Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

İNTİHAR CİNAYETLERİ-2

Diğer Yazılar

Yeşim Yörük
Yeşim Yörük
1977 yılında Almanya'nın Berlin şehrinde doğmuştur. İlk ve orta eğitimini Türkiye'de tamamladıktan sonra eğitimine Almanya'da devam etmiştir. Halen Almanya’da yaşamaktadır, tekstil ve dokuma sektöründe çalışmaktadır. 2018 yılında, Paradigma Polisiye Yayınları'nın düzenlediği Polisiye Öykü Yarışmasında, Misk-i Amber adlı öyküsüyle birinciliğe layık görülmüştür. 2019 yılından beri polisiye dergi Dedektif Dergi'de yazarlık yapmaktadır. 2020 yılında Dedektif Dergi’nin düzenlediği Zehirli Kalem polisiye öykü yarışmasında Çikolatalı Kurabiye adlı öyküsüyle mansiyon ödülü kazanmıştır. 2021 yılında ilk polisiye kitabı Kelimelerin Efendisi, 2022 yılında ikinci öykü kitabı Birtakım Cinayetler yayımlanmıştır. Çeşitli kolektif kitaplarda öyküleriyle yer almıştır.

İNTİHAR CİNAYETLERİ- 2

Psikiyatrist Fevzi Ertekin’in adresini bulmak sandığımız kadar zor olmamıştı. Kendisi bizim tarafımızdan sadece seri katil Orhan Tunçeli’nin doktoru olarak bilinse de aslında o, şehrin en ünlü psikiyatristlerinden biri ve aynı zamanda İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı profesörüydü. Ne yazık ki kendisiyle yüz yüze görüşmemize imkân yoktu zira adam bundan beş yıl önce rahmetli olmuştu. Fevzi Ertekin’in kendisi gibi doktor olan oğlu, bayrağı babasından devralmıştı ve onun aziz hatırasını yaşatmak için görevine babasının muayenehanesinde devam ediyordu. Sekreteriyle yaptığımız kısa görüşmede kendisinin yurt dışında olduğunu ve ertesi sabah geleceğini öğrenmiştik. Ertesi gün sabahın köründe muayenehanenin kapısında aldık soluğu.

Mahmut Ertekin’in yüz hatları babasına tıpatıp benzese de onun gözlerinde babasının gözlerindeki azmin yarısı bile yoktu. Doktorluk mesleğini aile zoruyla seçtiğini düşünmeden edemedim.

“Evet, Gürkan Turhan geçtiğimiz ay buraya gelmişti. Babamın eski hastalarından biriymiş. Vefat ettiğini bilmiyormuş. Çok şaşırmış ve üzülmüştü duyunca. Aslında yeni hasta kabul etmiyorum, hele randevusuz, asla… Fakat bu adamı kabul ettim. Baba yadigârı gözüyle baktım sanırım. Öldürülmüş olması çok korkunç. Çok üzüldüm.”

Hiç de üzülmüşe benzemiyordu. Aslında sevinmişe de benzemiyordu. Adamdaki bu tepkisiz ve duygusuz surat sinirime dokunmuştu. ‘Pokerface’ dedikleri bu olmalıydı.

“Hangi şikâyetlerle gelmişti buraya?”

“Hasta mahremiyeti diye bir şey var Başkomiserim. Maalesef size bundan bahsedemem.”

“Saçmalamayın Mahmut Bey! Adam öldürüldü, diyoruz size! Ortada mahremiyeti korunacak bir hasta kalmadı. Üstelik de bu kişi bir cinayete kurban gitti. Şu anda onun hakkında ne kadar çok bilgi edinirsek bizim için o kadar iyi. Bu yüzden size bizimle işbirliği yapmanızı öneririm. Aksi takdirde savcılık izniyle tekrar gelmemiz gerekecek. İnanın bana, o karmaşayı göze almak istemezsiniz.”

Başkomiserimden azarı yiyen Mahmut Ertekin, muayenehanesi gibi babadan kalma olduğunu düşündüğüm kemik çerçeveli gözlüğünü eline alıp ayağa kalktı. Duvardaki raflı dolabın önüne dikilip bir süre elini dosyaların üzerinde gezdirdi. Aradığını bulunca öfkeli bir hareketle çekip çıkardı raftan. Tekrar masaya oturduğunda gözlerine yerleştirdiği gözlükle babasına daha da çok benzemişti.

“Beslenme bozukluğu, aşırı bitkinlik, sürekli uyku hâli, hayattan zevk alamama ve intihar düşüncesi şikâyetleri vardı. Anlattığına göre yıllar önce yine aynı şikâyetlerle gelmiş buraya. O zamanlar beş yaşında olan oğlu denizde boğularak ölmüş. Yaşadığı travmayı atlatması aylarını almış. Babamla yaptığı seanslar ve kullandığı ilaçlar sayesinde eski sağlığına kavuşmuş. Bu sefer de eşini ani bir şekilde kaybedince aynı travma nüksetmiş. Birlikte dört seans yapmış ve bir hafta sonraki seansta yeniden görüşmek üzere vedalaşmıştık. Fakat bir daha kendisinden haber alamadım.”

“İlaç tedavisine başlamış mıydınız?”

“Hayır, ilaç tedavisine geçmeden önce kendisini iyice tanımak istedim. Babamın eski dosyalarından o yıllardaki durumunu inceleyip şimdiki hâliyle karşılaştırarak bir sonuca varmak niyetindeydim. Fakat kısmet olmadı, ne yazık ki.”

Bir insan, “Ne yazık ki,” derken bu kadar mı ifadesiz olurdu yahu? Acaba duygularını dışarı yansıtmaması bir meslek alışkanlığı mıydı? Hastalarının sorunlarını dinlerken tarafsız ve duygusuz davranması gerekiyordu belki de. Şu filmlerde izlediğimiz, hastalarıyla salya sümük ağlayan psikiyatristler gerçek hayatta yoktular galiba. Ben Psikiyatrist Mahmut Ertekin’e kişilik analizi yapmaya çalışırken Başkomiserim art arda sorularını sıralamaya devam ediyordu. Boş düşünceleri bırakıp doktorun anlattıklarını not ettiğim defterime eğdim başımı.

“Sağlık şikâyetlerinden başka şeylerden de bahsetti mi?”

“Özel hayatıyla ilgili açık sözlü müydü diye soruyorsanız, evet, özel hayatından uzun uzun bahsetti. Nasıl bir çocukluk geçirdiği, ailesi, eşi, küçük yaşta kaybettiği oğlu ve daha birçok konu hakkında konuştuk. Durumu çok da vahim görünmüyordu gözüme. Travma sonrası stres bozukluğu yaşıyordu. Dizginlenemeyecek bir durum değildi.”

“Anlıyorum, peki korkuları var mıydı?”

“Elbette vardı. Ölüm korkusu. Hem intiharı düşünüp hem de ölümden korkması, bu düşüncesini eyleme geçirme aşamasında olmadığının kanıtıydı aslında. Buraya gelmeseydi de durumu öyle kısa bir süre içinde intihar edecekmiş kadar vahim değildi. Zamanla kötüleşebilirdi tabii…”

“Birinden korktuğu ya da tehdit altında olduğu hakkında bir şeyler anlattı mı?”

“Hayır, tehdit edildiğinden bahsetmedi ama son seansımızda ona tuhaf gelen bir kişi hakkında uzun uzun konuştu. O bahsettiği kişiden değil, o kişinin hayal ürünü olmasından, hastalığının ilerlemiş olmasından ve şizofreniye yakalanmış olmaktan korkuyordu.”

“Siz ne düşündünüz, gerçekten şizofren olma ihtimali var mıydı?”

“Hayır hayır, şizofreni teşhisi koyabilecek kadar uzun süre görüşemedim kendisiyle. Bu konuda ne desem doğru bir tespit olmaz. Doğrusu o bahsettiği adam gerçek miydi yoksa hayal ürünü müydü, bunu anlamaya fırsatım olmadı.”

“Nasıl birinden bahsediyordu peki?”

“Gürkan Bey bir sabah uyandığında, dış kapının altından atılmış bir tanıtım broşürü bulmuş. Üzerinde kocaman harflerle, ‘DERMAN BENDE’ yazıyormuş. İlgisini çektiği için incelemiş. İçinde, ‘Yeniden gülebilmek, hayattan keyif almak, mutlu olmak ister misin? Izdırabına son verebilirim. Sihirli ellerime sen de güven,’ gibi bir şeyler yazıyormuş. Yaşadığı buhrandan onu kurtaracak çarenin kendisinde olduğunu, vereceği destekle zor günleri aşacağını, eskisinden de huzurlu bir hayata kavuşacağını anlatan bir sürü vaatle doluymuş broşür. Bu vaatleri okumak bile Gürkan Bey’in içini ferahlatmış. Bunun bir sahtekârlık numarası olabileceği aklından dahi geçmeden, broşürün altında yazan telefon numarasını aramış. Adının ‘Lokman Hekim’ olduğunu söyleyen bir adamla, ertesi gün görüşmek üzere sözleşmişler. Lokman Hekim denen kişi tam kararlaştırdıkları saatte Gürkan Bey’in evine gelmiş. Çeşitli tütsüler, kokulu mumlar ve meditasyon müziği eşliğinde Gürkan Bey’le uzun bir sohbete koyulmuşlar. Sadece sohbet etmenin bile kendisine çok iyi geldiğini düşünürken, adamın tuhaf el hareketleriyle başına yaptığı masajdan sonra adeta bir kuş kadar hafif hissetmiş kendisini. ‘Arınma’ları -adam yaptığı işleme bu adı veriyormuş- birkaç gün devam etmiş. Bu birkaç gün boyunca adam Gürkan Bey’in evinde kalmış. Sonra birdenbire ortadan kaybolmuş. Yok olmuş yani. Sabah uyanan Gürkan Bey, evde Lokman Hekim’i bulamamış. Evde adama dair hiçbir iz yokmuş. Öyle ki telefonuna kaydettiğine emin olduğu numarası bile orada değilmiş. O günden sonra her yerde onu aramış. Kısa süre içinde kendini eskisinden de kötü hissetmeye başlamış. Sıkıntıları, bunalımları, buhranları geri gelmiş. O kadar dayanılmaz acılar çekiyormuş ki intihar etmeyi düşünmeye başlamış. Adamın bir hayal ürünü olduğu düşüncesi de hemen ardından gelmiş. Bu duygularla boğuştuğu sırada uzman desteği almaya karar vermiş ve buraya gelmiş.”

