Kıymetli Dedektif Dergi okurları merhabalar…
Eskiden bir zat cemiyete girdiğinde mevcut bulunanlara selam verir, kibar bir lisanla kendini takdim ederdi. Şimdilerde öyle mi? Genç beyefendiler, hanımefendiler birbirleriyle hiç de münasip olmayan lisanlarla konuşuyorlar. Üstelik sosyal medya denilen mecrayı adabıyla kullanmaya muvaffak olamayan çok affedersiniz bazı terbiyesizler çirkin, münasebetsiz, hadsiz mesajlar, yorumlar yazıyorlar efendim. Asabileştim affedin… bunları bilahare konuşuruz.
Müsaadenizle kendimi tanıtayım, bendeniz edebi ve ebedi dünyanın müşkülpesent, mütevazı, biraz da müşariz karakteri Hamide Redif. Ömrüm vefa, kalemim sebat ettiğince sizlere maziden hoş hadiseler nakledip şimdilerde nasıl diyorlar… “güncel” hayatta yaşadıklarımla mukayese ederek atiye dair birtakım yorumlar yapmak arzusundayım. Anlattıklarımın bir kısmı dedikodu veyahut safsata gibi görülebilir ancak, sizi temin ederim hakikatin ta kendisidir. Bunları anlatmama imkân sağlayan kıymetli Dedektif Dergi ailesine şükranlarımı iletiyorum. Geçenlerde benim de ısrarlı bir okuyucusu olduğum bu kıymetli mecmuanın güzide yazarlarından biriyle oturmuş halleşiyorduk. Eskilerden yenilerden konuşup dertleşirken genç adam bana “Hamide Hanım neden bu anlattıklarınızı dergimizde yazmıyor, polisiye sever okurlarla fikirlerinizi paylaşmıyorsunuz?” dedi. Bu teklifi pek yerinde buldum ve davetlerine icabet ettim. Tanıştık, hepsi pırıl pırıl, kalemleri kuvvetli, parada pulda gözleri olmayan edebiyat ve polisiye sevdalısı gençler.
O günkü sohbetimiz genç ediplerin yayınevleriyle yaşadığı müşkülatlardı. Bu sebeple ilk yazımın konusunun yayınevleri olmasını arzu ettim. Yazmak ve okumak üzerine sonra elbette çok kelam edeceğiz.
Nerde o eski günler, hiç unutmam Babıali yokuşunu bir nefeste çıkacak kadar genç ve ateşli günlerimdi. O muhite Cağaloğlu da denir, çok kişi bilmez, adı İtalyan asıllı Osmanlı paşası Çegolo’dan gelir. Burası İstanbul’un ve hatta ülkenin fikir ve sanat merkezi, alimler, mütefekkirler, muharrir ve sanat erbabının güzergahıydı. Büyük kitapçılar, kırtasiyeler, mücellitler, ilanat büroları, gazete ve mecmua idarehaneleri ve dahası burada sıralanırdı. Bendeniz de ismi hala güzide okullar arasında yer alan bir idadiye mektebinden mezun olmuş, edebiyat tahsilimi yurtdışında tamamlamıştım. Cumhuriyetin bana verdiği tüm hak ve özgürlükleri arkama alıp heyecanla daktilonun başına geçtim. Uzun süredir kafamda tahayyül ettiğim polisiye romanımı eksiksiz tamamlayıp bastırmak ve ülkemin ilk kadın polisiye yazarı olmak hülyası çocukluk yıllarımda gelip gönlüme yerleşmişti.
