Gözlerimi dikmiş, karşımdaki sıvasız duvara bakıyorum. Renkler kayıyor, duvar mat, sarı bir güneşe dönüşüyor. Ortam puslu ama sis gibi değil, daha puslu, ele gelir kıvamda nemli. Kafamı sallıyorum bu bulanıklığı dağıtmak için. Ellerimi açıp avuçlarıma bakıyorum. Kan kırmızı. Yüzüme siliyorum. Bir aslan köşesinden çıkıp kendinden emin, sakin tavırlarla bana yöneliyor. Kaçsam mı bilemiyorum. Sakin görünüyor, hiç de bana saldıracakmış gibi değil ama aslan bu, belli mi olur? Kaçayım ben. Ayağa kalkıp koşmaya başlıyorum ama bulutların üstündeyim sanki, hani koşuyorum da ayaklarım yere değmiyor gibi. Boyasız, sıvalı duvarların arasında ilk gördüğüm köşeden sapıyorum. Önümde uzun bir sokak. Kurtuldum. Ellerim dizlerimde nefesleniyorum. Kafamı kaldırdığımda aynı aslan, aynı ifadeyle, sanırım aynı köşeden dönüyor. “Bir aslan bir insan ile pazarlık yapmaz,” diyor bilmiş bir tavırla. Kafam karışıyor. “Yok,” diyorum, “kaçış yok.” Gözlerimi kapatıp teslim oluyorum dizlerimin üstüne çökerken.
“Şşşşt, kalk lan!”
Böğrüme inen tekme kendime getiriyor. En azından uyanıyorum. Karşımda aynı duvar ama bu sefer gri, olması gerektiği gibi. Tepemde üniformasıyla esmer bir polis.
“Ne oluyor be?”
Kafamı toplayamıyorum ki esaslı bir cevap vereyim.
“Kalk! Ellerin havada olsun.”
Sesinin buyurgan tavrı ürkütse de gizlemeye çalıştığı tedirginlik şaşırtıyor beni. Eli her an silahına gitmeye hazır, bütün hareketlerimi izliyor.
“Tamam tamam, sakin ol.”
Ellerim havada, doğrulmakta zorlansam da kalkıyorum. Polis söylemese de istemsizce ellerimi kafamda birleştiriyorum. Sert bir tavırla sağ kolumu kıvırıp sırtıma doğru büküyor. Bu hareketin antrenmanını daha önce yaptığı belli. Ben ne olduğunu kavrayamadan sağ omzumdaki acı, sol kolumdaki eşinin yanına geliveriyor. Kelepçeyi gereğinden çok sıkıyor.
“Bileğim acıyor.”
Karşımdakinin hiç merhamet gösterecek gibi değil, aksine bana acı çektirmek istermiş gibi bir hâli var.
“Yürü lan, it oğlu it. Sen daha çok acı çekeceksin, en azından benim elimde olduğun sürede.”
Vay arkadaş, deli bir polise çattık. Sokakta uyuyakalmaktan başka ne suçum var ki benim? Sahi, ben neden sokakta uyuyorum? Tıkıştırıldığım aracın arka camından bir şeyler hatırlarım umuduyla az önce uyandırıldığım kaldırıma bakıyorum. Olması gerekenden kırmızı. Anlayamıyorum. Bir polis anlamsız bir yığının önünde diz çökmüş, beceriksizce elinde tuttuğu kolu, et yığınında uygun bir yere koymaya çalışıyor. Çok kırmızı.
“Bir kol neden vücuttan ayrı durur ki? Kopuk olduğu için muhtemelen. O polis neden bir et yığınına iliştirmeye çalışır ki o hâlde? Et yığını değildir belki. Nasıl? Bir daha bak istersen.”
Gözlerimi kaldırıp tekrar bakıyorum. Aynı polis et yığının üstündeki topu alıp yerine yerleştiriyor. Topun tepesinde kızıl saçlar var. O kırmızılık kandan mı?
