Sanem Gonzalez – Şevrole Belayir
Geçtiğimiz günlerde bir yerde gördüğüm bir listede yılın en iyi polisiye romanlarından biri olarak nitelendirilmişti. Açıkçası aynı fikirde değilim. Akıllıca bir kurgu oluşturulmuş. Pek çok farklı insanı bir araya bağlayan bir kurguyu kah 1960’lı yıllara dönerek, kah günümüzden takip ederek gizemi çözmeye çalıştım okurken. Muhtemelen şu ana dek yaratılan en “mal” polis dedektifi Engin ile tanıştım bu romanda. Temizlik hastası, takıntılı ama geç anlıyor maalesef. Bir “Monk” değil yani. Örneğin baskına giderken muhbiri “amirim yalnız şunu bilmeniz gerek” dediğinde, “sonra bakarız” diyebiliyor. Türkiye’de sadece bir tane olan 1957 model Chevrolet BelAir marka bir arabanın Belgrad ormanlarında, içinde eski bir tabancayla birlikte bulunmasıyla başlayan olaylar zinciri, arabanın sahibinin de ortadan kaybolmasıyla gelişir. Arabanın sahibini ararken kurguda zaman zaman 1960’lı yıllara dönüp sonra geri gelerek pek çok ilginç karakterle tanışıyoruz. Dediğim gibi akıllıca bir kurgu. Birbirlerine son derece zekice bağlanmış farklı insanlar ve olaylar. Buna rağmen tüm bu olaylar son 10 sayfada yıldırım hızıyla çözülüverdi. Asansörsüz binaya girip nefes nefese merdivenlerden çıktıktan sonra aşağı asansörle inmelerini, baş karakterlerden Melek hanım’ın yattığı hastanenin adının 2 sayfada bir değişmesini, bir karakterin ortaya çıkıp sonra kaybolmasını saymıyorum. Bunlar çok sevdiğim şeyler değil bir polisiyede. Okurken zevk aldım bir noktaya kadar, zaman zaman “yapma yaw” dediğim yerler çok oldu ancak “yılın en iyi polisiyelerinden biri” tanımlaması pek uymuyor. Öneriyorum ya da öneremiyorum diyemem.
Emre Doğan – Müezzinin Cinayet Listesi
İsmine bakarak “acaba Onur Ünlü’nün Selman Bulut’u gibi bir müezzinle daha tanışır mıyız?” diyerek okuduğum kitap, ne yazık ki tam bir hayal kırıklığı oldu. İnandırıcılıktan tamamen uzak ve acemice kaleme alınmış bir 128 sayfa. Kendince günah işlediğini düşündüğü ya da davranışlarını beğenmediği insanları kaçıran ve içlerinden ikisini öldüren bir müezzinin hikayesi. Tanıtımda denildiği gibi seri katil de değil yani. 14 insan kaçırıyor ve tuttuğu bir dükkanın bodrumuna hapsediyor. Hele bir keresinde İstanbul’un orta yerinde, güpegündüz, kalabalığın ortasında, kafasına poşet geçirip adam kaçırıyor ve kimse de “ne oluyor” demiyor. Bir karı-kocanın kandırılmaları ve alıkonulmaları hikayesi ise neredeyse absürt. Kurbanlarını kaçırırken kullandığı ilaçları nereden, nasıl temin ettiği meçhul. Koskoca bir başkomiseri bir yumrukta nakavt edebilen bir müezzin var karşımızda. Bir de doğru olmayan bilgiler var anlatımda. Örneğin baş örtüsü tartışmalarının en yoğun olduğu zamanda bile, ben hiç üniversiteye kayıt yaptırmaya gelen bir öğrencinin annesinin, başörtülü olduğu için kayıt bölümüne alınmadığını duymadım. Yani sevgili dostlar zaman kaybı ne yazık ki. Sadece kaçırdığı kurbanlarına taktığı isimler eğlenceli. Simetri hastası, yanlış abdest alan adam, hızlı namaz kılan adam, açık saçık kadın, oruç bozan vsvs. Öneremiyorum.
