Akıllı bir adamdı Mert. İşinde gücünde, hesabını kitabını bilen ve monoton günleri asla sahipsiz bırakmayan, fırsat buldukça hayata da dokunabilen birisiydi. Hiçbir şeyi kadere bağlamaz, çalışıp didinmeden elde edebileceği şeylerin varlığına asla inanmazdı. Etrafını saran onca güzel kadına rağmen, ısrarla inkar ederdi hoş, beğenilesi bir adam olduğunu. Ona göre bu, mütevazilik değil, bilakis kendini doğru yerde konumlandırıp görebilmekti. Belki telaşa çok az kapıldığı için, belki de her gün çok daha güçlü birisi olabilmek gayesiyle çılgıncasına savaştığı için, elinden kayıp giden insanların hesabını tutamamıştı. Bir gün çok anlamsız biçimde rutin kalıplarının dışına çıktı, bilinçaltının sesini dinleyesi tuttu ve hayatının orta yerine bir delik açtı. İçini boşaltmak istediği kalbinde kısa süreli oynanmış bir kumar gibiydi bu. Mert kazandığını sandı önceleri çünkü karşılaştığı kadınlar kaybettiklerine inanmaya dünden razıydılar. Ama kazanmanın tarifi, sahip oldukça hep bir fazlasını istemekle asla doymayacak, kör ruhlu bir bedenin hangar gibi midesiydi.
Mert’in hayatındaki üç kadın aşağıdaki gibi. Değerli okuyucu, kadınlardan bir tanesini seçip yola öyle devam etmelisiniz. Sonunda yaşamak, ölmek, öldürmek veya suya sabuna bile dokunmamak ihtimalleri duruyor.
OYLUM:
Özür dilemek için yaşama. Tok sesin, iyi giyimli hallerin, ıslak saçların ve yusyuvarlak gözlerin alet olmasın buna. Bana her gün, beni çok sevdiğini de söylemene gerek yok. Senden böyle bir şey istediğimi hiç hatırlamıyorum. Güzel cümlelerin ve öldürülmüş bir buket çiçeğin bana iyi geldiğini sana kim söyledi? Kesinlikle ben değil. Bir mesaj çekince, “Günün nasıl geçti?” diye sorunca ve kapının önüne spor arabayı dayayınca, kendini dört dörtlük erkek kategorisine rahatça koyabilmene sebep olan kişiler utansın. Şimdi gidiyorum. Bu masadan kalkıp, içine tıkılı kaldığım evden çıkıp, dirsek çürüttüğüm ofisi arkamda bırakıp, haftada iki defa beni götürdüğün şık restoranı hiç hatırlamamak üzere gidiyorum. Sadece herhangi bir şeyi paylaşabileceğim, karşıma çıkacak ilk kişiye doğru gidiyorum.
GÜLÇİN:
Dünyada hiçbir şey, yalnız kalınca ne yapacağını şaşıran ve önünü arkasını toplamayı beceremeyen bir erkekten daha itici olamaz. O kurşungeçirmez zırhlarının, hayatlarındaki kadın ortadan kalkınca delik deşik olduğunu görürsünüz ve o dakikadan itibaren, hayranlıkla seyrettiğiniz adam küçülür, küçülür, un ufak olur. Düne kadar aynı şirkette çalışmamızın avantajı olarak gözlerimi üzerinden ayıramadığım, nişanlımı düşünmeye ara verip uzaktan uzağa seyrettiğim adam, şimdi beni her şeyden çok arzuladığını haykırıyor. Peki ben ne yapıyorum? Maaşı gibi hayalleri de sınırlı olan, uysal nişanlımı düşünüyorum. Cazibeli bölüm müdürü, üzerimdeki tesirini çoktan kaybetti sanırım. Üzgünüm. Parası ve hediyeleri, an itibariyle beni heyecanlandırmaya yetmiyor.
