Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

KÜP

Diğer Yazılar

YENİ EV

HAVUZ PROBLEMİ

Özgür Hünel
Özgür Hünelhttps://www.ozgurhunel.com/
1989'da Ankara'da doğdum. ​ Çocukluğumdan itibaren sanata ve kurguya büyük ilgi duymam sonucu, kariyerimi bu alanlarda yapmaya karar verdim. Böylelikle, 2007'de Ankara Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim bölümünden, 2015'te ise Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik bölümünden mezun oldum. Halen aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Reklamcılık bölümünde tezli yüksek lisans öğrenimimi sürdürmekteyim. ​ Yazarlığım ise, kişisel merak, kendi kendimi yetiştirme ve deneyimin birleşimi olarak ortaya çıktı. ​ Çalışmalarımı halihazırda Ankara'da sürdürmekteyim. ​

İnsan kendi sesini duyamazmış, biliyor musun? Daha doğrusu, başkaları gibi duyamazmış. Sesini bir gramofona kaydet ve dinle; tanıyamayacaksın… Çünkü kendi sesimiz bize eti, kemiği ve tüm o dokuları aşarak, kendi filtremizden geçerek geliyor. Ses bizim, ama onu gerçek haliyle duyamayan bir tek biziz. Sana daha ilginç bir şey söyleyeyim mi? Bence aynı şey kendi görüntümüz için de geçerli. Aklımız erdiğinden beri sayısız defa aynada kendi suretimize baktığımızdan, kendi görüntümüze o kadar aşina hale geliyoruz ki, kendimizi asla bizi ilk defa gören biri gibi göremiyoruz. Sanatta da böyle aslında… Ressam boş tuvale attığı ilk fırça darbesinden imzasını kondurduğu ana kadar eseriyle öyle içli dışlı oluyor, öylesine âşık oluyor ve aynı zamanda nefret ediyor ki onu hiçbir zaman başkalarının gözünden göremiyor, yarattığı tesiri deneyimleyemiyor… Heykeltıraşlar, yazarlar, müzisyenler, farkında olmasalar da hepsi bu dertten muzdarip…

***

1907, Montmartre, Paris

“Dinleyin Mösyö Picasso,” dedi doğulu kadın, neredeyse yarım saattir, afyon etkisindeki çakırkeyif ressamı dinliyordu ve artık sabrının tükenmeye başladığı ses tonundan belli oluyordu.

“Gerçekten çok ilginç. Lakin ben de bir dertten muzdaribim, paramı hala ödemediniz.” Pablo Picasso homurdanarak ceplerini yokladı, yanında yeterli para olmadığını fark etti. Cebinden bir mendil, bir de karakalem çıkmıştı sadece. Bunu yapmaktan hoşlanmıyordu ama başka çaresi yoktu. Karakalemle mendilin üzerine bir nü eskizi çiziverdi ve kadına uzattı. Eline geçen fırsatın farkına vardığında kadının ağzı kulaklarına varmıştı. Pablo yalpalayarak kalkıp çıkışa yönelirken, kadın arkasından seslendi: “Mösyö Picasso! İmzanızı atmayı unuttunuz!” Pablo arkasına bakmadan, “sadece kullandığım afyonun parasını ödüyorum…” diye homurdandı, “…rezil batakhaneni satın almıyorum”.

Akşam vakti Pablo, Montmartre, Bateu-Lavoir’deki atölyesine girmek üzereydi ki, karşıdaki karanlık ara sokakta kendisini izleyen tanıdık bir figür fark etti. Bir süredir genç ressam nereye gitse bu yaşlı ve tuhaf dilenci kadını bir köşeden kendisini izlerken yakalıyordu. Paris’te giderek artan ününün dilencileri de kapsaması şüpheli olduğundan, afyonun da verdiği cesaretle gidip derdinin ne olduğunu sormaya karar verdi. Yerde oturmuş, sırtını bir duvara dayamış vaziyette Pablo’nun kendisine yaklaşmasını izleyen kadının çok tuhaf bir görüntüsü vardı. Eski püskü bir cübbe giyiyordu. Ayağa kalkıp dik dursa boyu iki metreyi bulabilirdi ama o kadar kambur duruyordu ki, Pablo yıllarca insan anatomisi çalışmış olmasa bu durum onun bile gözünden kaçabilirdi. Yüzünün ve -göründüğü kadarıyla- vücudunun büyük kısmı sargılarla kaplanmıştı. O kadar yaşlı görünüyordu ki, Pablo bunun mümkün olacağını bilse, kadının yüzlerce yıl yaşamış olduğunu düşünürdü. “Bakın matmazel,” diye lafa girdi Pablo, gelenekselleşmeye başlayan alaycı ve iğneleyici tavrıyla, “Beni takip ettiğinizin farkındayım. Ama nasıl desem… Modellerimi genelde daha genç ve güzel kadınlardan seç-”

