“Bulutlara inanır mısın?”
“…”
“Tamam, ilk önce ben söyleyeyim ama mızıkçılık yok sen de söyleyeceksin ona göre Cengiz. Bıyıkları yeni terlemeye başlamış delikanlının yüzü hafifçe kızardı yanındaki al yanaklı kızın söyledikleri üzerine. Sessizce başını sallayarak onayladı. Genç kız yüzü kızarmaya başlayan Cengiz’i daha fazla utandırmamak adına konuşmaya başladı: Ben inanırım; öldükten sonra ruhların bizi oradan izlediklerine, üzüldüğümüz zaman yağmur şeklinde yeryüzüne inip ağlayışlarımıza eşlik ettiğine, sevindiğimiz zaman güneşin önünden büyük bir incelikle çekilip, güneşin damarlarımızda akan kanı ısıtmasına izin verdiğine, yeryüzünde bir kötülük oluyorsa bizi ve güneşi korumak adına cesurca önlerine geçip yeryüzünün ışığını kestiğine, öldükten sonra tekrar bulutların üstünde kavuşacağımıza…”
Gözyaşlarına eşlik eden yağan yağmur sakallarını git gide daha da kayganlaştırıyordu Başkomiser Cengiz’in. “Süveyda!” diye inledi durduğu yerde. Ne çok özlemişti onu, kokusunu, ilk gençlik yıllarının badem şekerini… Ne çok özlemişti ellerinin ellerine dokunuşunu, her temasta bedenine yayılan yakıcı heyecanı… Ne çok özlemişti lisede son dersi kırıp Gençlik Parkı’na gidişleri, dönüşte alınan badem şekerlerini… Ne çok özlemişti ona bir Cemal Süreya şiiri okumayı… Ne çok özlemişti beraber Ulus Muhallebicisi’nde en çok sevdikleri tatlı olan sütlacı yemeyi… İlk gençlik yıllarına ait olan bu anı hafif kabaran yüreğini daha da sızlatmıştı. Nereden gelmişti aklına, ağızda hafif kekremsi bir tat bırakan bu bellek kırıntısı? “Duygusaldın Cengiz, iyice duygusal oldun,” diye kendi kendine yüklendi içinden.
Doya doya içine Ankara ayazını doldurarak doya doya “Süveyda!” dedi bir kez daha ve Kocatepe Camii’nin ön kapısından başkentin sembollerinden olan mabede giriş yaptı. Ağır adımlarla bir elin parmağını geçmeyen cemaatin bulunduğu tarafa yöneldi.
***
İmam, “Hakkınızı helal ediyor musunuz”? vecizesini üç kez arka arkaya tekrarladı. Üçünde de “Helal olsun!” nidaları yükseldi az sayıdaki cemaatten. Başkomiser Cengiz içinden bir defa daha söyledi, “Helal olsun Feride.”
Avuç içleriyle nemli gözlerini silmek istedi, bunun için ellerini yüz hizasına kaldırdı fakat vazgeçti son anda. Yüzünü gökyüzüne çevirdi aniden. Bakışlarını gaz ve sıvı karışımı maddelere çiviledi. “Bulutlara ben de inanırım Süveyda!” dedi yüzünden kayıp giden damlalar eşliğinde. Bakışlarını Süveyda’dan alamıyordu bir türlü. Onu ne kadar çok özlediğini tüm bedeni ve ruhu ile bir kez daha hissetti Başkomiser Cengiz. Ağzına giren yağmur suyunun tadı Süveyda’nın dudaklarına bıraktığı çilekli rujunun tadıydı, yerdeki betona çarpan yağmur suyunun sesi Süveyda’nın ruhunu okşayan sesiydi, etrafı saran gök gürültüsü bir daha hiç kavuşmayacak üzere ayrıldıklarının artçı sarsıntısıydı. Başkomiser Cengiz yavaş yavaş bakışlarını gökyüzünden alarak önünde beyaz renkli bir beşiği andıran musalla taşına çevirdi. Az önce Feride vardı, şimdi yoktu. Şimdi kendisi vardı, az sonra kendisi de yok olacaktı. Ağır adımlarla caminin çıkışına doğru yöneldi. Yağmur; sokaklarını yıkamaya devam ediyordu, bulutlarda kavuşan sevgililer şehrinin.
