ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
“Demek sen Gencoycuğumun kardeşisin? Ne ketum adamdır şu Gencoy. Bunca senedir tanışırız, bir kardeşi olduğundan hiç bahsetmedi. Görüyor musun Ali Rıza Bey? Gencoy’un kardeşiymiş… Neydi adın evladım?”
“Devran efenim…”
“Avrupa’daydın demek.”
“Evet efenim, Almanya’daydım uzun yıllardır.”
“Kesin dönüş mü yaptın?”
“Öyle oldu.”
Devran’ın canının sıkkınlığı yüzünden okunuyordu. Aradan daha on iki saat geçmeden yine aynı apartmana gelmiş, içinde bulunduğu durum yeterince zor değilmiş gibi bir de Turgut’un tedbiri elden bırakmamak adına yaptığı plan sonucu, kendini apartman sakinlerine Gencoy Sümer’in kardeşi olarak tanıtmak zorunda kalmıştı. Devran’ın “Böyle bir oyuna gerek yok,” diye ısrar etmesi ne yazık ki işe yaramamıştı.
Dün gece izledikleri kayıtlarda Turgut’un kapısına mektup bırakılıp ziline basıldığı saatte apartmana ne giren ne de çıkan görülüyordu. Bu duruma göre mektubu apartmandaki komşulardan biri kapıya bırakmış olmalıydı. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Tabii eğer Turgut, kapıya bırakılan mektup hususunda, doğruyu söylemişse.
Bu şüphe hâlâ Devran’ın zihninin bir köşesindeydi. Yine de her ihtimali göz önünde bulundurmalı ve komşularla bizzat görüşmeliydi. Komşuların arasında, mektubu bırakıp zile basan kişiyi bulursa ya faili ya da işbirlikçisini bulmuş olacaktı ve bu sayede Gencoy Sümer kaçırıldıktan sonra evine girip temizlik yapan, tüm delilleri yok eden ve eksik kitabı alan kişi de ortaya çıkmış olacaktı.
Apartman beş katlıydı ve her katta iki daire vardı. Turgut, Devran’ı ilk önce beşinci katta oturan emekli Albay Ferit Bey’le, ardından karşı dairede yaşayan iki üniversite öğrencisi Levent ve Serkan’la tanıştırmıştı. Emekli Albayın değil Gencoy Sümer’i kaçıracak, ayakta duracak hali yoktu. Adam görevi esnasında çıkan bir çatışmada yaralanmış ve ondan sonraki hayatını tekerlekli sandalyeye bağımlı olarak geçirmeye mahkûm olmuştu. Karısının yardımı olmadan tuvalete bile gidemiyordu. Bu durumda öğrenci gençler daha fazla şüphe uyandıracak tiplerdi fakat onlar da sömestr tatili için gittikleri memleketlerinden o sabah dönmüşlerdi.
Emekli Albay’ın sağlık durumu, gençlerin de olay gecesi memleketlerinde olmaları, Turgut’un gece yarısı çalınan kapı zili konusunda onları baştan akladığı için bu hususa değinmemişler ve dördüncü kata, emekli Tarih Öğretmeni Ali Rıza Bey ve karısı Gülpembe Hanım’ın dairesine inmişlerdi. Yaşları seksene dayanmış bu iki insanın Gencoy Sümer’i kaçırdıklarına pek ihtimal vermeyen Devran, kapıdan selamlaşıp işine bakmak niyetindeydi ki Gülpembe Hanım’ın onları çekiştirerek salona sürüklemesiyle, yalan üstüne yalan söylediği bir muhabbetin içinde buluvermişti kendini.
“Evli misin sen çocuğum?”
“Değilim efenim.”
“Hiç mi evlenmedin?”
“Hiç evlenmedim.”
“Neden?”
“Kısmet değilmiş, diyelim.”
Gülpembe Hanım küçümser gibi ağzını yana büzdü ve “Hmm,” dedi. “Biraz karta kaçmışsın ama belli olmaz bu işler, bakarsın bulursun sen de kısmetini. Aslında benim bildiğim biri var. Bizim karşımızdaki dairede oturuyor. Adı Yeliz… Bir annesi vardı, bir de kendisi… Annesi geçen sene öldü gitti rahmetli. Yapayalnız kaldı yavrucak. Bir görsen, ay parçası gibi. Yaşı biraz geçkin ama eh, sen de pek genç sayılmazsın. İstersen çağırayım hemen. Bi’ görüşün.”
“Gerek yok efenim.”
Nicedir oturduğu koltuktan karısına susması için kaş göz eden Ali Rıza Bey sonunda dayanamayıp açtı ağzını.
“Sıkıştırmasana çocuğu Gülpembe! Kazık kadar adam olmuş, istese bulur herhalde kendine evlenecek birini.”
Devran’a dönüp devam etti sözlerine. “Sen bakma oğlum buna. Önüne geleni evlendirmeye çalışıyor. ‘Yedi kişinin yuvasını yaparsan cennete gidersin,’ demiş buna biri. Anlayacağın onun derdi seni baş göz etmek değil, cenneti garantilemek. Bu yaşa kadar cennet için kılını kıpırdatmamış, şimdi kalkmış çöpçatanlık peşine düşmüş.”
“Aman, tamam be!” diye payladı kocasını Gülpembe Hanım. “İyilik edelim dediydik. Baksana yaşı kaç olmuş. Şimdilik yakışıklı ama birkaç seneye görürüm ben onu. Hazır para ederken, bağlayıvereyim başını dediydim ama…”
Turgut, Gülpembe Hanım’ın, Devran’ın kısa zaman sonra para etmeyeceği sözüne gülmemek için dudağının kenarını ısırdı. Aynı yollardan kendisi de geçmişti. Aynı kızla arası yapılmaya çalışılmış, kabul etmeyince kısa bir süre Gülpembe Hanım’ın nazını çekmek zorunda kalmıştı. Gülpembe Hanım bu kızı eninde sonunda birine yamayacaktı ya, o kişi Turgut olmayacaktı. Devran’a doğru başını çevirdi. Kim bilir, belki apartmanın açmamış gonca gülü Yeliz’in kısmeti Dedektif Devran olabilirdi. Bu düşünceyle, ne vakittir tutmaya çalıştığı kıkırtı ağzından kaçıverdi. Neyse ki Gülpembe Hanım ve Ali Rıza Bey Devran’la o kadar meşguldüler ki Turgut’un gülme krizini fark etmediler.
“Demek memlekete gitti Gencoy?”
“Evet Ali Rıza Bey,” diye cevap verdi Devran. Turgut’un aptala anlatır gibi en az dokuz kez anlatıp öğrettiği şekilde devam etti konuşmasına. “Bir arazi işi varmış. Turgut’a öyle söylemiş. Ben de haber vermeden çıkıp geldim. Kapıda kaldım tabii. Neyse ki Turgut evdeydi.”
“Ali Rıza,” diye kocasına seslendi Gülpembe Hanım. “Bu arazi işi, Gencoy’un bize anlattığı iş olmasın?”
Devran’ın uydurduğu arazi işi yalanı bir anda gerçeğe dönmüştü. “Hangi iş?” dedi, yarı şaşkın.
“Aa, senin haberin yok mu çocuğum? Nasıl kardeşsiniz siz? Abinin memleketinizde bir arazi işi oluyor, sen bunu bilmiyorsun. Şaştım doğrusu.”
Turgut foyalarının ortaya çıkacağı endişesiyle lafa karıştı. “Ah Gülpembe teyze, ne akıllı kadınsın sen. Gözünden de hiçbir şey kaçmıyor. Ben en iyisi işin doğrusunu anlatayım. Siz yabancı değilsiniz.”
Devran içinden derin bir oh çekti. Sonunda rol yapmaktan kurtulacak, olması gerektiği gibi sorgulayacaktı bu insanları. Ne yazık ki konuşmanın devamını duyunca, umutla yükselen omuzları bir anda çöküverdi.
“Bunlar yıllardır dargındılar. Görüşmüyorlardı… Devran bu küslüğe artık bir son vermek istemiş, çıkıp gelivermiş. Gencoy’un nasıl bir tepki vereceğini kestiremediği için de haber vermemiş tabii. Eh, Gencoy da memlekete gidince bizim Devran kapıda kaldı.”
Turgut’un açıklamasını pek kale almayan Gülpembe Hanım, “Neden küstünüz bakiim çocuğum?” diyerek Devran’a döndü.
Devran bir kez daha “Gençlik, cahillik işte Gülpembe Teyze,” diyerek, kendisi yerine cevap veren Turgut’a öfkeli bir bakış attı. Sinirden dişlerini sıktığını görmesi için elinden geleni yaptı. Bu adam bu kadar yalanı nasıl böyle dili bile dolanmadan söyleyebiliyordu. Vaktiyle bir yerlerden kulağına çalınan bir söz geldi aklına. ‘Yazar kısmı biraz yalancı olur…’ Öyle mi olurdu gerçekten? Aklındaki diğer soruysa şüphelerini yeniden Turgut’a çevirmesine sebep oldu. Ya Turgut’un daha önce anlattıkları da şu anda yaptığı gibi ustaca uydurulmuş yalanlarsa… Pekâlâ o yaşlı kadınla iş birliği içinde olabilirdi.
Turgut’a artık susması gerektiğini yeteri kadar belli ettikten sonra Ali Rıza Bey’e bahsi geçen işin ne olduğunu sordu. Ali Rıza Bey çok mühim bir konudan bahsedecekmiş gibi öne eğildi. Sanki başkasının duymasında bir sakınca varmış gibi fısıldadı.
“Sizin amca oğlu İsmail var ya…”
Devran da aynı gizlilik çerçevesinde, fısıldadığının farkına dahi varmadan, “Ee?..” dedi.
“Hah, işte o çok kansız çıkmış. Neler etmiş neler…”
Devran’la Ali Rıza Bey’i dinleyen Turgut, Ali Rıza Bey’in bahsettiği amca oğlunu tanıyordu tanımasına fakat onun Gencoy’a bir şeyler etmiş olduğundan haberi yoktu. Bu kadar önemli bir konuda Gencoy’un kendisini saf dışı bırakıp derdini bu iki ihtiyara anlatmış olmasına içerlemişti. Düşüncelerinden Devran’ın, “Neler etmiş?” sorusuyla sıyrıldı.