“Kapa çeneni ve beni dinle!” diye genç ressamın lafını ağzına tıktı kadın. Sonra başını kaldırıp kapüşonunun altından Pablo’nun gözlerinin içine baktı. O gözler… Pablo böylesini hiç görmemişti. Kadının konuşması, biri soprano, diğeri alto iki operacının birlikte söylediği, fakat başından sonuna detone oldukları bir arya gibiydi: “Bir süredir arayış içindesin biliyorum. Maviler güzeldi… Kırmızılar da öyle. Ama artık bitti. Peki ya şimdi? Yeni bir başlangıcın vakti.”

“Tüm bunları nereden biliyorsun? Kimsin sen?”

“Bir ressama bir şeyi sözlerle anlatmak aptallık olur. En iyisi göstermek.”

Kadın cübbesinin içinden küçük cam bir küp çıkardı. Küp yavaşça parladı, kısa süre sonraysa etrafına ışık saçıyordu. “Buna bak,” dedi kadın sakince, elinde tuttuğu küpü Pablo’ya gösterirken. Gözleri ışığa alıştıktan sonra ressam, küpün içinde bazı görüntüler görmeye başladı.

Neden sonra Pablo, atölyesindeki yatağında baş ağrısı ve mide bulantısıyla uyandı. Tuhaftı çünkü ne afyon ne de alkol onda böylesi akşamdan kalmalığa sebep olurdu. Dahası zihninde bir takım tuhaf görüntüler dolanıyordu. Rüya görmüş olmalıyım. Kendine gelmeye çalışırken, atölyenin ortasındaki ahşap şövalenin üzerinde ona ait olmayan bir resim olduğunu fark etti. Hızla yataktan fırladı. Resmi ne yapmış ne de satın almıştı. Primitif bir üslupla çalışılmış ve kasıtlı olarak yarım bırakılmış resimde, keskin kontürlerle köşeli hatları belli edilmiş ve alışılmadık renklerle boyanmış karikatürize bir kadın figürü vardı. Picasso’nun resmi incelerken hissettiği merak ve şaşkınlık, gözleri tuvalin sağ alt kısmına kaydığında yerini öfkeye bırakmıştı. Resme “Picasso” imzası atılmıştı! Matisse veya Braque’ın işi olmalı… Acınası ahmaklar güya benimle alay ediyorlar. Pablo’nun düşünceleri, arkasından gelen zarif bir kadın sesiyle bölündü: “Harika Pablo! Bayıldım…” Ressamın atölyede birlikte yaşadığı sevgilisi Fernande Olivier’di bu.

“Nesine bayıldın? Bence berbat.”

“Ne? Ne demek istiyors-”

“Fernande senin bu işte parmağın var mı?”

“Ama ben sanmıştım ki… Onu sen…”

Pablo öfkesini daha fazla kontrol edememişti, “Defol!” diye bağırdı. Fernande gözyaşları içinde apar topar hazırlanıp atölyeden çıkarken ancak “Afyon beynini sulandırmış Pablo,” diyecek gücü bulabildi. Uzun süre dönmeyecekti. Yalnız kalan ressam, “Her kimsen, meydan okumanı kabul ediyorum,” diye mırıldandı kendi kendine. “Daha iyisini yapacağım.” İncelemek için resmi eline aldığında, tuvalin içine gizlenmiş bir kitap yere düştü. Tuvali bırakıp kitabı eline aldı.

Traité élémentaire de géométrie à quatre dimensions (Dört Boyutun Geometrisi Üzerine Temel Bir İnceleme)

Esprit Jouffret, 1903

Pablo gizemli rakibi her kimse, neden tabloyla birlikte bir de kitap bıraktığına anlam verememişti. Birisi ona bir mesaj mı veriyordu? Daha da kötüsü, birisi büyük Picasso’ya ders mi vermeye çalışıyordu? Sebep her ne idiyse, Pablo oyunu rakibinin kurallarına göre oynamayı kabul etmişti. Kitabın sayfalarını karıştırırken, parçalanmış bir küp misali zihnine saçılmış görüntüler bir araya gelmeye başlamıştı. Çok uzak bir geçmişin, yüzbinlerce yıl öncesinin görüntüleriydi bunlar.