***
Sabahın ilk saatlerinden itibaren başkenti esir alan yağmur şehre göz açtırmıyordu. Ankara’nın yağmurunu bilen bilir. Hava aniden kapar, daha önceden anlaşan bulutlar bir anda bütün yüklerini şehrin üzerine bombardıman misali boşaltırlar. Başkentin sokaklarında yürüyen insanların üzerine kısa süreli bir kâbus filmi gibi çöken yağmur normal zamanda da felç olan trafiği iyice felç eder, yaşanan bu kaos ortamında trafik kazaları birbirini izler, kısacası karmakarışık olan hayatlar daha da karmaşık bir hal alırdı. İşte yine böyle bir yağmur yapacağını yapmış can kaybı olan bir trafik kazasına neden olmuştu Kavaklıdere-Küçükesat sapağında. Kavaklıdere yönünden gelen son model lüks araç, yağışın etkisiyle kayganlaşan yolda virajı alamamış karşı yöne dalarak Kızılay yönünden gelen başka bir lüks araca çarpmıştı. Başkomiser Cengiz, Madalyon Psikiyatri Kliniği’ne gidiyordu Ahmet Susuz ve cinayet gecesi güvenlik görevlisi olarak klinikte bulunan Şakir Göktepe ile konuşmak için. Yol karşılıklı olarak trafiğe kapatılmıştı. Kliniğe ulaşması için yaklaşık bir yüz elli metresi kalmıştı. Bu yolun akşama kadar açılmayacağını yılların tecrübesiyle –tecrübeye de gerek yoktu aslında- biliyordu. Başkomiser Cengiz emniyetin Cinayet Büro’ya tahsis ettiği aracı yolun kenarındaki marketin önüne park etti, araçtan indi, yavaş adımlarla olay yeri raporunu tutan trafik polisinin bulunduğu yöne doğru ilerledi. Genç trafikçinin yanına geldiği zaman kimliğini göstermek için omzuna hafifçe dokundu.
“Kolay gelsin, Cinayet Büro Başkomiseri Cengiz Erkmen.”
“Memnun oldum Başkomiserim. Trafik Şube’den Kartal Cihangöz.”
“Haberin vardır. Gerçi yayın yasağı getirildi ama yine de biliyorsundur. Bir seri katilin peşindeyiz.” Sağ eliyle yolun karşısında heyula gibi dikilen binayı işaret ederek devam etti. “Katil son cinayetini burada işledi. Dosyayla ilgili bazı sorgulamalar yapmak için oraya gidiyorum. Gördüğüm kadarıyla yaya da yol kapalı.”
Genç polis, orta yaşlarını sürmekte olan meslektaşının ne demek istediğini anlamış bir şekilde konuştu. “Ne demek istediğinizi anladım Başkomiserim. Bir saatliğine savcı gelip gidene kadar yol karşılıklı olarak yayalara da kapalı. Siz geçebilirsiniz tabii ki.”
Başkomiser Cengiz aldığı geçiş vizesi üzerine genç polisin omzuna bir kez daha dokundu, yavaş adımlarla yolun karşına geçerek ruh gibi olan binaya giriş yaptı. Sanki Feride karşısına çıkacakmış gibi bir his vardı içinde.
“Cengiz abi seninle konuşunca içimdeki kurumuş olan huzur kaynakları yeniden canlanıyor, canlanan huzur kaynakları ruhumu besliyor, beslenen ruhum bambaşka bir kimliğe bürünüyor, bambaşka bir kimliğe bürünen ruhum bedenimde yeniden şekil buluyor.”
