Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

KUŞ GİBİ

Diğer Yazılar

KAZA SÜSÜ

HEY TEKO!

KORKU

Emel Aslan
Emel Aslanhttp://www.onkajans.com/emel-aslan/
Yazar, çevirmen ve editör. 1975 yılında Antalya’da doğdu. ODTÜ’de Çevre Mühendisliği okudu. Uzun yıllar Ankara’da özel sektörde farklı disiplinlerde çalıştıktan sonra 2008 yılında kurumsal hayata veda ederek güneye doğru yepyeni bir hayata uçtu. Serbest çevirmenlik yapmaya başladı, yazı-çizi işlerine bulaştı. Ankara’da 2011-2013 yılları arasında yayımlanan Mahalle Baskısı adındaki kültür, sanat, edebiyat ve eğlence dergisinin kurucusu, editörü ve yazarlarından biriydi. ODTÜ Yayıncılık için çeşitli kitaplar çevirdi. ONK Ajans’a bağlı olarak Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları ve özel tiyatrolar için tiyatro oyunları çevirmeye ve yazmaya başladı. Bir gün yolu Türkiye’nin ilk ve tek polisiye e-dergisi Dedektif ile kesişti ve kendini suç, gizem ve gerilim öyküleri yazarken buldu. Dedektif Dergi ve Herdem Kitap / Polisiye Serisi için editörlük yapmaya başladı. Türkiye Polisiye Yazarları Birliği (POYABİR) üyesi oldu ve Türkiye’nin önde gelen polisiye yazarlarıyla birlikte birçok kolektif öykü seçkisinde yer aldı. Yazarın öyküleri, deneme ve incelemeleri Dedektif Dergi’de ve çeşitli öykü seçkilerinde düzenli olarak yayımlanıyor. Türkçeye kazandırdığı tiyatro oyunları sahnelenmeye devam ediyor. Artık yılın büyük bölümünü güney kırsallarında, küçük bölümünü ise Ankara’da geçiriyor. Yazmaya, çevirmeye ve düzeltmeye aklı yettiğince devam etmeyi planlıyor.

Leyla kocaman çekçekli valizi ve küçük el çantasıyla evden dışarı zor bela kendini attığında saat 16.00’yı bulmuştu. Kahretsin ki geç kalmıştı, hem de böylesine önemli bir günde. Titremesine engel olamadığı elleriyle kapının üst ve alt kilitlerini ikişer kere kilitleyip asansöre koşturdu. Aksi gibi zemin kattaydı asansör. Sekizinci kata gelene kadar asansörü hızlandırmak istercesine çağırma tuşuna defalarca bastı, dijital ekrandan gözlerini ayırmadan tek tek katları saydı ama yine de saniyeler değil, saatler geçmiş gibi geldi Leyla’ya. Zemin kata iner inmez koşar adım ilerledi binanın dış kapısına. Oh! Mahalle durağından çağırdığı taksi gelmiş, bekliyordu. Şoförün simasına aşinaydı. Bugün için başka planları vardı aslında; tanıdık duraktan taksi çağırmayacak, havaalanına farklı bir yoldan ulaşacaktı ama mecbur kalmıştı işte. Ne olursa olsun uçağa yetişmek zorundaydı artık, çaresi yoktu.

Taksici valizini bagaja yerleştirip gazladı hemen. “İyi günler abla, havalimanı demişsin, doğru mu?” dedi öndeki otobüsü sinyal vermeden sollarken. “Evet evet, çok geç kaldım, gözünü seveyim yetiştir beni, yanarım yoksa!” dedi Leyla yalvaran bir sesle.  “Merak etme abla!” dedi taksici kendinden gayet emin ve biraz daha kökledi gaz pedalını.

Leyla, arka pencereye dönüp bir tünelden çıkarmış gibi giderek küçülen manzaraya baktı bir müddet. Neredeyse otuz yıllık mahallesine, oturduğu köhne binaya, yıllarca alışveriş yaptığı bakkala, kızının gittiği okula, oynadığı parka gözleriyle veda etti. Sağı solu şöyle bir kolaçan etti gayriihtiyari. Güçlükle yutkundu birkaç sefer, yoksa kalbi ağzından kuş gibi uçup gidecekti. Kupkuruydu boğazı.

“Suyun var mıydı? Unutmuşum yanıma almayı…” dedi taksiciye mahcubiyetle.

“Yok be abla, dur, şuradan alıveririz hemen,” der demez kenara yanaştı taksici.

