Normal şartlar altında insanlar öldükten sonra geri gelmez. Eğer geliyorlarsa bunun sadece iki açıklaması vardır: Ya zaten ölmemişlerdir ya da… Diğer seçenek biraz ürkütücü, tuhaf ve birazcık da imkânsız.
Amirlerim yine en kıytırık vazifeyi bana -tabiri caizse- itelemişlerdi. Adamın biri en yakın arkadaşını öldürmüş. Üstelik bir tane kitap için. Maktul birkaç hafta önce arkadaşından bir kitap ödünç almış. Fakat geri vermeyi reddetmiş. Kitabın sahibi de elindeki şarap kadehini kırıp arkadaşının boğazına saplamış. Sonrası malum. Şarap, kitaplar, edebiyat… Entellerin öfkesi de böyle oluyormuş demek ki.
Maktulü morgda görmüştüm. Sorgu odasında katili de görünce böyle düzgün insanların nasıl bir cinayete karıştıklarına şaşırdım. Şimdiye kadar gördüğüm hiçbir katile benzemiyordu. Karşımdaki adam gayet kibar ve kelimelerini seçerek konuşuyordu. Adamın sesi öyle buğulu ve teskin ediciydi ki sanki arkadaşının boğazını nasıl deştiğini anlatmıyor, bana bir aşk şiiri okuyordu.
Adama olan hayranlığımı üzerimden attıktan sonra sordum:
“En yakın dostunuzu öldürmenize sebep olacak kadar değerli olan o kitap neyin nesi ve şu an nerede?”
Yüzünü bürüyen korku o kadar cismaniydi ki beni bile bir an etkisi altına almıştı.
“Kitabın nerede olduğunu şu an ben de bilmiyorum. Olaydan sonra onu pencereden attım. O kitap lanetli. Sakın peşine düşmeyin. Ben verilecek tüm cezalara razıyım.”
Anlamıştım, karşımda bir kaçık vardı.
“Madem bu kadar tehlikeli bir kitap, neden yok etmediniz? Yakabilirdiniz, yırtıp parçalara ayırabilirdiniz veya başka türlü ortadan kaldırabilirdiniz.”
Sözlerim ona çok gelmiş olacak ki kahkahalarla gülmeye başladı.
“O kitabı yok edemezsiniz. Sadun Sonbahar’ın asla basılmamış ilk ve son kitabı. Aslında bir kitap bile değil, kendi el yazısıyla doldurduğu bir defter. Tesadüfen elime geçtiği gün büyük bir hazine bulmuş gibi sevinçten ne yapacağımı şaşırmıştım. Ancak, maalesef tıpkı efsanelerdeki gibi, bazı hazineler lanetlerini de beraberinde getiriyor.”
Sadun Sonbahar ismini daha önce duymuştum. Babamın abone olduğu haftalık bir dergide ve birkaç gazetede kısa hikâyeleri yayımlanıyordu. Hikâyelerini bir kitapta toplayıp toplamadığını bilmiyordum. Tek bildiğim, yoksulluktan ve kimsesizlikten girdiği bunalımdan dolayı intihar ettiğiydi. Edebiyat dünyası için bu çok da tuhaf sayılmazdı. Aynı kaderi paylaşan bir sürü yazar ve şairin hayatı bizlere okullarda anlatılmıştı.
“Sadun Sonbahar’ın intihar eden diğer onlarca yazardan ne farkı var?” diye sordum.
“Hiçbirisi öldükten sonra kitap yazmadı,” dedi ve tekrar gülmeye başladı. Az önceki kibar ve şiir gibi konuşan adam gitmiş, yerine kafayı sıyırmış herifin teki gelmişti resmen. Sandalyemden kalkıp sorgu odasından çıkmaya yeltenmiştim ki kolumu sıkıca tuttu. Gözleri ağlamaklı ve yalvarır bir şekilde bana bakıyordu.
“Kitabı aramayın. Kendiniz için, sevdikleriniz için aramayın. Kanıt veya şahite ihtiyacınız yok. Cinayeti ben işledim ve itiraf ediyorum. Lütfen dosyayı kapatın gitsin.”
Elbette ki aramam gerekiyordu. Nihayetinde ben bir polistim ve kitap da şu an baktığım vakanın en önemli unsuruydu. Aslında yazarın öldükten sonra kaleme aldığı iddia edilen bu lanetli kitabı merak etmiyor da değildim. Diğer yandan bu arama işleri bana her zaman angarya gibi geliyordu. Adam kitabı pencereden attığını söylemişti. Çevredeki MOBESE ve güvenlik kameralarının olay günü kayıtlarına bakarsam bu arama işini hızlıca halledebilirdim.
Cinayetin yaşandığı evin tam karşısındaki kuyumcunun güvenlik kamerası imdadıma yetişmişti. Gerçekten de kitap pencereden atılmış ve kaldırımın kenarına düşmüştü. Görüntüyü birkaç dakika ileri sardıktan sonra yaşlı bir adamın kitabı alıp uzaklaştığını gördüm. İçimden defalarca lanet okudum. Şimdi de bu meraklı yaşlı amcayı bulmam gerekecekti. Yaşlılardaki bu merak duygusunu hiçbir zaman anlamamıştım zaten. Benim rahmetli dedem de böyleydi. Yetmiş küsur yıllık bir hayattan sonra insanın merak edecek neyi kalabilirdi ki?
