Suçluların Yeni Düşmanı: Mikroskop
Sansasyonlar çağı başlamıştı: Charles Lindbergh’in çocuğu kaçırıldı ve öldürüldü. Einstein izafiyet teorisini açıklarken, Henry Ford ilk seri üretim aracı olan Model T’yi piyasaya sürdü. Titanik battı, Wright Kardeşler uçtu ve Dünya Savaşı çok can alırken, ardından yaşanan Büyük Bunalım birçok insanı suça itecek, mafya ve gangsterler korku salacaklardı.
Eliot Ness, ünlü gangster Al Capone’yi tutuklamayı başardı. A.B.D. suç laboratuvarları açıldı. Adlî bilim hızla gelişiyordu ama seri katiller de çoğalıyorlardı. Artık seri cinayetler daha çok çıkar uğruna işlenmeye başlamıştı. Cumhuriyetimizin kurulmasına üç yıl kala İstanbul’un seri katili olan Hrisantos yakalandı.
Avrupa büyük bir travma yaşamaktaydı. Nasyonalizm her yerde boy gösterirken, silah endüstrisi karşı durulamaz şekilde büyüyordu. Amerikalı doktor Thomas Hunt Morgan, kromozomların soy ile ilgili önemli bilgiler içerdiğini keşfetti. Bu keşif ileride adlî bilim ve suç psikolojisi için çok önemli rol oynayacaktı. Fransız Edmond Locard ilk adlî polis labaratuvarını kurdu. Sherlock Holmes’ten esinlenen Locard, mikroskop gibi teçhizatları adlî bilim araştırmalarına dahil etti. O, suçluların olay yerlerinde mutlaka izler bıraktığına inanmaktaydı. Çok fazla ilgi görmeyen Locard, 1911’de ilk kez bir davada önemli bir rol oynadı.
Paris bir süredir piyasaya sahte para süren kalpazanlar ile mücadele ediyordu. Nihayet üç şüpheli tutuklandı. Locard, herkesin şaşkın bakışları arasında şüphelilerin kıyafetlerinden cımbızla parçalar aldı. Ayrıca şüphelilerin ceplerinden de toz örnekleri topladı ve bunları inceledi. Ceplerden çıkan tozlarda metal parçacıkları tespit etti. Piyasaya sürülen sahte demir paralar ile eşleşen demir tozu sayesinde üç şüpheli de suçlu bulundu. Bu olay Locard’ın herkes tarafından tanınmasını sağladı.
O zamana kadar polis memurları ile mikroskop arasında herhangi bir bağlantı yoktu. 1912’de bu durum da değişti. Mikroskobun önemi, Amerika Massachusetts’te yaşanacak bir olayda daha iyi anlaşılacaktı. Polisler olay yerini incelerken bir düğme buldular. Mikroskop altında incelenen düğmede görülen iplikler, şüphelilerden birinin ceketindeki iplikle eşleşince bu cinayet çözüldü.
İstanbul Polisinin Korkulu Rüyası
1911 ile 1920 arasında seri katiller sanki daha çok Amerika’da türemekteydi. Ancak Amerika’dan devam etmeden önce resmi kayıtlara göre İstanbul’un ilk seri katiline değinmek isterim. Osmanlı başkentinin 1919’da başındaki en büyük dert işgaldi kuşkusuz. Bunun halka yansıyan yüzündeki bela asayişsizlik, onun simgesi de Hrisantos diye anılan Hıristo Anastadiyadis Ahilya’ydı. Savaşın noktalandığı yıl yirmi bir yaşında olan Hıristanos, İstanbul’da Beyoğlu Papazköprü’de bakkal Yorgi’nin evinde doğmuştu. Babası 1910’da evi terk etmiş, kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Annesi ise Derviş Sokağı’nda (şimdiki Peremeci Sokak) oturan genelev işleticisi Andrenohin’di. Koço adında bir ağabeyi ve bir kız kardeşi vardı Hıristanos’un. Suç hayatı, ağabeyi Koço’yla birlikte yaptıkları kapkaççılıkla başladı.