“Gücenme Devran Bey oğlum, sonuçta senin de kuzenin, kardeşin sayılır ama sizin o amca oğlunuz pek yaramaz adammış. İnsan hiç babadan kalma bir karış arazi için abisini tehdit eder mi? Hem de ölümle…”
“Ölümle mi?” diye atıldı Turgut. Tanıdığı adamın işsiz güçsüz, bir baltaya sap olamamış, karısına, çoluğuna çocuğuna sahip çıkamayan, alkolik bir kumarbaz olduğunu biliyordu fakat onun ölüm tehditleri savuran bir haydut olduğunu bilmiyordu. Başını Devran’a doğru çevirdi ve olaydan haberi olmadığını belli eder bir baş hareketi yaptı.
“Anlatın lütfen, tam olarak ne oldu?” dedi Devran. Aslında komutu Ali Rıza Bey’e vermişti fakat Gülpembe Hanım devam etti anlatmaya.
“Hani babalarınızdan kalan bir arazi varmış ya, biliyorsundur. Amca oğlunuz o arazinin tüm haklarını yalnızca kendisine devretmesi için sıkıştırıyormuş Gencoy’u. Hayret, seni nasıl sıkıştırmamış. Demek önce abini razı etmek niyetindeydi. Yalnız, Gencoycuğum bunları anlatırken senden hiç bahsetmedi. Artık ne kadar küstürmüşsen adamı… Her neyse, o konulara girmeyelim hiç. Sonuçta ikinizin arasında. Bizi ilgilendirmez. Nerede kalmıştım? Hah, hatırladım… Abin razı gelmemiş tabii. Fakat adam rahat vermiyormuş. Sık sık telefon ediyor ya yalvarıyor ya emrediyor ya tehdit ediyormuş. Gencoy kaç kez davet etmiş, ‘Gel bu işi yüz yüze konuşalım, böyle telefonla olmaz,’ demiş ama adam, ‘Bırak boş konuşmayı, istediğimi yap,’ demiş, kestirip atmış. Sonra bir keresinde Gencoy çıkıp gitmiş bunun evine ama yokmuş evde amca oğlunuz. Bir iş için şehir dışına gitmişmiş. Karısının bu tehditlerden falan haberi bile yokmuş. Şaşırmış kadıncağız.”
Devran bakışlarını Turgut’a çevirdi. Turgut, Gencoy’la amca oğlunun aynı şehirde oturduğunu başıyla onayladı. Adam bundan dört sene evvel memlekette babadan kalma evi satıp karısını ve çocuklarını da alıp büyük şehre gelmişti. Turgut en çok, yıllardır aynı şehirde oturduğu halde bir kez bile Gencoy’u ziyaret etmemiş amca oğlu İsmail’in durup dururken bir çorak tarla için Gencoy’un peşine düşmesine şaşırmıştı. Bu işin içinde bir iş vardı fakat Gencoy Sümer kaçırıldığından beri Turgut’un aklı o derece ince entrikalara erecek kadar yerinde değildi. Gülpembe Hanım Devran’la Turgut’un bakışarak sürdürdükleri bilgi alışverişinden habersiz, devam etti sözlerine.
“Gencoy’un evine gittiğini, karısına her şeyi anlattığını öğrenince adam iyice delirmiş. Bir mesaj göndermiş telefonuna. ‘Sen kim oluyorsun da karıma olur olmaz şeyler anlatıyorsun, huzurumuzu kaçırıyorsun?’ gibisinden bir şeyler yazmış. ‘O araziyi paşa paşa bana bırakacaksın. Eğer bırakmazsan, huzur nasıl bozulurmuş, gösteririm sana,’ demiş. Bu kadarla da kalmamış, ‘Cümle aleme seni madara ederim, insan içine çıkacak yüz bırakmam sende. Hâlâ akıllanmazsan, alırım canını, gömerim seni o arazinin ortasına,’ diye tehdit etmiş. Gencoycuğum ne kadar çaresiz kalmış, bir bilsen.”
“Abim tam olarak ne zaman anlattı bu olayı size?”
“Valla, bir ay kadar olmuştur. Hatta geçenlerde bir ara laf arasında, ‘Ne oldu sizin amca oğluyla arazi işi,’ diye sordum, ‘Ne sen sor ne ben söyleyeyim,’ dedi, geçiştirdi Gencoy. Fakat canının sıkkın olduğu belliydi. Neyse, demek o arazi işini halletmek için gitti. Bana sorarsanız, sen de atla git memlekete, parselletin araziyi, herkes hakkını bilsin.”
Ali Rıza Bey ve Gülpembe Hanım’ın yanından ayrılırken Devran’ın yepyeni bir şüphelisi, Turgut’unsa yepyeni korkuları olmuştu. Ya Gencoy’u amca oğlu İsmail kaçırmışsa? Ya birkaç dönüm arazi yüzünden ona bir zarar verirse? Ya onun hakkında başlatacağı itibarsızlaştırma operasyonu yüzünden sonunda Gencoy kahrından ölürse?
“Sizce, bu İsmail, böyle bir şey yapar mı?”
“Aklıma son gelecek kişi bile değildi İsmail. Tamam Gencoy’la aralarının çok iyi olduğunu söylemeyeceğim. Nedenini bilmiyorum ama Gencoy pek hazzetmez kuzeninden. O, Gülpembe teyzenin söylediği arazi meselesi de benim bildiğim kadarıyla şöyle; Gencoy’la İsmail’in babaları vaktiyle paralarını birleştirip Zonguldak yakınlarında çorak bir tarla satın almışlar. Haliyle tapusu ortakmış. İkisi de ölünce tarla İsmail’le Gencoy’a kalmış. İsmail’in o çorak tarla için Gencoy’u kaçırmış olabileceğini aklım almıyor fakat aksine de ikna olamıyorum. Ya yaptıysa?..”
“Bir ihtimal daha var yalnız.”
“Nedir?”
“Ya Ali Rıza Bey ve Gülpembe Hanım’ın anlattıkları yalansa…”
“Bilmiyorum ki yıllardır tanıdığım insanlar. Böyle bir konuda neden yalan söylesinler, aklım almıyor.”
“Gencoy Sümer’i kaçırdıkları ortaya çıkmasın diye hedef şaşırtmak istemiş olabilirler. Tabii tüm hikâye bambaşka bir sebepten de anlatılmış olabilir.”
“Nasıl bir sebep?”
“Yaşlılık… Bu yaşta insanların hayal gücü bazen gerçek hayatlarını ele geçirebilir. Neyse, bunun için kafa yormaya gerek yok. Nasılsa İsmail’le görüşeceğim. Bahsi geçen olayların gerçekten yaşanıp yaşanmadığı o zaman ortaya çıkacak.”
Kafalarında bin bir soru işaretiyle karşı dairenin kapısını çaldılar. Ne yazık ki Gülpembe Hanım’ın itinayla kendisine koca adayları aradığı Yeliz Hanım evde yoktu. Çaresiz alt kata indiler. Son basamağa ulaşmışlardı ki altı numaralı dairenin kapısı açıldı ve içinden öfkeli bakışlarıyla bir kadın fırladı. Sert bir tonla “Turguut!” diye seslendi.
“Gülgün abla, biz de size geliyorduk…”
Turgut’un sözü Gülgün Hanım’ın elini beline koyup ağzını açıp gözünü yummasıyla yarım kaldı.
“Bırak şimdi Gülgün ablanı! Söyle bakalım, nerede o Gencoy?”
“Gencoy mu?.. Şey… Memlekete gi…”
“Bak Turgut, ikinizi de ne kadar çok severim bilirsin ama onun bu yaptığı da çok ayıp yani.”
“Ne oldu Gülgün abla? Ne yaptı Gencoy sana?”
“Bana ne yapabilir canım? Hanife’ye yapmış yapacağını… Neler neler etmiş öyle? Ağzına geleni saymış.”
“A a, hiç haberim yok benim. Ne demiş?”
“Ne dememiş ki? Neymiş efendim, işine karışamazmış. Kim oluyormuş da ona akıl veriyormuş. Alt tarafı bir hizmetçiymiş işte. Üç kuruşluk aklıyla, kendini bi’şey mi sanıyormuş? Ay daha ne hakaretler etmiş ne hakaretler. Yazık değil mi? Öyle bağırılır mı zavallı kadına?”
“Benim bu tartışmadan haberim yok Gülgün abla. Ne zaman olmuş bu?”
“Pazartesi günü…”
“Yanlış anlamış olmayasın. Dediğin gibi bir tartışma olsa, Gencoy bunu bana kesin söylerdi.”
“Söyleyemez tabii, suçunu biliyor çünkü. On yıllık yardımcısına acımadan, ‘Sen hizmetçisin,’ diye bağırırsa, sonra böyle pişman olur işte. Ben onu bunu bilmem. Söyle Gencoy’a, özür dilesin kadından.”
“Tamam Gülgün abla, söylerim. Hele bi’ Hanife abla dönsün de memleketinden, nasılsa barışırlar.”
“Hanife memleketinde miymiş?”
“Evet, en son pazartesi günü gelmişti. O akşam son otobüsle memleketine, kardeşinin düğününe gideceğini söyleyip perşembe günü için izin almış Gencoy’dan. ‘Bütün hafta orada olacağım,’ demiş. Yalnız hâlâ aklım almıyor benim, o gün ne ara kavga etmiş Gencoy Hanife ablayla?”
Gülgün, “Turgutçuğum, sanırım Hanife sizi kandırmış,” diyerek, Turgut’un sözünü kesti. Yüzünde, ne yapsa Hanife’ye hak vereceğini belli eden bir hal vardı. “Daha doğrusu işe gelmemek için bahane uydurmuş, diyorum ben. Eh o kadar laftan sonra ‘İşi bıraktım” da diyebilirdi. Yine esaslı kadınmış, pat diye yüz üstü bırakıp gitmek istememiş demek Gencoy’u. ‘Memlekete gideceğim,’ deyip arayı açmak istemiş belli ki.”
Ne vakittir Turgut’un arkasında dikilen Devran “Ya Hanife Hanım’ın yalanı o kadar da iyi niyetli bir yalan değilse?” dedi.
Gülgün Hanım’ın Devran’ı dinlediği yoktu. Başını içeriye doğru çevirmiş, var gücüyle birine sesleniyordu.
“Ozaaan! Ozan! Oğlum kalk artık o zımbırtının başından.”
Aynı güçte bir çocuk sesi karşılık verdi Gülgün Hanım’a.
“Of tamam anane ya! Sadece bir level kaldı. Bırak da oynayayım.”
Sabrının tükendiği, içine çektiği derin nefesten belli olan Gülgün Hanım, çocuğa yeterince ayar verdiğini düşünmüş olacak ki bir anda Devran’a döndü. “Sen kimsin?” diye sordu. “Hanife’nin neden yalan söylediğinden sana ne?”