Gürhan Öztürk – Polisiye Dosyalar
“Yazgı” ve “Denek” isimli iki öyküden oluşan bir kitap “Polisiye Dosyalar”. İlk öyküde bir tarikatle ilişkilendirilen cinayetlerin izi sürülürken, diğeri ise daha çok bir bilim kurgu öyküsü diyebilirim. Bilim kurgu benim çok sevmediğim bir tür ama yazılmış çok iyi bilim kurgu polisiyeleri olduğunu da biliyorum. Polisiye türünün evrensel çapta bazı olmazsa olmaz kuralları vardır. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi, okurun kurgu boyunca dedektif ya da her kimse onunla aynı ip uçlarını görüp değerlendirebilmesidir. Bir diğeri de, yazarın kurguyla hiçbir şekilde okuru kandırmaması gerektiğidir. Çok basit bir adli tıp araştırılmasıyla daha başında çözülebilecek bir durumun bir türlü anlaşılamayarak uzatılması, sonunda ise, Edgar Allan Poe’dan beri, asla olmaması gereken diye belirtilen bir çözümle vakanın sonlandırılması “olmamış” duygusunu körüklüyor. İkinci öykü ise sinemadan çok iyi tanıdığımız “Saw” ve “Johnny Mnemonic” karışımı ama yine tatmin etmeyen bir öykü. Öneremiyorum.
Erkan Öztürk – Konur Sokak Cinayeti
“Konur Sokak Cinayeti”, 7 adet kısa kısa öyküden oluşan bir kitap. Cinayet Büro Başkomiseri Kemal Yıkılmaz ve yardımcısı Şefik ile Ankara sokaklarında cinayetten cinayete koşmaktan helak oluyorlar. Bir yudumda okunan bir kitap. Eleştiri konusu, öykülerin çok fazla kısa olmasıdır diyebilirim. Herhangi bir derinlik, polis soruşturması veya adli tıp araştırmaları pek yok ne yazık ki. İşlenen bir cinayet, Başkomiserin şöyle bir bakıp düşünerek olayı çözmesi gibi bir formüle sahip bazı öyküler. Bu kitap için de öneriyorum ya da öneremiyorum diyemem. Fazladan bir kitap alma şansınız varsa 2 ya da 3 çay içerken okuyup bitirebileceğiniz ve pek fazla iz bırakmayan bir kitap.
Dark Polisiye 5. Kitap
Yerli polisiye edebiyatımızın klasiği haline gelmiş serinin 5. kitabı da biz sadık okurlarıyla buluştu. Benzerlerinden her öykü başında yer alan ve her biri diğerinden muhteşem illüstrasyonlarla ayrılan, sadece içerdiği öykülerle değil tasarımıyla da çok farklı bir seri bu. 14 öykü yer alıyor kitapta. Usta yazarlar ve kesinlikle gelecek vaad eden yeni kalemler bir arada. Her zamanki gibi tek bir tane boşluğu olan, sıkan, “olmamış” dedirten öykü yok. Her biri gayet iyi kurgulanmış, karakterleriyle, akışıyla, anlatımı, kullanılan kelime seçimleriyle son derece “polisiye” öyküler. Okurken bitmesin diye ağır ağır okuma isteği veren kitaplardan biri olmuş. Dark ve POYABİR, polisiye edebiyatımıza paha biçilmez bir katkıda bulunuyorlar bu seri ile. Başta bu kitabı yayına hazırlayan Cenk Çalışır ve Ercan Akbay ile muhteşem yaratıcısı Serhat Filiz olmak üzere tüm katkıda bulunanların ellerine, emeklerine sağlık. Her bir öyküye başlarken ilk sayfada yer alan çizimleri iyice inceleyip hafızanıza almanızı öneririm. Belki öyküyü okurken olayı çözmenize yardımcı olacak ip uçlarını bulabilirsiniz. Kesinlikle öneriyorum.