“Kandan tabii, hiçbir boya bu kadar pis kokmaz.”
“Kokusunu nereden duydun ki? Aracın içinde, hem de bu mesafeden kokusunu alamazsın?”
Karşı koltuğun arkasındaki camdan kendi yansımama bakıyorum şaşkın ve sorgulayan bir suratla. Bu ifadeye zamanında ne çok çalışmıştım.
“Neyse, cevap ver. Nasıl aldın kokuyu?”
Sert bir ifade var yüzümde.
“Koku oradan gelmiyor ki?”
Bilmiş bu sefer.
Gözleriyle üstüme başıma işaret ediyor. Şüphe. Gözlerimi camdan ayırıp kendime çeviriyorum. Üstüm başım kan içerisinde. Ellerim. Kafamı kaldırıp cama bakıyorum. Karşımda artık tek bir gerçek var, korku…
***
“İçelim oğlum bu gece.”
“Yok be, maç izleyeceğim ben.”
“Saçmalama, şampiyon olamayacaksınız zaten bu sene. Ne izleyip duruyorsun hâlâ? Bak, hem iki arkadaş daha gelecek. Çok çılgın akacağız bu gece.”
İki arkadaş mı? Kız mı acaba? Şimdi sorsam dalga geçecek bu hırt benimle. Ben direnmeye devam edeyim iyisi mi…
“Taraftarlık sadece kazanmakla ilgili değildir. Yense de yenilse de dedik biz yıllar önce.”
Kız mı yoksa?
“Sen bilirsin.”
Vazgeçecek beni çağırmaktan. Gidesim de var. Ya kızsa?
“Çok kafa adamlardı oysa. Hem sürprizleri de varmış.”
Adamlar mı?
“Ne işim var benim dört sapla?”
“Kız olsalar gelecektin yani?”
Anladı hırt.
“Çekemem ben o sap muhabbetini.”
“Kız diyorsun yani.”
Yakaladı ya zorlayacak illa.
“Ne ilgisi var oğlum. Maç var diyorum sana.”
“Sen bilirsin ama bu herifler çılgın. Çevrelerinde uçuşan hatunların haddi hesabı yok ama sen kız diyorsan ayrı. Pardon maç.”
Eğlen bakalım.
“Tamam lan, geliyorum. Derdimin kız olmadığını anla diye maçtan vazgeçiyorum.”
“Uçuşan hatunlar değil yani.”
Yalandan sinirlenmiş gibi itiyorum elemanı.
“Tamam tamam, akşam yedide evden alırız seni. Kızlar olmayacak ama.”
Gülerek kaçıyor benden. Bense ardı sıra bir tekme savuruyorum.
***
Alelacele dolaptan bulduklarımı bayat bir ekmeğin içine tıkıştırıp ağzıma atıyorum. Hızlıca bir duş alıp giyinmeye koyuluyorum. Ne giysem? Sap muhabbeti, ne giysem olur. Ya hatun mevzusu gerçekse? Çok da salaş olmamak gerek. Abartırsam da bizim hırt dalga geçer. Kotun üzerine beyaz bir gömlek seçiyorum. Hem umursamaz hem de gideri var. Aynada son bir kez kendimi kontrol ederken telefonum çalıyor.
“Aşağıdayız acele et.”
Evi son bir kontrol ettikten sonra aşağı iniyorum. Dış kapının önüne vardığımda duraksıyorum. Heyecanlandığım belli olmasın diye derin bir nefes alıyorum. Saçlarımı ellerimle geriye doğru tarayıp olabilecek en sakin tavırlarla dışarı çıkıyorum. Bizim hırt son model bir cipin yanında bana el sallıyor. Lan, bu yine beni yiyor olmasın. Gözlerimi sokakta gezdiriyorum. Bu hem havalı bir hareket hem de başka araba var mı diye kontrol edebiliyorum. Başka araba yok. Sokağın köşesinde bile yok. Bir anda köşeyi dönüp gelen bir Kartal olasılığını kafamdan atmadan ve hiç heyecanlanmadan elemana doğru yöneliyorum.
