Dedektif Dergi’nin bu sayısında yazar, editör, araştırmacı ve içerik üreticisi kimliklerine sahip bir edebiyat neferini konuk ediyoruz ve sorularımızı da hep bu farklı kimliklerine yönelteceğiz. Sevgili Koray Sarıdoğan bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. Hakkında kısaca bilgi verdik ancak Dedektif Dergi okurları için kısaca kendini anlatabilir misin?
Selam Onur, ben teşekkür ederim güzel sözlerin için. Öğretmenlik yerine editörlüğü ve yazarlığı seçmiş mektepli bir edebiyatçıyım. Genel anlamıyla gizem kurmacaları yazıyorum, anavatanım roman. Ama arşiv ve araştırma adalarına da gidip geliyorum. Yazmadığım zamanlarda başkalarının yazdıklarını geliştirmeye, düzeltmeye çalışıyor ve bununla geçiniyorum. Alanya ve İstanbul arasında yaşıyorum, gerçek olduğunu teyit etmek için ara sıra uzun uzun baktığım bir kadınla evliyim ve iki kedi babasıyım.
Kaosun Kalbi ile başlamak istiyorum. Bilim kurgu ve fantastik türünde kaleme aldığın Mavi Ejder Serisi’nin ilk kitabı ikinci baskıya ulaştı, tebrik ederim, kitapta özel güçleri olan bir karakterin hikâyesini, düşmanlarıyla verdiği mücadeleyi ve kendini tanıma çabasını okuyoruz, yıllardır “Bizim ülkede fantastik türde güzel işler çıkmaz” yargısına bir cevap aslında bu kitap. Bizim ülkede bilim kurgu veya fantastik türde eserler üretmek zor mu ya da zor olduğunu düşündüren nedenler nasıl aşılır?
Üretmek zor değil çünkü bugünün popüler kültürünün beslendiği tüm malzemeler, hayaller ve hikâyeler bu topraklarda bolca var hatta büyük kısmı motif ve ilham olarak buralardan çıktı zaten.
Güzel işler çıkmıyor dersem haksızlık ederim; kendini hem bilgi hem yazma pratiği anlamında geliştiren, leziz kurmacalar yaratan çok iyi yazarlarımız var. Biz sadece her alanda olduğu gibi okuma zevkinde de yeniliklere kapalı ve elindeki az sayıda başarıya omuz verip motive etmek yerine nereden nasıl hata buluruz da beğenmeyiz diye uğraşan bir toplumuz. Bir bahçemiz var, ayrıkotlarının arasında güzel beş on gül dalı çıkmayı başarmış ama biz “Kırmızı gül çok sıradan, neden araya başka renkler atmadın?” diye gülü suçlayarak kendimizi iyi hissediyoruz.
Kaosun Kalbi’ni okumaya başladığımda beni mistik bir atmosfere doğru çekti, sonra İstanbul’un gizli tünellerinde gezdirip gizemli bir örgütün komplosunun gizemine sürükledi. Bu öğeleri hikâyenin içine katarken nasıl bir araştırma yaptın, nelerden beslendin ve faydalandın?
Aslında Kaosun Kalbi’ne özel bir araştırma yapmadım. Ezoterizm, okültizm, Batınîlik, komplo teorileri, dünya dışı yaşam, gizli örgütler zaten ilgilendiğim, okumalar yaptığım konular. Geriye sadece karakterleri yaratmak ve bu parçaları yormadan, sıkmadan bir araya getirmek gerekiyordu.
Mavi Ejder Serisi’nin devamı için planın nedir? Bundan sonra Tibet’i nasıl bir macera bekliyor?
İlk kitapta atılan düğümler var; Yıldız tam olarak nerede, dört ruhun diğer ikisi yani Kara Yılan ve Kızıl Saksağan kim, Tibet’in finalde girdiği “kaderin sıfır noktası” onu nereye sürükledi gibi soruların cevabını arayacağız. Tabii ki Mavi Ejder kehanetinin karşımıza nasıl çıkacağı, yaklaştığı söylenen 12. Gezegen konusunun akıbeti de serinin tamamına yayılacak.