ASLI:
Uyumak istiyor. Bana gelip sadece huzurlu bir uyku çekmek istediğini söylüyor en masum haliyle. Bu tavırlarını, düşük enerjiyle oynadığı oyunları çok iyi bilirim. Küçük bir çocuğa, hatta ev kedisine benzer. Sokulur, sürtünür, göstereceğin her türlü merhameti sevine sevine kabul eder. Kadınların annelik damarına dokunup yakınlaşmakta üstüne yoktur onun. Şimdi yine sevgilisiz kaldım diyemediği için, koşarak çaldığı ilk kapı benimkisi. Keşke dürüst olsa, açık açık söylese. O değil ama ben her zaman dürüstüm. Eski sevgilime kucak açmaya hiç niyetim yok. Hayatımda yeni birisi var diye bahane üretmeye yeltenmeyeceğim bile çünkü dediğim gibi, onda olmayan şey bende var. Dürüstüm. Rahatça “Telefon edebilirsin, mesaj çekebilirsin, sosyal medyada beni takip edebilirsin. Ama bu eve asla giremezsin” diyebildim ona. Israr edemedi, telefonu kapattı. Ben de gülümsedim. Farkında olmadan bana çok iyi gelen bir şey yaptı. Sevgili olduğumuz zaman hiçbir işe yaramamıştı ama şimdi gerçekten faydası dokundu bana.
Tam şu an, üç kadından bir tanesini seçmiş olmanız gerekiyor, oyuna ve yazıya devam edebilmek için.
MERT
Ben aslında şiddet yanlısı birisi değilim. Birisine vurmak şöyle dursun, insanlarla sözlü olarak tartışmayı bile sevmem. Ama nasıl oldu bilmiyorum, sinirden kontrolümü kaybetmişim. Kısa süreli bir öfke nöbeti sırasında Oylum’a vurdum. Bağırdı. Hem de o kadar fena bağırdı ki, bütün siteyi çınlatmış olabilir cırtlak sesi. Sinirim bir kat daha attı, tekrar vurdum. Susması için, öfkemi atmak için veya bunu hak ettiğini düşündüğüm için. Hiçbir fikrim yok. Kimliğimi yere düşürdüm, epey dövmüşüm Oylum’u. Dudağı ve burnu kan içindeydi. Sakinleyip, kendimden utandığımda ise çoktan çekip gitmişti. Haklıydı. Tartışmada haksız olsa bile, artık çok haklıydı. Ben de kendimi suçlayarak öfkemle ve manasız şiddetimle başa çıkamayacağımın farkındaydım. Çünkü eski sevgilim Aslı’yı da dövmüştüm. Demek ki defalarca kendimle yüzleşsem de değişemiyordum. Onlar da değişmiyordu, değişmemeleri çok daha iyiydi zaten. Ses çıkarmayıp sineye çekerlerse, şiddetin dozunu arttırabilirdim. Ben aslında en çok kendimden korkuyordum.
Sevdiğiniz kadın özrünüzü kabul etmediği zaman yapmanız gereken en mantıklı şey, ondan ikinci kez özür dilemektir. Eğer ikinci özür de işe yaramazsa ve kendinizi hala çok kötü hissediyorsanız önünüzde iki olasılık kalmış demektir. Ya üçüncü kez özür dilersiniz ya da kötü gözükmeye son vermek için, araya başka bir kadın alıp kafanızı rahatlatırsınız. Ben öyle yaptım. Telefonlarıma çıkmayan Oylum’un kapısına dayanmak durumu daha da tatsız bir şekle sokabilirdi. O yüzden önce eski sevgilim Aslı’yı aradım, hem de terslenmeyi göze alarak. Anlayışla karşıladı, beni dinledi. Herhalde beş dakikaya yakın konuşmuşumdur, hiç kesmedi sözlerimi. Sonra ben sustuğumda “Hayır” dedi. İncinmedim. Gayet iyi tanıyorum onu. Üzerine gidip ısrar edersem inatlaşır benimle. Ama kendi kabuğuma çekilip boynumu bükersem, dayanamaz. Telefonu kapatırken, elimde bir ihtimal daha kaldığını, o da olmazsa, gönül rahatlığıyla Aslı’nın evine gidebileceğimi düşünmüştüm.
İşyerindeki odamın kapısı kısa bir koridora açılıyor. O koridor, iki duvarın ve karşılıklı bakışan dört odanın öpüşmesine engel oluyor. İşte bu sebepten içi burulan odalardan bir tanesinde çalışan Gülçin, her fırsatta bana yakınlaşmaya çalışan, çok hem de çok güzel bir kadın. Daha bu sabah askılı elbisesini gözlerimin içerisine sokarak gelip geçti odamın önünden. Aralık duran kapımı ittirdi, gülümseyerek bana selam verdi. Sanırım yanlış gündü, çok kötü görünüyor olmalıydım ki, ayaküstü sohbet etmeye yeltenmedi, çabucak gitti. Ama kafamı toplayınca, aklıma ilk üşüşen de yine o olmuştu. Sudan bir sebep bulup, yanına gittiğimde pek pas vermedi. Ama ben yine de kaşla göz arasında ona sordum: “Akşam bir şeyler içelim mi? Müsait misin?” Biraz şaşırdı, beklemiyordu. Dudaklarını büzüp bana kız arkadaşımı sormak istedi gözleriyle. Nasıl baktıysam artık, yanıtı hemen almış gibiydi. “Maalesef nişanlımla Tonedos’a gideceğiz” dedi. Aslında bu hem “Hayır” hem de “Evet” demekti benim için. Gerçek bir “Hayır” cevabı olsaydı, Tonedos’un ismini asla ve asla zikretmezdi. Kadınları az çok tanıdığımı düşünüyordum.
İşin sırrı kadınların gözlerinde konuşlanabilmekteydi. Kısa süreli çapkın bakışlarımla dans etmeye gönüllü olmayan bir kadın bile, ısrar ve tutku yüklü göz darbelerim karşısında mutlaka titrer. O da öyle oldu. O sert, delici bakışlarını nişanlısının yüzünde tutmaya gayret ederken, göz ucuyla karşı masasında onu boydan boya inceleyen kişiyi, yani beni kontrol etmeye çalışıyordu. Tonedos çok nezih, dolgun menülü, elit bir mekandı. Yani Gülçin’in vasat ekonomik durumlu nişanlısının ancak sınırlarını zorlayarak gelebileceği bir yerdi. O yüzden üstünlüğü elime geçirmem zor değildi. Onların rezervasyon yaptırdığı ve çekinerek oturduğu masanın tam karşısına, garsonların ve müşteri yöneticisinin özel ilgileri ile yerleştirilmiştim. Sonra onlar bir başlangıç, bir de ana yemek söyledi tabi. Şarap açtırmaktan çekindiler, kadeh söyleme acemiliğini gösterdiler. Kadehlerin yarımın altında olacağını da bilmiyorlardı. Bense masamı Gülçin’i etkilemek için, onun gözünün içine sokarcasına bol bahşiş dağıtarak donatmıştım. Niyetim belliydi, o da anlamıştı. Sadece kalbinin üzerine giydiği şeyin kalın bir zırh, en azından bir palto olduğunu göstermek istiyordu bana. Oysa ben gayet iyi biliyordum, bana karşı kalbini transparan bir tişörtle örttüğünü.
Çiğ bakışlarım o gece Gülçin’in kafasını bulandırmak için birebirdi. Kalbimdeki oyuk, dudağımda kalan şarabın kekremsi tadı ve nefesim burnuma vurdukça içime dolan terk edilmiş adam yalnızlığı… Hepsinin birleşimi, Gülçin’in nişanlısına attığı boş bakışların arkasına gizlenen şehvetti. Bana “Hayır” demeyi marifet saydığını biliyordum. O yüzden o kocaman “Hayır” a itiraz etmek yerine, onu aramızda görünür bıraktım ve lavaboya kalktığı an, derhal yerimden kalkıp arkasından gittim. Tam bayanlar tuvaletinin önünde seslendim ona. “Bir dakika.” Dönüp baktı. Öyle gülümseyerek değil, tedirgin olmuş gibi, varlığım ona rahatsızlık vermiş gibi. “Efendim? Burada ne işiniz var?” Sanki bilmiyordu. Az evvel masada ufalanan bakışları, titreyen dudakları bir kez daha iş başındaydı. Yaklaştım. Cebimden Oylum için aldığım pırlanta kolyeyi çıkartıp ona uzattım. Fazla söze gerek yoktu. “Bunu sana aldım” dedim. Kutuyu sorgusuz sualsiz açtı ama açarken de “Neden?” diye sordu. Sonra kolyeyi görünce gülümsedi ama bir kez daha sordu: “İyi de neden? Ben bunu kabul edemem. Çok pahalı ve nedensiz bir hediye bu.”