“Gerek yok, durma sakın, geç kalıyorum!” diye arkasından bağırmaya kalmadan işgüzar taksici koşturarak markete girmişti bile.  “Hay dilin kopsun Leyla!” dedi kendi kendine. “Sen de ne tez canlıymışsın be adam!” Nefesi düzene girmemişti hâlâ, göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Arkasına dönüp baktı yine, geldikleri yolu takip etti gözleriyle. Bir gözü markette, bir gözü yolda, kalbi ağzında, saniyeler dakikaları kovaladı. Nihayet göründü taksici, elinde iki küçük suyla. Atladığı gibi gazladı yine. Suyun birini uzattı Leyla’ya.

“Buyur abla.”

“Yahu, ne gerek vardı, geç kalıyorum dedim sana!” Bir tuhaf baktı adam dikiz aynasından Leyla’ya. Kırgın ve öfkeli. Bakışlarından tedirgin oldu Leyla. İstediğinden yüksek çıkmıştı sesi, pişman oldu hemen. “Teşekkür ederim, sağ olasın,” dedi kısık sesle, suyu dikti kafasına. “Aferin Leyla,” dedi içinden. “İyice dikkat çek.”

Sakin olmalıydı. Yetişecekti. Yetişmek zorundaydı. Telefonunun yüksek zırıltılı melodisi çınladı el çantasından. Boş bulunup yerinden sıçradı bir anlığına. Titrek elleriyle çıkardı telefonu. Ekrandaki “Güneş’im” yazısını görünce istem dışı gülümsedi.

“Alo kızım? Taksideyim.”

“Takside misin daha? İnanmıyorum sana, şu anda pasaport kontrolden geçiyor olmalıydın! Geç kalmışsın!”

“Geciktim biraz, yoldayım.”

“Of anne! Kaç ay uğraştık sana bu pasaportla vizeyi ayarlayana kadar! Hayret bir şeysin ya! Ters bir durum yok ya?”

“Yok yok, merak etme.” Eli sağ elmacık kemiğine gitti istemsizce. Dikiz aynasına bakarak hafifçe dokundu.

“Dış Hatlar Terminali’nde ineceksin, unutma. İlk güvenlikten geçer geçmez hemen havayollarının bankosuna git, onlar seni yönlendirecekler. Bilet bilgilerini ve PNR numaranı atıyorum Whatsapp’ına. Yurtdışı çıkış harcını internetten yatırdım ben. Onun dekontunu da atıyorum. Bunları mutlaka göster görevliye.”

“Tamam kızım…”

“Pasaportunla kimliğin yanında, değil mi? Onlar çok önemli bak, uçamazsın yoksa…”

“Tamam kızım.”

“Anne, bir şey mi oldu?”

“Of hayır dedim ya Güneş, kapatıyorum şimdi.”

“E iyi madem. Hadi, havalimanından ara beni.”

“Tamam kızım. Görüşürüz.”

“Görüşürüz annecim.”

Kızının gülümsediğini sesinin tonundan anlayabiliyordu. İçi bir anlığına da olsa aydınlandı. “Az kaldı Leyla, dayan,” dedi içinden. “Yakında kavuşacaksın kızına.”

“Yolculuk nereye abla?” dedi taksici, sorgulayan gözlerle.

“Sana ne?” dedi Leyla, ama içinden. “Kızımın yanına gidiyorum,” dedi dışından.

“Hangi şehirde yaşıyor?”

“Türkiye’de değil, Amerika’da,” dedi Leyla. Der demez de pişman oldu, kızdı kendine. “Ne anlatıyorsun Leyla elin adamına? Adres de ver bari.”

“Ne güzel, maşallah. Bey abi yok galiba?”

“O, işlerini ayarlayınca arkadan gelecek,” dedi Leyla göz teması kurmadan. Gözü yine arka pencereye kaydı ister istemez. Tip tip bakıyordu taksici dikiz aynasından. Bir şeylerden mi şüphelenmişti nedir? İçi hop etti Leyla’nın.

Köprü trafiğinde takılıp kalmışlardı aksi gibi. Telefonun saatine baktı tekrar. Zaman iyice daralıyordu.

“Bu saatte hep böyle mi olur?”

“Belli olmaz abla… Köprüden sonra rahatlarız.”

