Dar kapısından başka aydınlık girecek yeri olmayan dükkânında tek başına gece gündüz çalışıp evini geçindiren, ellerine sinen ayakkabı yapıştırıcısını sabahın erken saatlerinde demlenmeye bıraktığı çaydan arta kalan sıcak suyla ovalayan Mahmut Usta’nın uğraşı dakikalardır sürmekteydi. Çelimsiz vücudu, içeriye basık yanakları, çıkık elmacık kemikleri, iri yosun yeşili gözleriyle bugünü de bitirmenin zaferini yaşıyor gibiydi.
On yıldır yaşadığı karanlık içinde, babasından gün aşırı yediği dayağın kurtuluşu olarak görmüştü bu dükkânı. Ne yaparsa yapsın, babasının gözünde dünyaya vasıfsız, uğursuz, sakat bir çocuk olarak gelmişti bir kere. Çünkü daha doğarken anası çektiği acılara daha fazla dayanamayıp bu dünyadan göçüp gitmiş, kalan türlü belayı onun sırtına yükler gibi bir başına koymuştu. Yamalı pantolonunu, eskimiş gömleğini çıkarıp kapının ardındaki çiviye saplar gibi astı. Makinelerin kulak tırmalayıcı sesini kapatmak için şaltere eğildiği sırada gözüne ilişen fotoğrafla aralandı kafasındaki sis perdesi… Denizi gördü.
O deniz ki aylardır karşı kıyıyla aramızda tam bir sırat köprüsü. Geçenler, geçmeye çalışanlar cennete mi kavuşacaklarını yoksa kaçtıklarından beter bir cehennem kuyusuna mı düşeceklerini asla bilemeseler de korkularını ümitleriyle bastırarak atıyorlar kendilerini suların üstüne. Öyle bir savaş ki katliam, baskı, açlık, ölüm cehenneminden kaçıyorlar. Öyle zifiri günler geçirmişler ki yaşadıklarından daha kötüsünü düşünemiyorlar.
Ben de oradaydım işte. Karşı kıyıyla aramızdaki mesafenin cennet-cehennem kadar olduğu denizin kenarında… Araf’ta. Üzerinden geçenlerin ümitlerinin, korkularının, hayallerinin, acılarının değil de sadece sayılarının söz konusu olduğu, geçmeyi başaranların ve içinde kaybolanların birer can, birer insan olduğunun unutulduğu o sahilde.
O adam da orada. Kara gözlerinde şimşekler çakarak, fırtınalar koparak, yaşlar yanaklarından süzülürken, koca bedeni kıpırtısız, taştan bir heykel gibi dikilmiş, ayaklarının dibinde yatan çocuğa bakıyor. Sahile vurmuş bir fok gibi uzanmış çocuk. On iki on üç yaşlarında. Tam da gençliğe adım atacağı yaşta. Uzun kapkara saçları ıslak, yüzüne yapışmış. Haberlerde, belgesellerde izlediğimiz, zehirlenip kıyıya vuran balıklar gibi yayılmış başka çocuklar da var sahilde. Sağa sola koşuşturan sahil güvenlik elemanları, jandarmalar… Ama diğer çocukların başında böyle inanamaz bakışlarla donup kalmış başka bir adam yok. Onlara ağlayacak olanlar da ya biraz ötede ölmüş yatıyorlar ya da denizin soğuk karanlıklarında kaybolup gitmişler. Onlara, devrilen botu ayarlayan da üzerlerindeki işe yaramaz can yeleklerini satan da benim babam. Sahil güvenlikle köşe kapmaca oynayan, ıssız koyları kollayan babam ve ortağı. O ortak ki; o da aynı yıkımdan, aynı savaştan, aynı çıkar, ırk, mezhep ve iktidar kavgalarının gayya kuyusuna çevirdiği o memleketten gelmiş. On yaşındayım ben. Öğrenecek, merak edecek yaşta. Ama tam olarak anlayabilecek yaşta değilim herhâlde. Merak ediyorum; babam bu çocukları atölyesinden kamyonlara paket paket yüklediği kazaklar gibi mi görüyor? Yoksa daha mı az önemsiyor? Çünkü kazaklarda en ufak bir hasar olsa geri yollanıyor. Yollanan kazaklarla teslim alınan kazakların sayıları aynı olmazsa para ödenmiyor. Ama denize salınanların “iadesi” yok. Bir kere paketleyip doldurdun mu bota, sandala, motora, aldın mı paranı, iş bitiyor. Merak ediyorum; babam mı yoksa babaannem mi haklı? “Kimse yaptığını görmeden ölmez,” diyor babaannem. “Anlamıyorsun, bu insanları istedikleri yere yolluyoruz. Biz yapmasak başkaları yapacak. Biz en iyisini yapmaya çalışıyoruz,” diyor babam. Babaannem de bu insanların kaçıp geldiğine benzer bir başka cehennemden kaçıp gelmiş yıllar önce. Batıdaki bir cehennemden. Ailesinin yarısını orada veya yollarda toprak altında bırakarak. “Anavatana sığındık,” der. “Anavatanın kucağı öyle geniş ki yüzyıllardır doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden, Balkanlar’dan, Bosna’dan, Afganistan’dan kim kendini bu kucağa atmışsa, sarıp sarmalanmıştır sevgiyle. Ama gelenlerle aynı acıyı yaşamayan, bilmeyen ikinci, üçüncü kuşaktan nankörler çıkıyor bazen.” Babamın kazaklarını dokuttuğu atölyesini de merak ederdim. Ortağıyla can yeleklerini yaptırdığı o bodrum katını da öyle. O yeleği üç kuruşa dikenler de “Karşıya geçene kadar bir ekmek parası kazanalım,” diyen kaçakçılardı. Önünü ardını düşünmeyenlerdi. Ağacı kesen baltanın saplarıydı. Çünkü açlık, sefalet, ekmek kavgası vardı. Savaştan sağ çıkabilir ama açlıktan ölünebilirdi.