Uzak geçmiş, Kilimanjaro etekleri, Doğu Afrika

Dünya’nın kadim ve baskın türüydüler. İki metreye yakın boyları, ince zayıf bedenleriyle zarafet içinde salınırlardı. İnanılmaz zekalarının meyvesiydi medeniyetleri. Türünün seçkinlerinden biri olan genetik mühendisi kadın, devasa yapının yüksek bir balkonundan kendi eseri olan Neandertalleri izliyordu. Yaratıcılarının aksine bodur, kıllı ve düşük zekalı olan bu insansılar şehrin her yerinde, efendileri onlara ne iş verirse yerine getirmekle meşgullerdi. Kendi eseri olmasına rağmen onlara bakarken övünmüyor, aksine, tiksiniyordu. Bir erkek sesi geldi arkasından. “Gurur duymalısın,” diyordu. Ses hükümdarına aitti. Kadının neler düşündüğünü hissetmişti adam sanki. Kadın onu başını eğerek selamladı. Lakin bu konu üzerine bir tartışmaya daha girmek istemediğinden oradan ayrılıp laboratuvarına gitti. Aylardır üzerinde çalıştığı projeye devam etmek üzere hologram düzeneğini aktive etti. Envai çeşit renkte binlerce hologram küp belirmişti havada. Kadın el hareketleriyle holo küpleri kendi aralarında gruplaştırıyor, ayrıştırıyor, onlara şekil veriyordu. Önce, Adenin, Timin, Sitozin ve Guanin nükleobazları bir araya gelerek nükleositleri oluşturuyor, ardından nükleositler de bir araya gelerek nükleotitleri oluşturuyordu. Hepsi birlikte ikili sarmal bir forma bürünerek DNA’ları meydana getiriyorlardı. Nihayetinde bu DNA’lar dört boyutlu bir tetraküp formu alıyor ve kompozisyon tamamlanmış oluyordu. Küplerin form alırken havada süzülüşünü belli belirsiz bir gülümsemeyle izleyen kadın kendi kendine mırıldandı.

“Daha iyisini yapacağım.”

***

Pablo uzak geçmişteki Afrika’ya dair hayal meyal hatırladığı görüntülerin etkisiyle Palais du Trocadéro’daki etnografya müzesinde sergilenmekte olan Afrika sanat eserlerini görmeye gitti. Afrika maskları ve diğer objeler onu o kadar etkilemişti ki hemen bir yere oturup yanında getirdiği eskiz defterine çizimler yapmaya başladı. Geometri kitabında gördüğü, hiper küplerin ve dört boyutlu diğer polihedronların iki boyutlu kağıt üzerine yansıtılış biçimi, ona bu yöntemi resim sanatına uyarlama fikri vermişti. Elbette bu oldukça zorlu bir işti zira çoklu perspektif kullanımı gerektiriyordu.

Müzede saatlerce çalıştıktan sonra nihayet memnun kaldığı bir eskiz üretmişti: Havaya kaldırdığı kollarıyla klasik bir Venüs pozu vermiş bir fahişe. “Vay be, bu Mösyö Picasso!” Ses, Pablo’nun iznini almadan yanına oturmuş hevesli bir delikanlıya aitti. Pablo hiç oralı olmasa da genç adam ısrarcıydı, “Mösyö, bu ne biçim figür böyle? Hiç de bir kadına benzememiş,” deyiverdi. Pablo her zamanki alaycı tavrıyla “Bu bir kadın değil, bu bir resim,” diye homurdandı. Delikanlı bozulmuştu, uzaklaşarak ressamı bir başına bıraktı. Pablo tekrar eskizlerine odaklanırken bir ses daha duydu.

 “Mösyö Picasso…” Pablo bu defa kendine hâkim olamayıp bağırdı. “Gene ne var!?” Fakat bu defa yanında oturan o tuhaf, yaşlı dilenci kadındı.

“Bağırma Pablo, bir müzedeyiz.”

“Nereden çıktın sen? Yanıma oturduğunu fark etmedim bile. Benden ne istiyorsun gene?”