“Ya gelirse o Kartal kanatlarını açıp? Saçmalama. Bizim sokakta o cipin ne işi var?”
“Ben de onu diyorum ya.”
“Ne diyorsun?”
“Bizim oğlanın da o cipin yanında bir işi yok.”
Mesafeler bitiyor. Eleman omzuma vurup arka kapıyı işaret ediyor. Kendisi de bir koşu öteki tarafa yöneliyor. Kesin şaka bu. Elimi atacağım ve kapı açılmayacak. Ama açılıyor. Sektirmeden arka koltuğa doğru adımımı atıyorum. Sesi kısıldığı belli sert bir trap çalıyor aracın içinde. Öndeki iki eleman kafalarını çevirmiş bana bakıyor. Bizimki biniyor bir yandan araca. Aceleyle bizi tanıştırıyor. Elemanlar çok sakin. Beni dikkatlice incelediklerinden eminim ama bir yandan da çok sıcak davranıyorlar. Aracı kullanan sert hareketlerle hızlanıyor. Gereğinden yüksek sesli müzik, aracı hatta kulağımın içini dolduruveriyor.
Yol boyu hiç kesilmeyen müziğin ritmiyle aracın camından akan şehrin suretine dalıyorum. Köprüyü geçip daha önce hiç gitmediğim mahallelere doğru ilerliyoruz. Buraları metrobüsün camından görmüştüm ancak o camdan gördüğüm karanlık sokaklardan ilerlerken evlerin şekli değişiyor. Apartmanlar yerlerini sitelere, onlar da yalılara bırakıyor. Şehrin ışıkları kalabalıkla birlikte uzaklaşırken bir demir kapının önünde duruyoruz. Hiçbir diyalog olmadan demir kapı önümüzden kayarak açılıyor. Bizim sokak uzunluğundaki bir yoldan ağaçların içinden geçtikten sonra şekilli bir binanın önünde duruyoruz. Elemanlar bize hiçbir şey söylemeden aracı çalışır hâlde bırakıp araçtan iniyorlar. Bizim de inmemiz gerekir diye düşünürken paralize bir halde araçtan iniyorum. Olan biten hâlâ kafamda net değil. Ben sahilde bir bara gidip üç beş kızı keserim, düşerse birisiyle takılırım diye hayal etmiştim.
“Neredeyiz oğlum biz?”
Aracın diğer tarafından benimle aynı salaklıkla inen bizim hırta soruyorum.
“Abi, ben de bilmiyorum ama elemanlar getirdiyse kesin kıyak bir yerdir.”
Geri zekâlı. Bu herif yüzünden bir iş gelecek başımıza ama hadi hayırlısı. Sen kim bu herifler kim. Hem sen nereden tanıyorsun bu herifleri? Sorsaydım iyiydi bu soruları ama bizim hırt hep buralarda takılırmış gibi elamanların ardı sıra içeri yöneldi. Etrafıma şöyle bir göz gezdiriyorum. Geldiğimiz karanlık yol, ağaçlar ve içeriden gelen müziğin taştığı kapı. Çaresiz, park etmek için hâlâ çalışan arabaya yönelen görevliye bakıyorum. Yüzünden ne öğrenebileceksem dikkatlice bakıyorum ama nafile. Görevli çevirip yüzünü bakmıyor bile. Bizimkilerin ardından insanı olduğundan küçük gösteren kapıya doğru yöneliyorum.