Doktorun anlattıklarından sonra aklıma, “Gürkan Turhan’ın bahsettiği şu hayal ürünü adam katilin ta kendisi olabilir mi?” sorusu takıldı. Fakat apartmandaki komşuların içinden, Gürkan Turhan’a gelen bir misafirden ya da apartmana giren yabancı birinden bahseden olmamıştı. Evde yaptığımız aramalarda Gürkan Turhan’ın cep telefonunu bulamamıştık. Sabit hattı olmadığı için son zamanlarda kimlerle görüştüğü hakkında elimizde hiçbir bilgi yoktu. Sokağa ait görüntüleri tekrar inceleyebilirdik aslında. Gözümüzden kaçan bir şey olabilirdi. Belki de bu adam sahiden Gürkan Turhan’ın hayali arkadaşıydı. Kafam iyice karışmıştı. “Doktor Bey,” dedim, en entelektüel ses tonumla. “Gürkan Turhan bu adamın eşkâli hakkında bilgi vermiş miydi size?”

“Elbette hayır Komiser Bey. Ben doktorum, polis değil! Adamın eşkâlini sormak benim işim değil. Zaten az önce de dediğim gibi, Gürkan Bey bana bu adamın varlığından son görüşmemizde bahsetmişti. Bir sonraki seanslarımızda belki nasıl biri olduğundan bahsederdi fakat ne yazık ki bir daha görüşemedik.”

Başkomiser Bahadır, “Aldın mı ağzının payını,” der gibi bir bakış attı bana. O sırada Pokerface Mahmut da alaycı bir gülümseme kondurmuştu dudağının kenarına. Sinir olmadım desem yalan olur. Fakat çaktırmadım tabii. “Babanızın yıllar önce bir seri katilin doktoru olduğunu biliyor muydunuz?” diyerek konuyu bambaşka bir yere getirdim. Hiç şaşırmadı, biliyordu elbette. Babasının ününün artmasında o seri katille geçirdiği üç ayın çok etkisi olduğundan bahsetti. Kendisi o yıllarda Amerika’da tıp tahsiline devam ettiği için olayın tam ayrıntısını bilmiyordu. Herkes gibi o da ‘Balonlu Katil’ vakasını basından takip etmişti.

“Babam bu gibi konularda çok ketumdu. Ser verir, sır vermez derler ya, tam o cinstendi. Hasta mahremiyeti onun için çok önemliydi. Ne kadar ısrar etsem de o katil hakkında hiçbir ayrıntıyı öğrenememiştim. Yalnızca her ısrar ettiğimde, ‘Meslek hayatın boyunca bir şeyi sakın unutma, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Kabuğunu kaldırdığın her yaranın altından bambaşka yaralar çıkar. İşin özü, o kabuğu yarayı kanatmadan kaldırmaktır. Bunu başardığın anda sana bütün sırlarını dökmeyecek insan yoktur,’ derdi. Bir gün merakıma yenilip babamın hasta dosyalarını karıştırmıştım. Şimdi benim çocuklardan biri bana böyle bir şey yapsa çok kızardım. Gençlik işte, cahillik… Saatlerce, bir sürü dosyanın içinden o katilin dosyasını aramıştım. Ne yazık ki bulamamıştım. Babam çok zeki bir adamdı. Daha o gün odasını karıştırdığımı da ne aradığımı da anlamıştı. ‘Boşuna arama, bulamazsın. O dosya emin ellerde…’ demişti. Bir daha da o konuyu hiç açmadım.”

Bu sefer Başkomiserim devam etti yirmi beş yıl önceki dosyayı deşmeye. “Bahsettiği kişi sizce kim olabilir? Sanırım o dönemde yanında bir de yardımcısı varmış. Acaba o emin eller, yardımcısının elleri olabilir mi?” dedi. “Hiç ihtimal vermiyorum,” dedi Pokerface Mahmut, gayet kendinden emin bir bakışla. “Babam o yıllarda aynı zamanda tıp fakültesinde öğretim görevlisiydi. Yardımcı olarak da ara sıra öğrencilerinden bazılarını seçerdi. O dönem yanına kimi asistan olarak aldığı konusunda hiçbir fikrim yok. Zaten büyük ihtimalle babam o katille seans yaparken öğrencisi dışarıda bekliyordu. Ayrıca bana bile göstermediği dosyayı yeni yetme bir öğrencisine emanet edeceğini sanmıyorum. Kim bilir, belki eski dostlarından birine vermiştir. Dedim ya, bir daha bu konu hakkında hiç konuşmadık.”

Başkomiserim huzursuzca başını kaşıdı. Samanlıkta iğne arar gibi Fevzi Ertekin’in eski dostlarını ya da yirmi beş yıl önceki öğrencilerini arayacak kadar ne vakit ne nakit ne de eleman mevcuttu Emniyet’te. Bence çemberi daraltmalıydık. Fakat her zamanki gibi Başkomiserim için nakit, vakit ve eleman eksikliği sorun teşkil etmediğinden, çemberi daraltmak yerine daha da genişletmeye karar vermiş gibiydi.  Mahmut Ertekin’e babasının o yıllarda seri katil Orhan Tunçeli’yi hangi klinikte tedavi ettiğini sordu. Klinikte, Fevzi Ertekin’in o sırada yardımcılığını yapan öğrencinin izini bulmayı umuyor olmalıydı. O öğrencinin, seri katil Orhan Tunçeli’nin hayat hikâyesinin ne kadarını bildiği meçhuldü. Onun ifadesi, bize soruşturmada ne kadar yardımcı olabilirdi? Ya da dosyayı görmüş, okumuş ve saklamış bile olsa, bu onu katil zanlısı yapar mıydı?

Neyse ki bu işi fazla deşmeye gerek kalmayacaktı zira klinik bundan on yıl kadar önce kapanmıştı.

Doktorla Başkomiserim eski kliniğin kurucularına ulaşma imkânı olup olmadığını konuşurlarken benim aklıma bambaşka bir şey geldi. Son kurban Leyla Karakuş da psikolojik tedavi görmüştü. Henüz doktorunun adını öğrenme şerefine nail olamamıştık ama yine de hazır psikiyatriste gelmişken o doktorun bu doktor olup olmadığını teyit etmeliydim. “Leyla Karakuş’u tanıyor musunuz Doktor Bey?” diye sordum. Doktor sözünü kesmeme sinirlenmiş gibiydi. “İki kişi konuşurken üçüncüye…” diye başlayan bir cümle kuracağını düşündüm bir ara. Neyse ki ağzını bozmadı ve soruma soruyla karşılık verdi.

“Neden soruyorsunuz bunu?”

“Leyla Karakuş hastalarınızdan biri olabilir mi?”

“Böyle bir şeyi size söyleyeceğimi düşünmüyorsunuz herhâlde Komiser Bey.”

“Neden?”

“Hasta mahremiyeti…”

“O dediğiniz cinayete kurban giden hastalar için geçerli değil Doktor Bey.”

“Anlamadım… Yani, Leyla Hanım da mı öldürüldü?”

“Kendisini tanıyorsunuz yani?”

“Evet, tanıyorum… Bundan beş altı ay önce burada terapi görmüştü. İnanamıyorum, iki hastam da öldürüldü mü yani şimdi?”

“Üstelik aynı katil tarafından…”

“Ne diyorsunuz siz Komiser Bey?”

Başkomiserim araya girmeseydi doktorla ben sabaha kadar birbirimizi soru bombardımanına tutabilirdik. Adam bu sefer duygularını ifadesiz yüzünün ardına saklayamayacak kadar şaşkındı. Başkomiserim oturduğu koltuktan kalkıp arka duvardaki şık rafta duran dosyaları işaret etti.

“Mahmut Bey, korkarım şu dosyaların içinden birkaç isim daha aramanız gerekecek. Fakat önce size bir sorum var; size söyleyeceğim tarih ve saatlerde neredeydiniz?”

***

Cinayet Büro’nun camlı kapısını bir hışımla açıp içeriye girdiğimizde, neredeyse akşam olmak üzereydi. Bütün günümüz Doktor Mahmut Ertekin’in muayenehanesinde eski yeni bütün hastaların dosyalarını karıştırmakla geçmişti. Nihayet kurbanların beşini ortak bir noktada buluşturabilmiştik. Hepsi hayatlarının bir döneminde bu muayenehanede tedavi ve terapi görmüşlerdi. Son kurban Leyla Karakuş haricindekiler Fevzi Ertekin’in hastalarıydılar. Yaklaşık yirmi beş – otuz yıl kadar önce çeşitli sebeplerden Fevzi Ertekin’den danışmanlık almışlardı.