“Aklında onlarca soru olduğunu tahmin edebiliyorum Pablo. Sana bir iyilik yapıp son soruna cevap vereyim. Senden istediğim şey küpe tekrar bakman.”

Kadının cübbesinden çıkardığı küpten yayılan ışığı müzede ikisinden başka kimse fark etmiyordu. Pablo tekrar görüntüler görmeye başladı.

Ve ressam yine atölyesindeki yatağında uyandı. Başı ağrıyor, midesi bulanıyordu. Daha da kötüsü, atölyenin ortasındaki ahşap şövalenin üzerinde, faili meçhul yeni bir tablo duruyordu. Bu defaki üç kadın figürü içeren bir nü çalışmasıydı. İşin ilginç yanı, Pablo’nun müzede çizdiği eskizleri andırıyordu. Henri Matisse’in işi olmalı bu… Beni müzede gizlice izlemiş olmalı. Belki de o aptal delikanlı onun adamıydı. Şuna bak… Bari imzamı düzgün atmayı becerseydi. Artık bu kadarı Pablo için fazlaydı. Eline aldığı ucu sivri bir spatulayla resme saldırdı, sinir krizi geçirerek tuvale darbeler indirdi, kesti, delik deşik etti. Bu esnada tuvalin arkasına iliştirilmiş bir kitap yere düştü.

Le Chef-d’œuvre inconnu (Gizli Başyapıt)

Honoré de Balzac, 1831

Fakat Pablo o an için kitabı umursamadı. Çünkü yerde daha ilginç bir görüntü vardı; kesip biçtiği resmin parçaları, gövdesi yarılan bir bedenden dökülen organlar misali tuvalden ayrılıp yere düşerken tesadüfi bir kompozisyon oluşturmuşlardı. En azından şimdi bir şeye benzedi diye düşündü. Zihninde dağınık duran bazı görüntüler bir araya gelmeye başlamıştı.

Uzak geçmiş

Beş devasa cam küp yavaş yavaş yükselirken içlerindeki sıvı zemine akıyordu. Küpler tamamen kalktığında, beş insansı dişi tamamen açığa çıktı. Neandertallerden daha uzun, zarif, güzel ve zekiydiler. Şaşkınlıkla etrafa bakıyor, sırılsıklam ve çıplak oldukları için titriyor, içgüdüsel olarak kollarıyla bedenlerini sararak ısınmaya çalışıyorlardı.

Genetik mühendisi kadın durumdan memnundu. Henüz “ara geçiş formu” evresindeydi ama sonuca ulaşmaya çok yakındı. Dişilerden en soldakinin yanına gitti. Çevresine anlam veremeyen şaşkın gözlerle bakan insansının saçını ve yüzünü şefkatle okşadı. Ani bir hareketle elindeki neşterle dişinin boğazını kesti. Kanlar içinde yere yığılan bedenin üzerine eğildi ve neşterle gövdesine kesikler atmaya, bazı organlarını dışarı çıkarmaya başladı. Diğer dördü panik ve korkuyla titriyordu. Yine de yerlerinden kıpırdamadılar. Sırayla hepsi aynı kaderi paylaştı. Mühendis üstü başı kan içinde, yerdeki et ve kan kompozisyonuna bakıyor, çenesini sıvazlayarak bir şeyler düşünüyordu. “Bu rezalet de ne!” Bağıran hükümdarıydı. Kadın işine o kadar odaklanmıştı ki adamın geldiğini duymamıştı. Kim bilir ne zamandır oradaydı. Sonrası kadının aşina olduğu “Bunu bir saplantı haline getirdin,” ve “Hepimizin sonunu getireceksin,” gibi azar dolu cümleler oldu.