Kapının ardı loş, hızlanmaya hazır ama vaktin henüz gelmediğini anlatır bir müzikle dolu. Müziğin ritmiyle olacaklara ısınan ellerinde içkileriyle ikili üçlü gruplar görüyorum. Koridorun beni yönlendirdiği birkaç merdiveni inip salon olduğunu tahmin ettiğim bir açıklığa ulaşıyorum ki benim evimden büyük. Bizimkiler ayakta ev sahibi olduğunu tahmin ettiğim biriyle konuşuyorlar. Ev sahibi eliyle bizimkilere bir yeri işaret ediyor. Hadi elemanlar belli buranın gediklisi, bizim hırta ne oluyorsa o da sakin bir tavırla gösterilen yere doğru ilerliyor. Ben onlara doğru giderken ev sahibi de onlarla olduğumu anlamış olacak, hiçbir şey sormadan yanımdan geçiyor. Kaliteli olduğu bariz kadife ceketin içine giydiği beyaz gömlekle çok şık görünüyor. Geçerken beni dikkatlice süzmeyi de ihmal etmiyor. Beyaz gömleğime mi kızdı acaba?
Bizimkiler koltuklara yayılmış etrafı inceliyorlar. En çok yayılan da bizim hırt. Ben de bana kalan koltuğa oturup etrafıma bakınıyorum. İçeridekilerin garipliği bir yana manzara aklımı çıkartacak kadar güzel. Çocukluğumdan beri büyüdüğüm şehrin hiç görmediğim ya da hiç görünmediğim bir yerindeyim. Hayranlığımı gizlemeye çalışırken elemanların esmer olanının beni dikkatlice izleyen bakışlarına yakalanıyorum.
“Güzel, değil mi?”
“Güzel,” diyorum sakince.
Güzel ne lan? Ben başka şehirde yaşamışım yıllarca. Yıllarca anlamamıştım zaten bu şehre çok güzel diyenleri. Benimki aynısıydı; herhangi bir şehrin, herhangi bir mahallesinin, herhangi bir sokağının. Demek ki kasıtları burasıydı.
“Ne içersiniz?”
Seksi kıyafetler içerisinde garson bir kız, elinde tepsiyle bize soruyor. Bu kız bizim mahallede olsa gençler birbirini keserdi onun için. Oysa o gelmiş, ne içmek istediğimi soruyor.
“Rakı,” dedim kendimden emin bir tavırla.
“Yanına bir şeyler ister misiniz?” diye sordu güzellik.
“Kavun,” dedim. “Varsa da beyaz peynir.”
Soruma şaşırsa da kafasını salladı. Anlamıştır umarım. Elemanlar benim siparişimi gizlemeye çalışmadıkları bir alayla dinleyip kendi siparişlerini verdi. Biri; bir çeşit bir viski, diğeri de adını hiç bilmediğim bir çeşit kanyak istedi. Bizim hırtsa şekilli bir bira söyledi.
Kız elinde siparişlerimiz olan tepsiyle gelirken gözlerimi ondan alamadım. Bu güzellikle bu işi neden yapıyor, diye içimden geçirdim. Parası çok herhâlde. Oysa karım olsa… Esmer olan yine bakışlarımı yakaladı ama bu sefer hiçbir şey söylemedi. Kadehini alıp sarışının kadehine vurup kulağına bir şeyler söyledi sadece.
Gece ilerledikçe hızlandı. Müzik ortamın hızını belirliyordu sanki. Alkol düzeyi arttıkça insanların sesleri yükseliyor, onları bastırmak istercesine müziğin sesi ve ritmi de artıyordu. Masaya gelen hatunlarla ilgilenmiyormuş gibi yapıyordum ama içim de gidiyordu. Elemanların yanına kadınların birisi gelip diğeri gidiyordu. İçlerinden bazılarını televizyonda gördüğüme yemin bile edebilirdim. Benim aklım garson kızdaydı. İnsanın haddini bilmesi gerek. Bizim hırt, elemanlara gelen kızlardan artanına çökmüştü bile. Ben gözlerimi ayırmadan garson kızı kesiyordum. Yanımıza gelsin diye içmem gerekenden fazlasını sipariş etmiştim çoktan. Başımın bulandığını hissettim. Hava almak bahanesiyle kayar kapıyı açıp dışarı çıktım. Boğaz en koyu lacivertiyle salınırken bulunduğum yerin önüne bağlanmış tekneye hayranlıkla baktım. Tekne mi? En kibarından yat olmalıydı bu. Ben bilemezdim tabii. Boğazın esintisi bulanık kafamı temizlerken düşüncelerim dalgaların çırpıntısında kayboluyordu.