İngilizlerin Agatha’sı varsa elbette Türklerin de bir Hamide’si olmalıydı. Romanım haliyle klasik bir polisiyeydi. Tıpkı içinde büyüdüğüm aile evi gibi büyük bir konakta, mutfak işlerine yardımcı olsun diye eve alınan besleme, Güldeste evin genç beyi Süha’nın odasında ölü bulunuyor, aile skandala yol açmamak için olayı örtbas ediyordu. Ancak birkaç gün sonra yaşlı dadı, gül tarhları arasında bıçaklanmış bulununca olayı gizli tutmak kabil olmuyor, aile dostu ve İstanbul’un saygın hekimlerinden Ömer Fethi Bey -ki kendisi aynı zamanda hususi araştırmalar yapmakta maharetliydi- ivedi olarak konağa davet ediliyordu. Israr etmeyiniz, başkaca ayrıntı vermeyeceğim. İşte bu maceranın yazılı olduğu sahifeler çantamda, göğsümde çılgınca atan bir yürekle taş binaya girdim. Yayınevi (şimdi yerinde bir iş hanı dikilmekte) alt katında matbaası bulunan eski bir binaydı. Babamın amcaoğlu Osman Halit Bey’in Galata Lisesi’nden arkadaşının ailesine aitti. Ailenin en büyüğü Hagop Bey hem aile işini yürütüyor hem de dönemin Ermeni gazetelerine mahlasla ateşli makaleler neşrediyordu. Beni son derece kibar bir tavırla karşıladı ve sabırla dinledi. Konuşmam bitip şekerli kahvemden bir yudum almıştım ki babacan bir tavırla -hiç unutmam- şu sözleri sarf etti. “Bak güzel kızım, her ne kadar ülkede medeni tekamüller vuku bulsa da edebiyat alemimiz bir kadın yazarın hafiye romanı yazmasına hazır değildir. Pek çok edip, erkek halleriyle bile polisiyeleri mahlasla yayımlamakta. Ayrıca babanız beyefendinin konumu da sizin bu girişiminize engel teşkil ediyor. Korkarım hakkınızda çıkacak havadisler sanat ile ilgili olsalar dahi aile saadetinize gölge düşürecektir. Biraz bekleyiniz yahut kaleminizin gücünü sevda romanlarında deneyiniz.”
Aşk romanlarıyla aram hiç iyi olmamıştır. Birbirine saçma sapan sebepler yüzünden darılan, aşılması gayet mümkün engelleri lüzumsuz alınganlıklar ve yanlış anlamalarla bir türlü aşamayan aptal aşıkların hikayelerini okumak benim için ne kadar buhran sebebi ise yazmak ayrı bir cehennem azabı olurdu. Bir dediği iki olmamış, istediklerine kolayca kavuşmuş bir genç hanımdım. Kafama koyduğumu elde etmek hususunda ısrarcı ancak gençliğin verdiği avarelikle bir o kadar da ayran gönüllüydüm. Kolayca pes edecek bir karakterim yoktu. Birkaç mecmuaya İbrahim Refik mahlasıyla polisiye-gizem öyküleri gönderdim. Hem kabul gördü hem de okurlarca pek beğenildi. Bir süre bu gizli şöhretle oyalandım. Bundan aldığım gayretle bir akşam, sofrada kendi ismimle bir hafiye romanı yayımlamayı arzuladığımı bey babama bildirdim, tabii kızılca kıyamet koptu. Uzun ve ateşli tartışmamızın detaylarına girmeyeceğim. Ancak zavallı validem bir ara bayıldı ve bendeniz bir süreliğine -pederimin deyimiyle aklım tekrar başıma gelene kadar- Paris’teki büyük teyzemin yanına sürgün edildim. Ne yalan söyleyeyim orada günlerim pek güzel geçti. Kitaplarımı yayımlatma hevesim gençliğimin başka heyecanlarına yenik düştü. Kendime hayal ettiğimin dışında farklı bir hayat kurdum. Zaman aktı, sanat dünyası, iş dünyası, ülke değişti. Kadınlar kimi haklarına sahip çıktı, kimisini yitirdi. Edebiyat camiası benim de sevinçle karşıladığım pek çok güzide kadın edip yetiştirdi. Elbette kitap okuma ve polisiye yazma hevesim devam etti. Kendi ciltlerimi bastırıp özenle onlar gibi gözde olmayı arzuladığım yazarların eserleriyle yan yana dizdim. Ancak içimde kırgın bir heves ve uhde kaldı.