“Sadık amca bu. Adresini biliyorum, size verebilirim Amirim.”
O an kuyumcuya sarılıp onu öpücüklere boğasım geldi. Kitabı alan adamı tanıyordu ve beni büyük bir zahmetten kurtarmıştı. Kuyumculuk mesleğine saygım bir kat daha arttı. Hemen yanıma iki memur alıp kuyumcunun verdiği adrese gittim. Bu işi bugün bitirmeye kararlıydım. Sadık amca asansörsüz bir apartmanın sekizinci ve en üst katında oturuyordu. Merdivenleri çıkarken nefes nefese kalmıştım. Yaşlı insanlar neden giriş kat dışında bir daireyi tercih ediyorlardı ki? Yaşlandığımda üstüne para verseler asla ikinci kat üstü bir dairede oturmazdım.
Nihayet merdivenleri bitirmiştik. Sırtımı duvara dayayıp biraz soluklandıktan sonra yanımdaki memura kapıyı çalmasını işaret ettim. Daha parmağını kapı ziline götürmeden içeriden çığlık sesleri duymaya başladık. Kapıyı daha sert vuruyorduk fakat çığlıklardan başka cevap alamıyorduk. Başka çaremiz olmadığından kapıyı kırarak içeri girdik.
İçeri girer girmez üstü başı kanlar içerisinde yaşlı bir kadın koşarak ayaklarıma kapandı. Onu sakinleştirmeye çalışırken üzerindeki kanın kendisine ait olmadığını fark ettim. Kanayan bir yarası yoktu. Memurlara kadınla ilgilenmelerini söyleyip koridorun sonundaki, kadının çıkıp bize doğru geldiği odaya ilerledim. İçeri adımımı atar atmaz yaşlı teyzenin üzerindeki kanın kaynağını anlamıştım. Sadık amca odanın tüm duvarlarını kaplayan geniş kitaplığa yaslanır şekilde oturmuş, vücuduna art arda ve rastgele elindeki bıçağı saplayıp duruyordu. Hemen yanına koşup onu durdurmaya yeltendim ve zemindeki kan gölünün içerisine girerek ona doğru hamle yaptım. Fakat bıçak darbelerinden birini çoktan kalbine denk getirmişti bile.
Bu iş iyice can sıkıcı olmaya başlamıştı ve benim elimde iki ceset ve kayıp bir kitaptan başka hiçbir şey yoktu.
“Kocam Sadık, kitabı yolda bulmuş. Eski püskü bir şey olduğu için para edeceğini düşünmüş. Sahaflar çarşısına götürüp satacaktı. Ne olduysa okumaya başladıktan sonra oldu. Kitabı bırakmak istemedi. Tek yaptığı tekrar tekrar o kitabı okumaktı. Elinden almaya çalıştığımda bağırıp çağırıyordu. Bunca yıldır bana sesini yükseltmemiş adam bambaşka birine dönüşmüştü. Sabah o daha uyanmadan kitabı götürüp sahafın tekine verdim. Para falan da almadım. Sadık bunu öğrenince delirdi. Üstüme saldırdı. Tam beni bıçaklayacakken kendisini bıçaklamaya başladı. Sonrasını biliyorsunuz zaten Memur Bey.”
Kadının anlattıkları hiçbir mantıklı açıklamayla bağdaşmıyordu. Daha fazla ölüme sebep olmadan kitabı acilen bulmam gerekiyordu. Kadından hangi sahafa verdiğini öğrendim ve aceleyle yola koyuldum. Dükkâna vardığımda kısa boylu, ihtiyar bir adam masasına oturmuş, elindeki bir kitaba göz gezdiriyordu. Polis olduğumu ve yardımına ihtiyacım olduğunu söyledim. Gözlüklerini çıkardı ve elindeki kitabı gösterdi. Kitaptan çok paramparça olmuş bir deftere benziyordu.
“Bunun için geldin, değil mi?” diye sordu ve devam etti. “Vermem bunu sana. Sadun Sonbahar bu kitabı öldükten sonra yazdı. Kitabın yarısında mürekkep yerine onun kanı var. Hayatta hak ettiğini alamayan bir yazarın nefretiyle yazılmış bir kitap bu. Ve artık benim.”
Bu efsane mevzularından bıkmıştım artık. İhtiyara epey sert çıktım.
“Elinizdeki kitap mıdır defter midir her ne haltsa, iki adli vakanın kanıtı niteliğinde. Teslim etmemek gibi bir şansınız yok. Gerekirse zor kullanarak alırım.”
İhtiyar sahaf gözlüklerini tekrar eline aldı. Sol camını çerçevesinden çıkardı ve masanın kenarına vurup kırdı. Büyük olan parçayı parmaklarının arasına aldı. Bana saldıracağını düşünerek tetikte beklemeye başladım.