“Ben Devran,” dedi Devran, ardından kurduğu cümlenin ağzından nasıl çıktığına kendi bile inanamayarak. “Gencoy’un kardeşiyim.”
Gülgün Hanım’ın öfkeli bakışları yerini kuşkuya bıraktı.
“Kardeşi mi varmış Gencoy’un? Neredeymiş bugüne kadar?”
“Evet Gülgün abla, kardeşi varmış,” diye söze karıştı Turgut. “Anlatırım sonra…” Şu anda Devran’ın Gencoy’la olan akrabalık derecesini ispat etmekten daha önemli bir sorun vardı. Hanife neden yalan söylemişti? Herkes onun memleketinde olduğunu düşünürken, o Gencoy Sümer’i kaçırıp kendisini küçük gören, hakaret eden adamdan intikam almak istemiş olabilir miydi? “Sen önce benim soruma cevap ver. Hanife ablanın düğün için memleketine gitmediğini nereden biliyorsun?”
Gülgün, önünde dikildiği dış kapının pervazına omzunu dayadı. “Bir kere,” diye söze başladı. “Hanife’nin evlenecek kardeşi kalmadı. Hepsi evli barklı zaten.” “İkincisii,” diye devam etti, kendinden emin bir tavırla, “Ya salı günüydü ya da çarşamba günü, Hanife’yi bir mağazada gördüm.”
“Konuştunuz mu?” diye sordu Devran.
“Mağazanın vitrin camından onu görür görmez içeri girdim. Başına gelenleri duyduğumu söyleyecek, Gencoy’la bir daha konuşup konuşmadığını soracaktım. Fakat ben yanına gidene kadar gözden kayboldu. E, koskoca mağaza sonuçta, kim bilir ne tarafa gitti. Ben de onu aramakla zaman kaybetmek istemedim ve dışarı çıktım.” Gülgün son sözünden sonra Turgut’a döndü. “Yani öyle senin dediğin gibi memleketinde falan değil Hanife. Gencoy’a söyle…”
Devran, “Demek Turgut yanlış anlamış,” diyerek, sözünü kesti Gülgün’ün. Konunun uzamasına izin veremezdi. “Siz merak etmeyin. Ben abimle konuşur, Hanife Hanım’dan özür dilemesi için uyarırım onu,” dedi.
Devran’ı olmadığı bir kişiye dönüştüren şu iki saat içinde, tek ayak üstünde bin tane yalan söylemek zorunda kalmıştı ve bu durum sinirlerini laçka etmişti. Oynadığı tiyatro hoşuna gitmiyordu fakat bu sayede apartmanda daha üç kat inmeden, iki şüphelisi olmuştu. Turgut’a Gülgün Hanım’la daha fazla muhatap olmak istemediğini belli eden bir işaret yaptı fakat Turgut’un onu gördüğü yoktu. Gülgün’e dönmüş, iki gece önce kapısının zilini çalıp kaçan kişiden bahsediyordu. Elbette Gencoy Sümer’in kaçırıldığını bildiren mektubun bahsini açmadan…
“Ya, işte böyle Gülgün abla. Ne insanlar var. Gecenin bir vakti ne diye çalıp kaçarsın zilimi? Varsa bir diyeceğin, geç karşıma söyle. Değil mi ama?..”
Zil meselesini duyar duymaz Gülgün’ün beti benzi attı. Bu şüpheli durum Devran’ın dikkatinden kaçmadı. Kadın sanki bir şey biliyor gibiydi. İşin kötüsü bildiği her neyse, onu Turgut’la Devran’a söylemeye hiç niyeti yoktu. “Aa, bak sen terbiyesize. Kim yapmış ki?” dedi. Sesindeki endişe, takınmaya çalıştığı yapmacık merakı bastırıyordu.
“Bilmiyorum… Zaten onu soracaktım ben de. Seni bilirim, geç saatlere kadar oturursun. Görmüş, duymuş olabilir misin acaba? Belki sizin zili de çalıp kaçmıştır.”
Gülgün’ün aklına tam da o anda çok önemli bir işi olduğu gelmiş olmalı ki apar topar vücudunu dış kapının önünden, dairesinin içine attı. “Yok Turgutçum,” dedi, dış kapıyı yarı aralık hale getirirken, “görmedim ben kimseyi. Benim zili çalan falan da olmadı.” Gözlerini tavana dikip düşünüyormuş gibi yaptı. “İki gece önce dedin değil mi?” dedi yine yapmacık bir merakla.
“Evet… Çarşamba, gece yarısıydı.”
“Yok yok, o gece benim migrenim tutmuştu. Erkenden yattım ben. Duymadım bir şey. Hadi, başka bir şey demeyeceksen, giriyorum artık ben eve. Çocuk yalnız kaldı içerde. Vallahi annesi bir duyarsa üç saattir o pilisitişının başında olduğunu, canıma okur. Gideyim de ders falan çalıştırayım şuna.”
Gülgün’ün davranışı çok şüpheliydi. Kadını tedirgin etmemekte yarar vardı. Ne malum, belki de fidyecinin bizzat kendisi olabilirdi. Turgut, “Tabii tabii Gülgün ablacım, bak sen işine,” dedi, en sevimli ses tonuyla. Evine girip kapıyı çarpan Gülgün’ün arkasından kısa bir süre bakakaldıktan sonra karşı daireye yöneldi.
Beş numaralı dairede emekli Müzik Öğretmeni Cemil Bey oturuyordu. Uzun uzun çalınan zile tepki vermeyen dış kapı, nazlanmayı bırakıp açıldığında, Turgut’la Devran kapıdan dönmek üzereydiler. Saçı başı darmadağın olmuş, pijamasının üzerine el örgüsü eski bir hırka geçirmiş, ruhi bunalımı gözlerine yer etmiş Cemil Bey kapı aralığından başını uzattı. Nefesinden yayılan alkol kokusu tüm katı sarmıştı. Belli ki akşamdan kalmaydı ve sızıp kaldığı yerden kalkmasına sebep olan bu iki adamı görmekten pek de hoşnut değildi.
“Cemil abi?.. İyi misin?”
Cemil Bey öfkeli bir sesle başladığı cümlesini, dolaşan dili yüzünden tamamlayamadı. “Sana ne! İyiysem iyiyim, değilsem deği…” Son harfleri ağzında yuvarlayıp yeniden ciğerlerine gönderdikten hemen sonra arkasını dönüp içeri girdi. Dış kapıyı bilerek mi açık bırakmıştı yoksa unutmuş muydu, belli değildi. Devran’ın kararsız kalarak kaybedecek vakti yoktu. “Girelim,” dedi Turgut’a.
İçerisi berbat görünüyordu. Dağınık, kirli, havasız evin içindeki yoğun alkol kokusu, ayık insanı bile sarhoş edecek kadar etkiliydi. Cemil Bey, üzerinde serili battaniyeye bakılırsa, az önce kalktığı kanepeye sere serpe attı kendini. Ne Turgut’un neden geldiğiyle ne yanındaki adamın kimliğiyle ilgileniyor gibiydi. Başını, kılıfı salyadan sararmış yastığa gömmesiyle, horlamaya başlaması bir oldu. En az kendisi kadar perişan görünen kedisi de ayaklarının ucuna kıvrıldı.
Turgut başıyla Devran’a, “Şimdi ne yapacağız?” demek ister gibi bir hareket yaptı. Yapacak fazla bir şey yoktu. Girdikleri gibi çıkacaklardı bu, davetsiz süzülüverdikleri evin kapısından. Tam hareketlenmişlerdi ki Devran’ın gözüne yemek masasının üstüne serilmiş deste deste kâğıt ve zarflar çarptı. Yaklaştı… Kağıtların bazılarına kargacık burgacık bir şeyler yazılmıştı. Şiir olmalıydı. Bazılarıysa boştu. Alışılmış zarflara göre daha kalın materyalden yapılmış ve boyutları daha büyük zarflarsa, kağıtların yanında öylece duruyorlardı. Bir el işaretiyle Turgut’u yanına çağırdı. Turgut’un masaya yanaşmasıyla, gözlerinin fal taşı gibi açılması bir oldu. “Ama bu zarflar…” dedi, fısıltıyla. “Evet,” dedi Devran. “Gencoy Bey’in kaçırıldığını bildiren mektupların zarflarıyla tıpatıp aynı.”
“Cemil abi mi kaçırmış Gencoy’u? İyi de neden?”
Turgut’un sorusunu yanıtsız bırakan Devran, cebinden çıkardığı mendiliyle zarflardan birini eline aldı. Kesik kesik başlayan horlaması ritmik bir hal alan Cemil Bey’in yanına çömeldi. Karnının üstünde duran elini hafifçe yukarı kaldırıp tam parmak altlarına gelen yere zarfı koydu ve sıkıca bastırdı. İşi bitince zarfı aynı dikkatle alıp ceketinin iç cebine tıkıştırdı. Bu apartmandan çıkar çıkmaz, diğer mektupları tarayan Kriminolog arkadaşına uğramak şart olmuştu. Şimdilik, suçlunun tehdit mektuplarının üzerinde bir iz bırakmış olmasını dilemekten başka çaresi yoktu.
“Cemil abi suçlu olabilir mi? Aklım almıyor bir türlü. O zarfların orada olması belki de sadece bir tesadüftür,” diyordu Turgut, kendi eviyle Gencoy Sümer’in evinin olduğu katı es geçip apartmanın ilk katına doğru yürürken. “Her şey olabilir…” dedi Devran. Sakin ve bilmiş tavrıyla bir kez daha Turgut’u çileden çıkarmayı başarmıştı.
“Cemil abi zavallı bir adamdır. Karısı üç sene önce terk edip gitti adamcağızı. Çocukları da yok. Yapayalnız kaldı. O zamandan beri ayık gezdiği gün olmadı, desem yeridir. Üstelik Gencoy’un kötülüğünü istemesi için en ufak bir sebebi yok. Ya da var ama ben bilmiyorum. Malum, en iyi dostumun benden bütün sırlarını saklamak gibi bir özelliğini öğrendim.”
“Dedim ya, henüz kati bir karar vermek için çok erken. Bence biz işimize devam edelim. Şüphelileri mercek altına almak bir sonraki iş.”
Devran’ın, giriş katındaki son iki dairenin sakinleriyle de tanışıp bir an önce buradan gitmekten başka bir isteği kalmamıştı. Günün yarısı belki boşa harcanmamıştı, bir sürü bilgi ve ipucu geçmişti eline fakat yine de oynanan oyun onu yeterince yormuştu.