Dişlerini sıktı Leyla. Kulağında önce hafif bir uğultu, sonra inceden bir çınlama başladı. Giderek yükseldi çınlamanın desibeli. Gözlerini kapatıp nefes egzersizleriyle sakinleşmeye çalıştı, Youtube videolarından izlediği telkinleri tekrarladı içinden. “Az kaldı. Birazdan hareket edeceğiz. Sakın ha Leyla. Panik atağın hiç sırası değil şimdi…”  

Oh! Hareket etmişlerdi çok şükür. Sağından solundan geçen arabalara göz gezdirdi. Bir sorun görünmüyordu. Galiba bu sefer oluyordu. Gözünün önünden film şeridi gibi geçmeye başladı günler, yıllar, mevsimler; kırılan tabaklar, fırlatılan çatallar, suratına inen yumruklar, midesine yediği tekmeler, acillerde sabahlanan geceler…  Defalarca edilen şikâyetler, gidilen karakollar, bir türlü açılamayan soruşturmalar, düşen davalar, sonuna ermeyen terk edişler ve her seferinde kocasının kolunda eve geri dönüşler. Ezbere bildiği şeylerdi artık. Son yıllarda vazgeçmişti mücadele etmekten. Neye yarıyordu ki boş yere umutlanıp durmaktan başka? Hiçbir şey değişmeyecekti nasıl olsa. En büyük tesellisi üç sene önce kızını bu cehennemden çok uzaklara gönderebilmiş olmasıydı. “Sakın gelme!” demişti onu yolcularken. “Ne olursa olsun, sakın geri dönme!” Güneş ise gittiği günden beri annesini çağırıyordu yanına. “Buraya bir gel, gerisi kolay,” diyordu. “Bir yolunu buluruz. Çık artık o dipsiz kuyudan!” Ve ancak üç sene sonra cesaret edebilmişti Leyla bu adımı atmaya. Kızının tembihlediği şekilde avukata da vekâlet bırakmıştı boşanma işlemleri için.

Taksicinin el frenini sertçe çekmesiyle irkilerek kendine geldi Leyla. A, gelmişlerdi! Dış Hatlar Terminali’nin önündeydiler. Nasıl dalıp gitmişti öyle? Apar topar indi taksiden. Bagajdan valizini çıkarmıştı bile taksici. Eline geçen en yüksek kâğıt parayı verdi adama. “Üstü kalsın,” diyerek koşturdu ana giriş kapısına doğru.

Giriş kapısının önü tıklım tıklım insandı. Dışarısı böyleyse, içerisi nasıldı kim bilir…

“Affedersiniz, pardon, izin verin lütfen!” diyerek ittirdi birkaç kişiyi.

“Ne yapıyorsunuz hanımefendi… Bizim de acelemiz var… Sıranızı bekleyin…” itirazları yükseldi kalabalıktan.

“Uçağı kaçıracağım, ne olur, müsaade edin!” diyerek iteklemeye devam etti insanları. Birkaç kişinin ayağına bastı, valiziyle çarptı yanlışlıkla. Söylenmeye devam eden kalabalığın arasından sıyrılarak güç bela ilk güvenlik cihazlarına kadar geldi. Valizini ve el çantasını X-ray cihazına koydu. Kendisi diğer kapıdan geçti. Öttü cihaz. Geri gitti, ceplerini kontrol edip bozuk paraları çıkardı, tekrar geçti. Yine öttü cihaz. “Hiçbir şey yok üzerimde, neden ötüyor bu! Uçağı kaçıracağım!” diye haykırdı. “Lütfen hanımefendi, ayakkabılarınızı ve kemerinizi çıkarın,” dedi görevli kadın sakin ve kendinden emin bir sesle. Ayakkabılarının bağcıklarını telaşla çözmeye çalıştıkça ipler iyice dolandı. Düğümlü düğümlü çekip çıkardı ayağından. Kemerini de çözüp attı yan tarafa. Çoraplarıyla geçti cihazdan korka korka. Ötmedi bu sefer. El tarayıcıyla da yukarı aşağı iyice kontrol ettiler bedenini. “Buyurun geçin,” dediler nihayet.

X-Ray cihazından çantalarını çekti aceleyle. Ayakkabı bağcıklarının düğümüyle uğraşamazdı şimdi. Ayakkabılarını eline aldı, kemerini oracıkta bıraktı, çoraplarıyla koşa koşa havayolunun bankolarına ilerledi. Her bankonun önünde en az sekiz-on kişi vardı sıra bekleyen.