Hemşire odasının önünden geçerken aklına gelen sohbetlerinden kalma hoş cümlelerden birkaçıydı yalnızca. Bir keresinde de şöyle demişti Çalıkuşu:
“Hayatımda hep bir baba eksikliğini hissettim. İlkokula başlarken, dönem sonlarında karne alırken, üniversiteden mezun olurken, marketten bir şeyler alırken, evde yalnız başıma kaldığım zamanlar korkarken, yaya geçidinde karşıdan karşıya geçerken, bakkaldan ekmek alırken, film izlerken, çocukları babalarının boyunlarına sarılırken, babalarının ellerinden tutarken gördüğüm zaman… Hep bir eksiktim çevremde bütün bu hayatlar yaşanırken. O yüzden baba sevgisi nedir, tam olarak bilmem yirmi sekiz yaşıma geldiğim halde. Annem, babamın yokluğunun yarattığı içine sürekli gözyaşlarımın dolduğu boşlukları doldurmaya çalıştı yıllar boyunca. Bir yere kadar be Cengiz abi. O boşluklara acı, elem, keder ve gözyaşı doldurdu. Annem bunun farkındaydı ama hiçbir zaman vazgeçmedi duruşundan. Diyeceğim o ki sen bana tatmadığım o baba sevgisini tam olarak ne anlama geldiğini bilemesem de tattırdın. O yüzden iyi ki varsın, iyi ki…”
***
Vakitsiz çalarak uykusunu bölen telefonlar en çok nefret ettiği şey olabilirdi şu hayatta. Kim nefret etmezdi ki gecenin bir vakti ansızın kapıya dikilen polislerden farkı olmayan uyku düşmanı olan tırnak içinde söylemek gerekirse akıllı aletlerden. Akıllılardı da kime göre, neye göre? Çalmada üçüncü kez tur bindiren alete nazikçe küfrederek telefonu açtı Başkomiser Tekin. Telefon ile ilgili sorgulamalarını bir sonraki sefere bırakarak telefonun ötedeki ucundaki Yusuf’a sinirli bir biçimde ses tonunu yükselterek, “Ne oldu Yusuf? Gecenin bu vaktinde arama sebebin kaliteli bir nedendir umarım,” diye gürledi. Amirinin akşam beş olmasına rağmen içinde bulundukları zaman dilimini ‘gece’ diye adlandırması Yusuf’un gözünden kaçmadı fakat durumu bozuntuya vermedi. Anlaşılan dün gece içkiyi çok kaçırmıştı Başkomiser Tekin. Amirinin “Hadi lan, bir an önce ne diyeceksen de. Seni mi bekleyeceğim sabaha kadar,” özdeyişi üzerine hemen konuya girdi genç polis. “Tekin Başkomiserim, Zeynep Taner öldürülmüş.”
***
“Çocuklar, eğlenceli bir şey seyredeceklerini anlayarak geri çekildiler. Biz salıncağın yanında yalnız kaldık.
Kuzenim gülerek:
– Ne bekliyorsun, Feride? dedi. Korkuyor musun? Bu sefer yüzüne bakmaya cesaret edemeyerek:
– Ne münasebet, dedim ve salıncağa atladım.
İpler gıcırdadı, salıncak yavaş yavaş hareket etti. Ben ihtiyatlı davranıyor, çok zorlu olacağını hissettiğim bu sallanmada kuvvetimi muhafaza etmek için dizlerimi hafifçe bükmekle iktifa ediyordum.
Gitgide süratimiz artmaya, gürgen, gittikçe çoğalan yaprak hışırtılarıyla sarsılmaya başladı.
İkimiz de dişlerimizi sıkıyor, bir kelime bize biraz kuvvet zayi ettirecekmiş gibi susuyorduk.”
Çalıkuşu, Sayfa 83
***
Zeynep Taner ile Şahin Ertürk’ün ele ele tutuşmuş fotoğraflarının altında yer alan italik harflerle yazılmış tabloda yazan bu satırları okurken dikkati bir noktaya kilitlenmişti Başkomiser Tekin’in. Tablodaki yer alan Çalıkuşu’ndan alıntılanmış metindeki Feride isminin üzerinden akan kırmızı renkteki sıvı, odadaki ipek halıyı boydan boya kızıla boyamıştı.
Olay Yeri İnceleme Şefi Lütfi’yi yanına çağırdı ve kısık sesle konuşmaya başladı.
“Lütfi, tablodan halıya sızan kandan örnekler alın ve maktulün kanıyla karşılaştırılması için kriminale gönderin. Ayrıca bütün evde parmak izi arayın, bu sefer parmak izi bırakmıştır bir yerlere şerefsiz.”