Dairelerden birinde karısı ve dört çocuğuyla apartman görevlisi Haydar Efendi oturuyordu. Gencoy Bey’in Hanife ile yaptığı tartışmadan onların da haberi vardı. Hatta Gülgün o meşhur kavgayı onlardan öğrenmişti. Hanife ne kadar çok kırıldığını, hak etmediği halde bir sürü hakaret işittiğini, bir daha öldürseler Gencoy Bey’e temizliğe gitmeyeceğini, Haydar Efendi’nin karısına gözyaşları içinde anlatmıştı. “Hiç böyle bilmezdim Gencoy Bey’i. Kadir kıymet bilir sanırdım. Yanılmışım… Ama ne oldum demeyeceksin ne olacağım, diyeceksin. Bir gün Allah başına bir iş verir, tepetakla gelirsin. Sonra senin beni adam yerine koymadığın gibi seni de kimseler adam yerine koymaz, anlarsın dünyanın kaç bucak olduğunu,” sözleriyle sitemine son noktayı koyup gitmişti. Hanife Hanım’ın bu sözleri, onu Devran’ın şüpheliler listesinde, İsmail’le burun buruna getirmeye yetmişti.
Apartmanın son dairesinde oturan Vedat Bey ve karısı Nilgün Hanım’sa, üç hafta önce Kars’ta tamamladıkları şark görevlerinden sonra nihayet büyük şehre tayinlerinin çıkmasıyla, iyi mi kötü mü olacağına karar veremedikleri bir hayata yeni adım atmış, iki genç öğretmendiler. Yeni taşındıkları için Gencoy Bey de dahil, hiç kimseyi doğru dürüst tanımıyorlardı. Her ne kadar misafirperver davranmış olsalar da Turgut’un Devran’ı onlarla tanıştırmak için neden bu kadar ısrarcı olduğuna anlam verememiş gibiydiler. Vedat Bey’le Nilgün Hanım’ın ağızlarından işe yarar bir bilgi alınamayacağı besbelliydi. Orada daha fazla kalmaya gerek yoktu.
Vakit öğlene dayanmıştı. Tanıştırma maskesinin ardına saklanmış soruşturma, bir eksikle, nihayet sona ermişti. Bugün yakaladığı ipuçları Devran’ın beklediğinden daha çoktu ve takibi hızlandırması şarttı. Şüphelerini Gencoy Sümer’in arabası hâlâ evinin önünde duran Emily Smith’e mi, kuzen İsmail’e mi, Gülgün’e mi, Hanife’ye mi yoksa Cemil’e mi çevirsin, karar veremediği şu anda bir de ay parçası olmasıyla meşhur Yeliz Hanım’la tanışmak için kadının evine gelmesini bekleyemeyecekti. Neyse ki kader, iki adamı, arkalarından gelen havlama sesiyle hoplatarak, Devran’dan yana olduğunu belli etmişti.
Sahibinin sıkıca tuttuğu tasmanın ipi biraz daha uzun olsa Turgut’la Devran’ı parçalayacakmış gibi havlayan bir köpek ve genç bir kadın dikiliyordu, açık apartman kapısının önünde. Kadın, “Alkan!” diye azarladı köpeğini, bir yandan tasmasını çekmeye devam ediyordu. Fakat köpeğin sakinleşeceği yok gibiydi. Kısa bir süre köpeğinin başını avuçlarının içine alarak, fısıldayan bir ses tonuyla sevgi sözcükleri söyleyen kadın, başını kaldırıp “Kusura bakmayın Turgut Bey,” dedi, mahcup bir edayla. Devran’a da kaçamak bir bakış attı. Köpekse, az önce iki kişiyi parçalamaya hazırlandığını unutmuş gibi sahibinin cebine doğru burnunu sokuşturmaya çalışıyordu. Kadın cebinden rengarenk küçük bir top çıkardı. Topu gören köpek kuyruğunu sallayarak topu ağzına aldı ve olduğu yere oturup kemirmeye başladı.
“Siz miydiniz Yeliz Hanım? Ödümü kopardınız.”
“Korkmayın Turgut Bey,” dedi Yeliz Hanım. Sesindeki alaycı ton hissedilmeyecek gibi değildi. “Alkan zararsız bir köpektir, siz de biliyorsunuz. Sanırım, yanınızdaki Beyefendiyi yadırgadı.”
“Yok canım,” dedi Turgut, “neden korkayım? Boş bulundum sadece.”
Açıklama gereği duymuş olacak ki “Öyle olsun…” dedikten sonra iri yeşil gözlerini Devran’a çevirdi Yeliz. “Alkan tanıdığı kişilere karşı çok sıcakkanlı bir köpektir aslında fakat yabancı birini gördüğünde, beni koruma içgüdüsüyle varlığını belli etmeden duramıyor. Bir şey yapacağından değil yani.” Bu, kısa fakat etkili bakışma anının büyüsünü Turgut bozdu.
“Biz aslında bir ara sizin kapınızı çaldık ama evde yoktunuz.”
“Aa… Neden? Siz pek uğramazdınız bana. Hatta hiç uğramazsınız. Beni görmemek için yolunuzu değiştirdiğiniz bile olmuştu, gözümden kaçtı sanmayın.”
Yeliz’in Gülpembe Hanım’ın çöpçatanlık işlerinden ve Turgut tarafından reddedildiğinden belli ki haberi vardı. Sözünü bitirdikten sonra attığı zarif kahkaha isterik olmaktan çok samimiydi. Bu da bu durumu kendine dert etmediğinin kanıtıydı. Ya gönül işleriyle arası yoktu ya da zaten kendisi de Turgut’u beğenmemişti. Ne olursa olsun Turgut’un fikri değişmeyecekti. Gülpembe teyzesinin kurduğu tuzağa düşmeye ve bu kadınla evlenmeye nasılsa niyeti yoktu. Devran’sa tam tersini düşünüyor gibiydi. Kadından etkilenmişe benziyordu.
Yeliz, Gülpembe Hanım’ın abarttığı gibi bir ay parçası olmasa bile iyi görünüyordu. Yaşı kırkın üstünde olmalıydı. Kıyafetinin üstünden ayan beyan seçilen ince vücudu, bakımlı cildi, ensesinde at kuyruğu yaptığı kumral saçları ve etrafa yaydığı enerjisiyle olduğundan daha genç gösteriyordu. Sorusuna alacağı cevabı bekleme zahmetine katlanmadan, “Şaka yapıyorum Turgut Bey, bakmayın siz bana,” dedi. “Neden gelmiştiniz bana? Bir sorun mu var?.. Yoksa…”
Turgut kadının sözünü kesip “Ha yok, hiçbir sorun yok,” dedi. “Sizi Devran’la tanıştırmak istemiştim. Kendisi Gencoy’un kardeşidir.”
Yeliz ince uzun elini Devran’a uzattı ve “Öyle mi?” dedi neşeli bir sesle. “Çok memnun oldum.” Eli sıcak ve yumuşak, sesi elinin yumuşaklığıyla yarışır derecede ılımlıydı. Devran, avucunun içinde sanki kırılgan bir şampanya kadehi varmışçasına zarifçe tuttuğu eli çevirip dudaklarına götürdü.
“Merhaba Yeliz Hanım, ben de çok memnun oldum.”
Turgut Gülpembe Hanım’ın sıkıştırmalarından kurtulduğu için mi yoksa Devran’la Yeliz’i gerçekten birbirlerine yakıştırdığı için mi bilinmez, gözlerini ikisinden ayırmadan sırıtıyordu. Kim bilir, belki de yeni bir aşk doğuyordu. Sırıtışı Yeliz’in sorusuyla yüzünde dondu kaldı.
“Ben de Gencoy Bey’in avukat işi için geldiniz sanmıştım.”
Devran, durumdan haberi olup olmadığını sorarcasına, gözlerini Turgut’un üzerine dikti. Yanıtın olumsuz olduğu Turgut’un başını sağa sola sallamasından anlaşılıyordu.
“Kaç gün geçti, avukat arkadaşımı hâlâ aramamış. Oysa çok acil olduğunu söylemişti. Sahi, nerede Gencoy Bey? Üç gündür göremedim kendisini.”
Turgut, “Ne avukatı?” diyerek Yeliz’in sorusuna soruyla karşılık verdi.
Yeliz biraz şaşkın biraz da pot kırdığını düşünerek mahcup olmuş bir vaziyette, “Hay Allah,” dedi. Karşısında dikilen ve şaşkınlıkları yüzlerinden okunan bu iki adamın avukat meselesinden haberlerinin olmadığı aşikârdı. “Ben bilmeyerek bir hata ettim sanırım Turgut Bey. Sizin haberiniz vardır sanıyordum. Keşke hiç söylemeseydim. Gencoy Bey kırılacak şimdi bana. Adamcağız bir derdini açmaya kalktı, ben tuttum boşboğazlık ettim. Sizin gerçekten haberiniz yok muydu?”
Yeliz’in bir sorusu daha Turgut’un, kırgın, üzgün, bıkkın, bitkin ses tonuyla tekrarladığı, “Ne avukatı?” sorusuyla yanıtsız kaldı. Yeliz’in anlatıp anlatmamakta kararsız kaldığını görünce, “Korkmayın, bunu bana anlattınız diye Gencoy size kızacak değil,” dedi.
Yeliz, “Siz bilirsiniz,” der gibi omuz silkti. “Geçenlerde merdivenlerde karşılaştık. Selamlaştıktan sonra ben daireme çıkıyordum ki arkamdan seslendi. Sanırım Gülpembe teyzeden, benim Hukuk Fakültesi’ndeyken birkaç ay bir avukatlık bürosunda staj yaptığımı öğrenmiş.”
“Ama siz avukat değilsiniz ki,” diye atıldı Turgut.
“Haklısınız, değilim. O mesleğin bana göre olmadığına karar verip okulu yarım bıraktım çünkü. Her neyse, konumuz bu değil şimdi. Gencoy Bey, eski bir dava ile ilgili tehdit edildiği için savcılığa şikâyet dilekçesi vermek istiyormuş. Bana, tanıdığım iyi bir avukat olup olmadığını sordu. Ben de eskiden beri tanıdığım bir arkadaşımın numarasını verdim kendisine. Fakat on günü geçti, hâlâ arayan soran olmamış.”