Timur Soykan – İblis’i Öldür
Uğur Mumcu geleneğini sürdüren başarılı gazeteci Timur Soykan son derece başarılı araştırmacı gazetecilik kitaplarının yanında polisiye romanlar da yazıyor. İlki 2012’de basılan “Zavallı-Gerçek Kimin Umurunda?”, ardından 2016’da “Liste” ve son olarak da 2023’de “İblis’i Öldür”. Aslında bu kitap da 2016’da yazılmış ancak araya giren başka çalışmaları nedeniyle bu güne dek ertelenmiş ve sonunda güncellenerek raflarda yerini almış. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, 2016’da artık iktidar ve cemaat ortaklığının bittiği bir dönemin içinde geçen bir hikaye. Bir rehine kurtarma operasyonu sırasında hem rehin alanın hem de alınan kadının özel tim polisleri tarafından öldürülmesinin ardından sürdürülen bir soruşturma ile başlıyor öykü. Kitap karakterlerinin neredeyse tümünün anti-kahraman olduğu romanda iki baş rolümüz var. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından emniyet müdürlüğü görevinden alınarak pasif bir görev olan başmüfettişlikte görevlendirilen Yusuf Demir ve agresif, atılgan ve görevlendirildiği hiçbir birimde tutunamayarak sonunda Yusuf amirin yanına postalanan Komiser Levent Gündüz. İkili birbirlerine tahammül etmeye çalışarak başladıkları soruşturmada ilerledikçe karşılaştıkları olgular inanılmazdır. Soluk soluğa okuyabileceğiniz su gibi akan bir roman var elinizde. Soruşturma derinleştikçe tarikatlar, şeyhler, emniyetin tüm birimlerine sızmış tarikat üyelerinin engellemeleri ile uğraşmak zorunda kalan, emekliliğine gün sayan Yusuf amir ve sistemin kendisiyle sorunlu Levent Komiser bir noktada sadece birbirlerine güvenebileceklerini anlarlar. Çok sıkı bir politik polisiye. Mutlaka öneririm.
Cuma Polat – Cehennem Çukuru
“Hayat Ağacındaki Ceset” isimli romanından sonra yazarın ikinci romanı “Cehennem Çukuru”. Yine ilk romanda tanıştığımız Başkomiser Atmaca ve ekibi “Bacılar Klubü”nün bir macerasını okuyoruz. Bu kez çoktan tarihe karıştığı ve unutulduğu düşünülen gizli bir örgüt olan Hurufilik tarikatının yüz yıllardır unutulmayan ve vaz geçilmeyen intikam yeminin izini sürüyorlar. İnsan hayatının rakamların gücü ile yönetildiğine inanan bu tarikat, yaşadığımızı düşündüğümüz bu hayatın aslında var olan tek bir kurgunun parçası olduğuna ve o kurgunun da beynimizin içinde olduğuna inanmaktadır
Tasavvuf yönü oldukça ağır basan bir roman olmuş “Cehennem Çukuru”. Başkomiser Atmaca sanki biraz geri planda kalmış gibi geldi bana. Daha çok ekibi götürdü olayın araştırmasını. Kurgu akarken kimi yerde rahat okurken kimi noktalarda da yapılan uzun tarihsel bilgi aktarımlarıyla ana konudan koptuğumu hissettim. Bazı anlatımlar ve tarihsel bilgileri okurken ana konudan koptum gibi geldi. Örneğin 40 sayfa boyunca cinayetlerle doğrudan çok fazla ilgisi olmayan ebced hesabıyla bilgileri okurken çok zorlandım. Yol üzerinde el yüz yıkamak için durulan bir yapının ne olduğu ve tarihçesinin anlatılması 3 sayfa, yolda yürürken yine bir harf tarihçesinin anlatılması 4 sayfa sürdü. Asıl polisiye kurguya daha fazla ağırlık verilirken daha kısa anlatılabilirdi gibi geldi bana. Okurken ayrıntılara boğulup zorlandığım bir roman oldu. Yine de bir günde okuyup bitirdim. Seçim sizin dostlar.
Tuna Kiremitçi – Tehlikeli Şarkılar
Başkomiser Perihan Uygur’un “Mezun Cinayetleri” ve “Peri’nin Ölümü”nden sonra gelen 3. macerası “Tehlikeli Şarkılar”. Biraz dağınık bir roman olmuş konu açısından. Bir sahil kasabasında düzenlenen müzik festivalinin başlamasına çok kısa bir süre kala, etkinliği düzenleyen iki kişi vahşice öldürülür. Festival öncesinde var güçleriyle bu etkinliği yasaklamaya çalışan tarikata çevrilir gözler otomatik olarak. Olayın etkisi yayılıp toplumda gittikçe artan bir gerilime neden olunca, izinde olmasına rağmen Başkomiser Perihan Uygur göreve dönerek soruşturmayı üzerine alır.
Sıkılmadan okuduğumu söyleyebilirim ancak biraz kandırılmış hissettim kendimi açıkçası kitabı bitirdiğimde. Kurgu boyunca bir kaç defa hedef şaşırttı yazar. Güncel sorunlarla ilgili güzel saptamaları olmasına rağmen polisiye açısından sıkıntılı olmuş. Kitabın asıl kahramanı olmasına rağmen Başkomiser Perihan neredeyse etkisiz eleman gibi. Umarım bir sonraki kitapta Komiser Ayla’yı daha etkin bir rol ile okuruz. Tatmin etmedi açıkçası.