Ağzı kulaklarındaydı. Bana aynı gün içerisinde ikinci kez “Hayır” derken bu kadar gülümsemesi hiç normal değildi. Kızaran yüzüne nefesimi yaklaştırdım ve öldürücü darbeyi indirdim: “Seni istiyorum. Hem de hemen şimdi, burada.” Özgüvenim, şımarıklık duygumla olması gerekenden çok erken yeknesak olduğu için, Gülçin yelkenleri suya indirmiş bir kadın durumundan derhal vazgeçmişti. Gülen gözleri soldu, kaşları çatıldı. Kolyeyi sert biçimde avcuma tutuştururken yanağıma indirdiği tokat, Oylum’un beni terk etmesinden daha çok canımı yakmıştı o an. Olduğum yerde kaldım. “Sen iğrenç bir herifsin. Ne sandın beni? Fahişen gibi mi gözüküyorum oradan bakılınca?” Öfke saçan gözlerini, koridoru çınlatan tiz sesiyle buluşturdu ve bir kez daha üzerime kustu: “Defol git buradan. Gecemizi mahvetmeye hakkın yok. Sevgilinin yanına git yoksa senin için fena olur.” Lavaboya girdi. Arkasından birkaç defa seslenip özür dileme girişiminde bulunduysam da yanıma gelen garsonun anlam arayan yüz ifadesi geceyi orada bırakmam gerektiğini anımsatmıştı. Özür diledim garsondan ve berbat hissederek hesabı ödeyip uzaklaştım oradan.
“Bana gözünle gördüğün değil, içine sığmayan güneşi anlatır mısın?” diye yazdım ve derhal mesajı gönderdim Aslı’ya. Sabah beni kolayca reddettiğini unutmamıştım, intikamım acı olacaktı. Yufka yüreğine usulca sokulup, bozuk moralimi onun mis kokulu teninde sakinleştirmek boynumun borcuydu artık. İki şeye dayanamazdı Aslı. Mağdur, çaresiz bir erkek veya ağzı iyi laf yapan, edebiyat düşkünü bir çapkın olmalıydım onun karşısında. İlk şık işe yaramadığına göre, ikincisini denemekte geç kalmamalıydım. Mesajıma gelecek yanıtı beklerken direksiyonu hiç düşünmeden kırmıştım Aslı’nın oturduğu semte doğru. Üç dakika geçmeden gelen cevap, süre olarak normaldi, içerik olarak beni şaşırtsa da: “Sana güneşi anlatmıştım, sen de dinlemiştin. Tekrar etmemi gerektirecek bir neden yok. Çöpe atılacak zaman ise hiç yok. Üzgünüm. Başka kapıya.”
Bir gün için yenilebilecek maksimum tokat sayısı nedir bilmiyorum ama farklı kadınlar tarafından serseme döndürülecek kadar darbe yemeye devam ediyordum. Ve her geri çevriliş, beni daha da hırslandırıyordu. Pes etmek yerine, yazmaya devam ettim: “O halde benim gözlerimi alıp etrafına bir bak. Gecenin ortasında diz çökmüş yıldızları seyretmek gibi seni düşlemek. Sen uyurken uyumamak. Uyanma diye sessiz sedasız seni sevmek. Ve sonra sırf bana gözlerimi açtır diye, dudaklarımı çenene doğru eğmek. Hepsi? Hiçbiri? Ortası yok bunun.” İnadını kıracağıma o kadar inanmıştım ki, karşımdaki kişi eski sevgilim olmaktan da çıkmıştı. Onunla yazışırken, onu hayatımdaki tüm kadınların yerine koyabiliyordum kolayca. Hem Oylum’du hem Gülçin’di hem de Aslı. Hatta ismini hatırlamakta zorlanacağım diğer kadınlar da olabilirdi. Yolumu değiştirmedim. Belki ısrar etmeyi sevdiğimden belki Oylum da bu tarafta oturduğundandı bu inadım. Ama telefonum ikinci kez acı acı bağırıncaya kadar, ne kadar keyifsiz olursam olayım, o an için yapmak istediğim şeyi yapıyordum sadece.