Bu ilk kitap okurla ve aslında yazar olarak benim de karakterlerle bir tanışma süreciydi. Bundan sonra daha sert, yer yer daha karanlık tonlarda bir atmosferi olacak serinin.
Öte yandan Portakal Kitap’la bu serinin ilk görüşmelerinde Türkiye’deki tarihi yerlerin etkin kullanılması fikrinde mutabık kalmıştık. Başlangıçta bir Göbeklitepe hikâyesiyle yola çıkalım diye düşündüysem de kısa zamanda suyu çıkarıldığı için Göbeklitepe’yi serinin devamında bir geçiş mekânı olarak göreceğiz. Ama bu coğrafyada popüler olmamış ve ilginç gizemlere sahip başka noktalar da var, onları da göreceğiz.
Bir de aklımda yeni filizlenen, hatta bu cevapları yazdığım günden önceki iki gece uykusuz bırakan bir konu var: Henüz yayımlanmayan ama çok sevdiğim bir başka dosyam var, adı İçini Kaz Kendini Göm. Orada da başka türlü psişik yetenekleri olan İskender adında bir karakter var. Amacım, bu romandaki ve ilk romanım Kadran Kadraj’daki bazı karakterler ile Mavi Ejder arasında çaprazlıklar oluşturacak bir süper kahraman evreni yaratmak.
Bir fikir bulup onu yazmaya niyetlendiğinde çalışma ritüeli ne oluyor? Üzerine uzun uzun düşünür müsün yoksa oturup yazmaya mı başlarsın?
Önce elimdeki tüm parçaların birbiriyle uyumuna bakıyorum. Mesela Kaosun Kalbi’nde ne var: Nazizm’in kadim kökenleri, phurba, dört avatar ruh ve Şaman’ın Mavi Ejder kehaneti, İstanbul’un yeraltı dehlizleri… Kategori olarak uysa da içerik olarak alakasız görünen şeyler. Bunları bir araya getirirken hangisinin ne kadar işlevi olacağına bakıyorum, tasnife ve elemeye gidiyorum.
Mutlaka akış planımı yapıyorum: Karakterizasyon notları, karakterlerin birbirleriyle ve durumlarla çatışma haritaları, kronolojik olay örgüsü. Pek çok yazarın aksine, olabildiğince ilerisini planlamaya çalışıyorum ben, mümkünse finale kadar. Ama buna asla sadık kalma zorunluluğu gözetmiyorum ki zaten şimdiye dek sadık kaldığım da olmadı. Kurmaca büyük oranda yolda düzülen bir kervan.
Bilim kurgu, fantastik ve polisiye gibi alternatif türlerde eser üretenleri yayıncılık dünyasında ne gibi zorluklar bekliyor?
Birkaç yıl önce sorsan farklı şeyler derdim Okan ama bugün bir yazar adayını bekleyen zorlukların türlere özel olmasından ziyade konjonktürel olduğunu düşünüyorum. Yani bu türlerde olmayıp yayıncı bulan bir eserin de yolu ne kadar açık, ne kadar aydınlık, tartışılır. Yazara, esere yapılan yatırımlar, okurla kitabı buluşturma araçları ve bunların kullanımı çok sorunlu Türkiye’de.
Diyelim dosya hazırdır, onu basacak yayınevi de bir yerde vardır ama bu ikisinin birbirini bulması, bulduğu zaman yayınevinin o eseri ilk bakışta görüp tanıması hatta o ilk bakışı atmaya bile zaman bulması yahut karar vermesi aşamasında da sorun yaşanıyor.
Ekonomik koşullar nedeniyle her zamankinden daha kaygılı bir yayın sektörümüz var artık, bu da halihazırdaki dışa kapalılığı daha da artırıyor. Yeni dosya alımları durduruluyor veya süresiz ertelenebiliyor. Bir bakıma yeni yazar, yeni dosya, yayıncılar için riskli bir girişim haline geliyor.