Öldürülen beş kişinin de yolunun buradan geçmiş olması, doğal olarak bütün şüphe oklarımızı Profesör Fevzi Ertekin’in biricik oğlu Doktor Mahmut Ertekin’e çevirmemize sebep oldu. Yıllar öncesinin seri katili Orhan Tunçeli’nin bütün sırlarını içinde barındıran dosya belki de söylediği gibi başka ellerde değil, kendisindeydi ve o dosyada mavi balon cinayetlerinin tüm ayrıntıları mevcuttu. Yıllar önce işlenmiş cinayetleri zorlanmadan taklit edebilmesi için elinde yeterince bilgi vardı. Fakat adam, beş cinayetin de işlendiği tahmini tarih ve saatlerde ya yurt dışında ya da onlarca kişinin şahitlik edeceği yerlerde olduğunu söylemişti. Alibisini teyit ettirecektik elbette. 

Şimdilik elimizde, nezarethanenin demir parmaklıklarını kıracakmış gibi sallarken suçsuz olduğunu haykıran Serhat’tan başka bir zanlı yoktu. Onu daha ne kadar burada tutabilirdik, bilmiyorduk. Gülten bütün gün, Serhat’ın koca bir ay boyunca nerelerde bulunduğunu, neler yaptığını ortaya çıkarmak için uğraşmıştı. Araştırmaları henüz sonuç vermemişti. Bağlantı kurduğu yerlerden geri dönüşleri bekliyordu. Serhat’ın kız arkadaşı Helga’ya ulaşılamıyordu. Kayıtlara göre henüz Almanya’ya dönmemişti. Onun şahitliği belki Serhat’ı içine girdiği bu cendereden kurtarabilirdi. Ya da belki de Serhat’ın yediği haltları anlayan kız, kaçıp saklanmayı seçmişti. Kim bilir, cinayetleri birlikte bile işlemiş olabilirlerdi.

Kafamın içi binbir çeşit soruyla çalkalanırken Başkomiserimin sesiyle kendime geldim. “Hadi artık evinize gidin,” diyordu o ses. Oysa ben eve gitmek değil, hepimizi canımızdan bezdiren şu soruşturmaya son noktayı koymak istiyordum. Yarın da olduğumuz yerde sayacağız diye çok korkuyordum.

***

Gecenin bir yarısı çalan telefonu nasıl bir sinirle açtıysam, hattın diğer ucundaki kişi bir süre konuşmaya çekindi. Birkaç “Alo,” ve bir sürü küfürden sonra Gülten’in nazende sesi çalındı kulağıma. O anda yer yarılsaydı da içine girseydim. Çok ayıp oldu kıza. Hak etmediği bir sürü söz işitti benden. Nasılsa gönlünü alırım, diye düşündüysem de onun son zamanlarda bana karşı sergilediği tutum aklıma gelince, bu durumu kolay kolay telafi edemeyeceğime kanaat getirip işi şakaya vurdum.

“Hayırdır Gülten, gece gece ‘Katili buldum,’ demek için mi aradın? Saat kaç kızım ya?”

O anda fark ettim ki saat gecenin üç buçuğuydu ve mesai saatine daha yıllar vardı. Sıraladığım küfürlerle övünmüyordum elbette ama bu saatte beni arayan biri de duyacaklarına hazırlıklı olmalıydı. Hele Gülten gibi yıllardır omuz omuza çalıştığım ve beni çok iyi tanıyan biri…

“Affedersin Ferit Komiserim, seni rahatsız etmek istemezdim. Önemli olduğunu düşündüğüm bir şey vardı da… Neyse ya, nasılsa Emniyet’te görüşeceğiz. O zaman anlatırım.”

“Ne diyorsun Gülten sen ya? Daha iki saat olmamış yatalı, uyku sersemiyim zaten, sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum.”

“Özür dilerim Komiserim, saatin farkında değildim. Bütün gece cinayet videolarını izledim. Aklıma takılan bir soru, uykumu kaçırdı ve bunu seninle paylaşmak istedim. Sen en iyisi hemen yat. Belki birkaç saat daha uyursun. Tekrar özür dilerim.”

Çat diye yüzüme kapattı telefonu. Sesindeki kırgınlığı hissetmemek, benim gibi öküz bir adam için bile imkânsızdı. Bir an geri aramayı düşündüm ama buna cesaret edemedim. Zaten biri hiç açılamamış gözlerimin diğerini de kapatıp başımı yastığa gömdüm.

Sabah olup Cinayet Büro’ya geldiğimde, Başkomiserim her zaman olduğu gibi masasındaydı fakat Gülten ortalarda yoktu. İyice meraklandım. Acaba yine ne bulmuştu? Gecenin yarısında beni arayacak kadar önemli bilgi ne olabilirdi?

Birkaç dakika sonra Gülten, elinde meşhur dizüstü bilgisayarı, Cinayet Büro’nun kapısında göründü. Gözaltlarına yerleşen halkalardan hiç uyumadığı anlaşılıyordu. Bir sandalye çekip Başkomiserimin yanına oturdu. Hiç konuşmadan bilgisayarı açtı. Ekranda son kurban Leyla Karakuş’un öldürüldüğü anın görüntüleri belirdi. Elini monitöre uzattı ve konuşmaya başladı.

“Başkomiserim, ben dün gece bütün cinayetlerin videolarını tekrar tekrar izledim. Ve gözüme çok önemli bir ayrıntı çarptı.”

O vahşet görüntülerini bir kez daha izleyecek olmaktan pek memnun olmadığı her hâlinden belli olan Başkomiserim, Gülten’in gösterdiği ekrana dikti gözlerini. Ben de yanında bitiverdim tabii. İzliyorduk, izliyorduk ama Gülten’in nasıl bir ayrıntıyı yakaladığını bir türlü bulamıyorduk. En sonunda dayanamayıp sordu Başkomiserim. “Neyi aradığımızı söyleyecek misin artık Gülten?” Gülten, Başkomiserimin sorusuna soruyla karşılık verdi.

“Neden korkmuyor?”

“Ne?”

“Kurban, diyorum Başkomiserim, neden korkmuyor?”

Gülten’in bu izlenimi biraz tuhafıma gitmişti. Bana sorsalar, kadın korkudan geberiyor gibiydi. “Bunu da nereden çıkardın Gülten? Görmüyor musun, daha ne kadar korksun kadıncağız?” dedim. Gülten’in, sorumu yanıtlamaya hiç niyeti yok gibiydi. Birkaç tuşa dokunarak diğer maktullerin görüntülerini açtı. İlk kurbandan başlayıp bütün kayıtları tekrar izledik. Sabah sabah hem de aç karnına bu vahşet görüntülerini izlemek sinirlerimi bozsa da bunu belli etmedim. Nihayet sıra son cinayet videosuna geldi. Gülten videonun ilk birkaç dakikasını hızla geçti. Katilin, Leyla Karakuş’un boynunda duran fuları yırtarcasına çekip aldığı anda videonun hızını normale çevirdi. “Şu kısma dikkat edin Başkomiserim,” dedi, bana doğru bakmamaya özen göstererek. Gece sıraladığım küfürler yüzünden beni cezalandırıyor olmalıydı. Gerçekten de Leyla Karakuş, boynundan fuları alındığı anda adeta katile çemkiriyordu. Sanki karşısındakine emirler yağdırıyor gibiydi. O esnada daha iyi anlamıştım ki gözlerinde korkudan eser yoktu. Dört cinayetin videoları gibi beşinci de sessiz kayıt edilmişti. Diğerlerinde, dudak okuma ile yakarışların ne olduğu tespit edilmişti. Bu görüntülere de dudak okuma yapılınca mutlaka bu farklı hâlin ne olduğu ortaya çıkacaktı. Sonuçta Leyla Karakuş ötekiler kadar korkmuş ama onlar gibi korkusunu göstermemiş de olabilirdi. Belki inatçı bir kişilikti. Kendisini öldürmeye gelen bir caniye pabuç bırakmak istememiş olabilirdi.

“Haklı olabilirsin Gülten. Sen bugün dudak okuma uzmanlarıyla tekrar görüş. Dosyayı mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde tamamlasınlar.”

“Buraya gelmeden önce uzmanlardan biriyle görüştüm Başkomiserim. Akşama kadar dosya elimizde olacak.”

Başkomiserim gururla bakarak ağız dolusu bir “Afferin!” hediye etti Gülten’e. 

Ben de boş durmadım ve “Bravo Gülten. Ben olsam asla fark edemezdim bu detayı,” diyerek atıldım ortaya. Atılmamla günlük tribimi de yemiş oldum.

“Sen burnunun ucunu bile göremiyorsun ki…”

Te Allah’ım, bu kızın benimle alıp veremediği şey nedir ya?

Şimdilik, korkmadan katiline çemkiren Leyla Karakuş’un dudaklarında saklı olan gizemin araştırılması işini uzmanlara bırakıp soruşturmamıza geri döndük. Zira Serhat Güven’in kız arkadaşı Helga’nın bulunduğunun ve şu dakikalarda uçaktan inmek üzere olduğunun haberi gelmişti. Bu çok iyi bir gelişmeydi. En azından birkaç saat içinde Serhat’ın akıbeti belli olacaktı.