Amirinin söylediklerini kafasıyla onaylayan Olay Yeri İnceleme Şefi kan örneklerini almak için tabloya yönelirken içeriye Başkomiser Cengiz ve Komiser Yardımcısı Doğan girdi. İki başkomiser sıkıntılı bakışlarla birbirlerini selamladılar. Başkomiser Cengiz, karşısındaki duvarda yer alan tabloyu ve çerçevenin içinden kendisine gülümseyen insanları seyretti bir süre. Katil, aklı sıra masumiyeti yok eden bir kişiyi daha ortadan kaldırmış, kendisine yüklediği misyonu bir kez daha yerine getirmişti. Yan odada Adli Tıp’ın siyah ceset torbasına konan başsız bedene kaydı bakışları bir an. Katil, eğer yolda gelirken Doğan’ın söylediği gibi kendisini bir samuray zannediyorsa eninde sonunda kendi canına da kıyacaktı. Doğan, üç başlı ejderhanın gizemini araştırmış ve işin ucu on yedici yüzyıl Japonyasına kadar uzanmıştı. On altıncı yüzyılın sonları ile on yedinci yüzyılın ilk çeyreğinde hüküm sürmüş olan imparator Higashiyama koruması olan gözüpek bir samurayı huzuruna çağırmış ve onu yeryüzündeki masumiyetin ebedi koruyucusu ilan etmişti. O samuraya da yüzyıllar boyu devam edecek nesliyle bu işi devam ettireceğini söylemişti. Maktullerin üzerinde buldukları notlar, cinayet aleti, cinayetlerin işlenme biçimleri, bütün bunlar katilimizin bu tarihi misyonun günümüzdeki yüklenicisi olduğu anlamına geliyordu. Ayrıca yıllar önce öldürülen ve dosyası delil yetersizliği sebebiyle rafa kaldırılan Farah Naz Koçyiğit cinayetinin faili de bu dört cinayetin faili ile aynı kişiydi. Adli Tıp gönderdiği raporda yazıların aynı elden çıktığını söylüyordu. Başkomiser Cengiz’in bu olayda sevindiği tek detay buydu. Farah Naz Koçyiğit cinayeti faili meçhul olarak kalmayacaktı. Yıllar sonra işlenen cinayetler katilin tekrar gün yüzüne çıktığını göstermişti işte.
Ne diyordu ünlü Adli Tıpçı? “Kusursuz cinayet yoktur, katil mutlaka bir iz bırakır…”
***
“Ne bir kanıt, ne bir tanık ne de en ufak bir iz… Hiçbir şey yok bilmem ne yaptığımın dosyasında…”
Cinayet Büro’nun karanlık odasının karanlık atmosferini delercesine bir küfür savurdu Başkomiser Tekin.
“Bu polis, kendisine Zeynep Taner’i koruma görevi verilen. Bu yavşak neden nöbet değişiminden önce apartmanın önünden ayrıldı?
Başkomiser Cengiz müdahale etmekte biraz daha gecikirse meslektaşının kendisine zarar vereceğini fark ederek elinde tuttuğu renkli A4 kağıdını masanın üzerine koyarak konuşmaya başladı:
“Tekin anlıyorum öfkeni ama şu anda sakin olmalıyız. O polis sorgulanacak, soruşturma geçirecek, büyük ihtimalle de ihmalkârlığı yüzünden görevinden alınacak. Bütün bu süreçleri sen de biliyorsun zaten. O yüzden buraya odaklanma lütfen.”
Masanın üzerindeki renkli kâğıdı eliyle işaret ederek konuşmasını sürdürdü: “Al sana cinayet aleti. Katile bir adım daha yaklaştık. Buraya odaklan.”
Başkomiser Tekin cam kenarından masaya doğru hızlıca yaklaştı ve az önce Başkomiser Cengiz’in masanın üzerine bıraktığı renkli çıktıyı eline aldı.
“Vay anasını. Haklıymışsın be abi. Bu ruh hastası kendisini harbiden samuray zannediyormuş. Peki, buna nereden vardık?”
“Hatırlıyorsan Doğan’a Feride Yalman’ın gördüğü üç başlı ejderha kılıcının gizemini araştırmasını söylemiştim.”
“Evet, hatırlıyorum.”