Öte yandan elbette yayın sektöründe ne kadar “yayıncı” ne kadar “tüccar” olduğu da tartışmalı bir konu. Ne kadar yeterli editörler ve yayın yönetmenleri olduğu da… Yani yayınevlerinin koşullarını anlatırken burada çalışan herkese de kefil olmak istemem.
Bir yazar adayının sadece dosyayı yazması ve yayınevine gönderip cevap beklemesi çok ümitverici bir süreç olmayabilir. Tek atımlık bir yazarlık planı yapmasın kimse; sürekli üretsinler, ürettiklerini dergilere, web sitelerine göndersinler, kendi blogları/siteleri olsun, gerekirse tek kişilik bir medya platformu gibi planlı, programlı üretip okurlarına ulaşsınlar. Benim yazar ve editör olarak yolumu açan en önemli şey, vaktiyle KalemKahveKlavye’yi açmış ve açık tutmakta ısrar etmiş olmamdır mesela.
“Alternatif” türde yazılmış iyi bir hikâye gerçekten değerini buluyor mu yoksa günümüz yayın dünyasında fark yaratabilmek için yayınevi ve yazarın farklı kaslarını da geliştirmesi gerekiyor mu?
Şu veya bu türe özel demek yerine şunu demeyi tercih ederim: İyi hikâyelerin gerçekten değerini bulduğu örnekler çok azdır, hem bizde hem dünyada. Bunu türlere, kişilere özel içselleştirmek yanlış olur. Edebiyat ve okurluk zahmetli, insanlığın akıntısına karşı kürek çekilen bir alandır. Öyle ki insanlara kitap okutmak bir yana okuyanlara da kendini anlatmak, beğendirmek zordur. Bu yüzden her yazarın ve yazar adayının en başta kendisiyle metni arasına üçüncü unsurları sokmadan yazması gerekiyor.
Ben bunu kotarabildiğim ölçüde mutlu oldum; yazarlığı ünlü olmanın ve para kazanmanın bir yolu olarak görmek yerine metnime, hikâyelerime, karakterlerime sadık kalmaya çalıştım. Her kitabımı “batmak” üzere yazmayı öğrendim; son noktayı her koyuşumda “Satmama, okunmama ihtimali yüksek, buna üzülmeyeceksin oğlum. Sen bu sayfalarla güzel zaman geçirdin, yapabileceğinin en iyisini yaptın. Bu manevi haz sana yetmeli,” diyerek yayınevine gönderdim. İlk kitabımı saymazsak hiçbir kitabı elime aldığımdaki haz, yazarkenkiyle kıyaslanamaz bile. Bu sorunun cevabı olarak bu yola girenlere, gireceklere böyle bakmalarını öneririm.
Bahsettiğimiz “alternatif” türlerin yükselişe geçmesi için bildiğin ya da üzerinde çalışılması gereken bir yol var mıdır?
Her zaman, her konuda ve türde geçerli olan yol: Çok okumak, çok yazmak, okura ulaşmaktan, kendini ve işini anlatmaktan erinmemek.
Bir okur olarak polisiye edebiyatıyla aran nasıl? Yerli yabancı kimleri okursun?
Ana akımın “alternatif” olarak gördüğü türler içerisinde en yakın olduğum tür polisiye aslında. Fantastik unsurlar kullanmama bakma, ben öncelikle polisiye kurguyu önemseyip okumaktan ve yaratmaktan zevk alan biriyim.