Lars Kepler – Hipnozcu
Lars Kepler takma adıyla yazan Ahndoril çiftinin yarattığı Müfettiş Joona Linna serisinin ilk kitabı.
Stockholm’de bir spor salonunda vahşice öldürülen bir adamın cesedi bulunur. Aradan çok geçmeden adamın karısı ve kızı da aynı şekilde vahşice saldırıya uğrayarak öldürülmüş halde bulunur. Bu vahşi saldırıdan sadece aileni 15 yaşındaki oğlu ağır yaralı olarak kurtulmuş ve hastaneye kaldırılmıştır. Müfettiş Joona Linna ailenin olay sırasında evde bulunmayan bir üyesi daha olduğunu öğrenince, onun da hayatının tehlikede olduğunu düşünerek yaralı oğlanı sorgulayarak kayıp aile üyesinin yerini öğrenmek ister. Bunun içinde doktor ve hipnozcu Erik Maria Bark’tan yardım ister. Bir daha hipnoz yapmamaya kararlı olan Bark, sonunda ikna edilerek yaralı çocukla iletişime geçmeyi başarır. Ancak öğrendikleri bulgular ne Linna ne de Bark tarafından beklenen şeylerdir. Kan dondurucu bu bilgilerin ışığında soruşturma hızla ilerlemeye başlar.
Tüm dünyada fırtınalar yarattığı ve son derece muhteşem bir cinayet romanı olduğu söyleniyordu. Kuzey polisiyelerini severim. Ağır akar ama kurguları sağlamdır ve zekice yazılmıştır genellikle. Eğer bende bir arıza yoksa bu roman bana hiç de “muhteşem” gelmedi açıkçası. Konu gayet güzel aslında ama iç içe iki farklı vaka anlatılmaya kalkınca biraz hantal bir yapı oluşmuş. Bazı noktalarda uzuuuuuuuuuun anlatımları okurken bu sıcak havalarda biraz boğuldum ben. Serinin ikinci kitabı olan “İnfazcı” ile bir kitap daha şans vereceğim bakalım. Sabırlıysanız öneririm.
Çağlayan Babacan – Arabulucu
Yazarın “Masumların Katli” adlı romanından sonra ikinci kitabı “Arabulucu”. Polis Müzakere Tim amiri Komiser Talat Toksöz’ün hikayesini okuyoruz. Komiser Talat bir arabuluculuk görevinde hayatını kurtardığı biri ile ilgili olarak, sonrasında gerçekleşen korkunç ve dramatik bir olayın ardından oldukça tehlikeli bir karar alır. Şimdiye dek insanların hayatlarını kurtarmak için görevini yaparken, kurtarılmaması gerektiğini düşündüğü insanları da kendilerini öldürmeleri için cesaretlendirmeye başlar. Ancak ortaya çıkan bir katil o güne dek Komiser Talat’ın hayatlarını kurtardığı insanları tek tek ve korkunç ritüeller kullanarak öldürmeye başlar. Cinayetler arasında bağlantılar kurmayı başaran polis amiri Veritas, Komiser Talat’ı gözlem altına alır. Kendisini acımasız bir şekilde takip eden katili bulmak için yaptığı araştırma Komiser Talat’ı bilmediği geçmişine ve karanlık sırlarına götürür.
Kurgu, karakterler, olayların anlatılışında kullanılan dil ve biçim her açıdan tatmin edici. Çağlayan Babacan bize özgü polisiyenin çok iyi yazarlarından biri oluyor her kitabında. Kurguda ilerlerken arada bir karakterlerin ya da anlatıcının ağzından dökülen minik bilgileri anlamak için ya oldukça geniş bir entelektüel birikime ya da Google araştırmasına ihtiyaç duyuluyor. Ben çok seviyorum bu tarzı. Romanın bir yerinde adı geçen bir tablo, bir film karakteri, bir şarkı ya da Latince, İngilizce bir deyim. Daha önce duymadıysanız mutlaka Google amcaya danışmanızı gerektiriyor. Bu da sadece bir kitap okumaktan fazlasını kazandırıyor okura diye düşünüyorum. Başladığı noktadan çok farklı yönlere evrilerek ilerleyen, heyecanla okunan ve bir an önce sona gelerek ne olduğunu öğrenme isteği uyandıran bir roman “Arabulucu”. Kesinlikle öneriyorum.