“Bu kitabı görüp okudum. Artık hayatta görülmeye değer bir şey kalmadı benim için. Bu yaştan sonra yasalara da karşı gelemem. O yüzden…”
O an her şey yavaşlamıştı sanki. İhtiyar adamın elindeki cam parçasını şah damarına savuruşu, bir fıskiye gibi fışkıran kanın yüzüme çarpışı… Her şey ağır çekimde gerçekleşmişti. Şaşkınlıktan ve korkudan donakalmıştım. Bir an kendime geldim ve ceketimi çıkartıp adamın boynuna tampon yaptım. Fakat nafileydi. Kan oluk oluk zemine akıyordu ve aynı gün içinde bu manzarayı ikinci kez görüyordum. Vakit kaybetmeden ambulans çağırdım ancak ambulans gelene kadar yaşlı sahaf çoktan ölmüştü.
Gece yoğun bir mesai beni beklemekteydi. Kitabı alıp ofisime çekildim ve okumaya başladım. Sadun denen adamın el yazısının harika olmasının dışında ilginç bir mevzu yoktu. Bir günlük gibi yazılmıştı. Yaşadığı olaylardan çok olayların kendisine neler hissettirdiğini anlatıyordu ve genellikle de bu hisler epey olumsuzdu:
“Hayalleri gerçekleştirmek mi? Başıma ne geldiyse hayallerim yüzünden gelmedi mi zaten?”
“Atmosfere dev bir böcek ilacı yerleştirmek istiyorum.”
“Nefret de bir duygu. Yani, bu da demek oluyor ki ben de duygusal bir insanım.”
Kitabın, yazarın öldükten sonra yazdığı iddia edilen kanla yazılmış meşhur sayfalarına gelince yazının birden çirkinleştiğini fark ettim. Aynı elden çıktığı barizdi, fakat hem okuması zordu hem de okudukça insana sebepsiz bir rahatsızlık veriyordu. Biraz daha okuyunca rahatsızlık hissinin sebebini anlamaya başladım:
“Şu an sen ve ben varız Memur Bey. O gün kaç yaşındaydın? 14 mü? 15 mi? Ablanların size geldiği gün…”
Hayır! Hayır! Kitabı bırakmam gerekiyordu ama gözlerim sanki sayfalara çivilenmiş gibiydi. Ellerim kitabı öylesine sıkı tutuyordu ki hiçbir kuvvet ayıramazdı. Okumak istemiyordum, ama kitap zorla kendisini okutuyordu:
“Dört yaşındaki yeğenin odana gelmişti. Ne sevimli çocuktu. Emre miydi adı? Evet, Emre. Sen bilgisayar başındaydın, o ise sürekli senin ilgini çekmek için yaramazlıklar yapıp duruyordu. Seni rahatsız ediyordu. Oyun oynuyordun. Sanki hayatının en önemli işiymiş gibi. Emre sandalyenin kenarına çıkıp kucağına atladı. Sonra omuzlarına çıkmaya çalıştı. Onu kucağından indirip yere koyabilirdin veya azarlayıp annesinin yanına gönderebilirdin. Sen ne yaptın?”
Burnumdan ve gözlerimden kanlar akmaya başladı. Daha fazla okumak istemiyordum. O an fırsatım olsa kendi gözlerimi oyabilirdim.
“Onu azarlayıp göndermek yerine omzunu savurdun ve dengesini bozdun. Sonra ne oldu? O çocuk yerdeyken ne gördün? Fal taşı gibi açılmış gözlerini. Ağlamak yok, ses yok. Yerde hareketsizce yatan, dört yaşındaki bir çocuk. Odadan çıktın ve banyoya girdin. Ablanın feryatlarını duyana kadar da dışarı çıkmadın. Sözde hiçbir şey görmemiştin ve çocuk kendi düşüp ölmüştü. Aynen böyleydi, değil mi Memur Bey? Bu zamana kadar kendinden nefret ederek yaşadın ve bunu kimseye belli etmedin. Ablanla hâlâ hiçbir şey olmamış gibi konuşuyorsun. Yüzüne baka baka onu kandırıyorsun. Evladının katili olduğunu bilmeden, hâlâ seni çok seviyor. Sen bir katilsin Memur Bey. Çocuk katili, yeğen katili.”
“YETEEER!”
Kitabı elimden bıraktığımda Sadun Sonbahar masamın tam karşısında oturuyordu. Sigaradan sapsarı olmuş bıyıkları altından bana iğrenç bir şekilde gülümsüyordu. Kimse günahlarının başkaları tarafından bilinmesini istemez. Sadun Sonbahar aslında insanlara olan nefretini kusmamıştı bu kitaba. Bizzat kendisine olan öfkesi ve kini yaratmıştı bu kitabı. Öyle ki ölümü bile bu kini dindirmeye yetmemişti. Şimdiyse sıra bu kitabı okuyanlardaydı.
Evrak işlerini verdiğim memur odama kitabı incelemeye yollamak için almaya geldiğinde ben çoktan silahımı ağzıma dayamıştım. Tetiği çektikten sonra sadece sonsuz karanlığı hatırlıyorum. Umarım o memur kitabı okumamıştır.