Son on küsur yıl yerli polisiyede o kadar güzel işler çıktı ki yabancıları okumaya az zaman kaldı. Yabancı yazarlarda Poe ve Doyle gibi klasiklerin yanına Wolfgang Schorlau, Dan Brown, Grangé, Jo Nesbo’yu ekleyebilirim. Yerlilerde ise liste uzun: Algan Sezgintüredi, Armağan Tunaboylu, Çağatay Yaşmut, Derviş Şentekin, Günay Gafur, Suphi Varım, Yaprak Öz, yakın zamanda kaybettiğimiz sevgili Celil Oker ile Esra Türkekul ve yeni kitabını zevkle okuduğum Onur Okan’ı ilk aklıma gelenler olarak sayabilirim.
Bir editör olarak yerli polisiye türünde okuduğun eserlerde gördüğün eksiler ve artılar nelerdir? Polisiye yazarlarına bir editör olarak vereceğin tavsiyeler var mı?
Bana polisiye türünde gelen yazar adayı dosyalarında sıkça gördüğüm sorunlardan biri, taklit hatasına düşmeleri. Son yıllarda adı Behzat Ç. olmayan bir sürü Behzat Ç. karakteri okudum mesela. Gerek yok buna, ana kahramanımızın illa kaybeden, tutunamayan, çareyi öfke krizlerinde veya alkolde arayan bir polis olmasına hatta ana kahramanın illa polis olmasına bile gerek yok. Bak mesela rahmetli Esra Türkekul’un ana kahramanı Berna, sıradan biriydi ve leziz bir karakterdi. Veya Barış Soydan’ın keyifle okuduğum siyasi polisiyesi Cemaatçinin Ölümü’nün kahramanı bir gazeteciydi ve enfes bir romandı.
Bunun haricinde gördüğüm sorunlar da polisiyeye özel değil genel kurmaca sorunları. Ama burada bahsetmesi çok uzun süreceği için hiç girmiyorum. KalemKahveKlavye’nin Atölye sitesinde, Youtube kanalında ara ara yazıyor ve anlatıyorum, ilgilisini oralara beklerim.
Bir polisiye eserini okurken ilgini çeken şey ne oluyor? Olay örgüsü, katil kim gizemi, karakterin gelişimi ya da yazarın anlatım dili gibi olgulardan seni en çok etkileyen ne oluyor?
Ben uzun erimli zevkleri olan biriyim Onur, kurmaca için de bu geçerli. Bu yüzden karakterin gelişimi ve onunla birlikte hikâyenin de bir yerden bir yere gelmesindeki başarı önemli benim için. Bu yüzden hardboiled işler daha hoşuma gidiyor. Ama elbette her şeyin harcı dil; çok iyi fikirleri ve hikâyeleri dile kurban eden usta polisiyecilerimiz var maalesef.
Bir gün polisiye türünde bir kitap yazmayı düşünüyor musun?
Az önce dediğim gibi, her kurmacam büyük oranda polisiye kurgudan oluşuyor zaten. Ama bir gün psişik güçlerin, efsanelerin, zaman yolculuklarının olmadığı bir polisiye de yazacağım elbet.
Editörlerin ilk cümleyi ya da ilk sayfayı beğenmediğinde dosyayı okumaya devam etmediği miti doğru mu?
İlk cümle veya sayfa değil de ilk birkaç sayfadır. Editörüne göre değişir ama bir eserin kendini ele verdiği yer de buralardır zaten. Yani üç yüz sayfalık bir kurmacanın yüz yirminci sayfasında olayların müthiş şekilde bağlanmasının bir önemi yoktur, ilk sayfalarda okuru içine çekememişse eğer… Okura “N’olur biraz sabret, elli sayfa sonra çok acayip şeyler olacak,” deme şansımız ve hakkımız yok. Tabii burada edebi kaygıyla birlikte biraz ticari kaygı da giriyor işin içine.
Her editör illa bu şekilde çalışıyor diye de bir şey yok tabii; editörlerin zaten iyi birer hızlı okumacı olmaları gerekiyor hataya düşmemesi için. Ama ben ilk sayfalarla birlikte ortasına, sonuna da bakarım ve her iyi editörün/yayıncının yapması gerektiği gibi hikâyenin sinopsisini de yazarın kaleminden görmek isterim. Bu sayede eserin bütününü toparlanabilir hatalara, eksiklere kurban etmeyiz. Editör sadece “İyiymiş, basalım,” diyen kişi değildir neticede, eseri geliştirmekle de yükümlüdür.
KalemKahveKlavye uzun yıllardır dijital yayın yapan bir edebiyat kültür sitesi, edebiyatın içinden haberler verdiği gibi ciddi araştırma ve inceleme dosyaları da hazırlıyor. Bu dosyaların bir kısmında ciddi eleştirilerini okuyoruz, bu eleştiriler karşısında tepki alıyor musunuz? Sence yazarlar ve yayınevleri eleştiriye açık mı ya da eleştirilmeye hazırlar mı?
Türkiye’de kim gerçekten eleştiriye açıktır ki Onur? Bizim, yayınevleriyle, yazarlarla veya kitaplarla ilgili eleştirilerimiz daha çok matbuat ve edebi nitelikle ilgiliydi oysa bugün yayınevlerinin birçoğunun -hepsi değil- önceliği ticari nitelik. Bir yandan bireysel/kurumsal hırslardan ötürü eleştirdiğim ama bir yandan da ekonomik koşullar itibariyle görece hak verdiğim bu durum karşısında “Ya şu çok satan yazarımızın diyalogları sıkıntılıymış, uyaralım da düzeltsin,” demez ki kimse. “Bir şekilde isim yapmış, ne yazsa satacağız, kurcalama hiç,” derler.
Ve tabii ki, geçmişte, daha heyecanlı bir gençken yaptığım eleştiriler nedeniyle ben de “kötü çocuk” oldum. Yakın zamanda bir dostum iyi niyetli uyardı beni, bana yaklaşmaya, iş önermeye çekinenler oluyormuş. Oysa ben hiçbir eleştirimi yok etmek üzerine yapmadım; ben eleştirinin işlevini dönüştürmek olarak gören ve eleştirenle eleştirilenin yüz yüze bakabilmesini medeniyet addeden birisiyim.
KalemKahveKlavye kuruluşundan bugüne kadar ne gibi zorluklarla karşılaştı, dijital yayınlar kendilerinden beklenen devrimi gerçekleştirebildi mi sence yoksa biraz daha beklememiz gerekiyor mu?
Devrim kadar iddialı bir kelime kullanmak istemem ama dijitalin gücü asıl şimdi ortaya çıkıyor. Dünyada da böyle ama Türkiye’de çok daha belirgin bu çünkü ana akım medya bitti. Bak zayıfladı falan demiyorum, bitti. Mevcut iktidarın, ana akım medyanın tamamına yakınını doğrudan kendine bağlaması ve vasatlaştırması nedeniyle ne eğlence ne bilgi bazında ana akımda tek tük bir iki örnek dışında hiçbir şey kalmadı.
3K özelindeki zorluklar biraz benim pimpirikliğimden de kaynaklandı: Hiçbir zaman ekip çalışması haline getiremedim olayı, buradaki gerekçem de insanlardan bedava iş rica etmekten çekinmem. Bu zamana dek yayınlanan tüm yazılar, “Şu an gelir modelimiz yok, telif ödemesi yapamıyoruz,” açıklamama rağmen “Canın sağ olsun,” diyen güzel insanların yazılarıdır. Bir yandan başka işlerle uğraşmak zorunda olduğum için, çok iyi de bir trafiği olmasına rağmen bu açıdan ihmal ettim 3K’yı. Umarım yakın vadede bu değişecek.
KalemKahveKlavye bünyesinde bir de atölye bölümü, yazma heveslileri için makaleler hazırlıyorsunuz, peki sen yaratıcı yazarlık kavramına nasıl bakıyorsun? Sence bir hikâye üretip onu kağıda dökmek doğuştan gelen bir yetenek midir yoksa zamanla öğrenilebilir mi?
Yetenek, yüzdenin çok küçük bir dilimine sahip. Sesi güzel olan bir çocuğu doğrudan sahneye koyduğunda ömür boyu güzel şarkı söylemesini beklemek saflık olur. Okumayan, yazmayan, mesai yapmayan birisi de yazamaz. Sadece “kurmacanın unsurlarını” veya “yazmanın formülleri”ni kastetmiyorum. Dil bilmiyoruz biz; özneden, yüklemden, fiil çatısından da bihaberiz. Yazmayı bilmek sadece harfleri bir araya getirmekten ibaret değil ki.
Yazım Kılavuzu’yla birlikte yazar adayları için bir el kitabı hazırladınız, bundan sonra da yazar adayları için bu gibi çalışmalara devam edecek misiniz?
Tabii ki. Yapılacaklar listemiz çok uzun aslında ama araya başka işler, süreçler girdi. Hem Yazım Kılavuzu-KalemKahveKlavye işbirliğinin hem de bu iki mecranın ayrı ayrı yapacağı çok iş var.
Yakın zamanda yeni bir kitabın daha raflardaki yerini aldı, Yeraltı Kütüphanesi. Bu kitap bize Rock müzik etkisindeki 90’ların altkültürünü, müzik yayıncılığını, dergilerini, fanzinlerini ve edebiyatını nasıl şekillendirdiğini röportajlar ve kıyıda köşede kalmış hikâyelerle anlatıyor. Bu araştırmayı yapma ve bir kitap haline getirme fikri nasıl ortaya çıktı? Sen de 90’larda büyümüş biri olarak kendini o günleri anlatma konusunda borçlu hissediyor musun?
Aslında hem o borcun hem de beni büyüten, şekillendiren bu altkültüre olan kişisel borcumun ürünüdür Yeraltı Kütüphanesi.
2015’te bir gece aklımda beliren “Türkçede Rock-Metal kültürüyle ilgili hangi kitaplar yayımlanmış acaba?” diye giriştiğim birkaç aylık bir arşiv, sahafiye ve kütüphane çalışmasının ürünü aslında. İlk başta sadece bibliyografya halindeydi ve onu da kitap olarak yazıp satmak saçma olacağı için Rock Kütüphanesi adıyla dijitalde yayınlamıştım. Aradan geçen zamanda kitaptaki kapsama ulaşan bir arşiv oluşunca kitap yapma zamanı geldi dedim.
Yeraltı Kütüphanesi’nde ilginç hikâyeler var, mesela tanıtım bülteninden bir örnek vereyim, “Ahmet Kaya, Bulutsuzluk Özlemi’ni neden övdü?” Seni o günleri dair en çok şaşırtan şey ne oldu? Kitaba koyamadığın bir hikâye var mı mesela?
Kitaba koymadığım çok özel bir hikâye yok, 2000’ler sonrasının Türkiyesi’nde büyüyen bir çocuk olarak şaşırma eşiğim de epey yüksek Onur, sen de bilirsin bu durumu. Ama medyanın ikiyüzlülüğünü, toplumun katı önyargısını, bu çocukları sadece muhafazakârların değil solcuların bile sevmediğini görmek derinden bir “Vay arkadaş ya!” dememi sağladı. 2000 sonrasını anlamak için 90’ların bu yönünü bilmek çok ama çok önemli. O yüzden kitapta yapay bir nostalji rüyası sunmak yerine gerçekçi, politik arka plana kurulmuş bir 90’lar anlattım.
Yeraltı Kütüphanesi’nin devamı olacak mı ya da farklı araştırma konularında yazma planının var mı?
Bu konu kapsamında kitapta laf kalabalığı olmaması için eklemediğim bir alt başlık var: Doksanlarda Radyo Yayıncılığı. Onu sanırım dijital için hazırlayacağım ama yolda karşıma güzel ve bol doneler çıkarsa kitap haline de gelebilir belki, bakacağız artık.
Peki biz de ilgiyle takip ediyor olacağız. Dedektif’e ayırdığın zaman için teşekkür ederim.