“Seninle konuşmak, yolda yürürken yerde on kuruş bulmak gibi. Ki ben hayatta eğilip almam o on kuruşu. Bilmem anlatabildim mi?” Sinirden direksiyonu yumruklamıştım ama derin nefes alıp, aklıma ilk gelen cevabı şak diye yapıştırmaktan da geri kalmamıştım: “Bir zamanlar çarşıya, pazara, her yere, cüzdanındaki o on kuruşla çıkardın. Bilmem hatırladın mı?” Mesajı yolladıktan sonra önümde aniden duran arabanın fren sesiyle irkilmiştim. Öfke damarlarımdan beynime yürümüştü çabucak. Kornayı, insanların kulak zarını yırtmak için köklemiştim. Etraftan bağıranlar, suratıma bakıp küfredenler ve hiç çekinmeden el hareketi yapanlar… Evet, hepsinin toplamı gibiydi bu gece benim için. İçimdeki şiddet deniz misali hafif hafif kabarıyordu. Yeni mesaj gelinceye kadar dizginleyebilmiştim ben o denizi. Sonra… Okudum: “Türk Lirasından altı sıfır atıldı, ben de seni çöpe attım. Artık yazma, yoksa engellerim seni.” O an gidip saçlarından sürüye sürüye onu yatağa atmak istemiştim. Yatağa attıktan sonra da asla öpmeyecektim onu. Çünkü bu sözlerini burnundan getirmenin en iyi yolu, onu aşağılamak olurdu. Hiçbir değeri olmayan, basit bir paçavra gibi hissetmesi için elimden geleni yapmaya hazırdım. Ama bugün, kesinlikle o gün değildi. Beni engellememesi için sineye çektim hakaretini ve arayı biraz soğutup, intikamımı tadına vara vara almaya karar verdim.
Başa dönmüştüm şimdi. Ruhumda açtığı delik ve yüzüme sürdüğü mide bulandırıcı leke ile gurur duyabilirdi Oylum. Ona uyguladığım şiddet, beni düşük profilli bir insan bozuntusuna dönüştürmüştü. Kimsenin beni ayıplamasına fırsat vermeyecek kadar utanmıştım kendimden. Ama bu duygudan daha kötüsü, zaman zaman yaptığım şeyi haklı bulabilecek nedenler sıralayan bir beyne sahip olmamdı. Neden yapıyordum bunu? Cevap yoktu. Çok değil, yaklaşık beş dakika önce başka bir kadına daha beterini yapmaya meyil edecek kadar çabuk ikna etmiştim kendimi. Demek ki soruyu sormak marifet sayılmazdı. Cevabı bulmaya, yani Oylum’un yanına gitmeliydim. Hiç tereddüt etmeden sağa çevirmiştim direksiyonu. Evi sadece iki sokak uzaktaydı. Sadece iki. Bir ve iki.
Bir ve iki. Asansör ikinci katta durdu. Anahtarı değiştirecek vakti olmamıştır diye düşünmeme rağmen, gerekli inceliği göstererek kapıyı çalmayı yeğlemiştim. Hala çat kapı içeri girecek kadar yüzsüz değildim netice itibariyle. Ve kabalık şu an ihtiyacım olan en son şeydi. Dürbünde bir göz belirdi ve hemen akabinde onun sesi: “Şu an görüşmek istemiyorum Mert. Lütfen…” Yapmacık, süslü şeyleri oldum olası sevmiyorum. Şu kullandığı kısa boylu cümlenin bana nasıl yapmacık geldiğini ona anlatmadan önce, beynime hücum eden kanı dizginlemem gerekiyordu. Dişlerimi sıktım, ağzımın içinde bıraktığım kelimelerden upuzun bir kolye yaptım. Sonra ona hayal edemeyeceği bu kolyeyi sürprizli biçimde hediye etmek için, tekrar kibar davrandım: “Böyle olmadı. Baksana biraz konuşabilir miyiz? Hatamı tamir edemem biliyorum ama belki özür dileyebilirim.” İstesem bile, köprüyü geçebilecek kadar dahi nazik olmayı beceremiyordum, olmamıştı yine. Bunu fark ettiğimde zaten çok geç kalmıştım, derhal cevap verdi sesini olabildiğince yükselterek: “Belki mi? İstemem Mert. Sen de kalsın. Özrünü istemiyorum, boş ver.” Farkında olmadan kapısına bir yumruk atmışım. Artık “galiba” demeyeceğim, kesinlikle öfke sorunum var benim. “Bak, konuşmak istiyorum. Lütfen aç kapıyı. Sinirleniyorum. Bir kere dinle beni, sonra gideceğim. Söz veriyorum.”
Bütün karizmamı tek bir çığlıkla imha etmesine seyirci kalmam, tam da bu sırada olmuştu. Yine kendimde olmadan, birkaç defa zile basmışım, birkaç defa da kapıyı yumruklamışım. Önce söz vermemle alakalı birkaç kötü cümle sarf etti. Sonra çığlık atmaya başladı. O bağırınca fark ettim kapısını hiç durmadan dövdüğümü. Sanırım ben o kişi, yani kendini çok beğenen Mert değildim. Kendime dışardan bakmayı acilen öğrenmem gerekiyordu. Durdum ve olduğum yerde kaldım. Nefesim ikiye bölününceye kadar sessizliğimi korudum. Bağırmayı bıraktı, ikimiz de sessizdik artık. Tek bir cümle, ona sarılıp veda etmekten çok daha geçerli olacaktı. Ve kuracağım bu cümlenin özür dilemekle alakalı olmamasının, onu çok daha anlamlı kılacağını biliyordum. “Her neyse. Bir daha karşına çıkmayacağım. Beni gönül rahatlığıyla unutabilirsin. İyi geceler.”
Sonra gerçekten gittim. Bu kez iki ve bir. Apartmandan dışarı çıktığımda soluğuma yapışan o şeyin, hayatın ta kendisi olabileceğini düşünüp var gücümle içime çektim. Ama yanılmıştım. Çünkü sahip olduğum hayat, hayal ettiğim kadar büyük değildi. Karşı kaldırıma bekleyen eski bir arabanın kıpırdayan farları gözlerimi almıştı. Beni çağırıyordu yanına ve ben de kaçıp gitme şansımın hiç olmadığını anlayacak kadar zeki birisiydim. Yaklaştım. Camın arkasından yüzüme yansıyan gülümsemenin sahibi Gülçin’den başkası değildi. Direksiyon koltuğunda oturan nişanlısı ile birlikte gayet keyifli gözüküyorlardı. Şaşırdım ve ağızlarından dökülecekleri merakla bekledim. Şaka değil, gerçekten bekledim. Gülçin “Özür dilerim” dedi. Anlamadığımı kestirmeden ifade etmek için gözlerimi yuvasından dışarı çıkartarak baktım. Sonra nişanlısı yüzüme üflediği sigara dumanının arkasından, “Hayatımda gördüğüm en pis, en aşağılık herifsin” dedi. Ben de yüzsüzlükten mi yoksa korkudan mı bilinmez, “Evet. Bunu biliyorum” dedim. Tuhaftı. Aslında korkmamıştım. Gerçekten onlara katıldığım için böyle söylemiş bile olabilirim. Sonra arabanın penceresi kapandı, bana gözleriyle veda eder gibi son bir kez anlamlı biçimde baktılar ve hareket ettiler. Onlar giderken el sallamak isterdim ama yapamadım.
Arkamdan sessizce uzanan gizemli bir el, böbreklerime defalarca bıçak soktu çıkardı. Kim olduğunu fark edemedim. Yere düşüşüm, vücudumdan fışkıran kanların hızına ayak uydurmuştu. Ölmek, upuzun bir cümleyi heceleyerek söylemeye kalkışmak gibiymiş. O an anladığım şey buydu. Ve hemen sonra aklımda beliren en bilge düşünce, hayatına kâbus gibi çöktüğüm kadınlardan özür dilemekten yorgun düşen nefesime hızlandırılmış kurs uygulamaktı. “Önce kendinden özür dile. Ve evvela kendi özrünü bağışlamayı dene. Sen kendini bağışlayamazsan, yarın nefes alman için geçerli bir sebebin olmayacak demektir.” Bunu düşünmem birkaç saniye sürmüştü, evet. Sonra yanıt verdim: “Hayır. Seni affetmem adil olmaz.” Ve ikna olunca derhal nefes almayı bıraktım. Her şey siyaha boyandı, belki de özüme döndü. Kendimi bulmuştum.