Devran, “Eski bir dava mı? Nasıl bir davaymış bu?” diyerek Yeliz’in sözünü kesti. Yeliz, bahsi geçen eski davanın ayrıntılarıyla ilgili bilgisi olmadığını, omuzlarını yukarı çekip avuçlarını yana açarak belli etti.
“Peki, tehdit eden kişinin kimliğinden bahsetti mi?”
“Kişi değil, kişiler… Hayır, söylemedi. Sadece hep çoğul konuştu. Birden fazla kişiyi kast ediyor gibiydi.”
Devran’ın sözü daha bitmemişti ki tam da sormaya hazırlandığı soruyu Turgut sordu.
“Nasıl tehdit ediyorlarmış, ne istiyorlarmış yani?”
Bir çırpıda ortaya yeni şüpheliler atan Yeliz, “Bilmiyorum,” dedi ve üzgün olduğu her halinden belli bir tavırla devam etti.
“Bana doğruyu söyleyin Turgut Bey. Yoksa Gencoy Bey’in başı dertte mi?”
Endişeli bakışlarını bir Devran’a bir Turgut’a çeviriyordu.
“Sizin çok iyi dost olduğunuzu bilmeyen yok bu apartmanda. Gencoy Bey bu konuyu size anlatmamış olamaz. Diyelim ki size anlatmadı, Devran Bey onun kardeşi ve belli ki onun bile haberi yok. Gencoy Bey en yakınlarından neden saklasın ki böyle ciddi bir durumu? Beni telaşlandırmamak için tüm bu tehditlerden haberiniz yokmuş gibi davranmıyorsunuz, değil mi?”
“Doğrusunu söylemek gerekirse,” diye söze başladı Turgut, sabahtan beri, yaptığı plana sadık kalmak adına söylediği onca yalandan sonra ilk kez doğruyu söyleyecekti. “Hayır, ne yazık ki bahsettiğiniz tehditlerden haberim yoktu.”
Devran o anda Turgut’un gözlerinde gördüğü çaresizliğin, üzüntünün asla rol olamayacağını düşündü. Bir kez daha şüpheli potasından çıkardığı Turgut’u bir daha oraya almama niyetindeydi. Zira bugünlük o pota yeterince dolmuştu. Üstelik Yeliz haddinden fazla çoğalan soru işaretlerine bir yenisini eklemişti. Gencoy Sümer’i tehdit eden kişiler kimlerdi?
Yeliz, nicedir huzursuzca etrafında dolanan köpeğine daha fazla kayıtsız kalamadı. Söyleyecek başkaca sözü de kalmamıştı zaten. Gencoy Bey’in, avukat arkadaşını aramayı ihmal etmemesini tembihleyip gelişmelerden haberdar olmak istediğini söyleyerek, evine gitmek üzere üst kata yöneldi. Oyun oynamak istediğini kuyruğunu var gücüyle sallayarak belli eden köpeği üç beş basamak yukarı fırlattığı topun peşinden koştururken, şen bir kahkaha attı. Devran, kısacık bir an, soruşturmanın ayrıntılarını zihnine gömüp Yeliz’in arkasından bakakaldı. Güzel kadındı. Gülpembe Hanım’ın teklifini bir kez daha düşündürecek kadar güzeldi hatta. Yıllar önce bir kadının kumpasıyla gönül işlerine paydos dediği andan beri Devran’ı heyecanlandıran ilk kadın olmuştu Yeliz. Onu sadece yarım saat önce tanımış olmasının bir önemi yoktu. Nedense, uzun zamandır tanıyor gibi hissetmişti. Olduğu yerde belli belirsiz irkildi. Olmayacak bir duaya âmin demekle vakit harcamaktansa, işe koyulmak en iyisiydi. Gün bitmeden halledilecek bir sürü işi vardı. Önceliği gönül derdi değil, Gencoy Sümer olmalıydı. Kendisini sitenin otoparkına kadar geçirmekte ısrarcı olan Turgut’la aracına doğru yürüyorlardı ki arkalarından biri seslendi. Gülgün Hanım, elinde torunu Ozan’ın kulağı, salya sümük ağlayan çocuğu çekiştirerek onlara doğru koşuyordu.
“Valla billa yapmıycam bi’daha anane. N’olursun verme beni polise.”
“Sus velet! Almayayım seni ayağımın altına. Bir de utanmadan konuşuyor.”
Neye uğradıklarını şaşıran Turgut ve Devran bir kadına, bir kulağının acısı yüzüne vurmuş oğlana bakıyorlardı. Turgut, “Gülgün abla ne yapıyorsun? Ne oldu? Bıraksana, öldüreceksin çocuğu,” dedi, telaşla.
“Asıl o beni öldürecek,” diye bağırdı Gülgün. “Bunca yıl anasını büyüt, tam ‘Rahata ereceğim,’ de, getirsin atsın veledini senin başına. Bıktım artık bıktım. Hem çocuklarına laf söyletmiyorlar hem ‘Bak, büyüt anne,’ diyorlar. Okula başlasa da ben de kurtulsam şu veletten. Oh ne âlâ memleket ya. Biz de çocuk doğurduk ama bırakamadık kimselere.”
Gülgün’ün alelacele, kızına, damadına, torununa savurduğu sözler, elindeki gücü diline vermiş olacak ki zavallı Ozan’ın kulağını fark etmeden gevşetmiş, çocuk da rahat bir nefes alabilmişti. Turgut yeniden aynı soruyu sordu. “Ne oldu Gülgün abla?”
Gülgün Turgut’a cevap vereceğine Ozan’a döndü ve “Anlat, anlat ne haltlar karıştırdığını,” dedi. Öfkesi geçecek gibi değildi.
“Valla yapmıycam bi’daha…”
“Anlat dedim!” derken, Ozan’ın başına bir şaplak patlattı Gülgün. Zavallı çocuğun burnunda biriken sümük üst dudağına süzülüyor, göz yaşlarıyla bir olup ağzına hücum ediyordu. Kolunun tersiyle sildi, yarısı yanağına bulaşan sümüğü. Turgut’a döndü. “Beni hapse atmıycan ama” dedi. Turgut gülsün mü üzülsün mü bilememişti. Ozan’ın önünde diz çöktü ve “Nereden çıkardın seni hapse atacağımı?” diye sordu. Ozan, “Ya ya, yalan söyleme, atacaksın beni hapse,” dedi, kendinden emin bir sesle. “Babam senin için ‘Polisiyeci,’ demişti. N’olursun Turgut amca, atma beni hapse, vallahi yapmıycam bi’ daha.” Bu masum açıklama karşısında ne Devran tutabilmişti kendisini ne Turgut. Birbirlerine bakıp gülüştüler.
Çocuğu aksine ikna etmek biraz vakit aldı fakat sonunda tüm gerçekleri anlatırsa hapsedilmeyeceğine inandı ve konuşmaya başladı. Anlattıkları hem büyük bir muammayı çözüyor hem de mektup konusunda o ana kadar yapılan tüm çıkarsamaları yok ediyordu. Turgut’un kapısına mektubu koyup zilini çalan kişi Gülgün Hanım’ın altı yaşındaki torunu Ozan’dı. Gencoy Sümer’in kaçırıldığı gece apartmanın merdivenlerinde kendi kendine oyun oynayan Ozan’ın karşısına çıkan yaşlı bir kadın, eline bolca para sıkıştırmış ve gece yarısı saat tam 00.00’da mektubu Turgut’un kapısının önüne bırakmasını ve zili çalıp kaçmasını tembihlemişti. Eğer kimseye görünmeden bu işi yapar ve ağzını sıkı tutarsa, ona daha çok para vereceğini, o parayla çok istediği bilgisayar oyununu alabileceğini söylemişti. Çocuk kadını daha önce hiç görmemişti. Bu son gelişmeye göre Gencoy Sümer’in kaçırılmasında yaşlı kadının parmağı olduğu iyice kesinleşmişti.
Torununun yaşlı gözlerle yaptığı günah çıkarma işlemi biter bitmez, “Sen bugün bana ‘Biri zilime basıp kaçtı,’ deyince, ne diyeceğimi bilemedim,” diyerek söze girdi Gülgün. Öfkeli bakışlarını ufaklığın üzerine dikip devam etti sözlerine.
“Ziline basanın bu şeytandan bozma velet olduğunu biliyordum çünkü. O gece gerçekten migrenim tutmuştu. Çok erken yattım. Bu sıpayı da yatırdım ama uyur mu hiç? Zaten gecesi gündüzü birbirine karışık. Ne uyuyor ne yiyor ne içiyor… Varsa yoksa o pilisitişın. Kafası hallaç pamuğuna döndü, daha bu yaşta. Anasıyla babasının umurlarında değil. Bıraktım artık, ne hali varsa görsün, dedim, yattım. Bir ara dış kapının açıldığını duydum. Ama nasıl başım ağrıyor, kımıldayacak halim yok. Yine de zar zor kalktım yataktan. Baktım, dış kapı açık. Ozan elinde bir zarf, merdivenlerden alt kata inmeye çalışıyor. Sessizce arkasından gittim. Baktım, senin dairenin önüne bir mektup koydu, zile bastı ve kaçmaya başladı. Ben de ona görünmeden koşarak eve girdim. Ben onu o an adamakıllı haşlardım da mektubu gönderenin başka biri olduğunu düşünmüştüm o sırada.”
“Kim?”
“Aman canım sen de… Kim olacak? Yeliz…”
“Yeliz mi? O nereden çıktı yahu?”
“Of ne bileyim… Bunlar, ‘İstemem,’ falan dediler ama bizden gizli mektuplaşıyorlar, Ozan’ı da postacı olarak kullanıyorlar herhalde, dedim. O akşam bu sıpayla Gülpembe ablaya kek yollamıştım. O ara Yeliz mektubu Ozan’a vermiştir, diye düşündüm. Mektuplaştığınızı bildiğim anlaşılmasın diye de sesimi çıkartmadım. Bilseydim ki o iş öyle değilmiş, daha o gece haşlardım bu veleti.”
“E, yuh artık ama Gülgün abla. Bu devirde mektuplaşmak mı kaldı? Hem, Yeliz Hanım’la benim aramda gizli bir münasebet olduğunu nasıl düşünürsün? Ben öyle bir adam mıyım?”
“Neden canım, ne varmış bunda? İkiniz de bekârsınız. Evlenip yuva kurmayı istemenizden doğal ne olabilir?”
“İstemiyorum ben evlenmek falan. Çok rica edeceğim Gülgün abla, kapansın artık bu Yeliz mevzusu.”