Helga yirmi beş yaşında, sarışın mı sarışın, bomba mı bomba bir kızdı. Serhat’ın sevgilisi olmasaydı, tam âşık olunacak kadındı. Az da olsa Türkçe konuşabiliyordu ve bu hâli onu daha da sevimli yapıyordu. Korkusu ve endişesi gözlerinden okunuyordu. Yanında gelen tercümana Almanca anlattığı sözleri bana dönüp bir de Türkçe tekrarladı. “Serhat, değil katil! O bir doktor! Nein! Er ist kein Killer! Biz hep beraber Serhat’la. Onu hep film çekti ben! Nein, kein Killer! Al bak! Hep film çekti ben! Biz tatil yaptı her gün! Biz her gün film çekti!”

Elindeki kamera çantasını kucağıma koyarken hâlâ aynı sözleri tekrarlıyordu. Ne filminden bahsediyordu, hiç anlamamıştım. Ancak tercümanın açıklamasından sonra anlayabilmiştim işin aslını. Meğer bizim saf âşıklar, tatillerinin neredeyse her dakikasını kayıt etmişler. İçim rahatladı doğrusu. Hayır, karşımıza nasıl bir film çıkacağı belli değil. Bütün Cinayet Büro’ya rezil olmak var işin ucunda.

Durum hakikaten de Helga’nın açıklamaya çalıştığı gibiydi. Belli ki bizim tatil kuşları sadece uyudukları saatleri kaydetmemişlerdi. Cihaz ağzına kadar tatil anılarıyla doluydu.  Ekranın sağ alt köşesindeki kayıt tarihleri ve saatleri Serhat’ın suçsuzluğunu kanıtlıyordu. Serhat hemen hemen bütün görüntülerde vardı. Gururlu bir ses tonuyla sevgilisine gezdikleri mekânların tarihini anlatıyordu, uzun uzun. Gece çekimlerinde Antalya’nın çeşitli kulüplerinde, barlarında sabahlara kadar dans edip eğleniyorlardı. Serhat’ın salıverileceği haberini alınca da aynı şekilde göbek atıp atmayacağını düşünmeden edemedim.

Ne mutlu bize ki yine en başa dönmüştük. Her ne kadar Serhat’ın ismini şüpheliler listesinden çıkarmak onun adına iyi bir şey olsa da bizim için bir adım bile ilerleyememek demekti. Gülten’le ben köşelerimize çekilmiş, arpacı kumrusu gibi soruşturmanın gidişatını hatta bir türlü gidemeyişini düşünürken Başkomiserimin yeni görev dağılımı ile kendimize geldik.

“Ferit! Sen Fevzi Ertekin’in Profesör olduğu üniversiteye gidip yirmi beş yıl önceki öğrencileri hakkında bilgi almaya çalışacaksın.”

Başkomiserimi anlıyordum, soruşturmaya bir yerlerden devam etmek, dikkatini yeni şüphelilere yönlendirmek istiyordu. Fakat bu seferki fikir bana hiç cazip gelmedi. “Olacak iş değil Başkomiserim! Yirmi beş yıl önceki öğrencilerini bilse bilse Fevzi Ertekin bilirdi, o da beş yıl evvel ölmüş gitmiş. Üniversitede vakit kaybetmeyelim bence,” dedim.

“O çok değerli vaktini harcayacağın daha iyi bir yer mi var Ferit?”

“Evet var Başkomiserim. Bence ilk önce Fevzi Ertekin’in oğlu Pokerface Mahmut’un alibisini kanıtlamalıyız.”

“Ne face?”

“Boş verin Başkomiserim… Mahmut Ertekin doğru söylüyorsa ne âlâ fakat ya yalan söylediyse? Böyle bir şeyi kanıtlarsak bütün taşlar yerine oturur. Düşünsenize, ondan başka kim Fevzi Ertekin’in seri katil dosyasına rahatlıkla erişebilir?”

Başkomiserim sözlerimden etkilenmemiş gibiydi. Kafasında dönen şüphelisini pat diye söyleyiverdi.

“Profesör Fevzi Ertekin’in yardımcılığını yapan öğrenci…”

Haklı olabilirdi tabii. O da baş şüpheliler arasındaydı. Tek sorun, yıllar önce Profesörün yanında gezdirdiği bir öğrencisini, samanlıkta iğne arar gibi aramanın ve bulmanın hiç kolay olmadığıydı. Üniversitenin öğrenci kayıtları büyük ihtimalle arşivlerinde mevcuttu. Fakat bu kayıtlar işimi kolaylaştırmayacak aksine zorlaştıracaktı. Yüzlerce ismin arasından bir ismi bulmak zorundaydım. Kimliğini bile bilmediğim birini, yani sarı çizmeli Mehmet Ağa’yı arayacaktım. Buna değil günler, haftalar yetmezdi. Bu iş her ne kadar bana imkânsız gibi görünse de daha fazla itiraz etmeden kabul ettim. Ben üniversiteye gitmek üzere ayaklanırken Başkomiserim de Gülten’e dönüp Mahmut Ertekin’in alibisini teyit ettirme işini hızlandırmasını söylüyordu. Belli ki benim gibi onun da aklının bir köşesinde Pokerface Mahmut’un katil çıkma ihtimali vardı. Eğer öyle olursa, şu Serhat’tan boşalan nezarethaneye onu zevkle tıkacaktım. Bu düşünce keyfimi biraz olsun yerine getirmişti.

İstanbul Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi kampüsünde, sora sora Bağdat bulunur misali bulduğum Dekan odasının önünde bir süre bekledim. Ne de olsa, “Yirmi beş sene önceki arşivlerinizden bir öğrencinizi bulmam gerek,” demek kolay bir iş değildi. Kafamı toparlamak için kendime verdiğim süre dolunca tıklattığım kapının ardından gelen davet sesiyle içeri daldım. Dekan odasında elli yaşını geçtiği her hâlinden belli, tabiri caizse kerli ferli bir adam karşıladı beni. Adamın sert bakışlarını görünce işi yokuşa süreceğini anlamıştım.

“Buyurun Komiser Bey, size nasıl yardımcı olabilirim?”

Eli, masasının karşısındaki koltuğu işaret ederken gözleri kapıdaydı. “Otur ama fazla kalma,” der gibiydi. Öyle bir niyetim de yoktu zaten. Daha danışmadaki görevliye Dekan’la görüşmem gerektiğini söylediğimde, kendisinin ne kadar meşgul bir zat olduğunu öğrenmiştim. Bu mühim şahsiyetten randevu koparabilmek için kimliğimi göstermem ve bir Behzat Ç. bakışı atmam gerekmişti. Dekan’ı daha fazla bekletmeden direkt konuya girdim. Kısaca işlenen cinayetlerle Profesör Fevzi Ertekin’in bağlantısından bahsedip can alıcı soruyu sordum.

“1995 – 1996 yıllarının öğrenci listesini görebilir miyim?”

Hiç itiraz etmeden, “Pekâlâ,” dedi. Çok şaşırmıştım. Sanki öğrenci listesi çekmecesindeymiş de “Dur, iki dakikada çıkarıp vereyim,” deyiverecekmiş gibi sakindi. Sert bakışlarının bir nebze olsun yumuşadığını görebiliyordum.

“Fakültemizin bir yıl içinde hemen hemen üç yüz elli öğrenciye eğitim verdiğini göz önünde bulundurursak, bu durumda kimliğini tespit etmeniz gereken üç yüz kırk dokuz öğrenci kalıyor.”

Sanırım benimle dalga geçiyordu. Bozuntuya vermedim. Bazen işi salaklığa vurarak daha çok yol kat edilebilir. “Anlamadım, neden üç yüz kırk dokuz, dediniz?” dedim, en safiyane ses tonumla.

“E, biri karşınızda duruyor da ondan,” dedi. Ardından bastığı kahkaha, doğuştan çatık olduğunu düşündüğüm kaşlarıyla tezat oluşturuyordu.

“Evet, ben o yıllarda ikinci sınıftaydım. Fevzi Hoca herkesin olduğu gibi benim de en sevdiğim Profesörümdü. Hatta bir süre asistanlığını yapmıştım. Ben mezun olduktan sonra da kopmadık. Birlikte çok güzel işler yaptık.”

Hoppala, bu neydi şimdi? Hani zor olacaktı bu iş? Elimi atmamla Profesörün yardımcısına mı çarpmıştım yani? “Öyleyse seri katil Orhan Tunçeli’nin tedavisinde Fevzi Ertekin’in yardımcılığını yapan öğrenci sizdiniz,” dedim kendimden emin bir tavır takınarak. Ne yazık ki gerçek hayat sandığım kadar kolay değildi. “Hayır hayır, bahsettiğiniz yıllarda henüz o şerefe nail olamamıştım,” der demez sevincim kursağımda kaldı, böğrüme bir öküz oturdu sanki. Bende şans olsa anam beni kız doğururdu zaten.

“Peki, o öğrencinin kim olduğunu biliyor musunuz?” dedim. Artık nasıl bir hayal kırıklığına uğramışsam, adam bile ses tonumdan bunu sezmişti. “Bilmiyorum ama bu kadar üzülmeyin lütfen, nasıl olsa bulurum,” diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Teşekkür edip elini çabuk tutarsa bizim için çok iyi olacağını söyledim. İlk etapta adamın dış görünüşüne aldanıp despot biri olduğuna kanaat getirmiştim fakat artık aynı fikirde değildim. Gayet samimi ve sıcakkanlı biriydi. Hatta bir iki gün içinde o yıllarda Fevzi Hoca’ya asistanlık yapmış öğrencilerin listesini Emniyet’e göndereceğini söylediğinde, bir anda karşımda Hulusi Kentmen oturuyor zannettim.