“Türk Hava Yolları TK11 sefer sayılı New York/JFK uçağı kalkış için hazırdır. Yolcuların 608 numaralı kapıya gelmesi rica olunur…”

Anonsu duyunca başından aşağı kaynar sular döküldü. Daha önünde bir sürü insan ve izlemesi gereken pek çok prosedür vardı. Sıraların içinden gözüne kestirdiği en kısa olanına yaklaştı ve bekleyenlerden öne geçmek için yalvar yakar izin istemeye başladı. Kimileri kabul etti, kimileri etmedi. Yine de rica minnet önündeki bekleyen kişi sayısını üçe indirmeyi başardı. Zaman akıyor, uçuş anonsu ara ara tekrarlanıyordu. Bir gözünü saatten ayırmadan kimliğini, pasaportunu ve cep telefonunu elinde sıkı sıkı tutarken telefonu zırladı tekrar:

“Alo anne, ne yaptın?”

“Havalimanındayım kızım. Bekliyorum sırada.”

“Of anne, çok gecikmişsin… Uçağa binişi kaçırmazsın inşallah.”

“Güneş, iyice germe beni, yetişmeye çalışıyorum işte!”

“Tamam tamam, haber ver bana…”

Bekledi… Bekledi… Sabırla bekledi…

Nihayet sıra kendisine geldi. Kimliğini ve pasaportunu verdi görevliye. Cep telefonundaki bilet bilgilerini gösterdi. Yurtdışı çıkış harcının ödendiğine dair dekontu da. Koca valizini koydu kantarın üzerine. Etiketini yapıştırıp gönderdiler kayan bagaj bandının üzerinde. Bankodaki kadın hızlı hızlı yaptı işlemlerini.

“Çok gecikmişsiniz, hemen 608 no’lu kapıya gitmeniz gerek. Daha güvenlikten ve pasaport kontrolden geçeceksiniz.”

“Uçağı bekletemez misiniz? Ne olursunuz, bu uçuşu kaçıramam…”

“Yapabileceğim bir şey yok hanımefendi,” diyerek eline tutuşturdu pasaportunu, kimliğini ve uçuş kartını. “Bunları sakın kaybetmeyin,” diye uyarmayı da ihmal etmedi.

Elindekileri sımsıkı tutarak uçarcasına koştu güvenlik kapısına Leyla. En azından sürüklediği koca valizden kurtulmuştu artık, daha rahat hareket edebiliyordu. Güvenlikte bu defa fazla oyalanmadı neyse ki. Ayakkabıları halen elindeydi. Ötmeden, tek seferde geçmeyi başardı cihazdan. Pasaport ve bilet kontrolleri yapıldı seri bir şekilde. Artık uçuş kapılarının olduğu bölümdeydi. Girdiği yerdeki tabelalara baktı. 608 no’lu kapı için oklar sol tarafı işaret ediyordu. Koşmaya başladı. 615… 614… 613… 612… Soluk soluğa kalmıştı. 611… 610… İnsanlar kendisine bakıyorlardı tuhaf tuhaf, havalimanı polisleri dâhil. İster istemez dönüp arkasına baktı. Bir terslik mi vardı? Ya da peşinde birileri? Yoo… Ayakkabıları elinde, ayağında çoraplarıyla koşturduğunu o zaman hatırladı. “İyice paranoyak oldun Leyla,” dedi kendi kendine. “Git ve bin şu uçağa artık!”

609… Ve nihayet 608! Uçağa biniş kapısının önünde ellerinde pasaport ve biniş kartlarıyla bekleşen upuzun bir insan kuyruğu görünce şaşırdı. Herkes çoktan uçağa binmiş, kalkışı bekliyordur diye düşünmüştü oysa. Nefes nefese geçti sıranın en sonuna. Beklerken uzun uğraşlardan sonra ayakkabılarının bağcıklarını çözüp ayağına giyebildi çok şükür. Bir süre daha hep birlikte beklediler ama uçağa biniş kapısı açılmadı bir türlü. İçine koyu bir tedirginlik çöktü. Neler oluyordu? Bir terslik vardı…

Türk Hava Yolları TK11 sefer sayılı New York/JFK uçağı teknik sorunlar nedeniyle gecikmeli kalkacaktır. Tahmini bekleme süresi 30 dakikadır. Yolcuların 608 no’lu uçuş kapısının önünden ayrılmamaları rica olunur.”

Uçuş tabelasındaki kalkış saati değişti, yarım saat ileri attı.