“Bir şey ister misiniz?”
“Seni,” dedim.
Kızın kafasını öne eğmesi beni kendime getirdi. Ağzımdan nasıl çıkıvermişti bilemedim. Utancımı kapatmaya çalışırken kekelemeye başlamıştım.
“Yok, yok öyle değil. Ben, yani aslında…”
“Önemli değil efendim.”
Önemli değil mi? Neden değil ki? Kırılmıştım aslında biraz. Önemli, neden önemli olmasın?
“Kusura bakma. Ben biraz sarhoş oldum sanırım.”
“Dedim ya önemli değil. Ben niyetinizi anlıyorum.”
“Anlıyor musun? Nasıl?”
Yine bakışlarını kaçırdı.
“Geldiğiniz andan beri sizin farklı olduğunuzu anlamıştım. Siz buraya ait değilsiniz.”
“Nedenmiş o?”
Saçma bir tribe bağlamıştım.
“Özür dilerim, kastım o değildi.”
İçimden ince bir sızı yükseliverdi.
“Yok haklısın. Bence sen de buraya ait değilsin.”
“Aitim ama sahibi veya misafiri olarak değil, sizden farklı olarak.
“Keşke seninle başka bir zamanda ve mekânda görüşebilsek.”
“Ben de isterdim ama sanmıyorum.”
Bunları söyledikten sonra elinde tepsisiyle içeri doğru yöneldi. Ardı sıra bakakaldım.
Kafam mı çok güzel oldu yoksa o içtiğimiz sigaralardan mı bir türlü kızı göremiyordum. Zaman akışı hızlanmaya başladı zihnimde. Karanlık, gürültülü bir kalabalık. Temas ediyorlar. Vücudumun her yeri insan teri. Nefesim kesiliyor, kapıyı arıyor gözlerim. Boğuluyorum. Bu terle birlikte vücutlarından çıkan iğrenç kokulu özleri midemi bulandırıyor. Ölüyorum sanırım. Duyularım tek tek yitiyor. Işık arıyor gözlerim. Zihnim derin bir karanlığa yuvarlanıyor.
Gözlerimi açtığımda bir ürperti dolaşıyor vücudumda. Çok ışık var. Gözlerim acıyor. Kafam hâlâ bulanık. Ellerim gelmiyor. Çekmeye çalışırken bileklerim acıyor. Ellerim ayaklarım oturduğum sandalyeye kelepçeli. Gördüklerimi netleştiremiyorum, ışık çok. İlk gördüğüm bizim hırt. O da benim gibi elleri kolları bağlı, olan biteni anlamaya çalışıyor. Sağımda gereğinden fazla makyajlı sarışın bir kız, solumda ise o. Elemanlardan birisini görüyorum. Çok ışık var, saçları sarışın değil artık. Oluşturduğum halka boyunca yürüyor. Güzelliğin yanında durup kafasındaki kepi çıkartıp atıyor. Elleriyle çekiştirdiği topuzu açıp kızıl saçlarının omuzlarına dökülmesini izliyorum.
“Beğendin mi?”
Kulağımın dibinde bir nefes fısıldıyor. Ben mi uydurdum bu soruyu? Yok ben değilim. Sesi duydum tamam ama kulağımın arkasındaki bu yapış yapış nefes kim?
“Söylesene lan!”