“Doğan’ın araştırmasından çıkan sonuçlar tahminlerimde beni yanıltmadı. Üç başlı ejderha daha doğrusu ejderha figürü Japon geleneğinde imparatorlara özgü, gücü temsil eden bir sembolmüş ve imparatorlar hariç bu kılıca sahip olan çok az sayıda kişi varmış. Bu az sayıdaki kişi de imparatorun kendisini bu kılıç ile şereflendirdikleri kişilermiş. İmparatorlar bu kılıçları öyle sıradan kişilere hediye etmezlermiş. Kendi şahsi korumalarına, hizmetinde bulunan değerli devlet adamlarına ve imparatorluk ordusunda üstün hizmet ve büyük başarılar göstermiş askerlere hediye edermiş. İşin ilginç tarafını ve bizim katil ile olan bağlantısını duymak ister misin?”
Başkomiser Tekin, o kadar heyecanlanmış ve anlatılan ilginç, masalımsı hikayeye kendini öylesine kaptırmıştı ki ellerini birbirine sımsıkı kenetlediğinin farkına Başkomiser Cengiz’in sözlerine kısa bir ara vermesiyle vardı. Ardından masadan kalkıp Başkomiser Cengiz’in karşısındaki koltuğa oturdu ve bütün dikkatini meslektaşına verdi.
Başkomiser Cengiz, karşısına oturan Başkomiser Tekin’in tüm dikkatinin üzerinde toplandığını hissedince sözlerine kaldığı yerden devam etti.
“Anlatılan o ki on altıncı yüzyılın sonları ile on yedinci yüzyılın başlarında Japonya’ya hükmeden İmparator Higashiyama kendisine büyük dedesinden kalma üç başlı ejderha işlemeli katanasını uzun yıllar boyunca şahsi korumalığını yapan bir samuraya vermiş ve bu kılıç ile birlikte samuraya tarihi bir sorumluluk yüklemiş.
“Bu sorumluluk samuraya oldukça ağır bir yük getirmesinin yanı sıra yerine getirilmediği takdirde işin ucunda imparator ve Güneş Tanrısı Amaterasu’nun laneti varmış. Samuray bütün bunların bilincinde, ayrıca başka bir seçeneğinin de olmaması sebebiyle imparatorun kendisine yüklediği bu tarihi misyonu ve sorumluluğu kabul etmiş.”
Başkomiser Tekin’in karmakarışık olan kafası dinledikleri üzerine daha da karmaşıklaşmıştı. Önceden bildikleri ile az önce duyduklarını birleştirip tekrar sıraladı zihninde. Bu sıralamada eksik olup zihnini ağrıtan noktayı ise meslektaşına sordu.
“Başından beri beklediğim şeyi hâlâ söylemedin abi. Bizim katil ile bu anlattığın hikayenin bağlantısı ne?”
Başkomiser Cengiz anlattığı hikayede can alıcı noktayı en sona saklamış, dinleyicinin dikkatinin anlatılanlar üzerine yoğunlaşmasını sağlamıştı. Başkomiser Tekin’in heyecandan yüzünün kızarıp ellerinin yerlerinde rahat durmadığını fark edince hikayesini kaldığı yerden anlatmayı sürdürdü.
“Sözün kısası bizim katil yani samuray bu tarihi misyonun günümüzdeki temsilcisi. En azından kendisini öyle zannediyor.”
Başkomiser Tekin kanında salgılanan adrenalin hormonunun bedeninde doğrudan meydana getirdiği heyecan ve heyecan kadar etkili olmasa da yüz hattının gerginliğinden anlaşılan sinirden yerinde duramamış, ayağa fırlamıştı. Odada bir aşağı bir yukarı iki kez turladıktan sonra Başkomiser Cengiz’in karşısına oturdu tekrar.
“Demek kendisini bu kılıcı imparatordan ilk alan samurayın varisi zannediyormuş geri zekalı. Peki şimdi ne yapacağız abi?”
Başkomiser Cengiz kendinden son derece emin bir şekilde yanıtladı genç meslektaşının sorusunu.
“Bu kılıcı Ankara’da yapabilen bir usta var mı? Daha doğrusu Türkiye’de yapabilen kimler var? Bunu araştıracağız ilk önce.”
Başkomiser Tekin oturduğu koltukta huzursuzca kıpırdandı.
“Biz bu ustayı bulana kadar bu manyak bir kişiyi daha öldürürse ne olacak?”
Başkomiser Tekin’in huzursuzluğu Başkomiser Cengiz’e geçmişti. Huzursuzluk içinde sohbeti sonlandırdı.
“Dua edelim de bir kişiyi daha öldürmesin Tekin.”