“Aman iyi be! Kötü bi’şey dedik sanki. Ne diyeceğimi de unutturdun bana… Hah, hatırladım. Sen bana birinin ziline basıp kaçtığından bahsedince, bir de mektuptan falan hiç bahsetmeyince, bu işte başka bir iş var dedim. O zaman sıkıştırdım işte oğlanı. Önce kıvırmaya kalktı. Babası da böyle bunun. Sıkışınca kıvırmak bunların sülalede var. Neyse, şamarı yiyince bir bir anlattı. Sahi, neyin nesiymiş o mektup, ne yazıyordu içinde? Yeliz göndermediyse, o zaman kim gönderdi? Aşk mektubu mu? Başka bir kadın mı var hayatında? Onun için mi reddettin Yeliz’i? Peki o yaşlı kadın kimmiş? Kızın annesi mi?”
“Aman be Gülgün abla, sende de ne hayal gücü varmış ya…”
***
“Dur bakalım, öyle kapıma dayanan herkese malumat vermem ben. Ne bileceğim, Gencoy Bey’in kardeşi olduğunu? Hayatımda ilk kez görüyorum seni. Yıllardır çalıştığım evde neden bir kez bile bahsin geçmedi? Hadi onu boş verelim, neden o evde bir fotoğrafın bile yok? İnsan kardeşinin fotoğrafını asmaz mı evinin bir köşesine?”
“Anlattım ya…”
“Hı hı, anlattın… Dargındınız, yirmi yıldır görüşmüyordunuz… Ben de inandım(!)”
Gün akşam olmuş fakat Devran’ın koşturmacası henüz bitmemişti. Anneannesinin tabiriyle şeytandan bozma Ozan’ın mektup gizemine son noktayı koymasıyla Gülgün, Devran’ın, ağzına kadar dolu şüpheli potasından çıkmayı başarmıştı. Fakat ortada hâlâ açıklanamamış bir sürü soru vardı. Mektubu ozan bırakmışsa, Gencoy Sümer’in evine kim girmiş ve temizlemişti? Kayıp kitabı o mu almıştı? O kişi kimse, suçlunun ta kendisi ya da işbirlikçisi olduğu kesindi.
Bu soruya cevap olabilecek sözlerse Gülgün ve torunu evlerine gitmek üzere hareketlenince arkalarından seslenen, sitenin güvenlik görevlisi Mehmet’ten gelmişti. Genç delikanlı koşa koşa Gülgün’ün yanına gelmiş ve Hanife Hanım’ı sormuştu. Ona vermesi gereken önemli bir haber vardı. Hanife, pazartesi günü Gencoy Sümer’in evinden çıkınca, Mehmet’in yanına gelmiş, yeni bir iş aradığını, tanıdığı, bildiği birileri varsa haber salmasını tembihlemişti. Şansı varmış ki birkaç gün içinde istediği gibi bir iş çıkmıştı. Mehmet, haber vermek için Hanife’yi defalarca telefonla aramış, bir türlü ulaşamamıştı. Buraya kadar her şey normal görünüyordu. Ta ki Mehmet’in ağzından herkesi hayrete düşüren o cümle çıkıncaya kadar. Hanife’yi iki gün önce sabahın erken saatlerinde siteden çıkarken görmüş, müspet haberi vermek için arkasından seslenmiş, kendisini duyduğundan emin olduğu Hanife’yse adımlarını sıklaştırıp adeta koşar adım kaçmıştı oradan.
Hanife’nin, dediği gibi kardeşinin düğününde olmadığı zaten Gülgün tarafından teyit edilmişti fakat tam da Gencoy Sümer’in kaçırıldığı gecenin sabahında, gizli gizli siteye gelip ne yapmıştı? Cevapsız sorular kafaları karıştırmaya devam ederken, bir de üstüne Gülgün’ün, “Hanife buraya gelmiş olsa bana uğramadan katiyen gitmezdi, sen yanlış görmüş olmayasın?” demesi, Mehmet’in de gördüğü kişinin Hanife olduğundan emin olduğunu söylemesi, olayı daha da şüpheli bir hale getirmişti. Hanife eğer tüm kırgınlıklarını unutup her perşembe yaptığı gibi oraya Gencoy Sümer’in evini temizlemeye gitmediyse, öyleyse neden gitmişti? Gitme sebebi basit bir temizlikse, neden güvenlik görevlisini duymazdan gelip siteden adeta kaçarak uzaklaşmıştı? Asıl niyeti bir gece önce yaşlı kadın tarafından evde bırakılan olası izleri temizlemek miydi? Aranan fidyeci Hanife miydi? Peki o yaşlı kadın kimdi? Devran beynini yakan sorularla ayrılmıştı, sabahın kör saatlerinden beri bin bir tiyatro çevirdiği meşhur siteden.
Hanife’nin evine gitmeden önce yapılacak iki iş vardı. İlki, emekli Müzik Öğretmeni Cemil Bey’in parmak izlerini taşıyan zarfı Kriminolog arkadaşına götürmekti. Hanife’nin şüpheli hareketleri ve sağda solda söylediği tehditkâr sitemleri onu yüzde yüz suçlu yapmayacağı gibi Cemil’i de aklamayacaktı. Bir an önce taramanın yapılmasında yarar vardı. Üstelik Devran’ın şansına Kriminolojide işler yolunda gitmiş, daha önce gelen tehdit mektuplarının üzerinde parmak izine rastlanmıştı. Bir tanesindeyse bir hayvana ait olduğu kesin olan DNA kalıntıları bulunmuştu. DNA’nın hangi hayvana ait olduğunu bulmak vakit alacaktı. Hayvan DNA’sı bulgusu, Devran’ın aklına Cemil’in perperişan kedisini getirdi. Ne yazık ki parmak izi eşleştirmesinin sonuçlarını almak için biraz beklemek zorundaydı. Yeni bir cinayet vakasının olay yerinden bir sürü delil gelmişti ve Kriminolog arkadaşı ancak ertesi gün boş vakit bulabilecekti. Devran’ın emrine amade olmuş, işi gücü onun sır gibi sakladığı soruşturmalarına delil yetiştirmek olan Emniyet Teşkilatı bu durumu müdürlerinden daha ne kadar saklayabileceklerdi, orası zaten meçhuldü. Bir de işlerini savsaklayıp daha çok göze batmak istemiyorlardı. Emniyet Müdürü, teşkilatının tüm birimlerinin içinde gizli bir ‘Devran Teşkilatı’ kurulduğundan haberdar olsa, acaba ne yapardı?
Devran’ın ikinci adresiyse Gencoy Sümer’in amca oğlu İsmail’in evi olmuştu. Tüm delillerin farklı kişileri işaret ediyor olması, İsmail’in kuzenini ölümle tehdit ettiği gerçeğini değiştirmiyordu. İşin aslını kendisinden dinlemek en iyisi olacaktı. Tabii kendisini evde bulabilseydi. İsmail üç hafta önce karıştığı bir dolandırıcılık işi yüzünden tutuklanmıştı. Davası hâlâ sürüyordu ve ne zaman çıkacağı belli değildi. Karısının anlattıklarına göre babalarından kalan çorak arazide Osmanlı zamanından kalma bir define olduğu bilgisine ulaşan İsmail, araziyi Gencoy Sümer’den alıp defineye kendisi konmak niyetindeydi. Onu razı edemedikçe öfkesi artmış, öfkelendikçe de ağzına geleni saymıştı. Elbette, İsmail’in kulağına kar suyunu kaçırıp sahte bir define haritasını ona yüklü bir meblağa satan dolandırıcının dediği gibi o arazide Osmanlı İmparatorluğu’nun çil çil altınları yatmıyordu. İsmail’in bu gerçeği görmezden gelmesi hem karısını hem de Gencoy Sümer’i huzursuz etmekten başka bir işe yaramamıştı. Son üç haftadır cezaevinde olan birinin kuzenini kaçırma olasılığı düşük olacağından, Devran’ın onu şüpheli listesinden silmekten başka çaresi kalmamıştı.
Hanife’nin evine geldiğindeyse, gün boyunca Gencoy Sümer’in kardeşi sandıkları Devran’ı bağırlarına basan komşuların aksine, hırçın, şüpheci, öfkeli bir kadın karşılamıştı onu. Kadın, görür görmez Devran’ın Gencoy Sümer’in kardeşi olmadığını anlamıştı. Eğer suçlu Hanife’yse, Devran’ın bu gece ona suçunu itiraf ettirmekten başka çaresi yoktu. Zira az sonra Gencoy Sümer vakasına Dedektif Dergi yazarlarının değil, Devran’ın baktığı açığa çıkacaktı. Bu da sıralanan şartların yerine getirilmediğinin, suçlunun ta kendisi tarafından, ilk ağızdan öğrenilmesi demekti. Yok eğer bu gece bu evden, Hanife’nin suçsuzluğunu ispatlamasıyla, bir kişiyi daha listesinden silerek çıkarsa, işte o zaman da orta doğu ve balkanların bir gün içinde en hızlı şüpheli listesi doldurup en hızlı boşaltan dedektifi olarak tarihe geçecekti. Cemil, Emily Smith ve Hanife’nin şimdilik burun buruna zorladıkları şüpheliler ipini, bu işin sonunda hiç beklemediği bambaşka birinin göğüsleme ihtimalini ise hiç düşünmemeye çalıştı.
“Size neden yalan söyleyeyim? Amacım ne olabilir?”
“O kadarını ben bilmem Devran Bey. Bildiğim bir şey varsa o da sen Gencoy Bey’in kardeşi falan değilsin. Boşuna çeneni yorma.”
Turgut’un zoruyla çekildiği bu saçma sapan yalana artık bir son vermek şart olmuştu. Hanife’ye karşı kartlarını açık oynamaktan başka çaresi kalmamıştı. Belki risk almış olacaktı fakat bu işi bildiği şekilde yapmak için risk almak zorundaydı. “Haklısınız,” dedi, Hanife’nin gösterdiği kanepeye otururken, “değilim.”
“Böyle bir oyuna ne gerek vardı o zaman? Kimsin sen? Neden geldin evime?”
“Ben özel dedektif Devran Devridaim. Gencoy Sümer’in kaçırılması vakasına bakıyorum.”
Hanife’nin gözleri yuvalarından fırladı. “Ne kaçırılması be adam!” diyerek oturduğu koltuktan fırladı. Eğer rol yapmıyorsa çenesi titriyordu ve ağlamak üzereydi. “Kim kaçırmış Gencoy Bey’i?” dedi. Yüzündeki ağlamaklı hal şimdi sesine de sirayet etmişti.