Ensemde patlayan tokadın sarsıntısı arasında görüyorum esmeri. Sesler çok uğultulu. Birbirlerine ne söylediklerini anlayamıyorum. İzleyici kalabalığının şehvetli gürültüsü, elemanların sesine karışıp damlasını içemediğim gürüldeyen bir nehre dönüşüyor. Kızılın gözlerinde dehşet var. Korkmayı aşmış artık, sarışının çığlıkları çınlıyor kulağımda. Bizim hırt açık renk pantolonuna kaçırıyor. İzleyicilerin yükselen kahkahasını seçebiliyor artık kulağım.
“Tek bir kazanan olacak.”
İzleyicilerden gelen arzu dalgası vücudumu sarıp sarmalıyor. Kurban ben olmasam dalganın şehvetine kapılıp kendimden geçeceğim. Mekanik bir gürültü. Oturduğum yerden gelen belli belirsiz bir sarsıntı.
“Yok artık. Kafam mı güzel lan? Bunların hiçbiri gerçek olamaz. Film mi lan bu?”
Yerin altından demir parmaklıklar yükseliyor. Çevredekiler bizi görebiliyorlar hâlâ. İsterlerse ve tabii biz de istersek bize dokunabiliyorlar ama biz istesek de onlara dokunamıyoruz. Yiyecek atsalar yeridir. Şaka kesin bu. Haftaya televizyonda izleyeceğiz bu saçmalığı gülerek. Duran bir mekanizmanın sarsıntısı titretiyor bedenimi.
“Şimdi hep beraber ondan geriye doğru sayıyoruz. Ardından kelepçeleri açıyoruz.”
Salondan fışkıran şehvet bizim elemanları da sardı bir anda. Esmer olan yakaladığı gibi sarışın olanı öpüverdi.
“Yok artık, kesin rüya bu. Ben en son ne zaman uyumuştum?”
Bileğimde hissettiğim ses kelepçenin açıldığının habercisi. İstemsizce kollarımı kavuşturdum. Omuzlarım acımıştı ters durmaktan. Bileklerimi ovuştururken bizim hırtın bana koştuğunu gördüm. Benim kızılsa sarışına ulaşmıştı çoktan.
“Şaka oğlum bu. Ne demek tek bir kazanan olacak?”
Bizim hırtın zayıf kolları boğazımı sıkarken işin şaka olmadığını anladım. Çaresizlikle hırtın kollarına yapıştı ellerim olan gücüyle. Yan tarafta benim kızıl, sarışının saçlarından tutmuş, kafasını demirlere vuruyordu. Salon her darbede inliyor, kızılın gözleri, aklı salonla bir olmuş aynı ritimle kolları sarışını yerden yükselen demirlere vuruyordu. Bizim mücadele ilgi çekmiyordu artık. Oysa benim nefesim kesilmeye yüz tutmuş, kendimden geçmek üzereydim. Son bir çabayla boğazımda kilitlenmiş kolları açmaya niyetlendim. Bütün gücünü ve dikkatini kollarına vermiş bizim hırtın bacak arasına bir tekme vurdum son gücümle. Acıdan iki büklüm oluverdi. Nefesimi toplamaya çalışırken gözüm yana kaydı. Sarışın da bir hamle yapmıştı. Kızılın elinden kurtulmuş hatta onu devirip üstüne çıkmayı bile başarmıştı. Bizim hırt toparlanamadan üstüne atılmıştım ben de. Yumruklarımı sağlı sollu savururken aşağıdaki acısını unutmuştu. Kalabalığın ritmi artık benim yumruklarıma eşitlenmişti. Yoksa onların ritmi mi benim yumruklarıma yön veriyordu. Bir zaman sonra durdum. Bizim hırt artık bizim hırt değildi. Eskiden tanıdık birine benzeyen kütleye bakarken nefes nefese kalmıştım. Sonra sırtımda bir acı hissettim. Çarpmanın şiddetiyle kafamı yere vurdum. Doğrulmaya çalışırken ikinci bir darbe daha aldım. Kalkmaya çalışırken bir darbe daha alsam da karşımdakinin istediği etkiyi