Geçenlerde torunum Ziya, izdivaç düşündüğü genç bir hanımı benimle tanıştırmaya getirdi. Kütüphaneme hayranlıkla bakan bu güzel kadın özel ciltlenmiş, ismimin yaldızlı bir baskıyla üzerinde parladığı romanlarımı görünce heyecanla sorular sormaya başladı. Az evvel size anlattıklarımı dinleyince pek müteessir oldu yavrucak. Kadın kadının yurdu tabii. Kahvelerimizi içerken aslında pek de merak ettiğim ancak bir alakalısını bulup soramadığım zamane yayınevlerinden malumat verdi. Efendim duymaz olaydım. Neler neler…
Bir kere kadınlar elbette artık erkek yoldaşları gibi yazıyor çiziyor, fikir beyan ediyorlar ancak taciz denen illet ne yazık ki edebiyat dünyasında da almış başını yürümüş. İmza günlerinde hayranlarının girdiği kuyruğun ucu bucağı görünmeyen yazar, bir hanım yazara kitabını bastırmaya yardım ederim diyerek yanına çağırmış, ardından utanç verici tekliflerde bulunmuş. Neyse ki iş açığa çıkmış da utancından ortalarda gezemez olmuş. Okurları kitaplarını ya atmış ya da satmışlar. Kıyamayanlar pek göze görünmesin diye alt raflara saklamışlar.
Bir başka hanım, yayınevi yöneticisinin ısrarlı yemek tekliflerini reddedince kitabını çok daha düşük bir telifle daha küçük bir yayınevine bırakmak zorunda kalmış. Yazarların onca emek ve sabırla vücuda getirdiği eserleri köşe başındaki hayrat çeşmesi yerine koyan ‘kan emici, karanlık emeller taşıyan şirket sahipleri’ telif talep edene hımbıl göbeklerini kaşıyarak arsız arsız gülüyormuş. Ne cüret! Mütercim ve editörlerin durumu da yazarlardan farklı değilmiş, pek yazık doğrusu. Yaşını başını almış, romanları boyunu aşmış bir yazardan yeni romanını bir çilingir sofrası karşılığında satın aldığıyla övünen aymaz ticarethane sahibine pes doğrusu. “Hem yaptığın ayıp hem bunla övünmen,” demeli kapısının önünden geçmemeli. Üç beş kuruşa çalıştırılan, hakkı hukuku ömrü billah gasp edilen onca edebiyat emekçisinin birleşip de bu insafsızlara bir Osmanlı tokadı gark edemeyişi de ayrı bir esef konusu doğrusu. “Dernekler, birlikler ne güne duruyor, ayaklansınlar, hak arasınlar,” dedim de kızcağız “Aman Hamide Hanım teyze o konuya hiç girmeyelim, ahbap çavuş ilişkileri aldı başını yürüdü,” dedi. Kimin eli kimin omzunda hiç belli değilmiş. Duyduklarıma şaştım kaldım doğrusu. Yayınevlerinin ekmek kapısı bu kitaplar, bu kitapların emekçisi de yazarlar, çevirmenler ve editörler değil mi? O halde üç kuruş fazla kazanmak için bindiği dalı kesmenin lüzumu nedir anlamak mümkün değil.
Anlayacağınız cancağızım Türk Edebiyatı pek zor durumda. Bunca zorluk ve kötülüğe rağmen “Para nedir ki, elin kiri,” diyen edebiyatçılar da olmasa vay halimize.
Yazarlar emeğine, okurlar edebiyata sahip çıkmadıkça bu fena düzen sürüp gider korkarım. Neyse efendim gönüller bir olsun, önümüzdeki yazıda biraz daha tanışır, biraz daha dertleşiriz. Okur iseniz gözlerinize, yazar iseniz kaleminize sağlık, afiyet dilerim. Sevgiyle…