Fakültedeki işim sandığımdan kısa sürmüştü. Dekan Bey’in ısrarıyla bir kahve içip öyle kalkmayı düşünüyordum ki aklıma Pokerface Mahmut geldi. Dekan Bey, Profesör Fevzi Ertekin’le bu kadar samimi idiyse büyük ihtimalle Mahmut’u da tanıyordu. Havadan sudan muhabbetin arasında Doktor Mahmut Ertekin’i tanıyıp tanımadığını sordum. Tam tahmin ettiğim gibiydi.

“Mahmut abiyi çok severim. Çok iyi yürekli, yardımsever biridir. Üstelik babası kadar olmasa da işinde çok iyidir. Neden sordunuz?”

“Meslek alışkanlığı, diyelim.”

“Başka bir şey yok, değil mi?”

“Hayır, yok!”

“Oh çok şükür. Bir an ondan şüphe ettiğinizi sandım. Öyle olsaydı, çok büyük bir hata yapıyor olurdunuz Komiser Bey. Bir anlık cinnetle kimin ne zaman cinayet işleyeceği belli olmaz tabii, o ayrı fakat  Mahmut abi, art arda beş kişiyi öldürebilecek kadar cani biri değildir. Benim tanıdığım Mahmut abi karıncaya bile zarar veremez. Bir yıl içinde eğitimini üstlendiği öğrenci sayısı, bu fakültenin öğrencilerinden fazladır. Kimsesiz çocuklara ve ihtiyaç sahiplerine yaptığı yardımları saymıyorum bile. Böyle bir insanın seri katil olduğunu düşünmek çok saçma olur.”

***

Emniyet’e dönmek üzereydim ki yolda Başkomiserim arayıp ilk kurban Salih Koyuncu’nun komşularına şu Lokman Hekim denen gizemli adamı görüp görmediklerini sormamı istedi. İşim çabuk biterse, diğer maktullerin komşularıyla da görüşmemi tembihledi. Neredeyse akşam olmak üzereydi ama Başkomiser Bahadır için mesai saatinin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğinin bir önemi olmadığından, sözünü ikiletmeden “Emredersiniz,” demekle yetindim. Direksiyonu ters istikamette olan Salih Koyuncu’nun evine doğru kırarken, daha önce defalarca sorguladığımız komşulardan  dişe dokunur bir şey öğrenemeyeceğimden neredeyse emindim. Gerçek mi yoksa dördüncü kurban Gürkan Turhan’ın hayal ürünü mü olduğunu bilmediğimiz bir adamın izini sürecektim. Tıp Fakültesi’nde iğneyle kuyu kazmaktan kurtulduğuma sevinmeseydim keşke. Malum, ben bir şeye sevinince, o anında tersine döner. Daha fazla kendime acımayı bırakıp, iğnemi hazırlayıp kazacağım kuyuya doğru varmak üzere gaz pedalına asıldım.

Tahminlerimde haklı çıkmıştım. İlk durakta, Lokman Hekim adında bir adamın değil cismini, hayalini bile gören olmamıştı. İkinci kurban Seher Kalamış’ın komşuları da aynı fikirdeydiler. Üçüncü kurban Pelin Gürsoy’un evine geldiğimde, Başkomiserimin hislerine güvenmekle ne kadar doğru bir iş yaptığımın farkına vardım. Beni boş yere komşu komşu dolaştırdığını düşündüğüm için kendimden utandım. Bazen bizim Başkomiserin kâhin falan olduğunu düşünmeden edemiyorum.  Nasıl bir içgüdü, beni buraya göndermesini emretmişti acaba?

Tamam, burada da apartman sakinleri arasında aradığım kişiyle müşerref olan yoktu. Fakat hiç beklemediğim, görmeyi hiç ummadığım biri yoluma sadece ışık tutmakla kalmadı, adeta güneş gibi aydınlattı. Pelin Gürsoy’un kan kardeşi olduğunu söyleyen Neriman Hanım, kanlı canlı karşımda dikiliyordu. Biz onu gökte ararken o yerdeydi. Son üç aydır büyük bir tur organizasyonunun düzenlediği pasifik gezisinde olan kadın, arkadaşının bir cinayete kurban gittiğini daha birkaç saat önce öğrenmişti. Henüz yaşadığı şoku atlamadan, dairenin kapısına iki izbandutla dayanan ev sahibinin evi boşaltmak istediğini duyunca çok üzülmüştü. Biricik arkadaşının özel eşyalarını toplayabilmek için sadece bir saat zaman vermişti, hain ev sahibi. Bugün tesadüfen buraya gelmeseydi, can arkadaşının, kan kardeşinin anıları, adını bile bilmediği bir çöplükte yok olup gidecekti. Neriman Hanım da en az benim kadar şaşkındı burada karşılaşmamıza. Komşulardan Pelin Gürsoy’un başına gelen felâketi öğrendiğinde Emniyet’e gelmeyi düşünmüştü ancak paragöz ev sahibinin aceleciliği yüzünden bu işi bir gün sonraya ertelemeye karar vermişti.

Son haftalarda, bulundukları konum dolayısıyla arkadaşıyla iletişime geçememişti. En son bundan bir ay önce, Filipinler’de konakladıkları sırada telefonlaşmışlardı. Pelin Gürsoy neredeyse bir saat boyunca hayatını değiştiren adamdan bahsetmiş, çok mutlu olduğunu, arkadaşının tatilden dönmesini iple çektiğini, o döner dönmez nikâh hazırlıklarına başlayacaklarını anlatmıştı. Pelin Gürsoy bu adamla, Neriman Hanım’ın seyahate çıkmasının hemen ardından tanışmıştı. Yaşça kendisinden küçük oluşunu hiç sorun etmemişti. Hayatı boyunca beklediği adam nihayet karşısına çıktığı için çok mutluydu ve bu mutluluğunu birkaç yaş fark yüzünden bozmaya niyeti yoktu.

“Peki, adı neydi bu adamın?”

“İnanın bilmiyorum Komiser Bey. Pelin sır gibi saklıyordu adamın adını. ‘Sürpriz olsun,’ diyordu. Israrlarım sonuç vermedi.”

“Bir fotoğrafını da mı göstermedi?”

“Ben de aynısını söylemiştim. ‘Bari bir fotoğrafını gönder de kan kardeşimi benden koparan zalim kimmiş, bir göreyim,’ demiştim. Adam asla fotoğraf çektirmeyi kabul etmiyormuş. Objektif fobisi varmış sözde. Ne saçma, değil mi?  İnanmadım tabii, Pelin’i kandırıp dolandırmak isteyen biri olabileceğinden korktum. Ama Pelin’i buna inandıramadım. Yine de istediğimi yaptı ve bana bir fotoğrafını gönderdi. Adam uyurken gizlice çekmiş.”

“Öyle mi? Yani sizde o adamın fotoğrafı var.”

“Ne yazık ki yok. Göndermeden önce baktıktan sonra fotoğrafı derhâl silmemi şart koşmuştu. Eğer silmezsem sevdiği adamı aldattığını düşünüp çok üzüleceğini söylemişti. Ayrıca geç gelen mutluluğunun büyüsünün bozulacağına inanıyordu. Daha doğrusu o adam, buna inandırmıştı Pelin’i. Birlikteliklerinden bana bile bahsetmemesini tembihlemiş, inanabiliyor musunuz? Yemin bile ettirmiş. Eve gizli gizli, komşulara belli etmeden giriyormuş. Aşklarını çekemeyen haset gözlere malzeme vermek istemiyormuş, sözde. Pelin, dayanamayıp her şeyi bana anlattığı için vicdan azabı çekiyordu. Zaten sorunlu ve takıntılı bir kadındı. Yıllarca psikolojik tedavi görmüştü. O fotoğrafı gönderirken koştuğu şartı, onu daha fazla üzmemek için kabul ettim ve adamı iyice inceledikten sonra sildim fotoğrafı. Anlayacağınız Komiser Bey, ben bu gizemli âşıktan hiç hazzetmedim. Altından bir çapanoğlu çıkacağından emindim. Fakat onun kan kardeşimin canına kast edeceğini aklıma getiremedim.”

“Pelin Hanım’ı o adamın öldürdüğüne emin gibisiniz, Neriman Hanım.”

“Gibisi fazla… Eminim! Damdan düşer gibi yaşı altmışı geçmiş bir kadına âşık olduğunu söylüyor, liseli sevgililer gibi bu birlikteliği gizli yürütüyor, kimseye anlatmaması için Pelin’i tembihlemeyi ihmal etmiyor, ardında bir delil bırakmamak için saçma sapan bir bahaneyle fotoğraf bile çektirmiyor, hemen ardından Pelin öldürülüyor ve adam Pelin’in cenazesine bile sahip çıkmıyor. Madem o kadar âşıktı, hani, şimdi nerede? Şu anda Emniyet’in koridorlarında, sevdiği kadının katilinin yakalanmasını bekliyor olması gerekmez miydi? Emin olmak için daha fazla kanıta ihtiyacım yok.”

Ne yazık ki bizim emin olmak için daha fazla kanıta ihtiyacımız vardı. Üstelik bu kanıt birkaç hafta önce şu anda Neriman Hanım’ın elinde duran telefondaydı. Neyse ki teknoloji öyle ilerlemişti ki telefonlardan silinen fotoğrafları geri getirmek artık çocuk oyuncağıydı. Bir robot resim çizdirmeye gerek kalmadan, şu gizemli sevgilinin neye benzediğini rahatlıkla görebilecektik. Bu adamın, Gürkan Turhan’ın Lokman Hekim’iyle aynı adam olma ihtimali çok yüksekti. Kim bilir öteki maktulleri nasıl dalaverelerle kandırmıştı. Önce onlarla tanışıp güvenlerini kazanmış olmalıydı. Sonra da rahatça girip çıktığı evlerde kurbanlarının canlarına kıymıştı. Yanılıp yanılmadığımı en geç yarın öğrenecektik nasılsa. Apartmandan Neriman Hanım’la birlikte çıktık. Bu saatten sonra Emniyet’te ifade vermekle uğraşmasını istemedim. Ertesi gün gelmesini tembihleyip Bilişim polislerine teslim etmek üzere cep telefonunu aldım.

***

Akşam olmuş, mesai saatinin bitmesine çok az kalmıştı. Asayiş Şube’ye geçmeden önce Neriman Hanım’ın telefonunu İl Emniyet Müdürlüğü’nün Bilişim birimine bıraktım. Gizemli âşığın uyurken çekilmiş fotoğrafının en geç yarın elimde olacağının sözünü de aldım. Keyfim yerindeydi. Bugün elde ettiğim bilgileri Başkomiserime anlattığımda  benimle gurur duyacağını düşününce daha da keyiflendim. Birkaç gün içinde Profesör Fevzi Ertekin’in yardımcısının da Lokman Hekim kılığındaki gizemli âşığın da kim olduklarını öğrenebilecektik. Bu gazla Asayiş Şube’nin üçüncü katına koşar adım çıktım. Geldiğimde Gülten’i ve Başkomiserimi dudak okuma uzmanlarının gönderdiği dosyayı incelerken buldum. “Ee?” dedim. “Neymiş Leyla Karakuş’un söylediği sözler?”

“Neredeyse bütün cümleleri, ‘geri zekâlı’ ile başlayıp ‘aptal şey’ ile bitiyor Komiserim. Korkmak şöyle dursun, adamı parçalayacağını falan söylüyor bir yerde. Şu katilin fuları çekip aldığı yer var ya, orada ‘Kendini satsan o fuların parasını ödeyemeyeceğini artık öğrenmiş olmalısın,’ diyor. Zaten görüntü orada kesiliyor ve insülin enjekte edildiği yerden tekrar başlıyor.”

“Ne demek oluyor o söz peki? Yani, katil tanıdığı biri mi? ‘Kendini satsan ödeyemezsin,’ dediğine göre belki de çalışanlarından biridir?”

“Ne yazık ki çalışanlar nerede olduklarını kanıtladılar Komiserim. Belki arkadaşlarından biridir, bilmiyorum. Aralarında bizim beş maaşımız bedelindeki fuları alamayacak kadar fakir olan kimse yoktur ya, yine de arkadaş çevresini araştırmakta yarar olabilir. Kocası zaten olamaz, Mövenpick Otel’le görüştüm, misafir kayıtlarına göre cinayetin işlendiği sırada Hasan Karakuş oteldeymiş. Bugün sen yokken buraya geldi. Karısının cenaze töreni varmış. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş adamın. Çok acıdım hâline. Soruşturmada ne düzeyde olduğumuzu sormak için gelmiş. Hiçbir bilgi vermedik tabii. Karısının katilinin bulunmadığı her gün acısının katlandığını söyledi. Görseydin, içim parçalandı.”

Başkomiserimin Hasan Karakuş’un acısıyla da Leyla Karakuş’un zengin arkadaşlarıyla da ilgilendiği yok gibiydi. “Sen ne yaptın?” dedi, Gülten’in sözünü keserek. “Telefonda Tıp Fakültesi’nde işler yolunda gitti, dedin ama detaylardan hiç bahsetmedin. Peki ya komşular, onlardan istediğimiz bilgiyi alabildin mi?”

“Muhteşem gelişmelerle geldim Başkomiserim. İçimden bir ses, üç güne kalmaz, katili yakalarız diyor.”

“Hadi bakalım, umarım dediğin gibi olur Ferit.”

Gülten bir yandan bilgisayarındaki dudak okuma raporunu kapatırken diğer yandan kıkırdamaya başladı. “Ne o Gülten, komik bir şey mi söyledim? Neden gülüyorsun?” dedim. Hay kafama taş düşseydi de demeseydim. Anında lafı yedim.

“Senin içindeki sese pek güven olmaz ama hadi hayırlısı, diyelim Ferit Komiserim.”

Neyin cezasını çekiyordum, bir bilseydim…

“Evet,” dedim, Gülten’in yolladığı kafam kadar taşa aldırmamış gibi yaparak. “Profesör Fevzi Ertekin’in yardımcısını bir iki güne kalmaz bulmuş olacağız. Lokman Hekim’e gelince, onun da bebekler gibi uyurken çekilmiş bir fotoğrafı yarın elimizde olacak.”

Bir çırpıda gün içinde olanları aktardıktan sonra “Siz ne yaptınız? Bitirebildiniz mi Mahmut Ertekin’in alibisini teyit etme işini?” diye sordum. Gülten bir cümleyle soruma son noktayı koydu.

“Mahmut Ertekin katil değil, Ferit Komiserim!”

Bu kısacık açıklamayla Pokerface Mahmut aklanırken, Başkomiser Bahadır kollarını göğsünde birleştirmiş, sesini çıkarmadan dinliyordu. Gülten’le aynı fikirde olduğu belliydi.

“Alibisi sağlam yani?”

“Öyle gibi…”

“Öyle mi, değil mi? ‘Gibi’ de ne demek?”

“İlk dört kurbanın öldürüldüğü günlerde söylediği yerlerde olduğunu teyit ettik.”

“Peki ya son cinayet?”

“O akşam Hilton Bomonti Otel’de konferansta olduğunu söylemişti. Henüz o günün misafir kayıtları ve güvenlik kamerası görüntüleri elimize geçmedi. Evinden otele gidilen istikametteki MOBESE’ler de incelenecek. Bugün o iş bitmez, anca yarına…”

“Daha son cinayette nerede olduğu kanıtlanmamış, sen kalkmış, ‘Mahmut Ertekin katil değil,’ diyorsun Gülten. Sence biraz çabuk karar vermiş olmuyor musun?”

“Bunu söylediğine inanamıyorum Ferit Komiserim! Ne yani, ilk dört cinayeti onun yerine başkası mı işledi? Bence beşinci cinayet işlendiğinde, söylediği yerde olup olmamasının bir önemi kalmadı artık. Seri cinayetlerden bahsediyoruz burada. Seri cinayetlerde genellikle katil aynı kişidir. Tekrar ediyorum! Aynı kişi… Ve o kişinin Mahmut Ertekin olmadığı ayan beyan ortada!”

***

Neyin ortada olup olmadığını öğreneceğimiz gün gelip çatmıştı nihayet. Akşam Cinayet Büro’da Gülten’in estirdiği soğuk rüzgâra rağmen moralimi bozmamış, eve gelmeden bir bara uğrayıp eğlenceli birkaç saat geçirerek olayları sakin kafayla tekrar düşünmüştüm. İlk cinayetten bu yana yerine oturmayan bir şey vardı. Katil neden Orhan Tunçeli’nin cinayetlerini taklit ediyordu? Orhan Tunçeli’nin cinayet işleme sebebini öğrenmiştik. İntikam… Onun kurbanları, ailesini yok eden kişilerden oluşuyordu. Peki, bizim katilimizin sebebi neydi? Eğer intikam almak için öldürdüyse, o zaman beş kurbanın ortak bir özelliği olmalıydı. Hatta tanışıyor olmalıydılar. Şimdilik tek ortak özellikleri, aynı muayenehanede terapi görmüş olmak olan maktullerin, birbirlerini tanıdıklarını sanmıyordum. Belki de bu yüzden tüm dikkatimi Profesör Fevzi Ertekin’in oğlu Mahmut’a çevirmiştim. Katilin o olabileceği düşüncesi aklımdan çıkmıyordu. Söylediği gibi seri katil Orhan’ın dosyasını hiç görmemiş olduğuna inanmıyordum. Bulunduğu yerleri kanıtlamış olması, benim gözümde onu aklamıyordu. Çevresi geniş, nüfuzlu bir adamdı. İşi kitabına uydurmak, orada değilse de oradaymış gibi göstermek, onun için zor olmazdı.

Bir de şu Gürkan Turhan’a Lokman Hekim olarak, Pelin Gürsoy’a gizemli sevgili olarak ve diğerlerine kim bilir hangi kılıkta görünen adam vardı ki katilimizin o olma ihtimali de büyüktü. İşte, tam da burada, Pokerface Mahmut hakkındaki şüphelerim dağılmak zorunda kalıyordu. Gürkan Turhan’ın, Lokman Hekim diye birinden bahsettiğini bize Mahmut anlatmıştı. Bizi yanıltmak için yalan söylediğini düşünsek, bu sefer de ortaya Pelin Gürsoy’un gizemli aşığı çıkıyordu. Öyle ya da böyle ortada, hemen hemen aynı zamanlarda maktullerin hayatlarına girmiş, tuhaf iki kişi vardı.

Elbette katil, yıllar önce Profesör Fevzi Ertekin’in asistanlığını yapan öğrenci de olabilirdi. Fakat bunca yıldan sonra böyle bir şey yapmaya neden kalkışmıştı? Belki Profesörden intikam almak istemişti. O artık hayatta olmadığı için oğlunu hedef almıştı. Kurbanlarını o muayenehaneden seçmesinin ve onları bir zamanlar Profesörün tedavi ettiği bir katilin yöntemleriyle öldürmesinin tek sebebi Mahmut Ertekin’e işlemediği bir suçun cezasını yüklemek olabilirdi. Yine de benim gözümde yapboza uymayan bir parça olarak kalıyordu bu öğrenci. Eğer niyeti hocasından intikam almak olsaydı, ona hayattayken zarar verirdi. Hedefi Fevzi Ertekin değil de Mahmut Ertekin olsaydı, beş kişiyi öldürmek yerine onu öldürür, intikamını alırdı.

Bütün bir gece buna benzer bir sürü düşünce beynimin içinde dolanıp durdu. Gözüme uyku girmedi. Erkenden evden çıktım. Bilişim’den gelecek fotoğrafı bir an önce görmek için sabırsızlanıyordum. Dosyanın gelmesini beklemektense, Cinayet Büro’ya gitmeden önce Bilişim’e uğrayıp gelişmeleri sormak istedim. Fakat ne yazık ki fotoğraf henüz hazır değildi. Neriman Hanım’ın telefonunun hafızasındaki on dokuz bin sekiz yüz altmış dört adet fotoğrafın yarısını silmiş olması işimizi zorlaştıracağa benziyordu. Onca silinmiş dosya arasından uyuyan âşığı bulmak birkaç saat daha sürecekti. Gizemli âşığın katil olup olmadığını öğrenmeye biraz daha zaman vardı ama Pokerface Mahmut’un katil olmadığını gösteren deliller hazırdı. Bomonti’deki otele giderken benzin almak için uğradığı bir istasyonda çekilmiş görüntüsüyle otelin güvenlik kamera görüntüleri hazırdı. Bilişim birimindeki memurun demesine bakarsak adam bütün gece oteldeydi. Dosyayı ve CD’leri alıp Asayiş Şube’ye geldim.

Ben erkenden geldim diye sevinirken Başkomiserimi ve Gülten’i masalarında, çay ve simit eşliğinde kahvaltı ederlerken bulunca çok şaşırdım. Kırk yılın başı Başkomiserimden önce burada olacaktım ama yine becerememiştim. Bir dahaki sefere, diyerek çöküverdim yanlarına. Bu ziyafet kaçmazdı çünkü…

Kısa süren kahvaltı keyfimizden sonra Gülten’e içinde Pokerface’in aklandığı görüntüler olan CD’yi uzattım ve “Şunu bir açar mısın?” dedim. “Hiç vazgeçmeyeceksin, değil mi?” diyerek gözlerini devirdi. Yine de söylediğimi yaptı ve benzin istasyonunun güvenlik kamera görüntülerini açtı. Raporda belirtilen dakikaya ayarladı ve Mahmut’un o, ifadeden yoksun, şapşal suratı beliriverdi ekranda. Elinde bir şişe su vardı. Kasada dikilmiş, önünde duran bir müşterinin işinin bitmesini bekliyordu. “Rahatladın mı şimdi? Mahmut Ertekin’in katil olmadığına ikna oldun mu artık?” diye laf soktu Gülten. Sabah sabah onun anlamsız iğnelemelerini çekemezdim. Zaten onu dinlediğim falan da yoktu. Benim gözüm kasada, Mahmut Ertekin’in önünde ödeme yapan adamdaydı. Adam başını önüne eğmiş, adeta yüzünü kameradan saklamaya çalışıyor gibiydi. İyi giyimli biriydi. Üzerinde jilet gibi duran takım elbisesinin ucuz bir marka olmadığına emindim. “Ne o Komiserim, dondun kaldın? Gerçeklerle yüzleşmiş olmak acı mı geldi?” dedi Gülten, bir yandan kıkırdarken. “Şu adamı bir yerden çıkaracağım ama…” dedim, aslında kendi kendimle konuşarak. Gülten, Mahmut Ertekin’in suçsuz olduğunu kanıtlayarak dünyanın en matah işini yapmış gibi kendinden emin bir ses tonuyla, “Yüzü bile görünmüyor, baksana… Nereden tanıyacaksın?” dedi. Yüzünü görmüyordum belki ama adamda kesinlikle tanıdık bir şeyler vardı. Hâli, tavrı, hareketleri… Bilmiyorum, belki de kıyafetinden kaynaklanıyordu. Fakat neydi beni böyle pervaneler gibi çeken şey?

Ardından izlediğimiz otel görüntülerinde de ayan beyan gördüğümüz Mahmut sayesinde bir şüphelimizi daha defterden silme şerefine nail olmuştuk. Başkomiserim ve Gülten daha bir gün önce onu listeden çıkarmışlardı zaten. Sanırım yapacak daha iyi bir işleri olmadığından oturup benimle birlikte görüntülere şöyle bir göz atmışlardı.

Tam, “Üzülme Komiserim, üç günün dolmasına daha çok var. Bu sürede nasıl olsa katili bulursun,” diyen Gülten’e, ağzının payını vermeye hazırlanıyordum ki telefonum çaldı. Arayan Tıp Fakültesi’nin Dekanıydı. 1995 – 1996 yıllarında, Profesör Fevzi Ertekin’e asistanlık yapmış bütün öğrencilerin adlarını bulduğunu ve listeyi vereceğim e-mail adresine gönderebileceğini söylüyordu. “Hay ağzını seveyim,” diyecekken zor tuttum kendimi. Acilen bir adres verdim ve sabırsızlıkla listenin gelmesini beklemeye koyuldum. Aynı sabırsızlığı Başkomiserimin gözlerinde de görebiliyordum. Gülten’se beni diline dolamak için eline geçen fırsatı, bu yeni gelişmeyle kaçırdığı için biraz üzülmüşe benziyordu.

Bilgisayarın önünde beklediğimiz, bize saatler kadar uzun gelen birkaç dakikadan sonra nihayet e-mail geldi. Uzunca bir listeydi. Profesörün bir yılda asistanlığını yapmayan öğrenci kalmamış gibiydi. Üç çift göz, ekranda sıralanmış isimleri taramakla meşguldük. “Bu ne?” dedi Başkomiserim, yaklaşık yüz öğrencinin isminin üzerinde gezdirdiği parmağını birinde durdurarak. “Ama bu?” diye atladı Gülten. Evet, bu çok tanıdık bir isimdi. “İsim benzerliği mi acaba?” diyen Gülten’in sorusunu Başkomiserim yanıtladı. “Tesadüfün bu kadarı da olur mu, bilemedim.”

Bu ne demek oluyordu şimdi? Beşinci kurban Leyla Karakuş’un kocası Hasan Karakuş’un bu listede ne işi vardı? Bildiğimiz kadarıyla Hasan Karakuş doktor değildi. Tıp üzerine herhangi bir dalda çalışmıyordu. Leyla Karakuş ile evlenmeden önce küçük bir şirketin mali müşavirliğini yapan adam, evlendikten sonra karısının şirketlerinde çalışmaya başlamıştı. Tamam, adam hakkında uzun uzadıya bir araştırma yapmamıştık, buna gerek yoktu çünkü. Karısı seri işlenen cinayetlere kurban gitmişti. Kesin bu işin içinde bir iş vardı. Başkomiserime göre tesadüfün bu kadarı olamazdı, olsa bile belki gerçekten bu bir isim benzerliğiydi. Hasan Karakuş’un GBT’sini araştırmakla işe başlayabilirdik. Eğer bu adam o öğrenciyse, kayıtlarda bunu bulmak zor olmazdı.

O esnada birden aklıma benzin istasyonunda Mahmut Ertekin’in önünde dikilen adam geldi. Neden aklıma geldiğini bile anlamamıştım. Sanırım o adamda bana tanıdık gelen şeyin ne olduğunu, arka planda düşünmeye devam eden beynim bana anlatmaya çalışıyordu. “Tabii yaaa!” diyerek yerimden fırladım. Gülten’e görüntüleri tekrar açmasını söyledim. Niyetimin ne olduğunu anlayamayan Gülten, istediğimi yapmadan önce Başkomiser Bahadır’a çevirdi bakışlarını. Başkomiserimin onayıyla omuz silkip bilgisayarı açtı. Görüntüyü yine aynı dakikada durdurup ekranı bana çevirdi. Bu arada iki elini “Ya sabır,” der gibi gökyüzüne kaldırmayı ihmal etmedi.

Evet şimdi o tanıdık şeyin ne olduğunu açık seçik görebiliyordum. Kasada aldıklarının parasını öderken yüzünü itinayla saklamaya çalışan adamın boynundaki kravatta ışıl ışıl görünen kravat iğnesi tam karşımdaydı. İğnenin üzerine yerleştirilmiş objenin Harley Davidson marka bir motosiklet olduğunu kaliteli video çekimi sayesinde görmemek imkânsızdı. “Bu adamın bu tarihte ve bu saatte İzmir’deki Mövenpick Otel’de olması gerekmiyor muydu?” dedim.