kolumla savuşturabildim. Çaresizce savrulan son darbeyi ise bulanık bir refleksle durdurdum. Şu an elimde oturduğumuz sandalyelerden birisinin bacağı olduğunu tahmin ettiğim bir demir parçası tutuyorum. Sertçe çekip karşımdakinin elinden aldım. Kızıl saçları savrulurken gözlerindeki öfkeyi görebildim sadece. Sonra üzerime atıldı. Kendimi korumaktı aslında maksadım. Salonun haykırışı darbeme eşlik etti. Kaç defa vurdum hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde yerde yatan kızıl başarısızca nefes almaya çalışıyordu. Sapanla vurduğumuz güvercinler geldi aklıma. Işıltılı gerdanlarının son çırpınışları, yuvarlak gözlerinin tedirgin devinimleri. Gücüm yetse de acı çekmeden kafasını koparabilsem, diye aklımdan geçirdim. Salon soluğunu tutmuş yapmam gereken son hamleyi bekliyordu. Kalplerinin gümbürtüsünü saymazsak çıt çıkmıyordu. Derin bir soluk aldım, kolumu kaldırıp ilkel silahımı iki elimle kavradım. Can çekişen kızılın gözlerine takıldı gözlerim. Kızıl kanların arasından bir damla yaş süzüldü, birkaç zaman önce güzel bulduğum yüzünün yanak olması gereken yerlerinden. Salonla birlikte ben de durdum. Ardından yavaşça indi kollarım. Benliğim yaşadığım geçekliğe yabancılaştı. Yoksa gerçekliğe mi döndü demek gerekti? Sessizliğini bozan salondan anlaşılmaz homurtular yükselmeye başladı. Homurtuları bozan esmer oldu.
“Öldür onu!”
Bütün salon komut almışçasına haykırmaya başladı bir anda.
“Öldür onu!”
Onlar bağırdıkça beklenen etkinin tersine aklım bu salonun ötesine uzaklaşıyordu. Elimdeki demiri kenara bırakıp zorlukla ayağa kalktım. Ben yatıştıkça salonun öfkesi katılaşıyordu. Esmer, çaresizce salona hâkim olmaya çalışıyordu. Birden çarpıştığımız arenayı çevreleyen demirler gürültüyle alçalmaya başladı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken kendi etrafımda dönerek salona göz gezdirdim. Demirlerin sesi tanıdık geldiğinden midir bilemiyorum, bizim hırtla kızıl saç yattıkları yerde kıpırdandılar. Birden bizim yakışıklı kızıl saç çıktı piyasaya. Alçalan demirlerin üstünden çevik bir hareketle piste attı kendisini. Esmerin itirazı yüzünden okunuyordu. Durdurmak için elini uzattı demirlerin üzerinden. Demirler tekrar yükselirken kızıl olan sevgiyle esmerin elini öptü.
“Kahramanımız yarıda kalan işi tamamlamak için kendisini feda ediyor.”
Eline yeniden aldığı mikrofonla salona ilan ediyordu olan biteni esmer olan, yanaklarından süzülen yaşlarla.
Neyin kafası bu anlamıyorum ki? Bırakın da gidelim işte. Anlaşıldı bitmeyecek bu iş. Elimden bıraktığım sandalye ayağını arıyorum çaktırmadan. Kızıl ise salondan yükselen tebrikleri kabul ediyor. Ne de olsa onların kahramanı bu akşam. Tamamlanması gereken bir ritüelin son savaşçısı. Hem de bizim aksimize, gönüllü bir savaşçı o. Üstünü çıkardığında salondan yükselen sadece gürültü değil, cinsel arzunun ete kemiğe bürünmüş hâliydi. Haksız da sayılmazlardı. Bizim kızıl, tanrı heykellerinin kusursuzluğuna sahipti. Salonun şehvetine kapılıp öpsem mi ben de? Ne oluyor lan? Ne içirdiler oğlum bunlar bana?