Devran, “Siz…” dedi, hiç vakit kaybetmeden. Hanife az önce ok gibi fırladığı koltuğa aynı hızla geri oturdu. “Ben mi? Kafayı yedin zahir,” diye çıkıştı. Bu sefer endişe ve üzüntüden çok şaşkınlık hakimdi sesine. “Ne diye kaçırayım ben Gencoy Bey’i?”
“Kavga etmişsiniz… Size bağırmış, azarlamış, hakaret etmiş. Üstelik tehditkâr sözler sarf etmişsiniz arkasından.”
“Ne demişim ya? Kim anlattı sana bunları? Tehditkâr sözmüş… Beddua desene sen şuna. Ne varmış biri için bir iki zararsız beddua ettiysem, kaçırmış mı oluyorum hemen?”
“Sadece bu değil.”
Hanife’nin yüzü duygu karmaşası yaşıyor gibi şekilden şekle giriyordu. Kâh ağlayacakmış gibi büzülüyor, kâh öfkeden geriliyordu. “Neymiş dahası Devran Bey?” diye bağırdı.
“Kardeşinizin düğününe gideceğinizi söyleyip Gencoy Bey’den bu hafta için izin almışsınız. Fakat görüyorum ki hiçbir yere gitmemişsiniz. Neden yalan söylediniz?”
“Kırılmıştım çünkü… Bu kadarını da anlayamayacak kadar saf mısın sen? Nasıl dedektifsin? Adam beni yerden yere vurdu hakaretleriyle. Ne yapaydım, üç gün sonra hiçbir şey olmamış gibi gidip temizlik mi yapaydım? Uydurdum işte bir bahane. Suç mu yani?”
“Yo, hayır, kırıldığınız birini görmek istememenizden daha doğal bir şey yok. Sorun uydurduğunuz bahane değil zaten.”
“Neymiş o zaman sorun?”
“Sadece Gencoy Bey’den değil, bu şehirde olduğunuza şahitlik edebilecek herkesten sakladınız gitmediğinizi. Gülgün Hanım sizi bir mağazada görmüş. Sizin de onu görmüş olduğunuza emin olduğunu söylüyor. Ne hikmetse, yanına gidip apartman görevlisi Haydar’ın karısına yaptığınız gibi başınıza gelenleri beddua ede ede anlatmak yerine, bir anda ortadan kaybolmuşsunuz.”
“Ya sen paranoyak mısın, şizofren misin nesin? Görmedim ben Gülgün’ü hiçbir yerde.”
“Demek görmediniz…”
“Evet görmedim… Görseydim eğer hiç meraklanma, koşa koşa giderdim yanına. Azıcık da ona içimi dökerdim de hiç olmazsa öfkem geçerdi biraz.”
Devran bombardımanına aynı hızla devam etti. Niyeti bu şekilde Hanife’yi köşeye sıkıştırmak ve ona suçunu itiraf ettirmekti.
“Demek o kadar öfkelisiniz Gencoy Bey’e.”
“Ay kafayı yiycem, adam sen manyak mısın? Gece gece nerden çıktın başıma? Öfkeli olsam ne, olmasam ne… Kaçırmadım ben Gencoy Bey’i, diyorum sana. Neden inanmıyorsun?”
Hanife kıvama gelmek üzereydi. Az sonra öfkesine yenik düşecek ve bu vaka da burada kapanacaktı. Arayı açmadan devam etti Devran. “Perşembe sabahı Gencoy Bey’in evinde ne arıyordunuz?” diyerek, bir bomba daha patlattı.
Kadın birden neye uğradığını şaşırdı. “Ne saçmalıyorsun sen be!” dedi. Bu sefer bağırmamış, öfkesini kısık sesinin ardına saklamıştı.
“Eminim siz perşembe günü oraya hiç gitmediniz, değil mi? Malum, herkes sizi kardeşinizin düğününde sanıyordu.”
Hanife’nin yüzünde az önceki öfkeli ve kendinden emin tavırdan eser kalmamıştı. “Gitmedim,” dedi, sesi daha fazla kısılmış bir vaziyette.
“Öyleyse, güvenlik görevlisi Mehmet’in ardınızdan seslendiğini, onu duyduğunuz halde koşar adım kaçtığınızı da yalanlayacaksınız.”
Hanife’nin süngüsü düşmüşe benziyordu. Oturduğu yere çuval gibi saldı bedenini. “Ben kimseyi kaçırmadım,” dedi. “Ne olursun, inan bana… Evet işlediğim bir suç var ama bu adam kaçırmak değil. Başka bir şey…”
“Nasıl yani?”
“Bak Devran Bey kardeşim. Sana kutsal olan her şey üzerine yemin ederim ki ben kimseyi kaçırmadım. Sadece o evden bir saat çaldım.”
“Saat mi?” dedi Devran şaşkın bir halde. O sırada Hanife oturduğu yerden kalkmış, konsolun çekmecesinde bir şeyler arıyordu. Küçük bir kadife kese çıkardı. Ağzını açtı ve içinde duran saati masanın üzerine koydu. “İşte bu,” dedi ve devam etti sözlerine.
“Evet, perşembe sabahı oraya gittim. Niyetim…”
“Niyetiniz?..”
“Niyetim ona bir ders vermekti. Gencoy Bey’in bana ettiği hakaretlerin acısı gün geçtikçe azalacağı yerde daha da artıyordu. O sözleri hak edecek hiçbir şey yapmamıştım ben ona. Her geçen gün hıncım daha çok büyüdü. Sonunda düşündüm ve onu çileden çıkaracak bir plan geldi aklıma. Bu şekilde belki benim yaşadığım acının aynısını yaşamayacaktı ama çok üzülecekti. Gencoy Bey sabahları çok erken uyanır ve yürüyüşe çıkar. Yıllardır hiç şaşmayan bir rutindir bu. O sabah da evde olmayacaktı, biliyordum. Gencoy Bey’in baba yadigârı bir saati vardır. Gözü gibi saklar onu. Kazara saatine bir zarar gelmesin diye her zaman takmaz. Yatak odasındaki dolabın çekmecesinde durur hep.”
“Siz de hıncınızı almak için o saati çaldınız, öyle mi?”
“Çalmak değil, vallahi çalmak değil. Onun için kıymetli olan bu saati arasın, bulamasın, üzülsün istedim. Of ne bileyim, şeytana uydum işte. Vallahi geri verecektim. Ama haksız da değildim be Devran kardeşim. Çok kalbimi kırdı Gencoy Bey. Bunca yıllık patronum, o kadar hakaret işitecek ne yaptım ki ben ona? Benim sadece tek bir suçum var, o da bana ait olmayan bir eşyayı, sahibinden habersiz almak. Üstelik, geri vermek şartıyla.”
Bir süre Devran Hanife’yi, Hanife de Devran’ı süzdü. Devran onun doğru söyleyip söylemediğini, Hanife’yse Devran’ın ona inanıp inanmadığını tartıyor gibiydi. Bakışmaya ilk son veren Hanife oldu. Sehpanın üstünde duran saati kadife keseye geri koydu. Kesenin ağzını iyice büzüp Devran’a uzattı. “Al Devran Bey, Gencoy Bey’i bulduğunda geri verirsin. Benim onun yüzüne bakacak yüzüm yok,” dedi. Devran Hanife’nin uzattığı kadife keseyi almak yerine, “Neden tartıştınız?” diye sordu, “konu neydi?”
“Ben de neye uğradığımı şaşırdım ki. Pazartesi günü sabah erkenden evine temizliğe gittim. Aslında temizlik günlerinde, ben gelene kadar Gencoy Bey yürüyüşünü falan bitirmiş, hazırlanıp çıkmış olur. Ayak altında birinin olmasından hazzetmediğimi bilir. Kendisi de sevmez süpürge sesinde, dağınıklıkta, toz bezleri arasında durmayı zaten. Aksi gibi o gün evdeydi. Biriyle telefonda konuşuyordu. Ne konuşması, çatır çatır kavga ediyordu. ‘Ben de seni akıllı biri zannederdim, beş para etmez adamın tekiymişsin,’ falan diye bağırıyordu. Karşı taraf da ağzına geleni sayıyordu herhalde. ‘Ağzını topla, toplatmasını bilirim,’ diyordu Gencoy Bey. Bayağı sürdü bağrışmaları. Dertleri neydi, onu da anlamadım. Sonunda çat diye kapattı telefonu. Ama öfkesi geçmemişti. Telefondakinin artık onu duymadığını unutmuş gibi bağırıp çağırıyordu. Baktım böyle olmayacak. Biraz daha bağırırsa öfkeden tansiyonu fırlayacak. Zaten hep yüksektir tansiyonu, Allah muhafaza felç olacak, diye korktum.”
Hanife’nin kısa bir süreliğine sehpanın üzerinde duran kadife keseye sabitlediği bakışları tekrar Devran’a döndü. Dünyanın en iyi rol yapan kadını değilse, o bakışlarda pişmanlık ve üzüntüden başka bir şey göremedi Devran.
“Sadece ‘Kendine gel artık Gencoy Bey, bu kadar sinirlenecek ne var? Koskoca adamsın, kaptırmasana kendini hemencecik her şeye. Böyle devam edersen, sen çok yaşamazsın, bilesin,’ dedim. Suçum bu… Sen misin öyle söyleyen. Ne temizlik kovası kaldı tekmelenmeyen ne masa üstü kaldı yumruklanmayan. ‘Üç kuruşluk aklınla bana ne yapacağımı mı söylüyorsun sen?’ diye bir başladı bağırmaya, ah bir duysaydın, füze atar gibi yağdırdı hakaretlerini. Bağırmaktan kıpkırmızı oldu. Ben o sözlerin altında kalmazdım ama cevap versem daha çok sinirlenecekti. Yüksek tansiyondan ölecekti belki de. Sustum… Hiçbir şey olmamış gibi temizliğimi bitirdim ve çıkmadan önce bu hafta için izin istediğimi söyledim. Belki yaptığından pişman olmuştur, gönlümü alacak bir iki söz eder diye bekledim ama nafile. ‘Ne yaparsan yap!’ dedi ve kapıyı suratıma kapattı. İşte hepsi bu kadar. Kaçırmadım ben Gencoy Bey’i. Yemin ederim… İnanmıyorsan tak bileklerime kelepçeyi, götür beni. Kimseyi kaçırmamış olsam da suçluyum neticede, hırsızlık yaptım. Gencoy Bey’i sağ salim bulun da başka bir şey istemiyorum zaten. Ben cezamı çekmeye razıyım.”
Devran bu kadına inanmalı mı, inanmamalı mı henüz emin değildi. Hareketlerini dikkatle süzmeye devam ederek, “Telefonda kiminle tartıştığını biliyor musunuz?” diye sordu.
“Biliyorum…” dedi Hanife ve der demez eliyle ağzını kapattı. “Hii!” diyen bir ses çıktı boğazından. Gözleri endişeyle açıldı. “O mu kaçırmış yani Gencoy Bey’i?”
“Kimden bahsediyorsunuz Hanife Hanım. Söyleyin şunu artık.”
“Reha Bey… Dergide yazarlık yapıyor hani. Kitabı da var, İnsanlık Hali, diye. Bilirsindir muhakkak. Çok eski dostudur Gencoy Bey’in. Hay Allah, görüyor musun sen şimdi? Nasıl olur bu? Reha Bey eski dostuna böyle bir kötülük yapar mı ki?”
Devran, Hanife’nin sorusunu yanıtlamak yerine, ayağa kalktı. Artık gitmesi gerekti. Reha Bey’in ifadesini alma işini ertesi güne bırakmaktan başka çaresi yoktu zira vakit yeterince geç olmuştu. Hayatının en uzun günü olmaya aday o günden aldığı tek ders, bir dedektifin makus kaderinin, onca şüpheli arasında bir o yana bir bu yana savrulmak olduğuydu. Kapıdan çıkmadan önce Hanife’ye döndü ve “Hanife Hanım,” dedi. “Bir sorum daha var. Gencoy Bey’in evinden saati aldığınız o gün, neden temizlik yapıp ayrıldınız oradan?” Hanife şaşkın bir bakış attı Devran’a. “Temizlik mi?” diye sordu. “Neden öyle bir şey yapayım ki?”
“Bilmem, arkanızda delil bırakmamak için belki de.”
“Hıh,” diye alaycı bir ses çıkardı Hanife. “O ne saçma iş öyle? Olur mu hiç? Elbette ki o sabah temizlik falan yapmadım. Asıl o evi temizleseydim, arkamda delil bırakmış olurdum. Gencoy Bey geri geldiğinde, evinin pırıl pırıl olduğunu görünce, saatini çalanın ben olduğumu şıp diye anlardı.”
“Siz temizlemediyseniz, kim temizledi o halde?”
Hanife Devran’ın omzuna eliyle pat pat vurdu. “Orasını bilemem Devran Bey kardeşim,” dedi, ardından yüzüne küçümseyen bir bakış kondurup “bana bak,” diye devam etti, “sen dedektif olduğuna emin misin? Baksana şuncacık şeyi bile akıl edemiyorsun.”
***
Şehrin tarih kokan semtlerinden birinde, denize pek de yakın sayılmayacak bir mesafede, epeyce büyük bir arsanın üzerine kondurulmuş, güzel bir yapıydı geldiği yer. Aslında bahçesine girilen büyük ferforje demir kapının üzerindeki ahşap panoda ‘Cemre Pansiyon’ yazmasa, buraya pansiyon demeye bin şahit lazımdı. Etrafı mazı ağaçlarıyla çevrili, geniş bir bahçenin tam ortasındaki üç katlı ahşap bina pansiyondan çok, tarihi bir köşkü andırıyordu. Devran arabasını, bahçenin ana binadan uzak bir köşesine yapılmış, birkaç araçlık park yerine bıraktı ve içeri girdi. Etraftakilerle ilgilenmeden resepsiyon bölümüne yöneldi. Görevli gence kendini tanıtma gereği duymadan, çok önemli bir konu hakkında, pansiyonda söz sahibi olan bir yetkiliyle acilen görüşmek istediğini söyledi. Görevli genç şaşkınlıktan ya da tecrübesizlikten olsa gerek, önemli konunun ne olduğunu da Devran’ın kim olduğunu da sorma gereği duymadan, onu bekleme bölümüne yönlendirdi. Kendisi de bir çırpıda, Devran’ın aradığı kriterlere uygun birini bulmak üzere uzaklaştı oradan.
Görevli gencin, “Lobi” diye adlandırdığı bekleme bölümü daha çok küçük bir kütüphaneyi andırıyordu. Ortadaki, karşılıklı duran iki geniş koltuğun üç tarafını çevreleyen duvar, kitap raflarıyla adeta boyanmış, raflarsa tıka basa kitaplarla doldurulmuştu. Koltuklardan birine oturan Devran’ın burnuna dolan kitap kokusu, günlerdir yaşadığı gergin saatleri bir an olsun unutmasına yardımcı oldu. Tabii sadece bir an… Ardından gelen dakikalar kafasını kurcalayan sorulara yanıtlar aramakla geçti.
Bir gün önce geçirdiği zor günden ona kalan tek güzel şey, Gencoy Sümer’in ay parçası gibi güzel komşusu Yeliz olmuştu. Ondan o kadar çok etkilenmişti ki zihnini toparlayamıyor, Hanife’nin anlattığı telefon tartışmasını sağlam kafayla analiz edemiyordu. Gencoy Sümer Reha Bey’le neyin kavgasını etmişti? Reha Bey bu kavgadan neden hiç söz etmemişti? Gencoy Bey’i kaçıran Reha Bey olabilir miydi? Bu sorulara yanıt arayacağına o, sabahın ilk ışıklarına kadar yeni yetme delikanlılar gibi Yeliz’in gülerken yanağında oluşan gamzesini, ellerinin yumuşaklığını, sesinin huzur veren tınısını düşünüp durmuştu. Tam yeni dalmıştı ki çalan telefonun sesiyle uyandı. Arayan Bilişimci arkadaşı Cihan’dı. Kendine gelmesi, Cihan’ın söylediklerini idrak edebilmesi vakit almıştı. Cihan, Gencoy Sümer’in bilgisayarlarının incelenmesini henüz bitirememişti fakat vakanın ilerlemesine yardımcı olacak çok önemli bir bulgu elde etmişti. Gencoy Sümer’in teknik takibe alınan cep telefonunun en son sinyal verdiği konum tespit edilmişti. Bahsedilen yer şu anda lobisinde oturduğu Cemre Pansiyon’du. Bu bilgiyi alır almaz, Reha Bey’in sorgusunu ilerleyen saatlere erteleyip sabahın köründe pansiyonun yolunu tutmuştu.
Gencoy Bey’in bu pansiyonla nasıl bir bağlantısı olabilirdi? Yoksa kaçırılıp buraya mı getirilmişti? Ya da onu kaçıran kişi burada mı kalıyordu? Telefon sinyalleri neden bu pansiyonda tespit edilmişti? Devran az sonra tüm sorularına yanıt bulma ümidiyle oturduğu koltuktan kalktı. Çepeçevre kitap raflarının önünde dolaşmaya başladı. Kitaplar türlerine göre ayrılmıştı. Ne hikmetse, polisiye türüne verilen raf sayısı diğerlerine göre daha fazlaydı. Dünya polisiyesinden yerli polisiyeye birçok eser, alfabetik sıraya göre dizilmişti. Yaşamı boyunca polisiye edebiyata diğer edebiyat türlerinden daha düşkün olduğu için ister istemez kendini o rafların önünde buldu. Tek tek kitapları incelemeye koyuldu. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadığı süre zarfında gözü kitaplarda, aklıysa hâlâ ortalarda görünmeyen yetkilideydi. Tam da o anda gözüne çarpan bir detay tüm dikkatini o yana çekmeye yetmişti. Ne alfabetik sıraya ne yazar sıralamasına uymayan bir kitap, rafın tam ortasında yapayalnız kalmış gibi adeta sırıtıyordu. Kitabı sıkış tıkış kitapların arasından güçlükle çekip çıkardı. Genel atmosferi kasvetli, mavili siyahlı bir kapak resmi karşıladı Devran’ı. Kapağın alt kısmında büyük ve kalın harflerle DUMAN OLAN ADAM yazıyordu. Tam ortasındaysa MARTİN BECK SERİSİ 02… Aslında bu kitabı, yüzlerce polisiye kitabın bulunduğu bir rafta bulmasından daha doğal bir şey olamazdı. Tabii kapağını kaldırıp ilk sayfada yazan adı görmeseydi… İlk sayfanın sağ üst köşesine kaşeyle basılmış olan GENCOY SÜMER ismi, bu kitabın tesadüfen bu rafa konulmuş yüzlerce baskıdan biri olmadığının kanıtıydı.
“Benimle görüşmek istemişsiniz, buy’run, konu neydi acaba?”
Dikildiği kitaplığın önünde, elinde Gencoy Sümer’e ait olduğu ayan beyan belli olan kitapla kalakalan Devran, tanıdık bir sesle arkasına döndü. Bir çift şaşkın göz kendisine bakıyordu.
“Önay Bey?..” dedi sesindeki şaşkınlığı gizleyemeden. Aynı soran ses tonuyla, “Devran Bey?..” diye karşılık verdi adam.
İkisinin de ağzından aynı anda aynı söz çıkmıştı.
“Siz ne arıyorsunuz burada?”
Aynı anda sorulan soruya ilk yanıt Önay Bey’den geldi. “Ben bu pansiyonun sahibiyim. Anlamadığım, siz burada ne arıyorsunuz?”
Devran burada bir şeyler döndüğünden emin bir şekilde elindeki kitabı Önay Bey’e doğru uzatıp “Aslında Gencoy Bey’in cep telefonunu arıyordum fakat bakın ne buldum?” dedi. Adam şaşkın bir vaziyette bir kitaba, bir Devran’a bakıyordu. Yapacak bir açıklaması mı yoktu yoksa yakalanmış olmanın verdiği şaşkınlığı mı yaşıyordu, belli olmuyordu. “Hiçbir şey anlamıyorum Devran Bey,” dedi. “Gencoy’un cep telefonu benim pansiyonumda ne arasın? Peki ya bu kitabın burada ne işi var?”
“Onu ben değil, siz yanıtlayacaksınız Önay Bey. Gencoy Sümer’in cep telefonunun en son sinyal verdiği yer neden sizin pansiyonunuz ve onun evinden duman olup uçan bu kitap neden sizin kitaplığınızda?”
“Siz ne demeye çalışıyorsunuz Devran Bey?”
“Sanırım ne demeye çalıştığımı çok iyi anladınız Önay Bey.”
“Bilmece gibi konuşmasanıza. Anlasam neden sorayım?”
“Açık açık söyleyeyim o zaman. Gencoy Bey’i neden kaçırdınız?”
“Saçmalamayın rica ederim! Ben kimseyi kaçırmadım!..”