***

Pablo, Balzac’ın “Gizli Başyapıt”ını bir solukta okumuştu. Kısa roman, üzerinde çalıştığı resmi takıntı haline getirmiş bir ressamı anlatıyordu. Ressam, resim üzerinde o kadar fazla çalışmıştı ki, sonunda bitirip başkalarına gösterdiğinde tuval üzerinde bir renk bulamacından başka bir şey görememişlerdi. Görememişlerdi zira eser, onların zamanının ve algı boyutlarının ötesindeydi. Pablo romandan aldığı esinle, parçaladığı o faili meçhul resimden daha iyisini yapana kadar durmamaya karar verdi. Kafası geometrik şekiller ve çoklu perspektiflerle, ciğerleri afyon dumanıyla ve midesi şarapla dolu vaziyette gündüzler ve geceler boyu çalışarak yüzlerce eskiz üretti. Bünyesi buna isyan ettiğinde eskiz yığınlarının üzerine kıvrılarak uyuyakalmıştı. Saatler sonra bir parıltı uykusunu böldü. Karanlık atölyenin içinde giderek parlaklığı artan bir ışık vardı. “Fernande? Sen misin? Dinle beni… Öyle konuşmamalıydım,” dedi Pablo ışığın ne olduğunu anlamaya çalışarak, “Özür dilerim. Lütfen beni affet ve geri dön. O kadar tuhaf bir süreçten geçiyorum ki…” Ve Pablo tekrar uykuya daldı. Rüyasında o tuhaf uzak geçmişe dair yeni görüntüler gördü.

Uzak geçmiş

“Sonumuzu getireceğini söylemiştim!” diye bağırdı hükümdar hiddetle, “Senin işin iş gücü yaratmaktı. Oysa sen takıntının peşinden gittin. Ve bir de… Bir de onlara bizden gizli olarak özgür irade bahşettin.” Bulundukları yapının her katında çatışmalar sürüyordu. Kadim tür teknolojik olarak üstündü ama insanlar sayıca üstündü ve her yerdeydiler. Savaşın sonuna gelinmişti. Çatışmalar bulundukları salona kadar ulaşmıştı. Hükümdar korku ve öfke içindeydi. Oysa mühendisin yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Mızrak darbeleriyle öldürülmeden önce hükümdarın son sözleri, “Tüm çaban boşunaydı ve bir hiç uğruna kendi türünün yok olmasına sebep oldun. Şunu bil ki ne kadar zaman geçerse geçsin, yaratıkların asla algı eşiğini geçemeyecek, asla o mertebeye erişemeyecek,” oldu.

Duyduğu son şey ise, mühendisin cevabı oldu: “Meydan okumanı kabul ediyorum.”

İnsanlar hükümdarla işlerini bitirdikten sonra mühendise yöneldiler. Saldırı bittiğinde baygın halde yerde yatıyordu. Tüm vücudu yara bere içindeydi, ama ölmemişti.

***

“Uyan Pablo.” O detone tuhaf sesi duyduğunda Pablo bunun bir kabus olmasını diledi.Gözlerini korkarak açtığında dilenci kadının gerçekten de atölyesinde olduğunu fark etti. Apar topar ayağa kalktı. “Sakın bir daha bana o küpü göstereyim deme!” Kadın güldü ve atölyenin ortasındaki büyük boy tuvali kaplayan örtüyü eliyle tutup çekti. Faili meçhul bir tane daha, neden hiç şaşırmadım? diye düşündü Pablo. Bir süre birlikte resme baktılar. Ardından kadın, “nasıl buldun?” diye sordu.

“Berbat.”

“Kimin yaptığını biliyor musun?”

“Biliyorsan söyle de atölyesini basıp doğduğuna pişman edeyim.”

“Sen yaptın Pablo.”

Pablo’nun cevap vermesine fırsat vermeden cübbesindeki ışıldayan küpü çıkarıp son defa ressama gösterdi. Pablo bu defa geçmişten görüntüler görmedi. Bu sefer etrafındaki mekanın görüntüsü değişmişti. Kadın hala onunlaydı. Ayaklarının altında bir zemin yoktu, sonsuz bir boşlukta duruyorlardı. Her çeşit renkten binlerce küp Pablo ve kadının etrafındaki sonsuz boşlukta ahenkle salınıyordu. Pablo kadının görüntüsünün değiştiğini fark etti. Şimdi genç ve güzeldi. Uzun boyuyla dimdik duruyor, cildi pürüzsüz görünüyordu. Sesi Pablo’nun dinlediği tüm melodilerden daha güzeldi. Kadını kulaklarından ziyade zihniyle duyuyordu:

Sana arzu ettiğin şeyi verdim. Hafızanla oynayarak kendi resimlerine onları kendinin yaptığını bilmeden, bir başkasının gözüyle bakmanı sağladım Pablo. Çünkü ancak o zaman onları, ilk defa gören biri gibi deneyimleyebilir ve kendi zihninin taraflı bakış açısından kurtularak daha iyisini üretebilmek için ne yapman gerektiğini bilebilirsin. Aynı resme tekrar ve tekrar baştan başladın ve böylece zamanı ve mekânı bükebildin. Unutma Pablo, ancak aptallar zaman ve mekânın kölesi olur. Türünün dördüncü boyut algı eşiğini geçmeye muktedir olduğunu biliyordum. Bunu başaracak olan sendin ve başardın. Bu eser bir başlangıç. Türün için zihin düzleminde yeni bir evrenin başlangıcı. Yeni bir algı boyutunun başlangıcı! Elveda Pablo…

Pablo eskiz yığınları içinde uyandı. Bu defa baş ağrısı, mide bulantısı yoktu. Dilenci kadın da yoktu. Ama resim yerli yerinde duruyordu. Tüm bunlar bir rüya olmasın? diye düşündü.

Haftalar sonra Pablo, eserini yakın çevresine göstermek üzere atölyesinde bir davet verdi. Henri Matisse, Georges Braque, Max Jacob, André Salmon, Guillaume Apollinaire, Getrude Stein ve diğerleri oradaydı. Tabloyu arkadaşlarına gösterdiği anda hepsi dehşete kapılmıştı. Belki bir ya da ikisi bunun bir başyapıt olabileceğini düşünmüştü ama çoğunluk için bu, korku ve her türden aşağılık his uyandıran melun bir şeydi.

Pablo bu resim için memleketi İspanya’dan muzır bir sahne tercih etmişti: Avignonlu fahişeler. Resim beş nü kadın figürü içeriyordu. Sağdaki ikisinin yüzü eski Afrika masklarını andırıyordu. Pablo bu resimde estetik kaygılardan tamamen soyutlanmıştı çünkü estetik kaygıların onu yalnızca sınırlayacağını düşünmüştü. Onlardan kurtulup içindeki duyguları serbest bırakmış ve bunları olabilecek en vahşi şekilde resmetmişti. Yüzleri ve bedenleri keskin hatlarla yüzeylere bölerek, hacmi “alanların ritmi” şeklinde kavramıştı. Ne simetriye ne de objeler arası orantıya önem vermişti. Biçimler gerçekte görünenden ziyade, gerçekte anlatılmak istenileni gösteriyordu. Üç boyuta ek olarak dördüncü boyut, zaman, eklenmişti ve birden fazla perspektif bir arada kullanılmıştı. O an orada bulunan hiç kimse bunları anlamamıştı…

Davetliler gittiğinde Pablo uzun süre hiçbir şey düşünemedi. Neden sonra dizleri üstüne çöküp ağlamaya başladı. Yaşlı ve deli bir hokkabazın beni kandırmasına izin verdim…

***

1916, Barbazanges Galerisi, Salon d’Antin Sergisi, Paris

Resmin karşısındaki sandalyede “yaşlı dilenci kadın” oturmaktaydı. Resmin değerinin anlaşılmaya başlanacağı zamana kadar beklemeye karar vermişti ve işte o zaman artık gelmişti: Les Demoiselles d’Avignon (Avignonlu Kadınlar), tamamlandıktan ancak dokuz sene sonra ilk defa sergileniyordu. Bu resimle başlayan üsluba insanlar “kübizm” adını vermişti. Bu üslup, kendisinden sonra gelecek yeni modern sanat üsluplarını, yeni algı boyutlarını tetikleyecek bir başlangıçtı. Kadın elindeki cam kübe bakarak geçmişi düşündü. Bu kadar zaman bir iddiayı kanıtlamaya çalışmıştı, üstelik hatırlamadığı kadar uzun zamandır var olmayan birine karşı. Tıpkı Picasso’nun onca zaman, aslında orada olmayan bir rakiple mücadele etmesi gibi. İroni, kadını belli belirsiz gülümsetti. Yeterince uzun yaşadım diye düşündü. Cam küpü aktive etti. Küpten yansıyan şekiller ve ekranlar üzerinde bir işlem yaptı. Ardından küpün yüzeyindeki belli noktalara ritmik olarak dokundu. İçindeki tüm datası silinen küp, yüzlerce küçük parçaya bölünerek dağıldı. Bir küçük parça kadının avucunda kalmıştı. Kadın bu parçayı yuttu. Karşısındaki resmi son defa seyrederken, tüm hücresel yapısı çökmeye ve çözülmeye başladı. Oturduğu yerden kayarak düştü, ölmüştü.

En Son Yazılar