Aynı zamanda İstanbul’un ünlü randevuevlerini bildikleri için, bunların odalarına komşu binalardan girerek kadınlarla birlikte olmak amacıyla gelen erkeklerin cüzdanlarını çalıyorlardı. Güzel yüzlüydü Hıristanos. Bu yanıyla delikanlılara meraklı kabadayıların gözdesiydi. Sakızlı Meyhaneci Deli Panayot ile Sarı Hıristo diye anılan iki sabıkalı onun yüzünden çatışmış, Hıristo ölmüştü.
Ağabeyiyle birlikte Kasımpaşa Emincami Mahallesi’nde ev tutan Hıristanos 1915’te daha on yedi yaşındayken yankesicilik, kap-kaççılık alanında ‘namlı’ birisi olmuştu. Bu alanda ustası Zafiri’yi geride bıraktığına inanıyordu polisler. Zamanla kendisi nadiren ‘işe çıkmaya’ başladı. Dönemin polis kayıtlarında adı Fantoma Mehmet, Demirci Andon, Lazari diye geçen kişilerden oluşturduğu çete Hıristanos namına Tatavla, Dolapdere, Bülbülderesi ve Beyoğlu’nun arka sokaklarına dehşet saçar oldu.
Hıristanos ilk cinayetini Bogazkesen’de işledi. Sütçülükle geçinen Recep Usta adında birini evine dönerken öldürüp üzerindeki parayı aldı. Bu olayın hemen ardından, adamlarının günlük hasılatına el koymaya çalıştıkları Dolapdere’deki bir randevuevi sahibinin imdat çağrısına giden Mehmet Efendi adında bir polis memurunu vurdu.
Bu iki cinayet, ününü İstanbul’un her köşesine yaydı Hıristo’nun. Artık hapisten çıkan sabıkalıların yanında çalışmak için başvurdukları ilk kişiydi o. Bir pazar günü Dolapdere Sinanköy Karakolu’nu bastı ve komiser muavinini başından vurdu. Ertesi gün Beyoğlu’nda gezerken onu tanıyıp silahına davranan bir komiseri vurdu. Polisler onunla karşılaşmamak için devriye gezmekten çekinmeye başladılar. Ziba’da bir içki âleminden dönerken yakaladığı polislerin silahlarını almış, peşine düşen bir polisi öldürmüştü.
Hıristanos artık gördüğü her polisi vuruyordu. O kahvehanede otururken içeri girenden, köşe başında ayakkabısını boyatana kadar bütün polisler onun kurbanı olmaktan kurtulamıyorlardı. İstanbul Emniyeti, çareyi peşine sivil polis takmakta buldu. Ama bu tedbir de sonuç vermedi. Hıristanos muhbirleri vasıtasıyla bu sivil polislerin kimliklerini öğrendi ve ikisini vurdu. Halkın mazeret dinleyecek hali kalmamıştı, polis ağır şekilde suçlanıyordu. Emniyet çaresiz kalınca doğrudan Hıristanos’un üzerine gitmektense önce onun yardımcılarını ortadan kaldırma kararını aldı. Peş peşe yapılan baskınlar sırasında üç yardımcısı vuruldu. Hıristanos ürkmüştü, kimliğini değiştirip bir süre ortadan kayboldu. Ama çetesi onsuz da soygun işini sürdürdü. Polise gizli olarak verilen emir, onun ve adamlarının kıstırıldıkları yerde canlı yakalanmasına çalışmamaktı. Yani, görüldükleri yerde öldürüleceklerdi. Bu rahatlatmıştı takip ekibindekileri. Nitekim peş peşe ‘infaz’ haberleri gelmeye başladı. Kolu kanadı kırılmıştı sonunda Hıristanos’un. Başına konulan ödül, yoksul Rum gençlerini harekete geçirmiş, onu ilk yakalayan olma konusunda adeta bir yarış başlamıştı. Hıristanos tanındığı her yerden kaçarken arkasında cesetler bırakmayı sürdürdü. Sonunda baskıya dayanamayıp gizlice Gülcemal vapuruna bindi ve Yunanistan’a kaçtı. Ama Atina’da da polisle başını derde sokmakta gecikmedi.