“Hiçbir şey anlamıyorum Ferit Komiserim, ne demek istiyorsun? Yüzü bile görünmeyen bir adamın Hasan Karakuş olduğuna nasıl kanaat getirdin?”

Gülten’in zaten kravat iğnesinden falan haberi yoktu. Başkomiserimin o gün adamın kravatındaki iğneyle ilgilendiğini zannetmiyordum. Motosikletlere düşkün biri olmasaydım, benim de aklımda kalmayacak bir detaydı bu. Kısa bir açıklamadan sonra neden Hasan Karakuş’tan şüphelendiğimi anlamışlardı.

Bu adam katil miydi, değil miydi henüz bilmiyorduk ama bize söylediği zamanda bize söylediği yerde olmadığı kesindi. Eğer ki Profesörün asistan listesindeki isim de ona aitse elimizden kurtulması imkânsızdı.

Çorap bir kere sökülmeye başlamıştı. Ardı öyle hızlı geliyordu ki biz bile ayak uydurmakta zorlanıyorduk. Daha Hasan Karakuş’un peşine düşmek için ayaklanamadan, yeni bir bombayla oturduk. Üçüncü kurban Pelin Gürsoy’un kan kardeşine gönderdiği fotoğrafın geri dönüştürülmesi bitmişti. Bilişim uzmanlarından gelen raporda gözlerini kapatmış, bebekler gibi uyuyan gizemli âşığın sırrı çözülmüştü: Fotoğraftaki kişi Hasan Karakuş’tu. Artık lamı cimi kalmamıştı. Elimizde üç delil vardı ve üçü de bir ismi işaret ediyordu. Katilin kim olduğu ortadaydı.

***

Bir karış suratla sandalyede oturan Hasan Karakuş’u bulmak zor olmamıştı. Karısından kalan servetin idaresini ele almakta gecikmemiş, şirketin üst düzey yöneticilerini bir araya toplamış, yönetim kurulu toplantısı yapmakla meşguldü. Acelesi vardı kesin. Bir an önce yasal işlemleri bitirip zenginliğin tadını çıkarmak niyetinde olduğu belliydi.

“Size daha önce de söyledim. Yardımcıları evden gönderip telefonlara da çıkmayınca, karımın beni aldattığını düşünmüştüm. O yüzden onları gizlice basmak için o gece İzmir’den geldim. Eve girdiğimde Leyla’yı ölmüş olarak buldum. İntihar etmişti. Kimsenin bana inanmayacağını düşünüp hemen o gece İzmir’e geri döndüm. Zaten otelden çıkış yapmak aklıma bile gelmemişti. Gözümü öfke bürümüştü. O gece karımı başka bir erkeğin kollarında bulacağımdan adım gibi emindim. Fakat öyle olmadı, karımın cesediyle karşılaştım. Bunu size o gün anlatsaydım, bana inanacak mıydınız? Hayır, tabii ki de inanmayacaktınız. Sonra karımın bir cinayete kurban gittiğini öğrendim. O zaman daha da çok korktum, gerçeği anlatmaktan. Sadece karımı öldürmekle değil, dört kişiyi daha öldürmüş olmakla suçlanabilirdim. Ben ne karımı ne de başka birini öldürdüm. İnanın bana.”

İnanmak mı? Hiç öyle bir niyetimiz yoktu. Başkomiserim, kendini savunmak uğruna art arda yalanlar sıralayan adamın ağzının payını verdi. Pelin Gürsoy’un yatağında melek taklidi yapan şeytanın fotoğrafını pat diye masaya yapıştırıverdi. Hasan Karakuş’un gözleri dehşetle açıldı. “Elimizdeki tek delil, bunlar değil,” dedi Başkomiserim. “Psikiyatri Profesörü Fevzi Ertekin’in asistanlığını yaptığını da biliyoruz. O yıllarda iki sene Tıp Fakültesi’ne devam etmiş, sonra kaydını sildirmişsin. Bunu ispat edemeyeceğimizi düşünmüş olamazsın. Oysa işlediğin cinayetlere bakılırsa her şeyi uzun uzun düşünmüş, planlamış olmalısın. Daha fazla inkâr etme Hasan. Anlat! Neden öldürdün onca insanı? Üstelik kurbanlarından biri de karın…”

Hasan Karakuş’un gözleri öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Sorgu odasındaki masanın iki yanını elleriyle kavradı. Biraz daha sıkarsa masa çat diye çatlayıverecekti adeta. “O Allah’ın belası kadından kurtulmanın başka yolu yoktu,” diye dişlerinin arasından tısladı.

Hah işte, nihayet dökülmeye başlamıştı. Duyduklarımızdan sonra bu adamın, şeytana bile pabucunu ters giydirecek biri olduğuna emin olmuştuk. Meslek hayatı boyunca kim bilir ne tür cinayetlere şahitlik etmiş Başkomiser Bahadır’ın bile bir ara, “Pes! Bu kadarına da pes!” dediğini duydum.

“Evlendiğimiz günden beri bana fino köpeğiymişim gibi davranmaktan vazgeçmedi. Gel Hasoş, git Hasoş, Hasoş halleder, Hasoş yapar… Nasıl olsa beni avucunun içine almıştı. Ben onun gözünde, kokoş çevresine hava atmak için yanında gezdirdiği bir aksesuardım. Evlendiğimiz günden beri onu hiç sevmedim. Onunla parası ve bana sunacağı imkânlar için evlendim. Onun gibi cemiyette saygı gören birinin, benim gibi bir çulsuzla evlenmesini herkes yadırgıyordu. Ayrılacağımız günü iple çekiyorlardı. Leyla’nın bir adamla bir yıldan fazla ilişkisi olduğunu görmemiş olanlar, on yıldır evli olmamızı çekemiyorlardı. Onlar bizi, bense Leyla’yı çekemiyordum artık. Fırsat buldukça, kimseye yakalanmamaya gayret göstererek, başka kadınlarla beraber oluyordum. Son seferinde Leyla’nın geri zekâlı arkadaşlarından birine yakalandım ve Leyla ihanetimi öğrendi. Çileden çıktı. Onun gibi bir tanrıçayı aldatmış olduğuma inanamamıştı belki de. Eminim sırf bu yüzden psikolojisi bozuldu. Bir doktora görünmesi fikrini onun aklına ben sokmuştum ama doktor diye benim eski Profesörümün oğlunu seçeceği hiç aklıma gelmemişti. Fakat bu çok işime geldi. Leyla boşanmak istiyordu. Doktora gitmek fikrini değiştirmemişti. Bunu göze alamazdım. İlk önce aklıma, hazır psikolojik sorunları varken intihar süsü vererek onu öldürmek geldi. Fakat bu cemiyette beni sevmeyen o kadar çok kişi vardı ki Leyla gibi kendini öldürmek şöyle dursun, tırnağı kırılsa olay çıkaran bir kadının intihar ettiğine hiçbiri inanmayacaktı ve olayı polisten fazla deşeceklerdi. Başka bir yol bulmalıydım. Aklıma Profesörün tedavi ettiği o seri katil geldi. Mavi Balon Cinayetleri’ni taklit ederek, yeni seri cinayetler işleyebilirdim. Kurbanların arasında benim karımın da olması, şüphelerin benden tamamen uzaklaşması demekti. Öldüreceğim kişileri seçmek zor olmadı. Profesörün, benim asistanlığım sırasında tedavi ettiği hastalar… O hastaların dosyaları hâlâ eski evimin bodrumunda duruyordu. Asistanlık döneminde, ileriki yıllarda mesleğimi icra ederken yardımı dokunur diye dosyaların birer kopyasını çıkarmıştım. Hatta Profesörün sır gibi sakladığı Orhan Tunçeli’nin dosyası bile vardı, koleksiyonumun içinde. Fakat doktor olmak kısmet olmadı. Dosyalardaki hastaların içinden dört kişiyi gözüme kestirdim ve bir şekilde hayatlarına girip bana güvenmelerini sağladım. Sonrası çok kolay oldu. Onları silahla da öldürebilirdim fakat hepsi o kadar berbat durumdaydılar, o kadar mutsuzdular ki intihar cinayetleri işleme fikri daha eğlenceli geldi bana.  Nihayet sonunda sıra Leyla’ya gelmişti. Ona, çalışanları evden göndermesini ben teklif etmiştim. Kimseye bundan bahsetmemesini, mükellef bir sofra hazırlatıp beni beklemesini, ona müthiş bir sürprizim olduğunu söylemiştim. Böyle sürprizleri zaten çok severdi. Aldatma olayından sonra kendini daha fazla naza çektiği için sık sık yeni yetme âşıklar gibi sürprizler yapardım ona. Teklifime hiç itiraz etmedi. Beni köpek gibi ardından koşturduğunu düşünüp mutlu bile olmuştur kesin. İğrenç mahlûk… Sonuç olarak beş kişinin katili oldum. Sırf o görgüsüz kadından kurtulabilmek, özgür ve zengin bir adam olabilmek için…”

Bu nasıl bir insandı? Sırf kendi rahatı için gözünü bile kırpmadan beş kişiyi öldürmüş ve bunu hikâye anlatır gibi sakin sakin anlatıyordu. Tam ağzımı açıp aklıma gelen bütün bedduaları sıralayacakken Başkomiserim söylenebilecek en güzel sözle kapanışı yaptı:

“Bakalım hapishanenin kuytu köşelerinde başına geleceklerden sonra İntihar Cinayetleri’ni işlerken aldığın keyfi alabilecek misin?”

SON

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar