bakınıp sağa sola laf yetiştiren bir teyze gördüm.
“Hah!” dedim. “Bilgi kaynağı!”
Yoldan geçen meraklı saftirik rolüne girdim. “Teyzeciğim, ne olmuş burada?”
“Evladım iki kişiyi öldürmüşler sabaha karşı. Biri kapıcıymış. Ben kurşun seslerini duyup uyandım vallahi ama gök gürlüyor sandım, geri uyudum. Bilsem kalkıp aramaz mıydım polisi?”
“Ulan!” dedim içimden. “Bu kapıcı bizim tilki olmasın sakın!”
Etrafa kaçamak bakışlar atarken Serçe’nin apartmanının önünden beni kesen eski arkadaşım Fatih’in abisi Yılmaz Komiser’le göz göze geldik. Resmen başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Kaçarı yoktu, mecburen yanına gittim.
Yılmaz’la Fatih’ten daha sık görüştüğümüzü söyleyebilirim. Cinayet masasında komiserdir. Beni kardeşi gibi sever Yılmaz. Ben de onu severim. Zaman zaman birbirimize işimiz de düşer. Yavuz’un Serçe’sini ararken onun kapısını çalmamamın sebebi Yavuz’un işe polisi bulaştırmama isteğiydi. Ancak, iş işten geçmişti.
Sesine manidar bir hava vererek “Hayırdır İrfan? Bu işle bir ilgin yoktur umarım?” diye sordu.
“İşin ne olduğunu tam anlarsam…”
“Benimle oyun mu oynuyorsun?”
“Yok abi, harbiden…”
“Tamam lan kes. Ne işin var burada?”
“İçimden bir ses beni…”
“Başlatma içindeki sese!”
“Abi o zaman şöyle açıklayayım: Bizim fakülteden Yavuz vardı, hatırlar mısın? Fatih’le de yakındı bir dönem.”
“Ayı Yavuz mu?”
“Lakabını hatırlamıyorum ama görüntüsü uyuşuyor dediğinle.”
Gülümsedi. “İri yarıydı, evet. Fatih ayı derdi ona. Eee? Ne olmuş Yavuz’a?”
“Pavyonda bir kıza tutulmuş. Şu apartmanda oturuyor kız.”
“Kim? Serçe Dikici mi yoksa?”
“Evet! Ona bir şey mi oldu yoksa?”
“Hayır da kız kayıp! Neyse devam et bakayım.”
“İşte ben de onu diyecektim. Kız kaybolmuş. Onu bulmam için de beni tuttu.”
“Öldürülen kişiyi tanıyor musun?”
“Kim öldürülmüş abi?”
“Bana ayak yapma bak, bozuşmayalım.”
Şahin Taştan’ı karıştırmaktansa ayak yapmayı tercih ettim.
“Yok abi, ne ayak yapacağım. Serçe’nin adresini bulmuştum dün kapıcıdan, ama kız evde yoktu. Bugün tekrar bakmaya…”
“Hangi kapıcı?”
“Zeki diye biri…”
“Bak şimdi kızmaya başlıyorum. Zeki öldürüldü ulan burada. Nah şurada yatıyordu iki seksen, birkaç saat önce.”
Gösterdiği yere baktım. Sarı bir muşamba ile örtülmüştü genişçe bir alan.
“Benim bir ilgim yok abi, dediğim gibi…”
“Neyse tamam, hatırın olmasa aldırırdım seni sorguya. Gel şu köşede bir çay içelim. Yavuz’u da ara gelsin buraya.”
Yılmaz’dan biraz bilgi aldım. Zeki ve Bedo apartmanın kapısında sabaha karşı tabanca ile vurularak öldürülmüş. Görgü tanığı yokmuş. Serçe’nin dairesinin kapısı ardına kadar açık bırakılmış olduğundan ondan ya da onunla bağlantılı birinden şüphelenmişler. Dairede şimdilik bir ize rastlamamışlar. Parmak izi alınıyormuş her yerden. Kızı biraz araştırmış. İstanbul’da birkaç yıldır pavyonlarda boy gösteriyormuş. Birkaç aydır Bedo’nun mekanında çalıştığını, iki gün önce de ayrılmış olduğunu öğrenince, bağlantılı bir cinayet olduğundan şüphelenmiş. Biraz küfretse de bana rastladığına sevinmiş görünüyordu. En azından Yavuz hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştım. Yalnız ona ulaşamadık, telefonu kapalıydı. Yılmaz haklı olarak baş şüpheli olarak Serçe’nin yanına Yavuz’un adını da yazdı. Sonra iki telefonla tüm şeceresini döktürdü. Ofisine ve evine ekip gönderdi ama o gün izine rastlanamadı.
Neyse ki beni uğraştırmadan eve yolladı. Resmi ifademe falan başvursalardı geç saatlere kadar emniyette kalmam gerekecekti.
***
Eve gidip salonun köşesindeki berjerime kuruldum. Biraz kafamı toparlamam lazımdı.
İki senaryo kurdum.
Bedo, Serçe’yi bulmak için eski evine gelir. Zeki’yle karşılaşır. Onu önüne katıp yeni adrese gider. Serçe cinnet geçirir. İkisini de vurur ve kaçar.
Ya da Bedo, Zeki ile Serçe’ye gittiğinde Yavuz da oradadır, evde ya da kapıda. Aralarında tartışma çıkar. İkisini de vurur. Serçe ile beraber ya da ayrı ayrı kaçarlar.
Aklıma başka bir ihtimal gelmiyordu.
O sırada kapım çalındı. Karşımda bir katil zanlısı duruyordu: Yavuz.
Yüzünden düşen bin parçaydı. İçeri aldım. Totti onu yadırgamadı. Hatta yanına yanaşıp iki dil darbesiyle “hoş geldin” bile dedi.
Perdeleri örttüm.
“Başım dertte.”
“Onu biliyorum. Sen olanları anlat.”
“Neyi biliyorsun?”
“Ortalık çalkalanıyor. İki kişi vurulmuş, biri Bedo. Haberlere çıktı. Hem benim neyi bilip bilmediğim önemli değil. Bana doğruları anlatacak mısın?”
Yüzü kıpkırmızı kesildi. “Yoksa sen de mi bu işin içindesin?”
“Beni işe sen aldın. Unuttun mu?”
“Onu kastetmiyorum.”
Sesimi yükseltme vakti gelmişti. “Bu işe senin beni katmanla dahil oldum. Başka birine çalışmıyorum, eğer sorduğun buysa.”
Biraz sakinleşti. “Ne dediğimi bilmiyorum, kusura bakma.”
“Bana olan biteni anlatacak mısın?”
“Serçe beni aradı. Abisi Yiğit iki gün önce cezaevinden tahliye olmuş. Meğer ablası değil, abisiymiş gelecek olan. Onda kalıyormuş. Sabaha karşı Bedo gelip kapıyı yumruklamış. Ne oluyor diye kapıya çıkınca Bedo bununla aşağıda konuşmak istemiş. Yiğit ve Bedo arasında münakaşa çıkmış. Yiğit silahını çekip vurmuş Bedo’yu. Eski apartman kapıcısı Zeki de oradaymış. Gözü kararınca onu da indirmiş. Yiğit kaçmış nereye kaçtıysa. Serçe de bir arkadaşının evine sığınmış. Beni aradı. İki saat sonra orada buluşacağız. Önce sana geldim. Bana bir yol gösterirsin dedim, kızı kaçırmam lazım.”
“Bana doğruyu anlatıyorsun değil mi?”
“Evet, neden yalan söyleyeyim?”
“Daha önce söyledin de ondan soruyorum.”
“Ne yalan söylemişim?”
“Bana Serçe ile kavgalı olduğunuzu, seni eve almadığını, kapısında naralar attığını falan anlatmadın.”
“Peki, eksik bilgi verdiğimi kabul ediyorum. Ama Serçe’yi seviyorum. Bu doğru.”
“O da seni seviyor mu?”
Düşündü.
“Seviyor sanırım.”
“Sanır mısın?”
“Şey… Evet. Seviyordur.”
Durup biraz düşündüm.
“Bu evinde buluşacağınız kızın adı nedir?”
“Alya. Neden ki?”
Eksik parçalar oturmuştu.
“Sakın o eve gitme. Abisi de orada olacak. Cinayeti senin üzerine yıkıp, seni de intihar süsü verip öldürecekler.”
Gözleri büyüdü. “Ne diyorsun sen be!” diye bağırdı.
Sakinleştirmem biraz vakit aldı. Sonra Alya’nın Serçe’nin abisinin bir nevi sevgilisi olduğunu anladığımı özetleyen Ceneviz gecemi özetledim. Sindirmesi epey zor oldu ama salim kafayla düşününce “aptal aşık” halinden sıyrıldı. Onu oyalamak için ablasıyla tanıştıracağı yalanını söyleyip ondan kaçan Serçe’nin aslında onu sevmediğini anladı.
Yılmaz’ı arayıp Alya’nın adresini verdim. İki saat içinde Yavuz’u kucaklarına bekleyen çakallar, polise teslim oldular.
“İyi ki sana gelmişim, pat diye çözdün olayı,” dedi Yavuz.
“Benim adım İrfan Pat!” dedim.