Sevgilisine göz koyduğunu düşündüğü bir jandarma subayını vurunca önce Selanik’e kaçtı ardından Türkiye’ye döndü.
Lakin yokluğunda ‘kopyaları’ türemişti. Mecburen bu kişilerle uzlaştı. Ancak onların işledikleri suçlar da Hıristanos’un hanesine yazılmaya başladı. Uyuşturucu satıcıları bıçaklanıp ‘mal’ları ellerinden alınıyor, güpegündüz tramvaylar durdurulup yolcuların cüzdanlarına el konuluyordu.
Polis bir kere daha onun başına konulan ödül meselesini canlandırdı. İki bin liranın onu yakalayan ya da vuran sivil kişilere de verileceği ilan edildi. Ve bu duyuru ilk meyvesini Hıristanos’un çocukluk arkadaşı bir balıkçı olan Agaton Gargaraça’yla verdi. Araya iki Laz balıkçıyı koyarak polis merkezine gelen Gargaraça, Hıristanos’un saklandığı yeri ihbar etmesine karşılık ödülü alma konusunda anlaştı. Bu sırada iki mahalle kabadayısının bir lokantada Hıristanos’la karşılaşıp silahlarına davrandıkları, ama onun “Silahsızım, bu tavrınız delikanlılığa sığar mı?” demesi üzerine Hristanos’u serbest bıraktıkları haberi geldi.
1920 yılının Eylülünde bir akşam Gargaraça, Papazköprü Karakolu’na çıkageldi ve Hıristanos’un ayağından yaralı olarak Direkçibaşı Sokağı’ndaki metruk bir evde saklandığını haber verdi. Polisin yıllardır peşinde olduğu suçlunun yaralı olarak kendisine geldiğini ve onu terk edilmiş bir evin ilk katında yatırdığını söylüyordu balıkçı.
Ama Gargaraça’nın meram anlatmaya çalıştığı komiser o akşam içkiden yıkılacak haldeydi ve yapılan ihbarla harekete geçmek yerine balıkçıyı başından savıp uyumanın derdindeydi. İş komiser yardımcılarının başına kaldı. Hedefin Hıristanos olduğu anlaşılınca baskına katılmaya istekli polisler ortalıktan kayboldular. Gargaraça, Hıristanos’un kendisinin yokluğundan şüphelenmemesi için dönmesi gerektiğini söyleyip karakoldan ayrıldı. Sonunda zar zor toplanan üş-beş polisle verilen adrese gidildi. Bu kez de eve ilk kimin gireceği konusunda polisler arasında tartışma çıktı.
Onlar böylece oyalanırken Gargaraça, iki bin liralık ödülün kaçabileceğini düşünüp başında beklediği Hıristanos’u kendi silahıyla vurdu. Tabanca sesini duyan polisler eve doluştular. Hıristanos cansız yatıyordu. Memurlar cesedi kurşun yağmuruna tuttular.
Hıristanos’un cenazesi ertesi gün zorla Sinanköy Kilisesi papazına teslim edildi ve yakındaki bir mezara gömülmesi sağlandı. Kimse onun öldürülmüş olduğuna inanmıyordu. Gargaraça, ihbarı kendisinin yaptığının açıklanmayacağı konusunda söz almıştı. Ama polislerle ödül konusunda çekişmeye başlayınca adı sızdırıldı.
Hıristanos’un ağabeyi Koço, ‘muhbir’in peşine düşmekte gecikmedi. Gargaraça, gizlice Samatya’da bir eve taşınmıştı ama Koço’dan kurtulamadı. İki ay sonra kardeşinin katilinin saklandığı evi keşfeden Koço, binaya attığı bombayla Gargaraça’yı öldürdü, iki çocuğunun ise sakatlanmasına sebep oldu.