“Haydaaa!”

“Son dakikada olacak iş mi?”

“Teknik sorun varsa, yapacak bir şey yok…”

Sıradakiler, uğultular ve söylenmeler eşliğinde dağılmaya başladılar. Kimileri boş bulduğu bir koltuğa yerleşip cep telefonunu kurcalamaya koyuldu, kimileri etraftaki kafelere yöneldi. Leyla kapıdaki görevliye yanaştı.

“Daha fazla gecikmez, değil mi? İptal falan olmaz?”

“Şu anda bir şey söyleyemem hanımefendi.”

“İptal de olabilir yani?”

“Sorunun ne olduğunu bilemiyorum hanımefendi. Bekleyip göreceğiz.”

Kalakaldı Leyla. Ne yapacağını bilmeden sağa sola bakındı bir müddet. Sağ taraftaki küçük kafeyi gözüne kestirdi. Boş bir masaya tedirginlikle yerleşirken menüdeki en ucuz ürün olan çay sipariş etti. Bir çaya bu kadar para vereceğini rüyasında görse inanmazdı.

Whatsapp’tan “Ara beni” yazdı kızına. Hemen çaldı telefon.

“Alo anne, ne yaptın? Yetiştin mi?”

“Yetiştim yetişmesine de uçak rötar yaptı.”

“Aaaa, nasıl yani?”

“Ne bileyim, teknik sorun diyorlar. Yarım saat gecikmeli kalkacakmış.”

“Neyse, yarım saatten bir şey olmaz…”

“İnşallah daha fazla uzamaz. Ya uçuş iptal olursa?”

“Olmaz olmaz, kötü düşünme. Olursa da bakarız bir çaresine.”

“O eve dönemem Güneş! Dönersem bir daha çıkamam!”

“Biliyorum. Endişelenme. Bugün uçacaksın.”

“Evden çıkmadan yakalandım, biliyor musun?”

“Ne diyorsun? O saatte işte olması gerekmiyor muydu?”

“Midesi rahatsızlanmış, izin alıp erken çıkmış. Şansa bak.”

“Eee? Neler oldu?”

“Şu anda konuşamam. Çok tedirginim zaten.”

“Offf… Çok gerildim ben de şimdi. Peşine düşmez, değil mi? Uydurmuşsundur bir şeyler…”

“Uydurdum. Da… Anlatırım gelince…”

“Tamam. Hadi çok öpüyorum. Haber ver binerken.”

“Tamam kızım.”

Tekrar korku içinde çevresine bakındı Leyla. Peşindeler miydi? Uçak kalkacak mıydı? O uçağa binebilecek miydi? Gözlerine yaşlar doldu.

“Hayırdır Leyla Hanım? Yolculuk nereye?”

“Hiiiç…”

“Nasıl ‘hiiiç’?”

“Bir memlekete gidip geleyim Mustafa. Annem hastalanmış, görüp geleyim…”

“Bu koca valiz memleket için mi? Bana hiç öyle gelmedi.”

“Vallahi bak, üç güne dönerim.”

“Bana niye haber vermedin?”

“Verecektim, daha yeni aradılar, hemen toplanayım dedim.”

“Benim alnımda enayi mi yazıyor yalancı karı? Ulan, şans eseri eve erken gelmesem kaçacaktın ha? Hangi deliğe girsen bulurum seni, hâlâ öğrenemedin mi?”

Suratına o koca yumruğu tekrar yemiş gibi irkildi oturduğu yerden. Eli elmacık kemiğine gitti yine. Hafifçe sızlıyordu hâlâ. Çayından küçük bir yudum daha alıp gözlerini parmak uçlarıyla sildi. Dikkat çekmenin âlemi yoktu şimdi. Havalimanı polisleri sakince adımlıyorlardı ortalıkta.

Dakikalar geçmek bilmedi. Yüreği ağzında bekledi, bekledi. Nihayet yeni anons duyuldu:

“Türk Hava Yolları TK11 sefer sayılı New York/JFK uçağı kalkış için hazırdır. Yolcuların 608 numaralı kapıdan uçağa giriş yapmaları rica olunur.”