“Adalet” denen o eli terazili kadın açlığın, sefaletin, ölümün olduğu yerlerde, açıktan dolanıp geçiyordu. Babam beni o iş yerine götürmezdi ama abimi hep yanında taşırdı. İşlerini ona bırakacaktı çünkü. “Çok çalışmalıyım, daha çok kazanmalıyım ki oğluma da büyük, düzenli bir iş bırakayım,” derdi. Gücenirdim. “Ya ben baba?” Acıyan gözlerle baktıktan sonra şaşırtmayan cümleleri peşi sıra kurardı. “Senin durumun belli. Seni yanında işe almayı kabul eden Ferdi Efendi’nin git elini öp, minnet et. Dahası neyine?” Benim sorma hakkım varsa bile abim buna sahip değildi. “Ben de keşke şu çocuklar gibi alıp başımı gidebilsem,” derdi abim. Mutsuzdu. Baskıdan bunalmıştı. Abimin “şu” dediği, parklarda, bahçelerde, balıkçı barınaklarında naylon çadırlarda aileleriyle birlikte umut yolculuğunu bekleyen çocuklardı. Bizimle yaşıt olanlar, bizden yaşlı gibiydi. Bizden çok yaşamışlardı. Oynardık onlarla. Bazıları Türkçe konuşabiliyordu. Gidecekleri yerleri, hayallerini anlatırlardı. Hem umutluydular hem de buruk ve acılı. Kolay mıydı, zengin ya da fakir, kurulu bir düzenin, anılarla dolu bir evin, oyunlar oynanan sokakların, komşuların ve hatta mezarların bırakılıp gidilmesi? Kolay mıydı, Ege Denizi denilen sırat köprüsünün üzerinden balık istifi doldurulmuş sandallarla, botlarla geçmeye çalışmak? Annem ve babaannem çorbalar pişirir, helvalar yapıp dağıtırlardı insanlara. Kimi sahile vurmuş, kimisi ise onca uğraşına rağmen bu kadar çok denize, kıyıya yetişemeyen sahil güvenlikçiler tarafından denizden toplanmış çocuklara neredeyse her sabah bakardık. Aralarında tanıdıklarımız, konuştuklarımız olunca üzülürdük. Her gün onlarca kişinin boğulduğunu gördükleri hâlde, nasıl cesaret edebildiklerini sorardım abime. “Senin hayal gücün, ufkun dar,” derdi abim. “Burada ihtiyaçları karşılansa da burası anavatanları değil. Onun için duramıyorlar.” “Ama gidecekleri hiçbir yer de anavatanları olmayacak. Olamayacağını bilemiyorlar, ne yazık,’’ derdi babaannem. Bir noktadan sonra devletten, ona yakalanmasan bile ilahi adaletten kaçamazsın,” diye de kızardı babama. “Bak, yakalanmadık daha. Biz gerçekten onlara yardımcı olmaya çalışıyoruz,” derdi babam içini kırık kırpıkla doldurmaya çalıştığı can yeleklerini hatırlamadan. Turizm mevsimi bitti diye üzülen esnafın aksine, havalar soğudukça kaçaklardan alacağı paranın artacağına sevinen babam. Adaletin tam olarak ne olduğunu merak ederdim on yaşında tam kavrayamayan hâlimle. Adaleti simgeleyen heykellerin elinde hep terazi olurdu. Terazinin bir kefesine ne olursa olsun umutlarını kaybetmek istemeyen o çocukların üzgün, yorgun, bezgin yüzlü, gerektiğinde onurları zedelenmiş bakışlarla evlatları için dilenen, gerektiğinde çöplerde işe yarar bir şeyler arayan annelerini; diğer kefesine gazetelerde, dergilerde kıyafetlerine yıldızlar verilen kadınların yanlarında bol sıfırlı sayılar yazılan ayakkabılarını, çantalarını koysak, hangisi daha ağır basardı? Terazinin bir kefesine Dünya’yı halletmişler gibi Mars’a, neredeyse Güneş’e gitmek için uğraşanların roketlerini, gururlarını; diğer kısmına huzur içindeki eski hayatlarına dönebilmek için neredeyse o gezegenlerin hepsini feda edebilecek o “göçmenleri” koysak eşitlenir miydi kefeler? Merak ediyordum işte. Sabaha karşı gürültüler duyulup çığlıklar yükselince, yine aynı merakla koştum sahile. Orada, o sahildeydim yine. Kaçakların arasına karışıp boş hayallerin peşinde koşarken onlarla aynı kaderi paylaşan on iki yaşındaki çocuğun, sırtında hiçbir işe yaramayan turuncu can yeleğiyle solmuş bir çiçek gibi yatan o çocuğun yanında. O çocuk benim abim. Başında dikilip bakansa en az onun kadar ölü görünen, inanamaz gözlerinden başka hiçbir yerinde can olmayan o adam da benim babam.
Gözünden akan tuzlu bir damlayla, belleğindeki sahneleri yüreğinden akıtmıştı Mahmut Usta. Fotoğrafı yerden alıp pencerenin köşesine iliştirdi. Elektrik şalterini indirip evinin yolunu tuttu.