Kızıl, salonun arzularını açtığı kollarıyla toplarken ben çaktırmadan yer bıraktığım demiri alıyorum elime. Sıkıca bir kavradıktan sonra. Kızıl tam bana arkasını dönmüş seyircileriyle kucaklaşırken ense köküne geçiriveriyorum. Sessizlik. O kadar yoğun ki bu sessizlik, ben de korkuyorum. Yaptığım şeyden dolayı kaygılanıyorum hatta korkuyorum. Sanki bütün salon tek vücut olmuş üzerime çöküyor sessiz bir ağırlıkla. Esmerin gözlerindeki dehşeti görüyorum sonra. Aklımı yerine getiren bu oluyor. Beklemeden tekrar saldırıya geçiyorum. Kendini toplamaya çalışan kızıl yediği darbelerden sendeliyor. Gücüm o kadar az ki. Olan gücümle, hani derler ya, Allah ne verdiyse vuruyorum. Sonra bir anda savurduğum kolum havada sabitleniyor. Görünmez bir güç kolumu hareketsiz kılıyor. Ne görünmezi? Bildiğin bizim kızıl bu. Dizlerinin üzerinde yıkılmamaya çalışırken son gücüyle darbemi havada yakalıyor. Ben direnmeye çalışırken o ayağa kalkıyor elinde benim sopa. Sonra ne kadar darbe yedim hatırlamıyorum. Bir ara yeşil çayırlarda koştuğuma yemin bile edebilirim. Sırtım çimenlerin serinliğinde yüzümü güneşe sermiş gözlerimi açmaya çalışıyorum.
“Dur,” diyorum. Sanırım çalışan tek kolumla.
Garip ama karşımdaki duruyor.
“Seninle bir anlaşma yapalım.”
Ağzım kanla dolu olduğundan söylediğimi anlamıyor.
“Anlaşma,” diyorum ısrarla.
Usulca kulağını yaklaştırıp söylediğimi anlamaya çalışıyor.
“Anlaşma,” diyorum hırıltıyla.
“Bir aslan bir insan ile pazarlık yapmaz.”
Gerçekten de biçimli vücudu, kızıl saçları ve mağrur tavrı ile bence de insandan çok aslanı andırıyor.
“Anlaşma,” diyorum tekrar.
Salona bakıp, belki de kendisinden çok onların merakını gidermek için tekrar yaklaşıyor ağzıma. Mırıldanıyorum. Biraz daha yaklaşıyor. Terden ıslanmış kızıl saçları burnuma değiyor. Burnumu kaşımaya mecalim yok. Burnumun dibindeki kulağı olanca gücümle ısırıyorum. Salondan sessiz bir çığlık yükseliyor, ardından kopan kulağının acısından çok şaşkınlığından paniğe kapılan kızılın sesi. Karşımda dikilen kusursuzluğa verdiğim zararın özgüveni ile yerimden kalkıyorum. Olan gücümle saldırıyorum kızıla. Yitirdiğim benliğim artık tek bir hedefe odaklı. Karşımda bir düşman yok, sadece yok edilmesi gereken bir cisim var. Saniyeler geçiyor. Dakikalar belki de. Pisti çevreleyen demirlerin sesi geliyor tekrardan. Salondan bazılarının panikle çıkışa yöneldiğini görüyorum. Siyahlar içinde adamlar geliyor elinde coplarla. Esmer, gözyaşları sümüklerine karışmış, beni işaret ederek haykırıyor. Üzerime inen copların, salonda büyüyen korkunun gürültüsü arasında kahkahalar atıyorum. Ağzımda kan tadı, boynuma saplanan bir iğnenin acısıyla olduğum yere yığılıyorum.
***
Hareket eden polis arabasının camından dışarı bakarken köşede bizim esmeri görüyorum. Ağlamaktan şişmiş gözlerinde hâlâ benim varlığımın doğurduğu korku var. Sonra korkum geçiyor, ağzımda kan tadı, beni götüren polislerin şaşkın bakışları arasında kahkahalar atıyorum esmere el sallarken.