Masanın üzerindeki telefon, pasaport, kimlik ve biniş kartlarını kaptığı gibi giriş kapısına koşturdu hemen. Bu sefer sıranın önlerinde yer kaptı kendine. Görevli yerini aldı ve kapı açıldı. Tek tek içeri girmeye başladı yolcular. Sıra Leyla’ya geldiğinde gözlerine sanki bir değişik baktı görevli, durumunu anlamış gibi. Bayılacak gibi oldu Leyla. Hiçbir şey söylemeden giriş kartının bir parçasını yırtıp, kalanı Leyla’ya uzattı adam. Leyla soluğunu tutarak ilk adımını attı ve uçağa giden koridorda ayakları birbirine dolanarak yürümeye başladı. İşte gidiyordu! Özgürlüğüne uçmasına dakikalar kalmıştı.

Elindeki karttan koltuk numarasına baktı: 25F. Kolaylıkla buldu yerini. Oturup kemerini taktı hemen. Gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı. “Az kaldı, gidiyorsun, dayan…”

Tüm yolcuların giriş yapıp yerlerine oturması ne kadar da uzun sürüyordu böyle… Hoparlörden yükselen uçuş öncesi talimatlarına odaklanmaya çalıştı ama yok. Zihnini evde geçirdiği son dakikalardan uzaklaştıramıyordu bir türlü. Suratına tekrar tekrar inen yumruklar, midesine yediği tekmeler, kendini can havliyle mutfağa atışı…

Hoparlörden yükselen farklı bir anons böldü zihninden akıp giden düşünceleri:

“Sayın Leyla Bozkurt… Sayın Leyla Bozkurt… Güvenlikten bekleniyorsunuz!”

İşte buraya kadardı. Olmamıştı. Bu sefer de başaramamıştı. Özgürlüğüne kavuşmasına dakikalar kala her şey sona ermişti. Ah şu rötar olmasaydı…

“Sayın Leyla Bozkurt, güvenliğe lütfen…”

Gözlerini kapatıp duymazdan gelmeye çalıştı. Belki vazgeçerlerdi. Belki ümidi keserlerdi de havalanıverirdi uçak, belli mi olurdu?

Mutfak tezgâhının üzerinde duran satır geldi tekrar gözünün önüne. Her Kurban Bayramında illaki ortaya çıkan, “Mustafa, midem bulanıyor, yaptırma şunu bana,” diye yalvarmasına rağmen parçalarına ayırmak zorunda kaldığı koyun butlarına vura vura elinin alıştığı kapkara, ağır, demir satır… Özgürlüğüne giden yolda önünde duran tek engelin kafasına olanca gücüyle geçirdiği kanlı satır…

Gözlerini açtığında uçağa kadar girmiş iki polis gördü. Hostesle konuşuyorlardı. Hostes, elindeki kâğıda bakıp Leyla’nın oturduğu koltuğu işaret etti polislere. Her şey bitmişti işte. Yakalanmıştı…

Sakince ayağa kalktı. Gözlerini ayakkabılarına dikip polislere doğru ağır adımlarla yürüdü. Ne söyleyeceğini kafasında tartmaya çalıştı. “Ben onu öldürmeseydim, o beni öldürecekti…” Gerçek buydu.

Yanlarına varınca kafasını kaldırdı ve iki elini onlara doğru uzattı.

“Leyla Bozkurt?”

“Evet?”

“Çantanızı kafede unutmuşsunuz. Adınızı anons ettirdik ama duymadınız. Buyurun…”

Küçük el çantasını uzatıyorlardı kendisine. Kafeden apar topar kalkarken unuttuğunun farkına bile varmadığı yıpranmış, siyah çantasını. Titreyen elleriyle aldı çantayı, şaşkınlıkla baktı yüzlerine. “İyi yolculuklar,” deyip çıktılar polisler. Arkalarından ağzı açık bakmaya devam ederken “Lütfen yerinize geçin, birazdan havalanıyoruz,” diye uyardı hostes onu. Hayalet gibi geçip oturdu yerine. Kemerini bağladı tekrar.

Bir süre sonra uçağın tekerleri yağ gibi kaymaya başladı pürüzsüz pistin üzerinde. Giderek hızlandı, hızlandı ve bir kuş gibi havalandı. Yüreği de uçakla birlikte kanatlanıp uçmaya başladı Leyla’nın. Elbette kocasını evde bulacaklar ve Leyla’nın öldürdüğünü anlayacaklardı. Elbette binlerce kilometre uzağa kaçsa bile bunun birtakım sonuçları olacaktı. Başına neler geleceğini henüz kestiremiyordu. Fakat o zamana dek, hayatında ilk kez, özgürdü. Bunun tadını çıkaracaktı…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar